Charlot, alone


Charlot, sinemanın en yalnız insanı...
 Charlot var olduğundan bu yana diyor Andre Bazin, ve ekliyor: (ama onun varoluşu belli bir zaman dilimiyle nasıl sınırlanabilir?) 
- aynı şekilde Chaplin'e olan hayranlığımız da belli bir zaman dilimiyle sınırlanamaz, ölene dek Chaplin hayranıyız! 





Sinema'nın Kökeni


Sinema:
Adam bütün gücüyle kaçmaktadır... Ama nasıl bilmem, hep karşımızdadır. 


*
İlk sinemanın özellikleri: sabit kamera-çekimi, hareketsiz ve mekansal plan; çekim cihazıyla projeksiyon cihazının aynılığı - "seyircinin gözüne göre çekim". Sinemanın özü zaman içinde, montajla, hareketli kamerayla ve çekimin projeksiyondan kopmasıyla gerçekleşecektir.

Sinema bu çizgidedir -taşıma araçları (tren, otomobil, uçak) ... Buna paralel olarak bir ifade araçları serisi (grafik, fotoğraf, sinema) -kamera bunlar arasında mübadele kurar.

Sinemanın tarihöncesi: Çin gölge oyunları ya da projeksiyonlar değil. Belirleyiciler: fotoğraf, daha doğrusu poz fotoğrafı değil enstantane fotoğraf; enstantanelerin eşit aralığı; "filme aktarım" (Edison ile Dickson); imaj geçirme/akıtma cihazı (Lumiere)...

*
Sinemanın bir prehistoryası var, bir tarihi var. Bunu isterseniz Platon'un mağarasından başlatın, uzun şeritlerdir bunlar Ortaçağda. İsterseniz trenle başlatın, Victor Hugo sinemayı öngörüyordu bir tren yolculuğunu ve oradaki hareket rejimine göre, bir manzaranın nasıl göründüğünü, hızla geçen ağaçların nasıl göründüğünü. O sürate daha önce hiç kimse alışık değildi trenin süratine. Ama esas olarak sinemanın öncüsü Deleuze'ün deyişiyle eşit aralıklı imajlar, Muybridge'in seri enstantane fotoğrafları ya da Marey'in -ki fizyologtu, insan vücudunun hareket rejimini anlayabilmek için, işte kasların hareketini- kurduğu seri filmler. Bunlar tabi bant halinde. Ünlü at resimleri Muybridge'in. Çarpışma şöyle bir şey, Jeriko bir resminde, bir atı dört ayağı da yerden kalkmış vaziyette resmediyor. Bir tartışma kopuyor, böyle bir şey yok, mutlaka ayaklarından birisi yerde olacak diye bir saldırıya uğruyor. Sonra ortaya çıkıyor ki, doğru, dört nala giden bir atın dört ayağı da kalkar. Henüz sinema diyemiyoruz. Muybridge ve o projeksiyonla yapıyordu ama bu atlamalı bir projeksiyondu çünkü kullandığı teknik, ipçiklere bağladığı deklanşörler ve seri halde yan yana bir sürü kamera, koşusunu tespit etmeye girişiyordu. Bu henüz sinema değil. Lumiere ve Edison'un buluşları olan sinema henüz bu değil. Niçin değil? Çünkü kadraj farklı, yani her bir kadraj farklı atın koşusunu tespit eden her bir kadraj farklı bir kadraj. Çok sayıda kadrajların yan yan getirilmesi sistemi yine de tahmin edersiniz ki fotoğrafı sinemaya doğru, sinemanın bulunuşuna doğru dürten bir şey ki fotoğraf bundan sonra sanki sinemanın atası gibi görünmeye başlıyor.


