Öteki Bilge


Bir çeşit eşcinsel günlüğü tutmağa kalkışmanın ne gereği vardı? Birçok sorun, birçok soru, yalnız benim değil, benim gibi pek çok insanın kafasını kurcalıyor. Üstelik bu "pek çokları" arasında, açıktan açığa eşcinsel olduğunu söyleyemeyen, ya da olmadığını -çeşitli düzey ya da kertelerde kanıtlar getirerek- söyleyen, ilan eden, sezdiren, belirten kimseler var.

Derdim, herhalde öylelerinin düşünmesine yardım etmek değil. Önce, bizlerin açık düşünebilmemiz gerektiğine inanıyorum. Korkular, baskılar, başkaldırmalar, tepisel gibi görünen, açıklanması oldukça güç görünen birtakım davranışlar arasında geçirilen bir yaşamda birçoğumuz için düşünecek vakit de kalmıyor, güç de.


Ukalalık etmek istemiyorum. Bu yazdıklarımı da, ara ara, eşe dosta göstererek, kendileriyle tartışıp vardığımız önemli sonuçları gene yazıya aktaracağım. Günün birinde, ortaya, yayımlanacak bir şey çıkıp çıkmayacağını şimdiden kestiremem. Bunları yayımlayıp yayımlamayacağımı, daha doğrusu, yayımlamak için gereken yürekliliği bulup bulamayacağımı bilemem. Günü gelince (gelirse) anlarız.



...

Bir erkeğin erkeklere bakması, bakmaktan hoşlanması, onlarla sevişmek istemesi, 
bütün yaşamını bu özerk çevresinde kurmak istemesi, kurmuş olması ne demektir?

Her şeyden önce, ayrı bir dil konuşması?

Melankoli Nesneleri



Dergi





peyniraltı edebiyatı mart 2014 sayı 12

Kitapçıda gezinirken Peyniraltı Edebiyatı isimli bir derginin kapağında artık tanıdık bir simayı, Sade'ı görünce sarıldım hemen dergiye, ne var ne yok bir göz attım. Mart ayında birinci yılını dolduran dergi Sade'ı kapağına taşımış. Sevin Okyay'ın Sade'ın sinemadaki temsillerini kaleme aldığı yazısını bulduğuma sevindim içerde, onun dışında ilgi çekici birkaç yazı ve görselle birlikte üç dört sayfayı geçmiyordu Sade. Geçen ay ben de Sade, Sade üzerine okumuş, sinemada, edebiyatta, sanatta Sade'ı aramış, aynı zamanda daha fazla Türkçe kaynağa ulaşmaya çalışırken blogda hatırı sayılır bir Sade köşesi yaratmıştım. Doğrusu aynı ay Peyniraltı Edebiyatı isimli bu dergiden Sade'ı refere edecek çok daha kapsamlı ve ilgi uyandıran bir paylaşımda bulunmuşum.

 SADE

Cinsellik ve Ölüm

Cinsellik ve Ölüm, evrimsel gelişmeye ödediğimiz iki bedeldir... Bunlar birbirini tamamlayan, ancak şaşılacak denli de birbirine zıt iki olaydır. Birincisi, neşe, zevk ve umut içinde geçer; ikincisi, acı, korku ve hiçlik içinde.

Çiçeği burnunda bir genç kıza, kadavra şöyle diyebilir, Corneille'in ağzından:

"Sizin olduğunuz gibi görülmüştüm ben
Benim olduğum gibi olacaksınız siz de"

İki olayın beklenmedik karşılaşmasında sarsıcı bir şeyler hep olmuştur; bu, Baudelaire'in Une charogne (leş) adlı şiirinde de resmedilir:


LEŞ
 
Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi, güneş
          İçindeki günde, erken :
Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş
           Bir patikayı dönerken,

Bacaklarını dikmiş bir kadınca, azgın,
           Ateşli, zehir dökerek,
Açıyordu buğular kaynaşan bir karın
          Öyle edepsizce, gevşek.

Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya
          Üstünde bu çürüntünün,
 Geri verebilmek için büyük Doğa’ya
          Çattığından yüz kat üstün ;

Ve gök bakıyordu bu yaman iskeletin
          Açmasına çiçek gibi.
Bayıldım sanırdınız, çimenlikte etin
          Kokusu bir keskindi ki.

