Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bulantı'nın Oluşumu

Sartre'ın meslek yaşamında Bulantı'nın (La Nausee) yerini belirtmek kolaydır: İlk büyük yapıtıdır bu onun; 1938'de yayımlanmasından başlayarak Sartre'ın büyük yazar olmasını sağlayan ve bugün artık tartışmasız klasik yapıt düzeyine ulaşmış bir yapıttır, ama kesinlikle modern niteliklidir; etkililiğinden de, yapıt ile okur arasında kişisel ve neredeyse özel olan, duygulanım türünden bir ilişki yaratan o tuhaf gücünden de bir şey yitirmemiştir. Aime Cesaire'in Doğduğum Ülkeye Bir Dönüşün Notları, Julien Gracq'ın Argol Şatosunda ve Michaux'nun en iyi yapıtlarıyla aynı dönemde yayımlanmış olan Bulantı'nın apayrı bir tarihsel önemi vardır; bir yandan otuzlu yılların gündelik yaşamı ile ilgili eşsiz bir belgedir; öte yandan da, yazın açısından da yeni bir hareket noktasını belirtir. 19 Ekim 1945 tarihli Carrefour'da Armand Hoog'un da dediği gibi bu kitap, "bir tür kurtuluşu olarak alımlanmıştı: Bir Fransız yeni romanının sezinlenmesine olanak vermişti."

Özyaşamöyküsü açısından Bulantı Sartre'ın bütün geçmişini özetleyen ve yoğun biçimde sunan bir bütündür. 1931 ile 1936 yılları arasında Sartre'ın yaşadığı deneyimlerle zenginleşmiştir ve iletide gerçekleşecek olan yapıtın haberini verir, geriye dönük olarak da değişikliğe uğratılmaya açıktır. Sartre da Bulantı'yı belirgin biçimde öbürlerine yeğ tuttuğunu gözü kapalı kabul eder ve şöyle der: "Aslında bir tek şeye sadıkım, Bulantı'ya."

Günümüzde Simone de Beauvoir'ın anıları ve yeni ortaya çıkan belgeler sayesinde kitabın nasıl doğduğunu biliyoruz. Bulantı dört evrede oluşmuş: Yirmili yılların sonundan başlayarak "Sevgili arkadaşı" Nizan gibi Sartre da olumsallık üstüne bir deneme yazmayı düşünür. (Bu kavramı daha gençlik yıllarındaki yazılarında bile, özellikle de "Ruhsal Yaşamda İmge" adlı yüksek okul bitirme çalışmasında "Une Defaite" (Bir Bozgun) adlı metninde kullandığı görülür) Sartre 1931'de Le Havre' a gittiğinde "Olumsallık üstüne bir savunma metni"ni yazmaya girişir. Yazar başlangıçta güçlüklerle karşılaşmış olsa da bu metin iki üç yıllık bir çalışma sonunda Bulantı'nın ilk biçimini (versiyonunu) oluşturacaktır. Peki neden ama 1931 yılı? Çünkü 1931 yılı Sartre için; "akıl çağı"na bir ilk geçişi belirtir; bu geçiş öğrenim ve askerliğin sona ermesi, yoksullaşarak toplumsal yaşama katılımla gerçekleşmiştir; bu yıl aynı zamanda La Legende de verite'nin (Hakikatin Efsanesi) birçok yayıncı tarafından reddedilip başarısızlığa uğradığı ve yazacağı kitap için tamamlayıcı okumalar (Valery'nin Eupalinos'u -Çakıltaşı bölümü ile Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları adlı kitabı) yaptığı yıldır. Simone de Beauvoir Marsilya'ya atanınca Sartre Le Havre'da tek başına kalır; felsefe dersleri vermektedir; yankılarını Nietzsche'de bulduğu ve La legente de verite'de de işlemiş olduğu bir serüveni yaşamaya, yalnız adam serüvenini somut olarak yaşamaya hazırdır.

Sartre henüz yayımlanmamış bir söyleşide şu açıklamayı yapar: "Le Havre'a geldiğimde, önceden yazılmış ufak tefek yazılarım da vardı, şimdi artık yazmaya başlama vaktidir diye düşünüyordum. Gerçekten de ilk orada başladım, ama çok zaman aldı..." Atkestanesinin fark edilişi Ekim 1931'e rastlar, Sartre'ın bize yapıtı içinde verdiği tarihlerinde sanırız ciddiye alınması gerekir. Romandaki kronolojinin tam bir incelemesi bize, tarih taşımayan yaprağın dışında, romanın Pazartesi 25 Ocak 1932'yle (özgün baskıda yanlış olarak belirtildiği gibi 29 Ocak değil) Çarşamba 24 Şubat (1932) arasında geçtiğini gösteriyor.

Bulantı'nın tasarısının gerçekten somutlaşması ve süreklilik kazanması Sartre'ın tarihsel olarak  belli bir dönem boyunca günlük tutmaya karar verdiği sırada gerçekleşmiştir. Roquentin'i (okunuşu: Rokanten) Printania otelinde betimleyen kesitlerde, yapıtı bir serüven romanına ya da polisiye bir romana yaklaştırabilecek olan kesitlerde ilk biçime aittir. (Mutsuz Roquentin'in başına gelenlerin sorumlusu kim dersiniz? - Olumsallıktır!)

Bilindiği gibi Sartre kitabın ikinci biçimini 1934'de tamamlamıştır; o sıralarda Berlin'deki Fransız enstitüsü'nde burslu olarak kalmakta ve Husserl'in İdeen'ini okumaktadır. Bulantı için yararlı olmuş olan fenomenolojinin keşfi ve daha kesin bir felsefi çatıya kavuşması burada gerçekleşmiştir denebilir.