    

     
Jules Etienne Marey


Sinemanın öntarihi ya da tarih öncesi kuşkusuz Grekçe adlara verilmiş bir takım görsel yanıltmaca aygıtlarını içeriyor: phenakitoscope, zootrope, praxinoscope... vesaire... Sinemanın tarihini yazarken böyle bir tarih öncesiyle başlamak zorunluluğu hissedenler kendilerini eski Mısır fresklerinde, Çin ve Doğu gölge projeksiyonlarında, Bayeux'nun ortaçağdaki resimli halılarında, hatta Lascaux mağaralarının yirmi bin yıllık duvar resimlerinde bulabilirler ... Böylece bu öntarihin sonu gelmez. Hatta bazıları, mesela Jean Mitry, Homeros ve Vergilius edebiyatına başvurmakta çekinmiyorlar... Gilles Deleuze'ün, sinemanın "kökenine" Marey ile Muybridge'in "birbirlerine eşit uzaklıktaki enstantane fotoğraf sekanslarını" yerleştirmesi bu bakımdan anlamlı görünüyor Bir taraftan hareketin bir analizi, öte taraftan projeksiyon sayesinde elde edilebilecek bir sentezi - ya da bir zamanların deyişiyle "mekanik yeniden üretimi"...
  
  

   


Muybridge

jimmy



Fitzcarraldo (1982, Werner Herzog)








Sebastiane ( Narcissus)

 



Nazizm için bir çentik

Nazilik, 20. yüzyılda Eros'un büyük çılgınları tarafından değil, küçük burjuvalar tarafından icat edildi; insanın aklına getirebileceği en berbat, en görgüsüz ve tiksindirici küçük burjuvalar tarafından. Himmler, bir hemşireyle evlenmiş olan bir tür ziraatçiydi. Toplama kamplarının, bir hemşireyle, bir tavuk yetiştiricisinin ortak fantezilerinden fırlamış olduğunu kavramak gerek. Hastane artı tavuk kümesi; işte toplama kamplarının ardındaki hayalet. Milyonlarca insan öldürüldü orada; toplama kampı denilen girişime karşı yöneltilen suçlamaları geçersizleştirmek için söylemiyorum bunu; tersine, tam da toplama kamplarını, onlara atfedilmek istenen erotik değerlerin büyüsünden arındırmak için söylüyorum.

Naziler, kelimenin en kötü anlamıyla, ev kadınıydılar. Ellerinde bezler ve süpürgelerle ortalıkta koşuşturup duruyor ve toplumu, dışkı, toz ve pislik olarak gördükleri her şeyden -haz düşkünleri, eşcinseller, Yahudiler, kanları saf olmayanlar, siyahlar ve delilerden - arındırmaya çalışıyorlardı. Nazi düşünün temelinde, tam da ırksal saflığa ilişkin, o zehirlenmiş küçük burjuva düşü yatar. Eros'un izine bile rastlanmaz. Önce bunun açıklığa kavuşturulması şartıyla, bu yapı içinde, yerel düzlemde, bir çakışma sonucu, kurbanlarla cellatların gövdelerini birbirine bağlayan, deyim yerindeyse erotik ilişkilerin gerçekleşmiş olması pekala mümkündür. Ancak bu rastlantısaldır.

Michel Foucault

(bkz: http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/national-sozialismus-1933-1945.html

Salo or the 120 Days of Sodom (1975, Pier Paolo Pasolini)




İntihar

'Her intiharın arkasında bir gerekçe(ler) karmaşası yatar' diyen benim;

dün gece, Dalida hakkında bir belgesel izledik televizyonda, hayatında belli başlı üç adam olmuş, üçü de intihar etmiş, "bir hastalıktır intihar" diyen oydu, kendi intiharından biriki yıl önce;
"bana kalırsa yaşlandığı, yaşlanmayı kaldıramadığı için intihar etmiş" diyense Fatma Tülin.

Kişinin intihar etmesi için pek az şey yetiyordur ola ki; ya da, ben öyle düşünegeldim, pek çok şeyin yanyana gelmesi doğurur kararı. Neden bilmem, gene de , karardan uygulamaya bir son damla gerekir inancını taşıyorum.

