EGON SCHIELE


Schile'nin bedenleri tuvalden bize bakan huzursuzlukları, yüksek gerilimleri ve negatif enerjileri ile son kertede ürkütücü ve asıllarının huzursuz birer hayaletidir. Bütün rahatsız edicilikleri içerisinde bir iletişim ya da algı olanağının oluşabilmesi algı eşiğine bağlıdır. Rahatsızlığın, bir diğer boyutu da pornografiktir. Bu boyutun, pornografik imgelemin bir sonucu olduğu söylenebilir.

Pornografik bir filmde her an cinsel organlarla karşılaşmanız, organların yakın çekim görüntüleri vb. nitelikler  bedene karşı tümel bir yabancılaşma ve indirgeme yaratırken, filmin kurgusundaki belirsizliği öne çıkarır. Ekranın bir anda kararmasıyla birden karşınıza çıkan ve deliler gibi düzüşen bedenlerin sentetik arzusu, zamansal belirsizliğin, kimlik yitiminin, yabacılaşmanın ve nesneleşmenin doğrudan gerekçesidir.   

Egon Schiele'nin bedenlerinde de bağlam farklılığına rağmen benzer sayılabilecek pornografik bir olgu bekler algılayıcıyı. Tuhaf bir çekim söz konusudur. Bacaklarını ayırmış bir kadın ya da kalkık penisini kavramış bir erkek bedeni, doğrudanlığı ve mutlak vurgusu ile yabancılaşma duygusu ve ürküntü yaratırken, algılayıcıyı ruhun karanlık dehlizlerine ulaşmaya çağırır. İpek çarşaflar üzerindeki ideal sevişmelerin ve ideal bedenlerin anımsanması değildir, söz konusu olan. Çünkü bu bedenin türeme gerekçesi kirlenmiş, kirletilmiş olanda aranmalıdır. Ya da insanın, bedenine yabancılaşmasının tarihinde...

Egon Schiele yarattığı bedenlerle yarattığı bedenlerle insani ve trajik olanı ifade eder. Bu figürlerin saldırganlığı, enerjileri, gerilimleri, ürkütücülüğü, rahatsız ediciliği, duygusuzluğu, nesnel bedenle kurulan eğretilemeli ilişki ve diğer nitelikler aynı zamanda karşıt bütün bağlamın niteliklerini oluşturur.

Schiele'nini figürlerinin paçavralar içerisinde olduğu, statüko ve hiyerarşiyi yücelten hiçbir izin bulunmadığı söylenebilir. Bu suretler, asıllarının sefaletini ifade etmekten başka bir işleve sahip değildir. Schiele, toplumsal hayatın ve refahın safraları olarak kabul edilebilecek "öteki insanı" resmetmiştir.

Gustav Klimt'in yorgan altına sakladığı, gizli, kapaklı,çiçekli böcekli erotizminin tam da karşısında granit bir anıt gibi yükselir Schiele'nin erotizmi. (!)

(Sanat Dünyamız dergisinden) 






YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK - Tezer Özlü


Ferit Edgü 20 Mart 1984'te Tezer Özlü'ye yazdığı mektupta şu satırlara yer verir:


"Bir İntiharın İzinde" yürüyorum on gecedir. Bu gece (az önce) V. bölümü bitirdim. (85. sayfa) Bu gün, ilk elli sayfayı basımevine verdim. Bir an önce çıksın istiyorum. Hiç değilse bir tane yanımda bulunsun Berlin'e gelirken.

"Bir İntiharın İzinde" müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii türkçe metinlerden söz etmiyorum) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud'yu, Lautreamont'u, daha sonra Kafka'yı, Rilke'yi, Hölderlin'i keşfettiğim günleri hatırlattı. 

...İlk kez, yıllar var ki ilk kez, bugüne değin okumadığım bir kitap, yeni bir kitap, daha kitap bile olmamış bir metin, bende böyle bir duygu yarattı...

Birkaç yıl önce, çocukluğun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çılgınlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?

Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.



Tezer Özlü'nün yanıtı gecikmez. 26 Mart 1984...


...Yaşamımın bu denli önemli döneminde beni hiçbir şey bu sözlerin kadar yüreklendiremezdi. Bu kitabı bitirdiğimde, daha önce yazdıklarımın bunun yanında bir kompozisyon, eski deyimiyle bir tahrir olduğunu algılamıştım...Gerçekten içimdeki tüm kuşkuları sildin...


YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK, dediğin gibi iyi bir ad. Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk adına çok benzetmiyorsan, kitaba bu adı verebilirsin. Bir İntiharın İzinde'den daha iyi olur, İntiharın İzi, biraz bir hafiye romanını da çağrıştırıyor gibi. Bu açıdan sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum.


Ferit Edgü'den Tezer Özlü'ye: 6 Nisan 1984.


...Madem izin verdin, ben de adını 'Yaşamın Ucuna Yolculuk' koydum.
 Kanımca çok daha iyi oldu.
Yaşamın ucundaki de ölüm değil mi?
Celine'in gecesine nispeten (özellikle) bu adı seçtim. Böylece bir intiharın izindeki polislikten de kurtarmış oldum seni.


Tezer Özlü'den... 2 Mayıs 1984.

Sevgili Ferit,

Dün kitap geldi, beş adet. Munch çok sevdiğim bir ressamdır. Güzel bir kapak olmuş.
Yıllarca içimde taşıdığım bir tümörden kurtulmuş gibiyim. Bu sözcükleri kitap olarak görünce.