Bulantı'nın üçüncü birimi 1936'da tamamlanmıştır; bu çalışmada yeni bir yaşanmışlığın bazı öğelerini (müzeleri ve psikiyatri kliniğin ziyaretler) özellikle de Şubat 1935'ten başlayarak yazarın meskalin kaynaklı depresyonundan doğan sonuçları (yengeç ve akbaba, şemsiye hayalleri, vb.) bir araya getirilmiştir. Artık Melancholia başlığını taşıyan kitabın fantastik olma özelliği de asıl burada güçlenir.

Elyazılı olarak elimize geçmiş tek biçim bu üçüncü versiyondur. Kitabın hazırlanmasındaki dördüncü evre olumsuz nitelikte olacaktır: (Oto)sansür evresidir bu. Beklenmedik çeşitli olaylardan sonra elyazılı metin Gallimard tarafından kabul edilir, ama Brice Parain aracılığıyla kendisinden birçok bölümü çıkartması, ayrıca en cüretkar kesitleri ve en açık saçık sözcükleri atması istenir. Bu konuda başvurulan kişi de avukat Maurice Garçon'dur.

Kitabı çok uzum tuttuğunun farkında olan Sartre, Brice Parain'in uyarılarını kabul eder ve özellikle Roquentin geçmişiyle, Printania otelindeki yaşamıyla ilgili elli kadar yaprağı çıkarır (bu arada, iki roman kişisi hizmetçiyi de atar, bunlar yayımlanan versiyonda hiç yer almazlar), Bouville'deki yaşamla ilgili ayrıntıları, tecavüz sahnesini, atkestanesinin kökü ve Anny'le karşılaşma sahnelerini de çıkarıp atar. Böylece Sartre Roquentin'e artık "Ben ne bir başkan, ne bir sorumlu, ne de bir başka enayiyim" ya da "burjuva erdemlerinin içine tükürüyorum, ayrıca sizi de iplemiyorum" dedirtmez. "Doigt" (parmak) sözcüğü çoğu zaman "queue" ( kamış) sözcüğünün yerini alır. Roquentin artık "çadır kurmaz", "bir çift küçük külrengi t.ş.k" "bir çift kül rengi yumru"ya dönüşür. Görüldüğü gibi bu çıkartılanlar ya da değişiklikler daha çok popülist ve erotik özellikleriyle ilgilidir. Çıkarılanlar kendi içlerinde ilginç olmasına ve yayımlanmış olan metnin kimi karanlık noktalarının anlaşılmasına olanak vermesine karşın, sonuçta hiçbir önemli şeyi metinden çekip almazlar; hatta denilebilir ki paradoksal olarak, bunun yapılması yerinde olmuş, yapıtı hantallaştıracak ve gereksiz yinelemelere yol açabilecek şeylerden kurtarmıştır.




Sartre'dan Giacometti



 Giacometti'nin figürleri tekbaşlarına, yalnızlar. Ama bir araya getirildiklerinde, nasıl oluyorsa işte, yalnızlıklarından kurtulup birleşerek, küçük ve büyülü bir topluluğa dönüşüveriyorlar.

" Masadan uzak bir açıklığa, odanın tabanına konmuş figürleri incelerken, çoktandır araştırmakta olduğum bir ilişki içinde iki gruba ayrıldıklarını keşfettim. En ufak bir değişiklik bile yapmada her iki grubu da altlıklarına yerleştirdim..."


İnsan kalabalığı, Giacometti'nin üzerinde çalıştığı konulardan biri. Bir meydanda birbirlerine bakmadan geçen insanlar. Umutsuz, yalnız, ama birlikte. Birbirlerini kaybeden, ama birbirlerini aramadıkça da asla birbirlerini kaybetmeyecek olan insanlar. bu tip grup heykellerinden biri üzerinde iyice düşünerek, kendi evrenini benden çok daha iyi tanılıyor Giacometti:

"...acımasız geçen yıllar boyunca iyice gözlemlenmiş bir orman parçası... birbirlerinin yolları üzerinde durarak konuşan insanlar gibi, kuru ve ince gövdeli ağaçlardan oluşan bir orman."




Giacometti'nin yaptığı vücutlarda başka bir şeylerin olduğu belli. Bir sürgün kampından, bir gençlik pınarından ya da bir iç bükey aynadan mı ortaya çıkarlar dersiniz? İlk bakışta sanırsınız ki, Puchenwald kampında bir deri bir kemi kalmış zavallılarla karşı karşıyayız. Ama hemen biraz sonra yanıldığımızı anlayıp bambaşka duygulara kapılırız. Onun incecik dal gibi yaratıkları sanki semaya doğru yükselmekteler; yeryüzünden cennete doğru uçan bir grup İsa ve Meryem ile karşı karşıyayız sanki. Dans etmekteler: Kendileri, dans zaten; aynen bize vaat edilen tanrısal vücutlar gibi, orta yoğunlukta bir maddeden yapılmışlar. Ve biz hala bu mistik yükselişe dalmış derin derin düşünürken, bu sıska vücutlar açılıp güzelleşirler. Gördüklerimiz sadece dünyevi çiçeklerdir.





Giacometti'nin tarih öncesi yüzüne şöyle bir göz atarsak, onun, kendini zamanın başlangıcına yerleştirme arzusunu ve gururunu hemen fark edebiliriz. Giacometti Kültür ile alay eder, dalgasını geçer; İlerleme'ye en azından - Güzel Sanatlar'daki bir ilerlemeye - pek değer vermez. Çağdaşlarından ya da Altamira ve Eyzies Mağaralarında yaşamış ola atalarından "daha ilerlemiş" olarak görmez kendini.





