Bugüne kadar altı kez ölümle yüz yüze geldim. Altısında da ölüm yüzünü çevirerek geçip gitmeme izin verdi. Tabii ki sonunda ölüm beni alacak -hepimizi aldığı gibi. Bilinmeyen sadece bunun ne zaman ve nasıl olacağı.
Ölümle karşılaşmalarımızdan çok şey öğrendim; özellikle hayatın güzelliği ve hoş dokunaklılığı, dostların ve ailenin değeri ve sevginin dönüştürücü gücü konusunda. Hatta düşünüyorum da ölümün eşiğine gelmek öylesine olumlu, kişiliği geliştiren bir deneyim ki, herkese önerebilirim; tabii azımsanmayacak kaçınılmaz risk faktörünü ayrı tutarak.
Öldükten sonra yeniden hayata döneceğime, benden bir parçanın düşünmeye, hissetmeye ve hatırlamaya devam edeceğine inanmayı çok isterdim. Ama buna inanmayı ne kadar çok istesem de, ölümden sonra yaşamın var olduğunu ileri süren eski ve yaygın kültürel geleneklere rağmen, bunun sadece iyimser bir beklenti olmadığını düşündürecek bir bilgiye sahip değilim.
Çok sevdiğim karım Annie'yle birlikte yaşlanmak isterim. Küçük çocuklarımızın büyüdüklerini görmeyi, onların kişilikleri üzerinde ve zihinsel gelişimlerinde etkili olmayı isterim. Henüz doğmamış torunlarımla tanışmak isterim. Sonuçlandıklarını görmeyi çok istediğim bilimsel problemler var. Güneş Sistemi içindeki dünyalardan birçoğunun keşfi ve başka yerlerde de yaşam olup olmadığının araştırılması gibi. İyisiyle, kötüsüyle, insanlık tarihinin temel yönelimlerinin nasıl bir noktaya ulaşacağını öğrenmek isterim: örneğin teknolojinin tehlikeleri ve vaatleri; kadın hak ve özgürlükleri; Çin'in siyasal, ekonomik ve teknolojik yükselişi ve yıldızlararası yolculuk.
Eğer ölümden sonra yaşam olsaydı, ne zaman ölürsem öleyim bu derin merak ve özlemlerimin çoğunu tatmin edebilirdim. Ama eğer ölüm sonsuz ve düşsüz bir uykudan başka bir şey değilse, bu nafile bir umuttur. Belki de bu bakış açısı hayatta kalmak için bana fazladan bir motivasyon sağladı.
Dünya öylesine sevgi dolu ve tinsel derinliği olan, o kadar nefis bir yer ki, sağlam kanıtı olmayan hoş öykülerle kendimizi aldatmak için bir sebep yok. Bana göre, ne kadar kırılgan olsak da, ölümün gözünün içine korkmadan bakmak ve yaşamın sağladığı kısa ama muhteşem fırsat için her gün şükran duymak çok daha iyi.
Birçokları bana, ahretin varlığından emin olmadan ölümün yüzüne nasıl bakabildiğimi soruyor. Sadece, bunun bir sorun olmadığını söyleyebilirim. "Zayıf ruhlar" konusunda çekincelerim olmakla birlikte, kahramanlarımdan biri olan
Albert Einstein'ın görüşünü paylaşıyorum:
Yarattıklarını ödüllendiren ve cezalandıran ya da bizde olduğu gibi bir iradeye sahip olan bir tanrı düşünemiyorum. Ben aynı zamanda kişinin fiziksel ölümünden sonra da yaşayacağını düşünmediğim gibi düşünmek de istemem. Bırakalım zayıf ruhlar korkudan ya da saçma bir bencillikle böylesi düşünceleri benimsesinler. Hayatın sonsuzluğunun gizemi ve bu dünyanın olağanüstü yapısını bir an için olsun görebilmek; bunun yanı sıra kendini doğada gören Akıl'ın çok küçük de olsa bir bölümünü anlayabilmek için verilen direşken uğraş benim için yeterlidir.
Gölgelerin Vadisinde,
Carl Sagan
*
Carl Sagan'ın ölmeden önce yazdığı son kitabı Milyarlarca ve Milyarlarca, dünyaya son sözleri, öngörüleri, öğütleri... Aynı zamanda kitabın sonlarında yer alan Gölgelerin Vadisinde isimli yazıda onu öldürecek olan bir hastalıkla olan mücadelesini de anlatıyor. Yazı, Sagan'ın ölümünden sonra eşi Ann Druyan'ın sözleriyle son buluyor...
"..Köktendincilerin masallarının tersine, ölüm döşeğinde dine dönme, son anda cennetin ya da ahretin rahatlatıcı görüntüsüne sığınma gibi bir şey olmadı. Carl için önemli olan, gerçek olandı; bizi rahatlatacak olan değil. İçinde bulunduğumuz durumun gerçekliğinden uzaklaşmak isteyecek herkesin affedebileceği bu anda bile Carl kaçışı reddediyordu. Birbirimizin gözlerinin içine bakarken, yaşadığımız harikulade beraberliğin sonsuza kadar bittiği inancını da paylaşıyorduk."