Pavese'nin Yaşama Uğraşı



Senin yaşama uğraşının püf noktası, uğraşla ilgili olarak anlatım gereksinmesini, yaşamla ilgili olarak da insanlarla ilişki gereksinmesini duymandır.

sf. 197


Benim için bir arkadaş artık, bir yaşantıyı paylaşabileceğim bir insan değil, bir oyalanma nedeni, sinemanın yerini tutan bir şey.

Niçin?... Çalışmanın paylaşılabileceğine inanmıyorum artık. Kendi başıma çalışıyorum, sonra da beni oyalayacak bir şey arıyorum. Arkadaşlara inandığım zamanlar, çalışmıyordum.


The Dream Of Flowers - Duane Michals

1990

Ay ve Şenlik Ateşleri - Cesare Pavese

Bütün bunlardan, La Mora’daki yaşamdan ne kaldı geriye? Yıllarca sonra, akşamleyin ıhlamur ağaçlarından gelen bir esinti kokusu, nedenini kesinlikle bilmeden, kendimi farklı biri gibi hissetmeme, gerçek benliğimi hissetmeme neden olmuştu. Aklımdan hiç çıkaramadığım bir şey, bu vadide, giderek tüm dünyada kim bilir kaç kişinin yaşadığı, ve o zaman bize ne olmuşsa şimdi de aynı şeyin onlara olmakta olduğu, ve onların bunu bilmediği, akıllarına bile getirmediğidir. Belki de bir ev vardır içinde kızların yaşadığı, yaşlı kimseler ve bir küçük kız  -Nuto gibi bir oğlan, Canelli ve istasyon gibi bir yer, belki de uzaklara gitmek ve para yapmak isteyen benim gibi birisi – yazın tahılı kaldırırlar, üzümleri toplarlar, kışın ava giderler, bir de teras vardır, ve her şey bizde olduğu gibi oluyordur. İşte böyledir dünya. Hiçbir şey biraz olsun değişmemiştir, oğlanlar, kadınlar ya da dünya. Güneş şemsiyesi taşımıyorlar artık, pazarları panayır yerine sinemaya gidiyorlar, tahıllarını siloya gönderiyorlar, kızlar sigara içiyor, ama yaşam yine de aynı ve onlar bir gün çevrelerine bakıp kendilerini arayacaklarını bilmiyorlar, o zaman iş işten geçmiş olacak. Cenova’da vapurdan inip de kendimi savaşın yıktığı evler  arasında bulduğumda ilk söylediğim şey, her evin , her avlunun, her terasın herhangi bir kimse için bir anlamı olduğu; geçmişteki o kadar yılın, o kadar anının bile iz bırakmadan gecenin boşluğunda kaybolup gittiği düşüncesinin, maddi kayıptan ya da ölen insan sayısından daha hüzün verici olduğuydu. Yoksa yanılıyor muyum? Belki böylesi daha iyidir, her şeyin kuru otların alevinde uçup gitmesi ve insanların yeniden başlaması her şeye, daha iyidir. Amerika’da yapılan şey de bu – bir şeye, bir işe ya da bir yere doyduklarında yaptıkları şey bu. Orada tümüyle boş köyler vardır şimdi. Oteli, belediye sarayı, dükkanları bile- tıpkı bir mezarlık gibi.

Sf. 125

Back Talk - Duane Mıchals

1976

"dizginler" ... "üzengiler"... "böğürler"
















Alan Strang - Atı ilk gördüğümde, Onun ağzına baktım. Ağzında bir zincir vardı. "Acıyor mu?" diye sordum ve at dedi ki... Ondan sonra hep aynıydı. Ne zaman bir nal sesi duysam, Dönüp bakıyordum. Bir kır yolunda, herhangi bir yerde, sadece atların tenlerini ve boyunlarını büküşlerini izlemek için. Terleri o büklümlerden süzülüyordu. "dizginler" kelimesi gibi... "üzengiler"... "böğürler", "yükleyicisinin böğrüne inat, mahmuzlarını şakırdatması"... Sadece bu sözler bile bana kendilerini bize nasıl veriyorlarsa öyle hissetmemi sağlıyordu. Kendimi de öyle hissetmemi. İstedikleri zaman bizleri teperek paramparça edebilirler, ama yapmıyorlar. Onları tüm gün dizginlere bağlamamıza izin veriyorlar, kati bir alçakgönüllülükle. Bize tüm güçlerini veriyorlar, Bizse onları sadece kırbaçlıyoruz. Sonsuza dek koşacaklar. Ölene dek dörtnala gidecekler, ta ki biz onlara "dur" diyene dek. Bizim için yaşıyorlar tüm hayatlarını  sadece bizim için. Yıllar var ki kimseye söylemedim. Annem beni anlayamaz. O binicilik sanatından hoşlanıyor, melon şapkalar, binici pantolonları. Amcamın atlar için özel kostümü vardı, diyor. Fakat bunun anlamı nedir ki? Atlar giyinik değildir.

Onlar çıplaktır. Görüp görebileceğin en çıplak şeylerdir onlar; bir köpekten, kediden, herhangi bir şeyden daha çıplak. Bitkin, uyuz, yaşlı bir atın bile kendi hayatı vardır. Başında melon bir şapkayla korkunç görünür. Lanet şovlarda yürüyüşlerini sınıyorlar, Buna nasıl cüret edebiliyorlar? Kimse anlamıyor. Hiç kimse.


Savaş Fotoğrafları - Susan Sontag

Larry Burrows


 Savaş, iç deşer; savaş bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.