27 Aralık 2007, 16.50 suları, Rue Danton'da bir kahvede oturuyorum. Kendimi yeryüzünde yapayalnız hissettiğim ender anlardan biri bu; Dünya'nın hali, kendi halim, Hayat'ı ve hayatımı kesen bir sürü dikey ve yatay çizginin arasında bir noktada, kimbilir kaç zamandır kaybolmuşluk duygusu içinde, bunu artık dile getirmekten, tekrarlamaktan kaçınmaksızın süzülüyorum.

Oniki gün sonra, bu sabah evden çıktım ve gidip bir paket Davidoff, bir çakmak aldım, bulvara vardığımda yaktım bir tanesini.

Pek çok yorgunluk üstüste bindi bünyemde. Güçlü biri olmam, bunu bilmem ya da öyle olduğumu sanmam, dünkü fiili seçeceğim gene, sallanmama, hem de çok hızlı sallanmama engel olamıyor işte.

Buna yakın bir durumda mı veriliyor karar?
 Sonra, ne türden bir damla (ama nereden -içeriden mi, dışarıdan mı) geliyor?

Sebastiane


Enis Batur Büyük Bir Şaka


Amerika Büyük Bir Şaka kitabında
 Enis Batur, eşi ressam Fatma Tülin'le 

"Dolls" Hans Bellmer


Gerçeküstücü nesne bir ara-bölgede tanımlanması gereken türden bir yaratım sayılmalıdır: Yapılmıştır, ama yapıt değildir. Sonuç bu olduğu için değil: Buraya, bu noktaya varmak için yola çıkılmıştır. Bir bakıma Desnos'un uyku metinleri gibi: Sayıklamadan doğan yazı, otomatik yazı'nın da ötesinde, yaratıcı uğraşın en olmamış halini taşır. Sözkonusu ara-bölgenin yeri büyüktür gerçeküstücü serüvende: Breton ve Aragon'un anlatıları, Breton ve Soupault'nun ortak şiirleri, Roussel 'in bütün yazdıkları, Artaud'nun kendisi bu köprüde durur, bir yakadan ötekine geçmeyi istememişlerdir. Queneau söz ile yazı arasında bir yer aramıştır; De Chirico dün ile yarın arasında bugün olmayan bir zaman dilimi; Dali mesafenin ta kendisini. Gerçeküstücü etkinlikte büyük pay tutan kolajlar, ready-made'ler, fotoğraf resim karışımında arayış (Man Ray), resim-yazı içinde farklı arayışlar (Tanguy, Miro), topluluğun her bir üyesinin "mutlak tür"lere diklenişlerini yansıtır: Şiir, roman, filim, resim, fotoğraf son uç'lara kadar kurcalanmıştır.

Yapım süresi açısından olduğu ölçüde, bu süreye emdirilmiş süreç açısından bakıldığında, gerçeküstücü nesne'nin en karakteristik örneklerini Marcel Duchamp vermiştir. Gene de, bitmek tükenmek bilmeyen bir yapılış öyküsüne dayanan "Le Grand Verre" dizisinden ya da sonul hali "La Mariee mise a nu par ses celibataires"den çok, Duchamps'ın daha spontane ürünlerine bakmak gerekir, gerçeküstücü nesneyi tanımlayan kırılgan felsefeyi tutabilmek için. burada şiirsel an herşeye baskın çıkar: Rastlantının bağrından neredeyse en dokunulmamış haliyle kotarılıp bir tasarım sınırına, gündelik yaşamın sıradanlığına giydirilmiştir. Yarattığı bütün efektlerle Man Ray'in Armağan'ı belki de kataloğun ilk parçası olmaya hak kazanır.


Ama asıl parça, farklı parçalardan oluşsa bile, Hans Bellmer'de, Bebek'te biçimlenir. Hareketin merkezinde değil de kuytuda, derkenarda oluşmuş bu nesnel-yontularda poetik öğe, telaffuz edilmemiş, som bir politik boyutla kaynaşır. Çağdaş dünyanın gövdeye fırlattığı bütün bakışlar Bebek'te, onun bütün hallerinde buluşmuştur. Trajik ve erotik olan, ölüm ve sonsuz haz gibi o bloklar da birleşip susar: Herşey, bir yandan civatalarından kopmakta, bir yandan da haddini arayarak cendereye alınmaktadır.