Kokmuş karnında vızır vızırdı sinekler,
          Ordan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
          Bu canlı paçavralara

Her şey dalga gibi alçalıp yükselirken,
          Atılırken çıtırtılarla,
Gizli bir soluktan şişmiş yaşıyordu ten
          Sanki çoğala çoğala

Bir garip müzikle yansıyordu bu dünya
          Yel gibi, akarsu gibi,
Tohum gibi, harmancının hoş bir uyumla
          Kalburunda çevirdiği.

 Biçimler silinip düşe dönüyordu tam,
          Beliren bir taslak vardı
Unutulmuş tuval üstünde, sanki ressam
         Belleğinden tamamlardı.

Kaygılı bir köpek, kayalar ötesinden
         Kızgın bizi gözlerdi de
Kollardı koparacağı anı yeniden
         Kalan parçayı geride.

 Siz de bu pisliğin olursunuz bir eşi,
          Bu kokuşmaların, iğrenç,
Gözlerimin yıldızı, ömrümün güneşi,
          Siz meleğim, tutkum, ergeç !

Öyle olursunuz, çok incelikli ece,
           Tamamlanıp son duanız
 Kemikler içinde çürümeye gidince
          Çayır, ot altında, yalnız
       
 Sizi öper gibi yiyen kurtcuğa, canım !
          O zaman şunu söyleyin :
 Tanrısal özünü, biçimini sakladım
           Dağılan sevgilerimin !

Çeviri:Sait Maden

*
Jacques Ruffe,
Cinsellik ve Ölüm kitabından

Fernando

"Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?"

Küçük birer çocukken, (kardeşlerinden on, on iki yaş büyük olan) Fernando'nun sürekli olarak uydurduğu bir hikayenin kahramanları oluyorduk. Gerçekliği sürekli değiştiriyordu ve bizler onun düşlerinin oyuncuları rolüne bürünüyorduk. Fernando, daha çok küçükken müthiş okuyan biriydi. Fairy Tales türü fantastik kitaplar İngiliz edebiyatında yaygındır. Shakespeare, Milton ve Dickens o dönemde onun gözde yazarlarıydı. Yaşına göre çok olgun olmasına rağmen kardeşlerini çok seviyordu; yaş farkı, kendisine ait o unutulmaz sihirli dünyaya bizi de sürüklemesini hiç engellemiyordu. (...)

Fırtınalardan dehşetli korkuyor olması yaşamını güçleştiren sinir bozucu bir fobiydi. Düşünebiliyor musunuz, fırtınaların çok sık olduğu Güney Afrika'da!

Kendini iki dil arasında bölünmüş hissediyordu (ikisine de kusursuzca hakimdi), İngilizce ve Portekizce. İngiliz edebiyatına öylesine gönlünü kaptırmıştı ki, yaşam tarzına dek tam bir İngilizdi! Aynı zamanda da tam bir Latin duyarlılığına sahipti. (...)

Fernando, ömrü boyunca, baba tarafından büyük annesi gibi delirmekten ya da babası gibi veremden ölmekten korktu. Zaten kimi zamanlar beyninin aşırı uyarılmasından krizler geçiriyor, babam kaygılanıyordu. Annemiz de bu çocuğun geleceği için kaygılanıyor, şöyle diyordu: "Diğer çocuklarım belki Fernando kadar zeki değiller ama en azından daha normaller!" (...)


(Zaten tam bir sır küpüydü, edebi faaliyetleri hakkında pek bir şey paylaşmazdı.) Ailesinin onu anlamamasından çekiniyor olmalıydı... Orpheu dergisini çıkardığında, hepsinin deli olduğunu, oldukça ürkütücü bir girişimde bulunduklarını düşündüm. Hatta Polis peşlerindeydi!

Durban'dan dönüşümüzde, babamın ölümünden sonra, hep birlikte yaşadık. Ben o sırada yirmi üç yaşındaydım (Fernando da otuz iki); annemiz beyin kanaması geçirdi, kısmi felç olmuştu ve çok küçülmüştü, ama duygusal planda hiç etkilenmemişti. Zekası canlılığını yitirmişti, eskiden olduğu kadar parlak değildi. Yine de yanına oturan Fernando'nun ona okuduğu şiirleri dikkatle dinliyor, fikir belirtiyordu. Fernando ona hep fikrini sorardı. Fernando her zaman ona karşı çok sevgi doluydu.