Bu yerinde duramayan fakat bir o kadar da kararlı sanat işçisi, kendi çalışmalarını hep yavaşlattığından dolayı, taşın dirençliliğinden pek hoşlanmaz. Bundan dolayı hafif ve aynı zamanda da her biçime sokulmaya en elverişli, gerektiğinde çabucak parçalanabilen ve bütün malzemeler içinde en uçarı-ruhsal malzemeyi seçer: Alçı. Parmak uçları zorlukla hisseder bu maddeyi. Alçı, sanatçının ulaşılmaz ve anlaşılmaz devinimlerine bir yanıttır. 

Atölyesine gelen birisi ilk olarak, uzun ve kırmızımsı iplere dolanarak onu yarı katı bir hale sokan beyaz nesnelerden yapılmış (alçı ve üstüpü karışımı) bu garip korkulukları fark edecektir hemen. Giacometti'nin deneyimleri, düşünceleri, ihtirasları ve düşleri, bir an için onun alçı adamlarına yönelerek onlara birer biçim verirler, sonra birlikte devam ederler. Sürekli olarak hep bir değişim içinde olan ve belli bir biçimi olmayan bu garip yaratıklardan her biri, Giacometti'nin başka bir yaşamı sanki.


Sanat Yapıtı - Sartre

Yapıt hiçbir zaman boyanan, yontulan ya da anlatılan nesneyle sınırlı değildir; eşyayı nasıl dünya perdesi önünde görüyorsak, sanat yapıtının canlandırdığı nesneleri de evren perdesi önünde seyrederiz. Fabrice'nin serüvenlerinin ardında, 1820 İtalya'sı, Avusturya'sı ve Fransa'sı görünür; Rahip Blanes de yıldızlarıyla birlikte göğe ve sonra da bütün yeryüzüne bakar. Her ne kadar ressam bize bir tarla ya da bir vazo dolusu çiçek sunarsa da, resimleri dünyaya açılan bir penceredir; başaklar arasına dalıp giden şu kırmızı yolu biz, Van Gogh'un çizdiğinden daha öteye, başka buğday tarlaları arasında, başka bulutlar altında, denize dökülen bir ırmağa dek izleriz; ve tarlaların varlığı ile erekliliğin varlığını ayakta tutan derin toprağı sonsuza dek, dünyanın öteki ucuna dek uzatırız. Demek ki yaratıcı edim, yarattığı ya da yeniden canlandırdığı birkaç nesne aracılığıyla, dünyayı yeniden ele geçirme ereğini güder. Her resim, her kitap varlığın bütünlüğünün yeniden ele geçirilişidir; her sanat yapıtı bu bütünlüğü seyircinin özgürlüğü önüne getirir. Çünkü sanatın en son ereği de budur: dünyayı olduğu gibi, ama sanki kaynağını insani özgürlükten alıyormuş gibi göstererek yeniden ele geçirmek, yakalamak.


Kitaplıklar - Sartre



Ayvalık Kütüphanesi'nde
Mezarlıkların ne dingin yerler olduğunu tanrı bilir, bunun en sevimli örneği de kitaplıklardır. Ölüler oradadır: bu ölüler yazmaktan başka iş yapmamıştır, uzun süredir yaşama günahından da kurtulmuşlardır ve zaten yaşamlarını ancak başka ölülerin onlar üzerine yazdığı kitaplardan tanımaktayız. Rimbaud ölmüştür; Paterne Berrichon ve İsabella Rimbaud da ölmüştür; can sıkıcı kişiler yok olmuştur, ölü küllerin saklandığı mahzendeki küçük kutular gibi, duvarlar boyunca, raflar üzerine yerleştirilmiş küçük tabutlar kalmıştır geriye. 

Sartre, Edebiyat Nedir?


Mekân

Mekân bir varlık olamaz. Mekân, hiçbir münasebeti bulunmayan varlıklar arasındaki devingen bir münasebettir. Mekan, kendindelerin, birbirlerine nispetle bağımsızlığı olarak ve bağımsızlığın “tüm” kendindeye mevcudiyet olduğu bir varlıkta açığa çıkan, kendindelerin tam bağımsızlığıdır; varlıklar sanki hiçbir münasebete sahip değillermişçesine, bu münasebeti dünyaya getiren varlığa görünebildikleri yegane yoldur bu; yani salt dışsallıktır. Ve bu dışsallık, düşünülen buradakilerden ne birine ne de ötekine ait olabildiğinden ve ayrıca tümüyle lokal bir olumsuzluk olarak kendi kendisinin tahripçisi olduğundan, ne kendiliğinden olabilir ne de “oldurulmuş olması” mümkündür. Kendi için, bütüne ve buradakine ortak mevcudiyet olarak mekânsallaştırılan varlıktır; mekân dünya değildir, her zaman dış çokluk halinde dağılarak, bütünlük olarak kavranan dünyanın hareketli münasebetleridir. Mekân fon da, form da değildir, her zaman formlar halinde dağılabilen fonun idealliğidir, ne devamsız olan ne de devamlı olandır, devamlı olanın sürekli olarak devamsıza geçişidir. Mekânın varlığı, kendi-içinin varlığının olmasını sağlarken varlığa hiçbir şey katmayışının kanıtıdır, mekân sentezin idealliğidir. Bu bağlamda, hem kökenini dünyadan devşiren bütünlüktür, hem de buradakilerin kaynaşmasına götüren hiçtir. Mekân somut görü aracılığıyla yakalanmaya izin vermez, çünkü yoktur ama durmadan mekânsallaştırılır. Mekân, varlık kipi zamansallaştırmak olan bir varlık olmaksızın dünyaya gelemeyen zamansallığa bağımlıdır ve zamansallık içinde ortaya çıkar, çünkü bu, varlığın, varlığı gerçekleştirmek üzere ekstatik olarak kaybolma tarzıdır. (…)

Sartre – Varlık ve Hiçlik
(Görüntüler Gus Van Sant’ın Gerry isimli filminden)     




Sartre Sartre'ı Anlatıyor

Yaşamıma tıpkı bitireceğim gibi başladım: kitaplar arasında.