Gerçeküstücüler bize bizi kuşatan şey alemine bakma biçimimizi hepten değiştirmeyi öğreten, radikal farklılıkta bir bakma/görme odağının yerini gösterdiler.

1987 - Enis Batur    


Yolculuk



Yolculuk, Dünya Şiir Tarihi'nin gözde parçalarından. En uzun şiirlerinden biri Baudeleaire'in: 36 dörtlükten, 146 dizeden oluşan VIII bölümlük bir anıt metin. Yorumlar, çözümlemeler, didiklemeler eksik olmamış yüz elli yıllık yaşamından -bir eğretileme saymamalı şunu: Şiirlerin de, insanlar gibi ömürleri olur: Kimi şiirler şairlerinden çok daha uzun süre hayatta kaldıkları için klasik damgası yerler: Yolculuk son büyük klasik şiirdir; ilk büyük modern şiiri de Baudelaire'in yapıtında (sözgelimi Spleen'de) bulanlar vardır, bana göre tekvin noktası bir sonraki kuşağın şiir beyinde, Mallarme'dedir: Bir Zar Atımı.

Onun için de, içerdiği bunca yaşamöyküsel nektara karşın, bir ölümöyküsü şiiri sayıyorum Yolculuk'u ben -Baudelaire'in amansız ölümcüllükte başka şiirleri olduğunu unutmaksızın. Modernlerin (bu sözcüğü bu anlamda ilk kez kullanan da odur) kayboluşlarının başladığı eşikle, klasik bireyin, Yeniden doğuş'un evrensel Adem'in vasiyet metnidir Yolculuk: Buraya kadar, şimdi inecek var.

Gerçekten de ayak bastığı "yeni dünya"yı daha çok Spleen'e taşımıştır şair; indiği, terkettiği, belki de son canlı figürü olduğu, kaldığı "eski dünya"nın oturup burada son portresini çizer: Yolculuk, bir yandan da ölüm maskesidir son klasik ademin: Bütün hatlarından; yüzünü, çehresini çizen bütün yazılardan tutar "acı bilgi"yi çevirir Baudelaire.

Yolculuk her seyahatname yazarına, yolcu-yazı pirine, içinde ve dışında yitip gitme tedirginliğinden kopamayan her gezmene yoğun düş kırıklığı yaşatır: O 146 dizelik şiir bütün yol metinlerinin özünü içerir. İnsafsız çarkını kırmanın tek yolu onun içinden geçecek bir başka yol çizmekten geçer: Kelimelerim, kelimelerine çarpar, kenetlenir.

E. B.

Prag'da




pessoa

Odama gelir gelmez yorgun bedenimi pencere kenarındaki yatağa bıraktım ve gün boyu insanlar ve görüntülerle yorgun düşmüş zihnimi de, beni oyalamaktan usanmayan düşlere tamamen teslim ettim. 

Gece ilerledikçe şimdi, düş ve gerçek karışacak odada, eylem ve düş birbirinin alanında gezinecek:
masa başında yazı yazacak, müzik dinleyecek, dalgın bir şekilde dışarıyı seyredeceğim. Benim de penceremden manzaralar akacak, pencere pervazım belki bir küpeşteye dönüşecek; ufak tebessümler ve istemsiz sırıtışlarla kendini belli eden düşlerime tanık olacaksınız siz: bazen odada elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak bir aşağı bir yukarı gidip geleceğim; içinde bulunduğum düzlemler, mekanlar, manzaralar değişecek... Çocukluğumdan beri hayali kişilerle yaşama ve düş kurma eğilimim beni bu tapılası deliliğe hapsetti; tadını çıkaracağım gelip geçici düşsel anlarımın, vazgeçemediğim düşsel alışkanlıklarımın; dünya ayaklarımın ucuna serilecek. Üç dört yaşlarında iki ufak sevimli oğlan çocuğu belirecek yanımda bir an, yaşama dair masum sorular ve fikirler ortaya atarak çevremde dolanacak ve beni güldürecekler yine.  Ve onlar da bir şeylerle oyalanacaklar benimle beraber, çünkü düşlerde de boş durulmaz.