Larry Burrows’un çektiği 1962’den itibaren Life dergisinde yayınlanan, işkence ve eziyete uğramış Vietnam köylüleriyle yaralı Amerikan askerlerini gösteren renkli fotoğrafları, Amerika’nın Vietnam’daki varlığına karşı isyanı kesinlikle bilemişti. (1971’de Burrows, yanındaki üç fotoğrafçıyla birlikte, Laos’ta Ho Chi Minh Hattı üzerinde uçan ABD ordusuna ait bir helikopterden açılan ateş sonucunda öldürüldü. Life dergisi de, benim gibi orada çıkan savaş ve sanat resimleriyle yetişmiş ve eğitimini beslemiş birçok kişiyi üzüntüye boğarak 1972’de kapandı.) Burrows, bütün savaş renklerini yansıtan (gerçeğe benzetmeye yeni bir kazanım getiren, yani, şok’u devreye sokan) ilk önemli fotoğrafçıydı.

Onlarca yıldan beri militer yapılara en sıcak bakan şimdiki siyasal atmosferde ise, bir zamanlar militarizm ve emperyalizm açısından yıkıcı sayılan, İkinci Dünya Savaşı’nın perişan haldeki, gözleri çökmüş Amerikan askerlerinin görüntüleri bugünün hedefleri açısından oldukça esinlendirici nitelikte bulunabiliyor. Dolayısıyla şimdi revaçta olan, nahoş ayak işlerini yapan sıradan Amerikan delikanlılarının görüntüleridir.

Susan Sontag

Başkalarının Acısına Bakmak 
kitabından




RİMBAUD (Roland Barthes)

Akşamleyin saat beşte...

Sekiz gün taban tepip yollarda bayırlarda,
Ulaştım sonunda Charleroj kasabasına
Ve Yeşil Meyhane'de, ısmarladım kendime,
Bir yarı soğuk tereyağlı-jambonlu ekmek.

Mutlu mu mutlu, uzattım ayaklarımı yeşil masanın,
Altına: Seyre daldım naif desenlerini
Duvar halısının. -Nasıl da hoştu
İri memeli, çapkın bakışlı kızın

-Öpücükten korkacak kızlardan değildi! -
Renkli bir tabakta, güleç bir yüzle bana
Tereyağlı ve ılık jambonlu ekmekler getirmesi,

Pembe jambon ve bir diş kokulu sarmısak.
Ve doldurdu kocaman bardağını köpüklü birayla,
Batan güneşin ışınlarıyla yaldızlı.


ç.n. Ülker İnce



Yazma etkinliğini sürdürmemenin, isteyerek kesmenin Fransız edebiyatında parlak bir örneği vardır: Rimbaud (1854 -1891);Verlaine'ın tabancayla Rimbaud'u yaralaması: 1873.

Bu noktadan sonra Rimbaud'daki yazıdan tam olarak kopuş. İşin en güç tarafı, Rimbaud'nun bütün yorumculara kendi kararının mutlak donukluğunu kabul ettirmiş olmasıdır (çünkü bir Rimbaud miti vardır): Bu, Kierkegaard'ın görmüş olduğu inanç donukluğuna benzer. Etkinliğe isteyerek son verme, yok olma tamdır.

1879'da Roche'a dönen Rimbaud, kendisine, hala edebiyatı düşünüp düşünmediğini soran Ernest Delahaye'e kesinlikle donuk, duygusal olmayan, arzunun yansız durumunu yansıtan şu tümceyle yanıt verir: " Ben artık ilgilenmiyorum bununla"

Rimbaud'nun yazmayı bırakma kararı, onun için geçmişi, edebiyatı, Charleville'deki dostlarıyla ilişkisini koparmasına yol açar, aynı zamanda da, kuşkusuz kitapların mutlak biçimde hayatından çıkmasına neden olur. Rimbaud dostu Pierquin'e şöyle yazar: " Kitap satın almak, daha çok da bu türden olanları satın almak, tamamıyla budalaca bir şey. Omuzlarında bütün bunların yerini alacak bir kafa taşıyorsun. Raflara dizilmiş bu kitaplar eski duvarların sıvası dökülmüş hallerini örtmede kullanılır ancak."

Tartışması yapılmış tek şey ise bu yazmayı kesme eyleminin tarihidir: 1870 - Poesies (şiirler), 1871 - Poesies, 1872 - aydınlanmalar, Mayıs 1873 - Cehennemde Bir mevsim - Kasım 1873 : bu tarihten sonra edebiyata karşı artık hiçbir ilgi yok.

Ama, bir arzunun mutlak biçimde yok oluşunu saptamak ve şaşkınlıkla seyretmekle yetinen bizler için,yazmayı kesme kararını kabaca 1873 ile 1875 arasına, yani tam olarak Rimbaud'nun 20'li yaşlarına oturtmak yeterlidir. Rimbaud'nun önünde hala, yaşayacağı yaklaşık 20 yıl vardır: Bir başka Rimbaud'dur bu.

Rimbaud bir arzudan (yazma arzusundan kopar) ama onun yerine, onun kadar şiddetli, radikal ve hatta çılgınca bir başka arzu koyar: Yolculuk Yapmak.