...1917'de, La Rochelle'de bir sabah, benimle birlikte liseye gelecek arkadaşlarımı bekliyordum; arkadaşlarım görünürde yoktu, az sonra kendimi oyalamak için ne edeceğimi şaşırdım ve Yaradan'ı düşünmeye karar verdim. Bir anda gökte yuvarlandı ve hiçbir açıklama yapmadan yok olup gitti: çelebice şaşkınlıkla kendi kendime: Tanrı yok, dedim ve bu işin orada bittiğine inandım. O günden bu yana, onu yeniden diriltmek için hiçbir çaba sarf etmediğime göre, bir bakıma iş gerçekten bitmişti. Ama öteki, Görünmeyen, Kutsal tin, bana vekilliğimi sağlayan, adsız ve kutsal büyük güçlerle yaşamımı yöneten Tanrı, yerinde duruyordu. Bu sonuncudan daha zor kurtardım kendimi, çünkü o, kafamın gerisinde, kendimi anlamak, bir yere oturtmak ve doğrulamak üzere kullandığım uydurma kavramların içine yerleşmişti. Yazmak; Ölüm'den,  yani maskeli Din'den, yaşamımı rastlantının elinden kurtarmasını istemek anlamına geldi uzun süre... 



...İlerki ölümsüzlüğüm somut geleceğim oldu. Her havailik an'ını vurup öldürüyordu bu ölümsüzlük, en derin dikkatin ortasına yerleşti, daha derin bir avuntu, her türlü bütünlüğün boşluğu, gerçeğin hafif gerçek dışılığı oldu; bu ölümsüzlük, uzaktan, ağzımdaki karamelanın tadını, yüreğimdeki acı ve hazları öldürüyordu; ama en değersiz an'ı kurtarıyordu, çünkü bu an en sonuncuydu ve beni ona, ölümsüzlüğe yaklaştırıyordu; yaşama sabrını verdi bana: yirmi yıl ileri atlamayı, yaşamın bir başka yirmi yılının sayfalarını karıştırmayı bir daha hiç istemedim, utkunun uzak günlerini bir daha hiç düşlemedim; bekledim. Her an bir sonraki an'ı bekliyordum, çünkü o da kendinden bir sonraki an'ı çekiyordu kendine. Büyük bir dinginlik içinde aşırı bir ivecenlikle yaşadım: hep kendi kendimin ilersinde bulunan varlığımı her şey emip yutuyor, hiçbir şey beni yolumdan alıkoymuyordu. Ne büyük bir rahatlayış!.. 


...İnsan türünün beni sürdüreceğine inandırmak üzere, kafamın içinde, onun (insan türünün) hiç tükenmeyeceği konusunda karara varıldı. İnsanlık içinde eriyip gitmek, doğmak ve bitimsiz olmak demekti, ama önümde, elli bin yıl sonra da olsa, bir gün bir tufanın insan türünü yok edeceği söylendi mi, deliye dönüyordum; büyüden kurtulmuş olmama karşın, bugün bile ürpermeden düşünemem güneşin soğuması olasılığını: çağdaşlarımın daha öldüğü günün ertesinde beni unutmaları bana vız gelir, tıpkı tarihe geçmemiş, tanımadığım ve hiçleşip gitmekten kurtardığım milyarlarca adsız ölünün bende varoluşu gibi ben de çağdaşlarımın her birinde varolacak, yaşadıkları sürece akıllarını kurcalayacaktım onların; ama eğer yokolup giderse, işte o zaman ölülerini gerçekten öldürecekti insanlık...   


...Ölümün elinden barbarlığını çekip almak için, ölümü kendime erek edinmiş ve yaşamımı da ölmenin bilinen biricik yolu yapmıştım: yalnızca kitaplarımı doldurmaya yetecek kadar umut ve isteğe sahiptim, yüreğimin son vuruşunun kitaplarımın son cildinin son satırına yazılacağına ve ölümün ancak bir ölüyü ele geçireceğine inanarak, yavaşça sonuma doğru yol alıyordum...

...Gerçek bir çılgınlık haline getirdim bu işi: gelecek diye büyük bir ölünün geçmişini seçtim ve yaşamı tersinden yaşamaya uğraştım...


...Mutsuzluklarım bir kitap ortaya çıkarmaya yarayacak denemelerden, yollardan başka bir şey olmayacaktı hiçbir zaman. Acılara ve hastalıklara dayanmayı öğrendim: bir utku olacak ölümümün ilk ürünlerini, beni bu ölüme çıkaracak basamakları yaşadım onlarda...


    
...


Otuz yaşında şu güzel işi becerdim: Bulantı'da -bu işi büyük bir içtenlikle yaptığıma inanabilirsiniz- çağdaşlarımın doğrulanmamış, acı varoluşunu yazıp, kendiminkine hiç dokunmadım. Roquentin idim, hiç acımadan onda kendi yaşamımın dolaplarını ortaya koyuyordum; ama aynı zamanda seçilmiş kişi, cehennem yıllarının yazarı, kendi öz hücre kansuyum üzerine çevrilmiş cam ve çelikten yapılma fotomikroskop, yani ben idim... 




