"Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?"
Küçük birer çocukken, (kardeşlerinden on, on iki yaş büyük olan) Fernando'nun sürekli olarak uydurduğu bir hikayenin kahramanları oluyorduk. Gerçekliği sürekli değiştiriyordu ve bizler onun düşlerinin oyuncuları rolüne bürünüyorduk. Fernando, daha çok küçükken müthiş okuyan biriydi. Fairy Tales türü fantastik kitaplar İngiliz edebiyatında yaygındır. Shakespeare, Milton ve Dickens o dönemde onun gözde yazarlarıydı. Yaşına göre çok olgun olmasına rağmen kardeşlerini çok seviyordu; yaş farkı, kendisine ait o unutulmaz sihirli dünyaya bizi de sürüklemesini hiç engellemiyordu. (...)
Fırtınalardan dehşetli korkuyor olması yaşamını güçleştiren sinir bozucu bir fobiydi. Düşünebiliyor musunuz, fırtınaların çok sık olduğu Güney Afrika'da!
Kendini iki dil arasında bölünmüş hissediyordu (ikisine de kusursuzca hakimdi), İngilizce ve Portekizce. İngiliz edebiyatına öylesine gönlünü kaptırmıştı ki, yaşam tarzına dek tam bir İngilizdi! Aynı zamanda da tam bir Latin duyarlılığına sahipti. (...)
Fernando, ömrü boyunca, baba tarafından büyük annesi gibi delirmekten ya da babası gibi veremden ölmekten korktu. Zaten kimi zamanlar beyninin aşırı uyarılmasından krizler geçiriyor, babam kaygılanıyordu. Annemiz de bu çocuğun geleceği için kaygılanıyor, şöyle diyordu: "Diğer çocuklarım belki Fernando kadar zeki değiller ama en azından daha normaller!" (...)
(Zaten tam bir sır küpüydü, edebi faaliyetleri hakkında pek bir şey paylaşmazdı.) Ailesinin onu anlamamasından çekiniyor olmalıydı... Orpheu dergisini çıkardığında, hepsinin deli olduğunu, oldukça ürkütücü bir girişimde bulunduklarını düşündüm. Hatta Polis peşlerindeydi!
Durban'dan dönüşümüzde, babamın ölümünden sonra, hep birlikte yaşadık. Ben o sırada yirmi üç yaşındaydım (Fernando da otuz iki); annemiz beyin kanaması geçirdi, kısmi felç olmuştu ve çok küçülmüştü, ama duygusal planda hiç etkilenmemişti. Zekası canlılığını yitirmişti, eskiden olduğu kadar parlak değildi. Yine de yanına oturan Fernando'nun ona okuduğu şiirleri dikkatle dinliyor, fikir belirtiyordu. Fernando ona hep fikrini sorardı. Fernando her zaman ona karşı çok sevgi doluydu.
|
Pessoa's last photograph |
(O dönemde sık sık bizimle birlikte oluyordu) ve uzun süren uykusuzluklar çekiyordu; kimi zaman gecenin ortasında onun koridorda volta attığını işitiyorduk. En fazla bu dönemde üretmişti, müthiş yazıyordu. Canı istediğinde büroya gidiyordu, çünkü onun belirli saatlere sadık kalmasını isteyen yoktu. Akşamları odasından çıkmıyordu; sanırım yazıyordu. Kimi zaman birlikte son derece tuhaf geceler geçirdiğimiz de oluyordu: Dördümüz de oradaydık, dört büyük çocuk ve eğleniyor, gülüyor, gecenin üçüne, dördüne kadar her aklımıza geleni konuşuyorduk... Fernando klasik müziğe hayrandı ve sık sık Sao Luis Tiyatrosu'nda konserlere gidiyordu. Ama sanırım sinemaya hiç gitmedi.
Çocukları çok seviyordu. Benim kızımla, yani küçük yeğeniyle kuaförlük ve manikürcülük oynuyordu. Çok eğleniyorlardı. Sürprizler yapmaya da bayılıyordu, kızıma küçük hediyeler getiriyordu.
Şaka yapmayı seviyordu. Eve dönerken sokakta sarhoş rolü yapıyor, yan yürüyor, sendeliyor, sokak lambasını selamlıyordu. Ben yerin dibine geçiyordum ama o çok mutlu oluyordu ve deli sanılmayı hiç dert etmiyordu, onun için fark etmiyordu. Aslında (tüm söylenenlerin tersine) ne ben ne başkası onu hiç sarhoş görmedik; çok içiyordu, bu kesin, kuşkusuz çok genç yaşta başlamıştı içmeye; odasında yan yana dizili şarap şişeleri gördüm, ama hiç sarhoş görmedim; her zaman kendindeydi.
Annemizin ölümü onun için korkunç bir şey oldu. (Son derece kederliydi) Hayatımda ilk kez onu yıkılmış gördüm. Annemiz uzun süre ölüm döşeğinde yattı, o sırada Fernando'ya "Keşke acı çekmese artık" dedim, bana hemen cevap vermişti: "Böyle konuşma, insan asla kimsenin ölümünü dilememeli." Onun derinden duygulandığını gördüğüm tek andı. Ölüm korkusu dışında, annesi belki de onu yaşama bağlayan tek bağdı.
Fernando'nun bir şair olduğunu elbette biliyorduk, ama o dönem dehasının kapsamına dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Eserine gelince, bu kadar kapsamlı olduğunu hayal dahi edemiyordum. Ancak ölümünden sonra, ünlü sandığı açıldığında bunu keşfettik. Eserini asla yayımlamayacağını düşünüyorduk. Fernando bu projeyi sürekli erteliyordu ve ona bundan söz ettiğimizde, yardım teklif ettiğimizde, bize hep eserlerini düzenlemekte olduğunu söylüyordu. Doğruydu da. Ama eminim ki daha uzun süre yaşasaydı bile bu vakit bir türlü gelmeyecekti. Mensagem kitabı için Antero de Quental ödülünü aldığında, buna hiç önem vermedi. Onun tarzı değildi. O kendi değerinin bilincindeydi.
Mutsuz biriydi, bütün ömrü boyunca çok mutsuzdu. Yalnızlıktan çok çekti. Yaşadığı bütün o mobilyalı odalar... Çok yalnız biriydi; herkes onu çok sevmiş olsa da anlaşılmamıştı. Bütün bunlar bana gerçekten çok üzüntü veriyor.
...Bütün bunların geride kaldığı ve geriye dönemeyecek olduğumuz bugün, artık çok yaşlandığım ve her şeyi rahat rahat düşünüp hissedebileceğim bugün, onunla birlikte daha fazla yaşamamış olmak, onunla konuşmamış ve daha fazla onun yanında olmamış olmak bana son derece acı veriyor. Öyle yalnız yaşadı ki... Sonuçta, onu çok sevmiş olsak da, onun için pek az şey yaptık. Hak ettiği önemi vermedik ona. Elbette, aşırı bir ihtiyatlılığın ardına sığınıyordu ve bu da bizim işimizi güçleştiriyordu. Fakat, asla trajik tutum takınmasa da -tersine, daima keyfi yerindeydi-, bunca yalnız geçirdiği bütün o vakitleri düşünmek bana derinden acı veriyor.
*
Dona Henriqueta Madalena Rosa Dias
(Pessoa'nın üvey kızkardeşi, 1985 yılında Jornal de Letras e Artes'in yaptığı ve burada bazı bölümlerini
yayınladığımız bu söyleşinin gerçekleştiği tarihte seksen sekiz yaşındaydı. -Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor'dan-)