Tam anlamıyla çılgınca bir arzudur bu. Rimbaud, daha henüz yeniyetmelik günlerinde, yaya olarak inanılmaz yolculuklar yapmıştır. Cebinde tek kuruşu olmadan yürümüş, yürümüştür.(bugün olsa belki otostop yapardı? Kimbilir belki de yalnız başına yürümek istiyordu?) Sonra çılgıncasına değişik diller öğrenme tutkusu kapladı içini. Özellikle 1873'ten başlayarak da değişik ülkelere yolculuklar yaptı: İngiltere, Almanya, İsviçre üzerinden İtalya, Charleville'e birçok kez dönüş, Avrupa'yı dolaşma, java (ormana kaçış) Avusturya, Kıbrıs (bir taş ocağında çalışan işçilere gözcülük), Kızıldeniz - bütün bunlar 1875 le 1881 arasında gerçekleşti. Bir tuhaf alışkanlıkta (bir -mani'de) rastlanılan özelliklerdir bunlar.

...

Bu yolculuk arzusunun yerini sonunda bir ikinci libido alır; keşfetmek, sömürgeleştirmek (Habeşistan'da)... Rimbaud kendini keşfetme eğiliminin önemli olduğunu biliyordu; Habeşistan'ın içlerine girmeyi sağlayacak büyük yolu saptamıştı: Bu da Etiyopya'daki ilk demiryolunun izleyeceği hat olacaktı.O, hiç gecikmeden Cibuti'nin coğrafi ve ekonomik gücünü de fark etmişti. - Şair ve Gezgin'in rolünü (hala romantik özelliği koruyan figür) artık başka bir rol almıştı: Sömürgeci ve coğrafyacı rolü (şairin gerçek antitezi) Yazdığı tek dize yoktur bu dönemde: "saçma ve mide bulandırıcı çocukça şeylerdir" bunlar.


Rimbaud bizler için bir edebiyat varlığıdır. Rimbaud moderndir ( modernliğin kurucusu olarak kabul edilir), ama ondaki modernlik yazılarından ötürü değildir ya da en azından yazılarından çok yarattığı şaşkınlıkla, yazma eyleminden kopmayı başlatmasıyla moderndir o. Kopmanın radikalliği, arılığı, özgürlüğü de değildir modern olan; öznenin -dil öznesinin- yarılmış, ikiye ayrılmış olduğunu görmemizi sağlamış olmasıdır. Rimbaud'nun içinde sanki biri öbürüne geçmeyen iki "koşullanma" vardı: biri şiire koşullanma (lisede aldığı eğitim aracılığıyla), diğeri yolculuğa koşullanma (belki de annenin yadsınması aracılığıyla?)

Sıradan bir şey mi bu?

Kim bilir?

Rimbaud birbiriyle bağlantısız iki dil kullanmıştı: şair, gezgin, sömürgeci ve sonunda da inançlı insan (ölüm döşeğinde günah çıkartan rimbaud?)


R. Barthes

Acephale


bk:

Blue Nude (1952, Matisse)



Charleville'de

Nasıl bir bok çukuru burası! Bu köylüler ne naif canavarlar böyle. Geceleri bir içki içmek istersen kilometrelerce yürümen gerek. O anne beni bir cehennem çukuruna gömdü.
Buradan nasıl kurtulacağım, bilmiyorum; ama kurtulacağım. O berbat Charlestown'ı,Universe'u, kitaplığı falan arıyorum... Ama oldukça düzenli çalışıyorum; küçük düzyazı öyküler yazıyorum, genel başlığı: Çoktanrılı kitap ya da Zenci kitabı. Çılgınca bir şey ve masum. Ah! Masumluk, masumluk,masumluk, masu... Allah kahretsin!

Kıçıma kadar doğa düşüncesiyle doluyum.Seninim ey doğa, ey benim annem!

1873, Arthur Rimbaud

MATİSSE


Violinist at the window. 1918
Tablo bir bütünlük uyumuna sahiptir: gereksiz her ayrıntı, resme bakanın gözünde, önemli bir ayrıntının yerini alır.



 Pink Nude. 1935.


Çizgi çizen elime güvenim varsa eğer, bu, elimi bana hizmet etmeye alıştırırken, onu, duygularımın önünde koşmasına, kendi başına buyruk olmasına izin vermemek için zorladığım içindir. El, duyarlığın ve zekanın uzantısından başka bir şey değildir.



Don - Thomas Bernhard

 "Ne diyorlar insanlar benim hakkımda, diye sordu. Budala mı diyorlar? Ne diyor insanlar?  "


" Size bastonumla işaret ettiğim şu yönde yürürseniz, saatlerce en küçük bir korkuya bile kapılmadan gezinebileceğiniz bir vadiye ulaşırsınız" dedi. " Keşfedilirim diye korkmanıza gerek yok. Başınıza bir şey gelemez: her şey tamamen ölmüştür orada. Yeraltı zenginlikleri yok, tahıl yok, hiçbir şey yok, Şu ya da bu dönemin izlerine rastlarsınız, taşlar, duvar parçaları, neyin işareti olduğunu kimsenin bilemeyeceği işaretler. Güneşle belirli,  gizemli bir ilişki. Huş ağacı dalları. Harap olmuş bir kilise. İskeletler. Gizlice gelmiş yaban hayvanlarının izleri. Dört beş gün yalnızlık, suskunluk" dedi. "Tamamen insan eli değmemiş doğa. Tek tük şelaleler. Sanki insan öncesine yaraşırcasına binyıllarda yapılan bir gezinti." RESSAM STRAUCH'UN YAŞADIĞI WENG KASABASINDAN BİR GÖRÜNÜM  (Sf. 15)