.... Hep yazıyorum. başka ne yapabilirim ki?

Nulla dies sine linea*
*yazısız tek bir gün bile geçirmeden
 (Sözcükler'den)



Camus x Sartre

"Başkaldırı ne sistem ne de nedenlere dair bir protestodur; Başkaldırının kapsamı sınırlıdır ve yalnızca bir ifadedir. Devrim net bir fikirden doğar..., başkaldırı ise bireysel tecrübeden düşünceye giden harekettir." 
 (Camus)


Albert Camus'nun siyasi hayatı ve çalışmalarının çoğu siyasi şiddete karşı eleştirel bir söylem içermektedir. Savaşın ardından siyasi şiddete karşıtlığı daha da gün yüzüne çıkar ve Başkaldıran İnsan kitabında doruk noktasına varır. Sartre ile ilişkilerinin kesilmesinin ardından idam cezasına karşı güçlü bir deneme yazmıştır ve Cezayir Savaşı'nın başında her iki tarafında sivil halklara uyguladığı şiddete karşı mücadele etmiştir. Diğer taraftan Sartre, şiddeti gerçekliğin bir simgesi olarak ele almıştır. Camus, şiddetin kurbanları üzerinde bıraktığı yaralar ve olumsuz ahlaki etkileri için endişelenirken, Sartre şiddetin bütün yolların önü kesildiğinde bu yolu seçenler, özellikle de baskının kurbanları üzerindeki olumlu siyasi ve psikolojik etkileri üzerine yoğunlaşmıştır.(Yarının iyi toplumu için bugün her şey caizdir ve sonuç sınıfsız bir toplumdur, buna götüren her şey iyidir.)  Bu açıdan şiddet, hem Sartre hem de Camus'nun siyaseti ve bakış açısında merkezi bir yer almıştır; biri onu içsel olarak kucaklamış, diğeriyse karşı koymuştur. İşgal altındaki Fransa'da ayrıcalıklı çocuk, kirli ellerinden hiçbir rahatsızlık duymazken, Cezayirli Pied Noir, mücadeleye temiz ellerle katılmak ve savaşın içinden yine temiz ellerle çıkmak konusunda kararlıdır.
...


Marksizm=cinayet.

 Bu adımla, artık Camus'nun hedefi belirlenmişti.
Siyasi şiddeti reddeden Camus " Marksizmi mutlak bir felsefe olarak kabullenmenin cinayeti meşrulaştırmaktan daha aşağı kalır bir tarafı olmadığında ısrar ediyordu. "Marksçı bakış açısında" diye yazıyordu, "milyonlarca adamın mutluluğunun bedeli oldukları sürece, yüz binlerce cesedin hiçbir önemi yoktur." Buna kendi çelişkilerini de ekliyordu:
"Ya tarihte bir mantık var ve Marksist gerçekçilik ile şiddet meşru, ya da tarihten bağımsız ahlaki değerler var ve Marksizm haksız."


Devrimin bir destekçisi olarak, yol açtığı hasarı görmezden gelerek, Sartre baskı görenin ateşli ve uzlaşmaz bir savunucusuna dönüşmüştür. Tam da bu nokta da Sartre'nın yolu Camus' nunkiyle keskin bir zıtlık gösterir. Camus, tüm enerjisini şiddete karşı yazmaya, özellikle de devrimci şiddete karşı yazmaya adarken, Sartre giderek şiddeti, özellikle de devrimci şiddeti kucaklamıştır.


"Bir anti-Komünist bir köpektir. bundan başka bir şey düşünemiyorum ve düşünmeyeceğim de...On yıllık düşünmenin ardından, kırılma noktasına geldim; yeter artık. Kilise terminolojisinde bu benim dinden dönüşümdür."
(Sartre)








Camus, başkaldırıdan zaman içinde gücünü arttıran ve korkunç bir nihilizme dönüşen, Tanrı'yı yıkan ve yerine insanı koyan, gücü giderek daha da acımasız bir şekilde kullanan bir eylem olarak bahseder. Kökeni metafizik başkaldırı olan tarihi başkaldırı, dünyaya hükmetmek yoluyla absürdlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimlere yol açar.Cinayeti temel araçları haline getirirler. Camus için Komünizm bu Batılı hastalığın çağdaş bir ifadesi idi.

"Başkaldıran insan" kitabı kötü niyetin, absürdlük içinde yaşamanın örgütlü ve felakete yol açan reddinin bir tarihidir. Camus'nun kitabının tonu, üslubu ve içeriği yarım yüzyılı çarpıcı bir netlikte anlatırken, Eric Fromm ve Norman O. Brown gibi psikanaliz kökenli sosyal teorisyenlerin sosyal davranışlar ve hareketleri açıklamakta Freudcu düşünceye başvurmaları gibi, Camus'de absurd fikirlere başvuruyordu.


İlk yayınlanışından bugüne dek Başkaldıran İnsan'ı  pek çok okuyucusu kendilerini başkaldırının absurd bir evreni düzene sokmaya çalışan boş çabasını yansıtan bir aynayla yüz yüze bulmuştur.
Sartre insanların bir şekilde absurdlüğün (saçmalığın) üstesinden gelinebileceğini düşünür ama Camus absürdlüğün tüm insani deneyimlerin merkezinde yer aldığı konusunda kararlıdır.
Kitabın kalıcı gücü de burada yatmaktadır; çıkış noktalarını, tasarılarını, zayıf noktalarını, yanılsamalarını ve sonraki kuşaklara ulaşma arzusunu inceleyişinde. Geleneksel din gücünü yitirdikçe, genç insanlar da her şeyin mümkün olduğu duygusu ile yetişmeye başlamıştır. Modern laiklik aklı nihilizme sürüklemektedir çünkü Camus'nun tek kurtarıcı anlayış olarak değerlendirdiği olgudan yoksundur:

"Hayat absurdtur ve hatta başkaldırmak zorunda olsak bile hiçbir şey düzen yaratamaz ve ölümün çarpıcılığını ortadan kaldıramaz."
 