Pessoa's last photograph

(O dönemde sık sık bizimle birlikte oluyordu) ve uzun süren uykusuzluklar çekiyordu; kimi zaman gecenin ortasında onun koridorda volta attığını işitiyorduk. En fazla bu dönemde üretmişti, müthiş yazıyordu. Canı istediğinde büroya gidiyordu, çünkü onun belirli saatlere sadık kalmasını isteyen yoktu. Akşamları odasından çıkmıyordu; sanırım yazıyordu. Kimi zaman birlikte son derece tuhaf geceler geçirdiğimiz de oluyordu: Dördümüz de oradaydık, dört büyük çocuk ve eğleniyor, gülüyor, gecenin üçüne, dördüne kadar her aklımıza geleni konuşuyorduk... Fernando klasik müziğe hayrandı ve sık sık Sao Luis Tiyatrosu'nda konserlere gidiyordu. Ama sanırım sinemaya hiç gitmedi.

Çocukları çok seviyordu. Benim kızımla, yani küçük yeğeniyle kuaförlük ve manikürcülük oynuyordu. Çok eğleniyorlardı. Sürprizler yapmaya da bayılıyordu, kızıma küçük hediyeler getiriyordu.

Şaka yapmayı seviyordu. Eve dönerken sokakta sarhoş rolü yapıyor, yan yürüyor, sendeliyor, sokak lambasını selamlıyordu. Ben yerin dibine geçiyordum ama o çok mutlu oluyordu ve deli sanılmayı hiç dert etmiyordu, onun için fark etmiyordu. Aslında (tüm söylenenlerin tersine) ne ben ne başkası onu hiç sarhoş görmedik; çok içiyordu, bu kesin, kuşkusuz çok genç yaşta başlamıştı içmeye; odasında yan yana dizili şarap şişeleri gördüm, ama hiç sarhoş görmedim; her zaman kendindeydi.

Annemizin ölümü onun için korkunç bir şey oldu. (Son derece kederliydi) Hayatımda ilk kez onu yıkılmış gördüm. Annemiz uzun süre ölüm döşeğinde yattı, o sırada Fernando'ya "Keşke acı çekmese artık" dedim, bana hemen cevap vermişti: "Böyle konuşma, insan asla kimsenin ölümünü dilememeli." Onun derinden duygulandığını gördüğüm tek andı. Ölüm korkusu dışında, annesi belki de onu yaşama bağlayan tek bağdı.

Fernando'nun bir şair olduğunu elbette biliyorduk, ama o dönem dehasının kapsamına dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Eserine gelince, bu kadar kapsamlı olduğunu hayal dahi edemiyordum. Ancak ölümünden sonra, ünlü sandığı açıldığında bunu keşfettik. Eserini asla yayımlamayacağını düşünüyorduk. Fernando bu projeyi sürekli erteliyordu ve ona bundan söz ettiğimizde, yardım teklif ettiğimizde, bize hep eserlerini düzenlemekte olduğunu söylüyordu. Doğruydu da. Ama eminim ki daha uzun süre yaşasaydı bile bu vakit bir türlü gelmeyecekti. Mensagem kitabı için Antero de Quental ödülünü aldığında, buna hiç önem vermedi. Onun tarzı değildi. O kendi değerinin bilincindeydi.

Mutsuz biriydi, bütün ömrü boyunca çok mutsuzdu. Yalnızlıktan çok çekti. Yaşadığı bütün o mobilyalı odalar... Çok yalnız biriydi; herkes onu çok sevmiş olsa da anlaşılmamıştı. Bütün bunlar bana gerçekten çok üzüntü veriyor.

...Bütün bunların geride kaldığı ve geriye dönemeyecek olduğumuz bugün, artık çok yaşlandığım ve her şeyi rahat rahat düşünüp hissedebileceğim bugün, onunla birlikte daha fazla yaşamamış olmak, onunla konuşmamış ve daha fazla onun yanında olmamış olmak bana son derece acı veriyor. Öyle yalnız yaşadı ki... Sonuçta, onu çok sevmiş olsak da, onun için pek az şey yaptık. Hak ettiği önemi vermedik ona. Elbette, aşırı bir ihtiyatlılığın ardına sığınıyordu ve bu da bizim işimizi güçleştiriyordu. Fakat, asla trajik tutum takınmasa da -tersine, daima keyfi yerindeydi-, bunca yalnız geçirdiği bütün o vakitleri düşünmek bana derinden acı veriyor.