...nasıl oluyor da yalnızca intihar meşgul ediyor onu? (Ressam Strauch) İntihar bir insanın gizli zevki gibi bir şey olabilir mi, onu istediği gibi bozabilir mi? İntihar, nedir bu? Kendini sona erdirmek. Haklı ya da haksız yere. Hangi hakla? Neden olmasın? Bütün düşüncelerim bir noktada birleşmeye çalışıyordu: intihar meşru mudur, sorusuna yanıt bulunan yerde. Bir yanıt bulamadım. Hiçbir yerde. Çünkü insanlar birer yanıt değiller, birer yanıt olamazlar, yaşayan yanıt olmaz, ölüler de. Kendi suçum olmayan bir şeyi, kendimi öldürerek yok ediyorum. Bana emanet edilmiş bir şeyi mi? Kim emanet etmiş? Ne zaman? O zamanlar bunun gerçekleştiğinin bilincinde miydim? Hayır. Ama basitçe duyulamayan bir ses, intiharın günah olduğunu söylüyor bana. Günah mı? Bu kadar basit mi? Büyük bir günah? Büyük bir günah kadar basit mi? Her şeyi çökerten bir şey olduğu için, diyor ses. Her şeyi? Peki 'her şey' nedir? İster uyanık ister uykuya dalmış olsun, onun sloganı: intihar!

"Bir beyin bir devlet yapılanmasıdır" dedi ressam. "Ansızın anarşi hüküm sürer." (Sf. 19) 

"...şeytani bir korku, bilmelisiniz, intiharı hep bastırdı bende. Sonra, düşünceler karanlıktan sıyrıldı, genel olarak kendi kendimle ilişki, benim büyük ölçüde damgamı taşıyan bir normallik. İnsan doğamın, tinin ve onun iç dünyasının bu muazzam gelişme halinin inançları... Evet, intiharı her zaman geri bastırabildim, sayısız sınırsız hayal kırıklığı vakası, taşkınlık, suç, kalıtımsal eğilimler, bu insanlık dışı zorluklar... Bilmelisiniz, bütün insanlar gibi, ben de yaşamım boyunca adeta yalnızca kendi kendimle ilişki kurdum, bu zor dünyada, bu kadar çok yasanın ve hiçbir yasanın olmadığı bu dünyada... hiçbir görüş olanağının bulunmadığı... ilgisizliğim çok nadirdi, bilmelisiniz, her zaman bir kararlar, çelişkiler ve, korku adamı oldum..." (Sf. 273)       

Dedi ki: "Sizin gibi gençtim ben de, hiçbir şeyin çabalamaya değmediğini bilmek çoktan huzur veriyordu bana ve huzursuzluk veriyordu bana. Bugün yeniden dehşet veriyor bana. Bu dehşetin içinde yönümü şaşırdım."

Kendi durumuna "YALNIZ OLMANIN BALTA GİRMEMİŞ ORMANLARINDA KEŞİF GEZİLERİ" diyor. (Sf. 20)


Ressam "en kötü eğitimi" almış, "akla gelebilecek en kötüsünü". Onunla ilgilenmemelerinin faydasının, daha sonra "zalimce bir yanılgı" olduğu ortaya çıkmış. Aslında en başından itibaren onu hiç düşünmemişler.
" Ama çocuklar düşüncesizlikle eğitilmez. İlgilendiler, evet, ayakkabılarımla. Kalbimle değil, yemeğimle. Ruhumla değil. Daha sonra, çok erkenden, on üç yaşımdan itibaren diyebilirim ki artık yemeğimle, ayakkabılarımla bile ilgilenmediler."(Sf. 67)



Ressama göre kahvaltı "çok fazla seramoni. Kaşığı elime aldığımda, bütün gülünçlükler dile geliyor. Bütün anlamsızlık. Şeker parçası bana karşı suikast. Ekmek. Süt. Bir felaket. Böyle başlıyor gün. Kalleş tatlılıkla." (Sf. 101)

Six Feet Under (Epizod 1)

Huzursuzluk Kitabı

İnsan pek çok kez tanımlanmış, genellikle de hayvanın tersi olarak ele alınmıştır. Bu nedenle insan tanımları arasında, ortasına bir sıfat gelen, "insan...yapan bir hayvandır" türünden cümlelerle sık sık karşılaşırız ya da "insan...yapan bir hayvandır", arkasından da neyi yapabildiği söylenir. Rousseau "İnsan hasta bir hayvandır" der ve bu kısmen doğrudur. Kilise "İnsan akılcı bir hayvandır" der, ki kısmen doğrudur. Carlyle "İnsan alet kullanan hayvandır" der, bu da kısmen doğrudur. Ne var ki bu ve benzer tanımlar eksik ve marjinal kalır. Mantık basit: insanı hayvandan ayırt etmek kolay değil, ikisini birbirinden ayıracak kesin kıstaslardan yoksunuz. İnsanoğlunun hayatı, tıpkı hayvanlarınki gibi, gerçek bir bilinçsizlik içinde akar. Hayvanların içgüdülerini dışarıdan yöneten derin yasalar, gene dışarıdan insanın aklını yönetir. İnsan aklı yeni yeni filizlenen bir içgüdüye benzer, herhangi bir içgüdü kadar bilinçsizdir, henüz oluşumunu tamamlayamamış olduğu için öbürlerine göre daha kusurludur.

Yunan Antolojisi'nde " Her şey saçmalıktan gelir." diye yazar. Ve her şey gerçekten de saçmalıktan gelir. Ölü rakamlarla, boş formüllerle haşır neşir olan, bundan dolayı da kusursuz bir mantığın üzerine oturan matematiğin dışında bilim alacakaranlıkta oynanan bir çocuk oyunu gibidir, kuşların gölgesini, rüzgarda salınan otların karaltısını yakalamaya çalışmaktan farkı yoktur.