 Her şeyden önce Camus'nun kitabının hedef kitlesi kimdi?  Cinayeti meşrulaştıranlara karşı yazıyordu, Komünizmin suç ortaklarına, onu dünyaya yaymaya çalışanlara karşı. Ve Sartre da komünist olduğunu beyan etmiş olduğuna göre, o ve dergisi de bu grubun içinde yer alıyordu.




 ...


Camus x Sartre

Camus’ da dünya vardır, dünyanın güzelliği, dünyaya karşı duyulan şükran vardır. Duygusal eğilimlerinden ileri gelir bu. Sartre verili olana karşı hınç duymanın çok büyük bir düşünürüdür. Her şeyi değiştirmek gereklidir, insanlık durumuna varıncaya kadar her şeyi. Bulantı dünyaya karşı bir tiksinti ilişkisini anlatır. Buna karşılık Camus dünyaya yönelik şükran duygusunun düşünürüdür. Bu temel fark siyasal tartışmaları sırasında yeniden belirir ve bize söyleyecek çok şey içerir hala.

Camus’nun siyasal düşüncesini en güzel özetleyen cümle Nobel ödülünü aldığı zaman Stockholm’da yaptığı bir konuşmadaki sözüdür: “Dünyanın bozulup dağılmasını engellemek.” Bütün radikalliği tersine çeviren bir program, umut ilkesinden sorumluluk ilkesine gerekli bir geçiş.



Sartre ile Albert Camus’nun varoluş karşısındaki, hatta babayla ilişkili olarak duruşları kıyaslanabilir. Radikal özgürlüğün filozofu Sartre, genç öldüğü için babasına müteşekkirdir çünkü adam oğlu hakkında proje yapacak zamanı bulamamıştır: ana babaların projeleri olunca çocukların kaderi çizilir. Sartre edebiyatla, ailesinin ona dayattığı şu yazınsal nevrozla ilişkisini kesmek ister. Tam tersine Camus’nun içinde yatan duygu, ana-baba sevgisidir, otobiyografik yapıtı ölmüşler için bir tür sunak haline getirir o.


Alain Fınkıelkraut



Sartre: İkinci dünya savaşı sırasında çok temkinlidir, savaştan sonraysa işbirlikçilere karşı sert tepki gösterir.



Camus: Önce Ne Kurbanlar Ne Cellatlar ile, ardından da Başkaldıran insan ile hem liberal hem mutlak özgürlük yanlısı bir solculuğu temsil etmiş, Stalinci totalitarizmle gizlice bir uzlaşmaya gitmemiştir.



Sartre: Frantz Fanon’un denemesi için yazdığı bir önsözde, mazlumun şiddetini savunur.



Camus: Terörizme karşı uyarıda bulunmaktan geri kalmaz.



Sartre: Francis Jeanson’la birlikte Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş cephesi’ne ve onun terörizm yanlısı tutumuna koşulsuz destek verir.



Camus: Cezayir’de doğmuş bir Fransız olarak kinlerden arınmayı ve görüşler yoluyla varılacak bir çözümü salık verir.



Sartre: Cezayir savaşı sonrasında general de Gaulle’ün iktidara gelişine Sartre öfkesini belirtir.



Camus: Bu konuda susmayı yeğler.





Sibirya’daki kamplar ve dolayısıyla Sovyet rejiminin niteliği konusunda;

Camus: Tavrı açık seçiktir. Sovyet rejimini kesin olarak kınar; Kominform’a bağlı kalmış bir komünist partiyle yapılacak her türlü işbirliğine karşı çıkar. 1951’ de Başkaldıran İnsan ‘ı yayımlar.

Sartre: Tavrı önceleri kesin değildir. Burjuvaziye ve Amerika’ya karşı düşmanlığı tercihlerine yön verir. Devrim onun için demokrasiden önce gelmektedir. Antikomünizmin her biçimine karşı çıkar.

Sartre: Antikonformizm gereği Nobel’i reddeder.


Camus: Nobel’i alır.

Sartre: Entelektüelin yerleşik, kurulu iktidarlara karşı başkaldırışını temsil eder.


Camus:  Demokratik bir sosyalizm için mücadele eder.


Camus: İktidardakilerden uzak durur.


Sartre: Sartre’da iktidardakilerde uzak durur ama Kruşçef, Mao, Fidel Castro söz konusu olunca iş değişir.



Camus:  Başkaldıran İnsan kitabında Kafka’nın çok güzel ifade etmiş olduğu bir fikri işlemiştir: “Devrim sel gibidir. Yayıldıkça kirlenir.”

Giacometti hakkında bir anekdot

 

 Yirmi yıl oluyor, İtalya Alanı'ndan geçtiği bir akşam, Giacometti araba altında kaldı.Yaralı, bacağı burkulmuş, yarı baygın durumdayken ilk duyduğu şey sevinçti: "En sonunda başıma bir şey geldi!" Köktenciliğini bilirim onun: daha beterini bekliyordu; başka türlüsünü istemeyecek kadar sevdiği yaşam, rastlantının budalaca hoyratlığıyla hırpalanıp kalmıştı: "Öyleyse", diyordu kendi kendine, "taşları yontmak için yaratılmadım, hatta yaşamak için bile yaratılmadım; bir hiç için yaratıldım."