*
Dona Henriqueta Madalena Rosa Dias
(Pessoa'nın üvey kızkardeşi, 1985 yılında Jornal de Letras e Artes'in yaptığı ve burada bazı bölümlerini 
yayınladığımız bu söyleşinin gerçekleştiği tarihte seksen sekiz yaşındaydı. -Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor'dan-)

Cafe Abel'de


Bir gün yeğenim Carlos Queiroz eve Fernando'nun Cafe Abel Pereira da Fonseca'da şarap içerken çekilmiş ünlü fotoğrafını getirdi (resmi çeken Manuel Martinho da Hora'ydı). Üstünde bir ithaf vardı: "Carlos, bu benim; Abel'de yani artık Yeryüzü Cenneti'nin çok yakınında, gerçekteyse çoktan yitip gitmiş. Fernando. 2.9.29." Çok hoşuma gitmişti elbette, yeğenime ben de istediğimi söyledim. Carlos bunu ona da söyledi, kısa bir süre sonra Fernando bana aynı fotoğrafı şu ithafla gönderdi: "Fernando, em flag rante delitro (Fernando Pessoa, 'içkisini yudumlarken' suçüstü yakalanmış)."

Ophelia

Ophelia'ya Mektuplar


Bütün aşk mektupları
Gülünç.
Aşk mektubu olmazlardı
Eğer olmasalardı
Gülünç.

Bir zamanlar ben de aşk mektupları yazdım;
Öbürleri gibi onlar da
Gülünç.

Aşk mektupları, aşk varsa eğer
Olmalıdırlar
Gülünç.

Ama yine de
Yazmayanlar hiç
Aşk mektubu
Asıl onlardır
Gülünç.

Ne kadar isterdim dönmek
O eski günlere
Hiç farkına varmadan
Yazdığım o aşk mektupları
Gülünç.

Gerçek şu ki bugün artık
Bendeki anıları
Bu aşk mektuplarının
Asıl onlar
Gülünç.

(Bütün aşırıya kaçan sözler,
Bütün aşırıya kaçan duygular
Elbette ki
Gülünç.)


1935
fernando pessoa

çeviri: Sema Rifat



Ophelia'ya


Benim aşkım küçücüktür, pembe renkli külot giyer.
Kızma, Bebek, bütün kız bebekler pembe külot giyer.

fernando

Pelo malo (2013, Mariana Rondon)


Saçlarım tarumar...


Queer Documentaries


Queer kelimesi, ‘tuhaf’, ‘acayip’, ‘iğreti’, ‘kötü’, ‘şüpheli’ vb. anlamlara gelirken, 1980’lerin sonunda eşcinselleri aşağılamak için kullanılan kavram, 90'lı yıllarda kastî ve stratejik olarak cinsel sınıflandırmalara karşı duranlar tarafından sahiplenilmiş, heteronormatifliğin dayattığı kimliklerin dışına çıkarak, eşit hak taleplerinin mücadelesine doğru gelişen hareketin adı olmuştur.

Queer, heteroseksüelliği norm olarak benimseyen toplumun içinde ben ve öteki kavramlarını sorgular. Cinsiyetin tek bir bağlamla şekillenemeyeceği, sabit olamayacağını savunur ve değişen toplumsal koşullarla hukuk, ekonomi, sanat vb. alanlara kadar sarmalanmış heteroseksüel bakışı, rejimi ters yüz etmeye, dönüştürmeye çalışır. Bu sorgulamalarla queer kuramı geliştirir.




Bu sitenin amacı, queer kuram üzerine düşünmemizi kolaylaştıracak, öncellikle yerelde queer öznelliklerin heteronormatif ağlar içinde toplumda karşılaştıkları baskı, ayrımcılık, şiddete karşı yaşadıklarına tanıklık edip, yaşadıklarına ne gibi çözümler ürettiklerini, yaygın görüşlerin karşısında nasıl durup, mücadele ettiklerine bakarken; queer kuram üzerine düşünme, bilgi üretmenin daima değişen ve kendini yenileyen ilişkilerine, meselelerine karşı nasıl tavır alabileceğimize karşı sorunsallar üretebilmenin yollarını açmaktır.