Biyolog Haeckel'in aklımda yer etmiş bir sözü var; Haeckel'i zekamın yeni yeni ilerlemeye başladığı sıralarda okumuştum, hani bilimi halkın seviyesine indiren ya da dine saldıran kitaplara ilgimizin uyandığı çağda. Cümle aşağı yukarı şöyleydi. "Üstün insanla sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür." Bu cümleyi hiç unutmamışım...

...

Dalgınca masama yaslanmış halde, bu dağınık duyguları kendi kendime anlatarak oyalandığım yerden, sandalyemden kalkıyorum. Doğruluyorum, kendi içimde bedenimi doğrultuyorum ve çatıları tepeden gören pencereye gidiyorum, yeni başlamış bir sessizliğin içinde, usulca uykuya akan şehri görebilirim oradan. Bembeyaz bir beyazlıktaki koca ay, bina cephelerini birbirinden ayıran, özenle gizlenmiş farkları hüzünle açığa vuruyor. Ay ışığı, buzlu beyazlığıyla dünyanın olanca gizemini aydınlatıyor gibi... Hiç rüzgar esmiyor ve esrar şimdi biraz daha büyük görünüyor. Soyut düşünce bulantıları hissediyorum. İncecik bir bulut ayın tepesinde, gizli bir sığınak gibi, belli belirsiz salınıyor. Ben de bilmezden geliyorum, tıpkı şu çatılar gibi. Tıpkı bütün doğa gibi ben de karaya oturmuşum.


Fernando Pessoa
1931

Self-portrait (Andy Warhol)

Polaroid

BETON - Thomas Bernhard

Ben bir insana gereksinimim olduğunu sanıyordum, bugün bile öyle sanıyorum.Gereksinimim yoktu, dolayısıyla da kimsem yoktu.Ama doğal olarak bir insana gereksinimimiz vardır, yoksa kaçınılmaz biçimde benim şimdiki durumumda buluruz kendimizi: yorucu, dayanılmaz, hasta, kelimenin tam anlamıyla imkansız. Ben, hep tamamen yalnız kalarak, herhangi bir insan olmadan zihinsel çalışmamı sürdürürüm sanıyordum, bunun yanılgı olduğu ortaya çıktı, ama gerçekten de birine gereksinimimiz olduğu da yanılgıydı, bu iş için bir insana gereksinimimiz var ve gereksinimimiz yok ve bazen gereksinimimiz oluyor bazen de olmuyor ve bazen oluyor bazen olmuyor aynı zamanda, bu gerçeklerin en saçması şimdi, bugün kafama dank etti; birine gereksinimimiz var mı yok mu ve hiçbir zaman gerçekte neye gereksinimimiz olduğunu asla bilemediğimiz için mutsusuzdur ve dolayısıyla istediğimiz ve bize görünen anda zihinsel bir çalışmaya başlayamayız.



***

***


Ablam...


Bir buçuk yıldır Mendelson Bartholdy diye zırvalayıp duruyorsun, nerde yapıtın? dedi.Sen yalnız ölülerle uğraşıyorsun, bense yaşayanlarla fark bu. Benim çevremde yaşayan insanlar var, seninkinde yalnız ölüler. Sen yaşayanlardan korktuğun için, diyor, en ufak bir hamle yapmaya istekli olmadığın için, insanın yaşayan insanlarla uğraşmak istemesi için gereken hamlede bulunmadığın için. Burada mezardan başka bir şey olmayan evinde oturuyor ve ölülerle uğraşıyorsun... Aslında haklı diye düşünüyorum. Zamanla evim olan bu mezara saplanıp kaldım. Sabahları mezarda uyanıyor ve bütün gün mezarda ordan oraya koşuyor ve akşamları da bu mezarda uykuya yatıyorum. Senin evin, diye bağırdı yüzüme karşı, senin mezarın.


Sana yardım edilemez, sana kimse yardım edemez dedi son öğle yemeğimizde. Sen her şeyi küçük görüyorsun, dedi, dünyadaki her şeyi, bana zevk veren her şeyi küçük görüyorsun. Ama en çok da kendini küçük görüyorsun, senin felaketin de bu.


Bir arkadaşım olsaydı, dedim gene kendime, ama bir arkadaşım yok ve neden bir arkadaşım olmadığını biliyorum. Bir kadın arkadaş! diye bağırdım, öyle ki sesim holde yankılandı. Ama bir kadın arkadaşım yok, son derece bilinçli olarak bir kadın arkadaşım yok, o zaman bütün zihinsel ihtiraslarımdan vazgeçmem gerekirdi, insanın hem kadın arkadaşı hem zihinsel ihtirasları olamaz, eğer genel durumu benim ki kadar kötü bir haldeyse. Bir kadın arkadaş ve zihinsel ihtiraslar düşünülemez. Ya kadın arkadaşım olur ya da zihinsel ihtiraslarım, ikisi bir arada olanaksızdır ve ben çok önceleri kadın arkadaşa karşı zihinsel ihtiraslarda karar kıldım. Bir arkadaşım olsun hiçbir zaman istemedim yirmi yaşımdan, dolayısıyla özgür düşünen biri olmamdan bu yana. Sahip olduğum tek dostlarım bu ölüler, bana edebiyatlarını bırakanlar, başkaca dostum yok.