 Onu coşturan şey, nedenlerin birdenbire maskesi düşen tehdit edici düzeni ile kent ışıklarına, insanlara, çamurlara batmış kendi vücuduna büyük bir yıkımın donduran bakışını çevirmekti. Hayranım bu her şeyi kabullenme isteğine. Eğer insan şaşırtmacaları severse, işte böyle özengenlere bu dünyanın kendileri için yaratılmadığını bulduran o şimşek gibi ender anlara varana dek sevmelidir.

 Jean Paul Sartre
Sözcükler sf. 180



SARTRE


On bir yaşında artık Tanrı'ya inanmadığının farkına varmıştı. On beş yaşına doğru  da yeryüzü ölümsüzlüğü onun için ebedi yaşam düşüncesinin yerini almıştı. Bunun üzerine yazı sinirliliği dediği tutkuya kapılmıştı. Okuduklarının etkisiyle de, o zamanlar ölüm hayallerine ortak ettiği ünü düşlemeye başlamıştı.


Simone de Beauvoir Veda Töreni kitabını 
"Sartre'ı sevmiş olanlara,
sevenlere, 
sevecek olanlara"
 adamış.



Lütfi Özkök'ten Sartre




Edebiyat nedir? - Sartre

" ...buna göre şu an için yazar bir uzmanlar kuruluna başvurmaktadır; geçmiş yönünden ünlü ölülerle bir gizemli antlaşma imzalamaktadır; gelecek için de ün söylencesini kullanmaktadır. Kendini simgesel olarak sınıfından koparmak için elinden gelen hiçbir şeyi esirgememiştir. Havadadır, yüzyılına yabancı, yersiz yurtsuz ve ilençlidir o. Bütün bu oyunların tek bir amacı vardır; yazarı,eski çağlardaki soylu sınıfın yerini tutacak simgesel bir topluluğa katmak. Ruh çözümlemesi, sanatsal düşüncenin pek çok örneğini verdiği bu özdeşleşme sürecini çok iyi tanır:

-tımarhaneden kaçmak için anahtara gereksinim duyan hasta, sonunda kendisinin anahtar olduğuna inanmaya başlar..."


Yazmak - Jean Paul Sartre

Kendimizi pek az tanıyoruz, ve benliğimizi henüz sonuna dek yansıtamıyoruz. En doğru yazma biçimi şöyle olmalıydı: "Elime kalem aldım, benim adım Sartre, düşündüklerim şun"

...

İnsanın kendisi için yazması diye bir şey yoktur: böyle bir şey tam bir bozgun olurdu; insan duygularını kağıt üstüne dökmekle onlara güçlükle cansız bir uzantı sağlayabilir belki. Yaratıcı edim, bir yapıtın ortaya çıkışındaki eksik ve soyut bir andan başka bir şey değildir; eğer yazar tek başına yaşasaydı, istediği kadar yazsın, yapıt hiçbir zaman bir nesne gibi ortaya çıkmayacak ve yazarın ya kalemi bırakması, ya da umutsuzluğa kapılması gerekecekti. Ama yazma eyleminin karşısında eytişimsel bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır ve birbirine bağlı bu iki edim iki ayrı edimci gerektirir. Zihnin ürünü olan bu somut ve imgesel nesneyi yazarla okuyucunun birleşik çabası ortaya çıkaracaktır. Sanat ancak başkası için ve onun aracılığıyla vardır.

May' 68 (Sartre)





" Bütün çizgileriyle belleğime kazınmış anlam dolu bir fotoğraf hala bütün tazeliğini, bütün canlılığını koruyor: Sartre İşçi sınıfından umudunu kesmemiştir: Bir grup öğrenci ile birlikte Paris'in banliyösündeki Renault-Billancourt fabrikalarına gider, kapıya dayanır. Fabrikanın çevresindeki demir parmaklıkların gerisinde CGT pozubentli güvenlik görevlileri kapılara kimseyi yaklaştırmamaktadır. Üstadımız elinde megafon, yüksekçe bir yere çıkmış, işçi sınıfına bilinç aktarmaya çalışıyor... "







Cogito
Mayıs 68

Baudelaire - Sartre

...Artık ağacı ya da evi görmekten bıktık. Onların seyrine dalıp kendimizi unutuyoruz. Baudelaire ise kendini asla unutmuyor. O, görürken kendine bakıyor; bakarken kendini görmek için bakıyor: aslında onun seyrettiği kendine ait ağaç ya da ev bilinci ve nesneler kendi bilincinin süzgecinden geçerek görünüyorlar ona: olduklarından daha solgun, daha küçük, daha az dokunaklı; tıpkı dürbündeki görüntüler...oklu levhanın yolu, sayfa şeridinin ise kitapta kaldığımız yeri göstermesi gibi birbirini göstermiyorlar onlar...Tam tersine, onların tek görevi kendilik bilincine gönderme yapmak.(Sartre)




"Daha küçük bir çocukken yüreğimde birbirine zıt iki duygu vardı: hayata karşı duyduğum dehşet ve hayatın verdiği esrime duygusu."


"Gerek ruh, gerekse beden yönünden hep uçurum duygusu içinde oldum; yalnız uykudaki uçurum değil, aynı zamanda eylemdeki, düşteki, anıdaki, istekteki, pişmanlıktaki, acınmadaki, güzeldeki, sayıdaki v.b. şeylerdeki uçurum...