Pessoa içimde bir yerlerde, çıkış saati gelmiş, büroda da yapılacak işler bitmişken, her zamanki güzergahının dışındaki sokaklarda oyalanıyor; kederli ve hafif çakırkeyif bir halde yürümekte ve düşünmekte: belirsiz muhakemeler, yaşama dair acılı tahliller... Bir dilenciyi görünce içinden  "yanımdan sürtünerek geçen şu dilenci kim olduğumu bilse şaşırıp kalırdı" diye geçiriyor tebessümle; ve Lisbon sokaklarında binalar arasında uzaklaşarak gecenin karanlığında o tanıdık siluetiyle sislerin içine karışıyor...

I am just some kind of tourist, on a permanent vacation


Chris içini döküyor




Hikaye, Chris'in kendi normal hayatını sürdürme şeklinden doğdu. O hiçbir şekilde bir yerlere bağımlı değildir; gerçek hayatında da kendine ait bir yeri yoktur; hep değişik arkadaşlarla oturup kalkar ve aynı zamanda işsizdir. Profesyonel bir suçlu sayılmaz; fakat para kazanmak için kimsenin canını acıtmayacak şekilde küçük suçlar işlemekten de geri kalmaz. Asla kimseye saldırmaz. Uyuşturucu satabilir ya da geri ödemeyi düşünmeden pek çok insandan borç para alabilir. Aslında, bir serseridir o.

Çok akıllı biridir, fakat okulla ilgisi yoktur. Bana geldiği sırada okuldan ayrılmıştı. Zaman zaman ıslah evlerinde kalmış ve çocuk hapishanelerine düşmüş. Çok, çok zekidir.

İnsanlarla ilişki kurma, yabancılarla konuşma ve onların kendilerini rahat hissetmelerini sağlama konusundaki yeteneği, filmden edineceğiniz izlenimden çok daha güçlüdür.

Filmi çekmeye başladığımda onun her kalıba girebileceğini düşünmüştüm. Fakat birlikte hazırlıklarını yaparken sahneleri oluşturmak, aktörlerle ve çekim alanlarıyla ilgilenmek ve ilişkileri sağlamaya çalışmak gibi işler, günlük hayatında olduğu gibi gerçekten kendisi olmasını güçleştirdi.

Belgesel bir film değil bu; herkes rolünü oynuyor. Filmde Allie'nin başından geçenlerin yarıya yakını Chris'in gerçek hayatta yaşadığı şeylerdir; diğer yarısını rolü için ben tasarladım. Fiilen içinde yer alacağı durumlar ve mizansenler yarattım.  

Sanırım Allie gibi insanlar hayatlarının merkezinde tuttukları bir şeye sahip değiller. Bir başka söyleyişle: Allie'nin hayatı bir tür başkaldırıdan ibaret; fakat odaklanılan ve gerçekten siyasal düzlemde harekete geçirilen bir başkaldırı değil bu. Allie'nin ne filmde ne de gerçek hayatta sağlam inançları var. İnsanlarla bir araya geliyor; fakat daha başından, bir süre sonra çekip gideceğini ve başka insanlarla karşılaşacağını biliyor. Filmin kurgusunun benzerlik kurmaya ve ifade etmeye çalıştığı mesele bu.   
...


                       



ODA, bis



Artist's Room in Neulengbach - Egon Schiele



fotoğraf: e.b.
Egon Schiele'nin "Sanatçının Odası" (1914) tablosunu bilmiyordum, onunla yeni karşılaştım. Kimin gelmez, hemen aklıma Van Gogh'un Arles'daki "Otel Odası" (1888) geldi, çok mürekkep akıtmış bir yapıt. Schiele görmüş müydü o yapıtı, görmediyse ne tuhaf kesişmedir.