Pessoa'da Cinsellik

Kendimi tanımlamakta hiç güçlük çekmiyorum: Ben, erkek zekasına sahip dişi mizaçlı biriyim. Benim duyarlılığım ve bundan kaynaklı hareketler -mizacı ve mizaç ifadesini belirleyen de budur - bir kadınınkilerdir. Benim ilişki yetilerim -zeka ile itkinin zekası olan irade - bir erkeğinkilerdir.

Duyarlık bakımından, sevilmeyi hep sevdiğimi ve asla kendimi sevmediğimi söylersem her şeyi söylemiş olurum. Her şeyin karşılıklı olması gibi bayağı bir görev - bir ruh sadakati- nedeniyle, bu tür duyguların karşılığını ödemek zorunda kalmak beni her zaman sıkmıştı. Benim hoşuma giden pasiflikti. Faallik açısından, beni sevenin sevgisini kışkırtmaya ve unutulmamaya yetecek kadarıydı istediğim.

Sevginin tabiatına dair bir hayalim yok. Kaba saba bir cinsel sapkınlık hali söz konusu. Ruha kadar gelip duruyor. Ama kendime dair düşündüğüm anlarda, mizacımın bu yatkınlığının günün birinde bedenime kadar inmesinden (bugün bile asla emin olamasam da) hep çekindim. O dönemde bu itkiye denk düşen cinsellik yaşadığımı söylemiyorum; ama arzu, tek başına arzu, beni aşağılamaya yeter. Tarihte, özellikle sanat tarihinde bu durumda az kişi vardır. Shakespeare ve Rousseau bunun örnekleridir ya da en ünlü emsalleridir. Tinin bu sapkınlığının bedenime indiğini görme kaygısı köklerini, bu sapkınlığın ikisinde aldığı biçim üzerine düşüncelerimde bulur -ilkinde, oğlancılık biçiminde, bütünüyle, ikincisinde belli belirsiz, muğlak bir mazoşizm biçiminde.


Pessoa'nın yazılarında -sergilenen- kadın düşmanlığı iyi bilinmektedir. Bu yazılar kimi zaman antifeminist manifesto, kara mizah görünümü bile edinir. Gerçek ise elbette çok daha karmaşıktır: Soares'in Huzursuzluğun Kitabı'ndaki tamamen cisimsiz, yüceltilmiş, ideal kadını, Caeiro'nun Sürülerin Çobanı'nın neredeyse tamamen cinsellikten yoksunluğu, Reis'in Şarkılar'ındaki kısmen örtülü homoseksüellik, Campos'un Büyük Şarkılar'ının öfkeli karşıtanlamlılığı (sadomazoşist) Antious ile Epithalame adlı ingilizce şiirlerinin aşırı şiddeti ile Pessoa'nın bu konuda itiraf etmiş olduğu belirsizlikleri arasında, Wilde'ın çağdaşı bu şairin gerçek ya da varsayımsal cinselliği üzerinde sonsuzca yorumda bulunacak malzeme vardır. İlkgençliğinin çılgınca fantasmalarından homoseksüellik üzerine kısmi itiraflarına, " Cinsellik beni ilgilendirmiyor" özlü saptamasının bulunduğu "Suskun Kutsal Bakiremiz"in hayranlık verici metinlerine dek, Pessoa'nın yaşadığı gerçeklik ancak satır aralarında hem her şey hem de zıddı okunarak tanımlanabilir. Ayrıca, Pessoa'nın (otuz yaşında) ileri sürdüğü "bakirliğini" de unutmayalım; ama güvenirliği elbette ihtiyat gerektiren "medyum tebliğleri"nde belirtir bunu. Nihayet, Pessoa genç bir kızı, Ophelia'yı, hem Ophelia'nın hem kendisinin mektuplarının (bize bu kaşarlanmış "kadın düşmanı"nın bambaşka bir imgesini -yine bir imge!- veren mektupların) kanıtladığı gibi, aşırı bir tutku ve sevgiyle gerçekten sevdi.

*
Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor
Kırmızı Kedi Yayınları
Derleyen ve Çeviren: Işık Ergüden

Sade Okumak


"Yayımlamaya korkuyoruz" dedi Juliette, "gerçeğin özü ve yalın 
gerçek, doğanın gizeminde saklı, bu nedenle insanlığa
 bunu açığa vurduğumuzda ürperebilir. 