Benim akrabalarım yok derdim durmadan ona, benim sadece zihinsel akrabalıklarım var, ölmüş filozoflar benim akrabalarım. Bunun üzerine her zamanki gibi o sinsi gülüşü belirirdi her zaman yüzünde...


Biz düşünülebilecek en zıt karakterleriz. Belki de aramızdaki gerilimin nedeni budur. Ben paradan hiç söz etmem ve ona sahibim, sen de felsefeden  hiç söz etmiyorsun ve ona sahipsin, demişti bir seferinde. Bu cümle ikimizin nerede durduğunun kanıtı ve herhalde, korkarım ki durakladığımız yerin.


Senin hatan demişti ablam, bu evde tamamen izole olman, artık hiçbir dostunu aramaman, oysa ne çok dostumuz var. Gerçeği söylüyordu... Ablam herkese hemen dost der, hesabına uyuyorlarsa hiç tanımadıklarına bile. İyi düşündüğüm zaman hiçbir dostum olmadığını biliyorum, çocukluğum bittiğinden beri bir daha hiç dostum olmadı.


Senin en büyük hatan artık gezintiye çıkmaman, göl kıyısında gezerdin ve hiç değilse kendi arazinin tadını çıkarırdın, bugün artık evden çıkmıyorsun, bu en zararlı şey, dedi,... katolik olmadığın için artık kiliseye de gitmiyorsun dedi gülerek. Artık temiz havaya da hiç çıkmaz oldun. Bu yüzden mahvoluyor ve ölüyorsun.

Son zamanlarda bana hep sevgi dolu "Ölüyorsun", diyordu.

Ablam ayrılmadan önce, hiç değilse bir köpek besleseydin, dedi pat diye. İlk kez de söylemiyor bunu, bu onun yıllardır önüme sürdüğü gerekçelerden biri. Hiç değilse bir köpek !


Ya da bir yolculuk, dedi. Yolculuğa çık. Bir an önce yolculuğa çıkmazsan mahvolacaksın, çökeceksin. Senin kendini bir kıyıda köşede nasıl delirdiğini ve sonra da mahvolduğunu görüyorum. Yolculuk! Eskiden en sevdiğim şey, en büyük tutkumdu. Ama şimdi her türlü yolculuk için çok güçsüzüm dedim kendi kendime, bir yolculuğa çıkmayı düşünemem bile...

Ablam benim yanımda yolculuk sözcüğünü ağzından düşürmemekte haklı, hiç durmadan bana yolculuk sözcüğünü kamçılayıp duruyor, diyorum kendi kendime, her an yolculuk sözcüğünü öylesine söyleyip durmuyor sadece, benim varolma kurtuluşumun bu belirgin amacını izliyor. Gözlemci gözlemlediği insanı doğal olarak gözlemlenen kişinin kendisinden daha tarafsız ve daha özgün biçimde anlıyor, dedim kendi kendime.



Bir buçuk yıl oldu sen Peiskam'dan dışarı çıkmayalı demişti bir kaç kez. Beni Peiskam'dan çıkarmak için durmadan ısrar edişine kızmıştım.Kimse senin gibi severek yolculuğa çıkmaz ve sen bir buçuk yıldır burada oturup duruyor ve mahvoluyorsun. Bunu son derece sakin söylemişti, tıpkı bir doktor gibi diye düşündüm şimdi. Sen burada Mendelson Bartholdy'ne asla başlayamayacaksın, sana garanti ederim bunu. Sen üretimsizliğe çakılıp kaldın, Peiskam bir yandan mezar çukuru, öte yandan da yaşamı tehdit eden bir zindan,dedi.


...

Sex Parts - Andy Warhol













Jean genet'yi okurken ateşlenirsiniz, bu da bazı kimseleri bunun sanat olmadığını söylemeye götürür. Bunda en hoşuma giden şey, biçemdi, şuydu buydu size unutturmasıdır; biçem gerçekten de önemli değildir. (Andy)





Yaratma Dürtüsü

Yaratıcılık güdüsel dürtüler üzerinde denetim kurma ya da bunları kanalize etme yolu değil, daha çok ego’nun memnuniyetsizlik ve anksiyeteyi savuşturma yoludur.

Doğrudan doğruya yaratıcı olmayan birçok etkinlik de elbette bu biçimde kullanılabilir. Psikiyatride, sırf etkinlikte bulunmak amacıyla değil de, bunu yaparak zihinsel rahatsızlığı önleme amacıyla, her çeşit etkinliğe başvuran kişilere sık rastlanır. Böylece, bir kişi herhangi bir yere gitmek istediğinden değil de, kendinden uzaklaşmak istediğinden arabasına binip karayoluna çıkabilir; arabayı hızlı sürme dikkatin çok yoğun biçimde dış dünyaya yöneltilmesini gerektirdiğinden, bu amaç daha da kolay gerçekleşebilir. Bir ev kadını hiç gereği yokken temizleme ve cilalamayla kendisini meşgul edebilir, çünkü bir an bile hareketsiz kalsa kendisini suçlu ya da gereksiz hissedecektir. Yaratıcılık etkinliği de bu yoldan kullanılabilir ve aynı zamanda bu pek çok yönden savunma araçlarına da uygun düşüyor.     

Anthony Storr

Andy Warhol - Duane Mıchals


Duane Mıchals




 Duane Michals Andy Warhol’u fotoğraflamış: kışkırtıcı bir portre, çünkü Warhol yüzünü elleri arkasına saklamış. Bu saklambaç oyunu üzerinde düşünsel bir yorum yapmaya hiç hevesli değilim, çünkü bence Warhol hiçbir şey saklamaz; okunmak üzere ellerini açıkça sunar…
(R.Barthes)




Duane Mıchals

Duchamp & Warhol


"Mekanik çoğaltma çağında yitip giden şey sanat yapıtının aura'sıdır."