Bilen bilir, peş peşe içine girdiğim (ne tuhaf kesişmeydi) iki yatak odası, Barcelona'da Gaudi'ninki, La Rochella'de Loti'ninki, bir hafta arayla, hem de nasıl dağlamıştı içimi: Onca süslü iki dünya, onca yalın, yalınkat, yalnız iki yatak odası.


Van Gogh'un odası, benim gözümde Arles'daki değildir: Auvers-sur Oise'dai son oda, yalnız iki yatak odası.


O gün bugün
belleğimde çivi gibi.




Gene de Arles'daki odaya dönüp baktığımda, ne anlaşılır ayrılmadır, Schiele'nin resminden doğan güçlü anıştırma duygusu çarçabuk dağılıyor: Hayata nasıl da farklı baktıklarını görüyorum, onları yan yana koyduğumda.

  Renk, perspektif, basınç
  bana bunu söylüyor,
  söyletiyor.  


***
Van Gogh’un ünlü tablosuyla Egon Schiele’nin ünsüz tablosu, otuz yıl arayla, aynı metafizik karkası çiziyor: Ressamın, itildiği Dünya'dan kendisine, adasına, inine çekilişinin yürek daraltıcı öyküsü bu.
Sanatçının yekpare bir terkedilmiş olarak portresi. Öylesine ücraya çekilmiş ki, odasında, içine yansıyacağı bir aynası bile yok. yüzünü görecek olsa, oraya sinmiş ürkünç yalnızlık gölgesinden korkup bir yerlerini paralayacak.

Bu iki yapıtın pek çok ortak noktasından biri, handiyse içbükeyleştirilmiş bir oda görüntüsü oluşturmaları: Kavruk, içine çeken, dışına güç bela sızıntı verebilen bir uzam sıkıştırıyor bakanı.

İki ayrı metnimde, iki ayrı odaya, Loti ve Gaudi’ninkilere uzanmıştım: Yapıtlarının süssü yanıyla taban tabana zıt, bir keşiş hücresini çağrıştıran o çıplak odalarla kıyaslandığında, Van Gogh ve Schiele'nin odalarına sinen yalnızlık kokusunun farklı olduğunu görüyorum ben. Loti de, Gaudi de, içine karıştıkları toplumlarla savaşlarına karşın, bir biçimde kabul edilmişlerdi: Onları uykusuz bırakan ortamla uyku coğrafyaları arasına bir hat döşemeyi başarmış olduklarını, bir içeşik ile özel yaşamlarının gizli, kuytu boyutunda kendilerini yalıtmayı becerdiklerini kanıtlıyordu odaları.

Van Gogh ile Schiele’de eşik sıfırlanıyor. Dünya, Oda'ya kadar sokulmuş, onları bu dörtduvarın ortasında sıkıştırmıştır. Can havliyle, tuvalin dörtduvarı, dört çıtası arasına, onlara kalan son beldeyi, son karışı aktarmış gibidirler. Dünyanın dibi, uç karesi, karakaresidir artık Oda, odaları. Çığlıkları, ünlü ünsüz, duvarlara çarpıp kırılacak, ufalanacak.

Bir de yatakları var ki: İki odada da durum aynı: Döşek mi, mezar mı, belli değil şimdi.

2001

Dönmekle iyi yapmadın, Arthur Rimbaud

Rene Char'ın, "Gitmekle iyi yaptın Arthur Rimbaud!" şiirine bir seferinde sokulmuştum. Bu yolcu bavulu onunkisi. Birlikte gidilmiş, dönülmüş. Dönmekle iyi yapmadın, Arthur Rimbaud: Dönüş yolunun belirsiz bir noktasında kalmış olsaydın, belki öldüğünü öğrenemeyecektik.

Bir bavula neler sığar?

İşe koşulduğunda, içereceklerinin olası bir dökümünü yapmak daha kolay: Giysi çaput, birkaç çamaşır, 'elzem' sayılan biriki araç, Rimbaud örneğinde ola ki defter kalem -yanına herhangi bir kitap almış mıdır?