şimdi artık hep başım dönüyor"




Baudelaire: kendisini bir uçurum olarak duyan adam. Gurur, sıkıntı, başdönmesi: ta kalbinin derinliklerine dek gören kendini, kimseyle kıyaslanmaz, kimseyle kaynaşmaz, yaratılmamış, saçma, gereksiz, tam bir yalnızlık içine bırakılmış kendi yükünü tek başına taşıyan, tek başına varlığını doğrulamaya mahkum edilmiş ve durmadan ellerinden kaçan, kayan, kendi içini gözleyen, ama aynı zamanda, kendi dışında sonsuz bir kovalamacaya atılmış, dipsiz, duvarsız ve karanlık bir uçurum, ışıklar içindeki bir sır, önceden görülemeyen, gene de pek iyi bilinen.



"İnsandan tiksinmenin bütün nedenlerini sabırla yazacağım. -Mutlak olarak yalnız- kaldığım zamansa, bir din arayacağım... Ve ölüm anında da, evrensel budalalığın karşısında duyduğum tiksintiyi iyice gösterebilmek için, bu sonuncu dini kabulleneceğim.
Görüyorsunuz ya hiç değişmedim."


(Baudelaire 1864'te yazdığı bir mektuptan)



İnsan gururu hiçbir zaman Baudelaire'nin bütün yapıtı boyunca çınlayan ve hep susturulan, tutulan bu çığlık kadar ileri gidememiştir belki de: "Şeytanım ben."




Baudelaire için acı çekmek bir şokun ardından gelen şiddetli bir tepki değil, tersine hiçbir şeyin azaltıp yükseltemeyeceği, sürekli bir durumdur...Acı, insanlık durumunun bilincine varış gibi görünmektedir... İnsan hoşnut olmadığı için acı çekmektedir... 'Çağdaş duygulu adam' şu ya da bu özel neden için değil, genel olarak, yeryüzünde hiçbir şey isteklerini doyuramayacağı için acı çekmektedir.



"İçten gelen her şiirin kaynağı melankolidir."


"Bütün sanatçılar acı çeker ve bu acı sanatçıların güzellik ve adalet duyguları geliştiği ölçüde büyür."



Roman - Jean Paul Sartre

Roman bir ayna'dır: herkes söylüyor bunu. Peki nedir roman okumak? Aynanın içine atlamaktır sanırım. İnsan kendini ansızın ayna camının öte yakasında, bize tanıdık gelen kişilerle nesnelerin arasında buluverir. Oysa bu yalnızca bir havadır, gerçekte onları hiç görmemişizdir. Beri yandan, kendi dünyamızın nesneleri aynanın dışında kalır, birer yansıya dönüşür. Kitabı kapatır ayna çerçevenin dışına adımımızı atar, şu bizim doyurucu dünyaya döner size hiçbir şey söylemeyen yapıları, bahçeleri, insanları yeniden karşınızda bulursunuz; yeniden arkanızda oluşan ayna büyük bir dinginlikle onları yansıtır. Ondan sonra, isterseniz sanatın bir yanılsama olduğuna yemin edebilirsiniz...


Roman bize nesneleri değil, onların imlerini (işaretlerini) gösterir. Peki, birtakım şeyleri boşlukta gösteren bu imlerle, sözcüklerle nasıl kurabiliriz ayakta duran bir dünyayı? Stavrogin nasıl olup da yaşamaktadır? Canını benim imge gücümden aldığına inanmak yanlış olur: sözcükler, onlara dayanarak düş kurduğumuz zaman birtakım imgeler doğururlar, ama okurken düş kurmam, bir gizli yazıyı çözerim. Hayır ben Stavrogin'i kafamda canlandırmam, bekleyişim, kendi zamanımdır. Çünkü kitap dediğin ya bir yığın yapraktır, ya da devinim halindeki kocaman bir biçim: okuma. Romancı bu devinimi yakalar, ona klavuzluk eder, sağa sola çeker, kişilerini onunla yoğurur; bir dizi küçük okumadan, her biri yalnız bir dans süren küçük asalak yaşamlardan oluşan roman okurlarının zamanıyla beslenip kabarır. Ancak sabırsızlıklarımın, bilgisizliklerimin süresinin kendini bırakması, şu uydurulmuş yaratıkların eti kemiği haline getirilmeye ve karşıma çıkarılmaya izin verebilmesi için, romancının onları tuzağa düşürmeyi bilmesi, elindeki imlerle, kitabının bağrında, geleceğin henüz oluşmadığı benimkine benzer bir zaman yaratması gerekir. Kahramanın ilerki eylemlerinin soyaçekim toplumsal etkiler ya da başka bir düzenek tarafından önceden saptandığı kuşkusuna düşersem, zamanım hemen bana doğru çekilir; artık ortada kıpırtısız bir kitabın karşısında yalnızca ben, okuyan, sürüp giden ben kalırım. Roman kişilerinizin yaşamasını mı istiyorsunuz? Özgür olmalarını sağlayın. Burada yapılması gereken tanımlamak hele hele açıklamak değildir (bir romanda en iyi ruhsal çözümlemeler bile ölüm kokar), yalnız kestirilemez tutkularla edimler sunmak'tır. Rogojin'in biraz sonra yapacağını ne kendisi bilir, ne de ben; suçluyu oynayışını göreceğini bilirim, ama kendine egemen olup olamayacağını, aşırı öfkenin onu sevgilisini öldürmeye itip itmeyeceğini kestiremem: özgürdür. Usulca, onun kimliğine girerim, benim bekleyişimle beklemeye başlar, benim içimde korkar; yaşar.


1939