"Giderek daha büyük ölçüde, çoğaltılan sanat yapıtı, çoğaltılabilir olması amaçlanmış sanat yapıtı haline geliyor"
  W. Benjamin



Duchamp kendini sürekli olarak yineleme fikrinden uzak dururken, Andy Warhol açısından bunun tam tersi söz konusudur. Warhol'da, kesin olarak, tekrar tekrar aynı şeyi yapma fikri bir saplantı halini almıştır. Warhol, İlk olarak 1962'de Campbell çorba konserveleri dizi resimlerini yapmaya başladı. Bunlar sıradan, ahlaksal açıdan ağırlığı olmayan imgelerdi, ama resim hakkındaki görüşlerimizi büyük bir ustalıkla yok edebiliyorlardı. Resimlerini seri halde üretmesi özgün sanat yapıtını bozguna uğratıyordu. Warhol'un çalışmasında herhangi bir sanat yapıtı yoktur, yalnızca röprodüksiyonlar vardır. Warhol biricik yapıtın yerine çok sayıda kopyayı geçirir.


Sanat Dünyamız
dergisinden

FABRİKA - Andy Warhol


Warhol 26 ocak 1986 tarihli günlüğüne New york'taki Bir müzayede salonunda bir sanatsal nesnenin 1,2 milyon dolara satılmasına göndermede bulunarak şu alaylı yorumla bitirmiş:

"Şimdi insanların istediği eşi bulunmayan, benim sanatım ise bunun tam tersi."


İmgelemini sistemli bir şekilde kopyaladıkça, Maolarını, Marilynlerini, Jackielerini yorulmaksızın çoğalttıkça, taklit edilemez, benzeri üretilemez, yeri doldurulamaz hale geldi. (...) Bu çevresindekilerin kimilerini bile tereddüte düşürecek kadar derinlemesine bir orospulaşmaydı."


...Onun en simgesel ikonunu, Campbell çorba konservesini gözünüzün önüne getirin (...) bizde bıraktığı etki, yeniden üretilmiş olsun, orijinal halinde olsun, tamı tamına dünyanın en fazla çoğaltılmış imajı olan Mona Lisa'nın ürettiği etkiyle karşılaştırılabilir. (...) Ve eğer Mona Lisa, hafif kitschimsi bir mitos ve gizem unsuru, gülümsemesinin efsanevi bilinmezliği sayesinde evrensel bir tanınmışlığı yaşıyorsa, Warhol'un tabloları da benzer bir giz sayesinde yaşamaya devam edeceklerdir."

Adair  



"My films don't mean anything" (Andy Warhol)

 İlk filmlerimde saatler boyu tek bir oyuncuya, hep aynı hareketi yaptırdım...Yemek yeme, uyuma ya da sigara içme gibi...Bunu yaptım; çünkü insanlar genelde sinemaya filmin oyuncusunu görmeye gidiyorlar. Ben de "işte size oyuncu, saatlerce de karşınızda olacak. İstediğiniz kadar seyredin,  tüketin onu!" dedim... ayrıca böyle film yapmak çok kolaydı.




  Sleep (1963) 

 






Empire State binası gerçek bir yıldız. Sekiz saatlik bir gösteri bu film. Yıldızlar gidiyor, ışıklar yanıyor...çok çarpıcı! sanki uzaya giden Flash Gordon'a benziyor.


Empire (1964)





Sanatımın herhangi bir kalıcılığa sahip olduğuna inanmıyorum.



Kiss (1963)

Warhol, Andy


" Warhol günümüz sanatıın spekülatif düşünen yeni sanatçı tipinin öncüsüdür. Bir keresinde "Birileri size bifteği satmaz" der "bifteğin cızırtısını satar. Bizim işimizde bu cızırtıyı çıkarmak..." ve ekler " işlerinize Connecticut'ta bir villanın duvarına yaraşır ölçüler ekleyiniz!.."

Bir zamanlar sanatçının kutsal olduğu düşünülüyordu -sanatçı tanrının yaratıcılık kıvılcımını taşıyordu- ama Warhol'un sanatçısı iş adamıdır, kutsal ve yaratıcı olan her şeyi, tıpkı Marx'ın söylediği gibi, üzerine fiyat koyarak dünyevileştirir. Tıpkı Meryem yerine Marilyn'leri, Liz'leri konumlandırması gibi.. Warhol kendi cennetini ve cehennemini, fabrikasını ve patronajını ve de müritlerini toplayarak postmodern dünyasını kurmuştur.


"Andy Warhol'la ilgili her şeyi bilmek istiyorsanız yüzeye bakmanız yeterli: Resimlerime, filmlerime ve bana bakın, işte ben ordayım. Bunun ötesinde bir şey yok." demişti Warhol. Postmodern nihilizmin bu eksiksiz ifadesi, sanatın kendine olan inancını neden kaybettiğini açıklar. O, Duygusal ve varoluşsal derinliğini yitirmiştir ve böyle bir derinliğe sahip olmak için bir neden görememektedir. Warhol artık derinlere dalmak istemez -zaten yaşamda derinlik olduğuna da inanmaz ve yaşamda derinlik olduğuna inansa bile bu derinliğin baskısına dayanma gücü yoktur. "