Artık işi bitmiş. Arthur'la birlikte son yolculuğunu tamamladığında, güneydeki bir hastane odasında, son yoluna çıkan yolcusu son nefesini salıverdiğinde garip, ikinci bir yolculuk yaşamına hak kazanmış: Şimdi bir ikona olarak yeryüzünü dolaşıyor ara sıra, Rimbaud'yu konu edinen sergilerde başköşeye yerleşiyor -büyük serüvenin en geveze, oysa en suskun tanığı.



Bir belge nicedir: Hücrelerine nüfuz etmiş anı kırıntılarını ele vermekten aciz.

Bir düş bavulu. Açıldığında Pandora'nın kutusu, kapandığında giz deposu.

Hangi aşamada, nereden almış olmalı onu? Biliniyordur, ben sergileri gezdim, gördüm; elimde, 1987'de Venedik'e giderken bir bit pazarından aldığım, sanırım Rimbaud'unkiyle yaşıt, açma kapama mekanizması sonradan bozulan ve onarmayı artık kimsenin bilmediği, derisi kurumuş, üzerinde eprimiş yol etiketleri yeralan bir çanta var, onu tanıyorum: Yolculuklar, kulak kabartmayı biliyorsak, onlardan belli belirsiz fısıldar.

Araştırmacılar, düşe hücum serüvencileri sık sık Rimbaud hayaletini kovalamaya, Afrika'ya yola çıktılar. Kalın, bulutla sisle kaplı kitaplarla dönüldü. Şairin loş, bulanık bir fotoğrafının uzun uzadıya bakıldığında söyleyebileceklerinden fazlasına eriştiğimiz söylenemez.

Herşey, kaldı ki bu bavulun özel tarihinde kayıtlıdır. Bir gün bavulların dilini sökecek uzmanlar yetişir, yaşadıkları yolculukların köşe bucağını böylece öğreniriz.

Beklerken, kendi bavullarımıza dikkat kesilelim.

E.B.

GİTMEKLE İYİ ETTİN ARTHUR RİMBAUD



Gitmekle iyi ettin Arthur Rimbaud! İyi ettin dostluğa, düşmanlığa, Parisli ozanların budalalıklarına, Ardenli biraz kaçık ailenin kısır arı vızıltısına boyun eğmeyen onsekiz yılını enginlerin yelkenlerine saçmakla, mevsimsiz giyotinlerin bıçağı altında yatmakla.


 Hayvanların cehennemi, düzenbazların alışverişi ve sıradan adamların merhabası uğruna tembellerin bulvarını, sidik-sazlı kahveleri bırakışında haklıydın.


 Beden ve ruhun bu saçma atılımı, havaya uçurarak hedefini bulan top güllesi, işte bunlardır yaşamı bir
erkeğin! Çocukluktan çıkar çıkmaz, sonsuza dek kişioğlunu boğazlayamaz insan. Volkanlar pek az yer değiştirirlerse de, lavları dünyanın büyük boşluğunu bir baştan bir başa dolaşır ve yaralarında türkü söyleyen erdemler getirir ona.

Gitmekle iyi ettin Arthur Rimbaud! Olası mutluluğa kanıtsız inanabilecek
 birkaç kişiyiz, senin yanında.   

Rene Char
(Türkçesi: Özdemir İnce)

Bataille Okumaları



Yazarken gök gürültüsünü ve rüzgarın uğultusunu dinliyorum: Yeryüzünün zaman içindeki fırtınalarını, gürültüsünü, şimşeğini keşfediyorum. Baştan sonra gürültülerle dolu ve kalbimin kanı pompalaması kadar basit bir şekilde ölümü pompalayan bu sınırsız zamanda ve gökte aniden şiddetlenen canlı bir devinimin beni sürüklediğini hissediyorum. Penceremin kanatları arasından, savaşların kudurganlığını, yüzyılların öfkeli mutsuzluğunu alıp götüren sonsuz bir rüzgar esiyor. Yıldırım aşkına gerekli olan körleşmeyi ve kanı talep eden bir öfkem yok mu benim de? Artık yalnızca, -ölümü gereksinen- bir nefret çığlığı olmak isterdim - ve birbirlerini parçalayan köpeklerden daha güzel bir şey yoktur!- ama ben yorgunum, heyecanlıyım...


"Şimdi tüm hava ısındı, yeryüzünün soluğu kavruldu. Şimdi hepiniz çıplak, iyi ve kötü, geziniyorsunuz. Ve bu, bilgiye tutkun insan için, bir şenliktir." (1882 -1884; Güç İStenci, II. s.99)

"Düşünürlerin en derin yazgıları çevrimsel yollar izleyenler değildir: Devasa bir evreni olduğu gibi kendi içini de gören ve samanyollarını kendi içinde taşıyan kişi tüm samanyollarının ne kadar düzensiz olduğunu da bilir; bu samanyolları da kaosa ve varlığın labirentine götürür." (Şen Bilgi, 332.) 


Bir gün kendi kanımla son sözlerimi yazma olanağım olsaydı şunu yazardım: "Yaşadığım, söylediğim, yazdığım -sevdiğim- her şeyin iletildiğini düşünüyorum. Böyle olmasa yaşayamazdım. Yalnız başına yaşarken, bir çölde yalnız okuyuculardan söz etmek! Edebiyatı - hafifçe okşamaları, kabul etmek! Benim yapabildiğim şey, elimden gelen tek şey- kendimi oynamaktı ve bugün savaş alanlarında amaçsızca yatan mutsuzlar gibi tümcelerimin içinde ölüyorum." "Benimle alay ediyor, sağ kalıyor," diyerek gülünsün, omuz silkinsin istiyorum. Doğrudur, sağ kalıyorum ve hatta anında neşe doluyorum, ama şunu kabul ediyorum: "Kitabımda, sana, tam olarak oyunun içinde olmadığım izlenimi veriyorsam, bu kitabı at; buna karşılık, eğer beni okurken, seni oyunun içine sokan hiçbir şey bulamıyorsan - dinle beni: Ölünceye kadar tüm yaşamın boyunca - okuman sendeki kokuşmuşluğu kokuşturuyor."

"Yalnızlar arasında yalnız olan bizler - çünkü bilimin etkisiyle ancak orada olabiliriz- neredeyiz, insan için bir arkadaşı nerede bulacağız? Eskiden herkes için bir kral, bir baba, bir yargıç arıyorduk, çünkü gerçek krallardan, babalardan, yargıçlardan yoksunduk. Daha ilerde bir dost arayacağız - insanlar bağımsız, göz kamaştıran sistemler haline gelecekler, ama yalnız olacaklar. Bu durumda mitolojik içgüdü bir dost arayacaktır. (1881 -1882;  Güç İStenci, II. s. 365)


"Yazgıları olan insanlar, kendilerini taşırken yazgılarını taşıyanlar, tüm kahraman hamallar ırkı. Ah! Bazen kendiliklerinden dinlenmeyi ne kadar çok isterler! Altında ezildikleri ağırlıktan onları en azından birkaç saat için kurtaracak sağlam sırtlara, güçlü yüreklere ne kadar da çok susamışlar! Ve bu susamışlık ne kadar da boş!... Bekliyorlar, önlerinden geçen her şeyden pişmanlık duyuyorlar. Hiç kimse acılarının ve tutkularının binde biriyle bile onlarla buluşmuyor, hiç kimse, onların hangi noktaya kadar beklemede olduklarını tahmin edemiyor... Sonunda çok geç de olsa şu temel sakınımı öğreniyorlar: Artık beklememek; ve ardından ikinci sakınım: Nazik, alçak gönüllü olmak, her şeye katlanmak ... kısacası o güne kadar katlandıklarından biraz daha fazlasına katlanmak." (1887 - 1888 Güç İstenci II, s. 235.)  

Yaşamım Nietzsche'nin eşliğinde bir topluluktur, kitabım, bu topluluğun ta kendisidir.

Aslında Bay Nietzsche hakkında ne biliyoruz?
Kaygılara, sessizliklere zorlanmış... Hristiyanlardan nefret eden .. Başka şeylerden söz etmeyelim..

Dahası... o kadar azız ki!