Felsefeyi yüksek sesle konuşmaktan asla çekinmemeli."






...

...dişlerimi gıcırdatmaya başladım, ağzımdan köpükler çıkıyordu, her şeyi ısırmaya başladım, penis vajinamda ilerlediğinde, aynı anda anüsümden diğer bir penisi alamıyordum. o beni daha çok tahrik etmişti, ikinci becerici yeniden anüsümdeydi ve uzun süre kıçımdan düzüldüm... çığlıklar attım, inledim; bu kesinlikle daha önce yaşadıklarıma benzemiyordu.

"Ne süper bir sahne" diye bağırdı Charlotte, önümüzde mastürbasyon yaparken ve arada eğilip beni öperken. "Vay canına! Ne delik! Mutlu Juliette!"

Ve orgazm oldum, tam olarak bunalım sonucu öldürme depresyonu içindeydim, gözüm hiçbir şeyi görmüyordu, hiçbir şey duymuyordum, duygularımın gücü tamamen erotizme kilitlenmişti; çok eğleniyordum.  Adamlarım geri çekilmeden mücadele etmeye devam ediyorlardı, onların çivisini çıkartmıştı, sevişme arzusu baştan ayağa tüm bedenimi sarmıştı, tüm deliklerimden sperm sızıyordu.

...


...

"Gel ve öp beni" dedim Fontagne'ye. Kadınlarım onu soymaya başladılar. O soyunduğunda tüm tutkularım ve şehvetim canlanmıştı. Fontagne diğer kızlardan çok daha çekici gelmişti bana. Ah yüce Tanrım! O soyunduğunda ortaya ne mükemmel bir çocuk çıkmıştı! Tenin o güzelliği, vücudun o orantılılığı, o tazelik, enfesti!

"Çok iyi" dedim. "Onu üzerime koyun, tüm sığınaklara dilimle erişebileceğim şekilde pozisyonlarınızı alın. Sen Aspasia, sen onun anüsünü yalayacaksın. Phryne sen onun klitorisi ile oynaşacaksın, ve hepiniz sonunda benim ağzıma boşalacaksınız. Bacaklarımı ayıracağım, sen Thedora, aynı anda Lais benim kıçımı yalarken, sen benim sığınağımı emeceksin. Sevgili arkadaşlarım, tüm ilminizi en iyi şekilde kullanmaya başlayın, bu bakire beni çok heyecanlandırıyor ve onunla birlikte sperm denizinde yüzmek istiyorum."

...


...

"Kıçını kanatmanızı istiyorum, kıçını kırbaçlayın." diye emrettim adamlarıma.

 Yerde dümdüz yatıyordu, başını demir zincirlerle bağladılar ve ben kızın ağzını yalarken, Sbrigani işine arka ambarımda devam ediyordu, ben de bir yandan adamlarımın devasa büyüklükteki şeker kamışlarını emiyordum, adamlarımsa kurbanımın vücudunu keskin tırmıkla deşiyorlardı; eh, bu delice oyun iki kez ardı ardına orgazm olmamı sağlamıştı. Kızın vücudunun, teninin saten güzelliği, yerini, delik deşik berbat bir bedene bırakmıştı, bu hal beni deliye döndürmüştü.

Yerimden fırlayıp Aglaia'nın zincirlerini çözdüm ve kızı saçlarından alçak tavana astım, bacaklarını ayırdım, bunu tek başıma bitirmek istiyordum, hançerimi aldım ve kızın vücudunun en leziz yerlerini, aralanmış vajinasını deşmeye başladım. Kızın vücudunun o hali bana inanılmaz bir zevk veriyordu, ön bahçesine yaptıklarımı büyük bir zevkle arka bahçesine de yaptım. Kanım delice akıyordu, gözlerimden ateş fışkırıyordu, kızı oradan indirdiğimde, aklıma yeni bir fikir daha gelmişti, Aglaia'yı ve diğer iki kurbanı yakmaya karar vermiştim ve bu elbette kocamın da hoşuna gitmişti, onları yakarken birlikte orgazm olmuştuk, geride kalan tek tehlike olan yaşlı dadıyı ise elimizi sürmeden tek bir kurşunla yok ettik.

...


...

Kuzu & Kurt


İnsan oburluğunu bastırmak için masum kuzuyu kızarttı,
 parçacıklara ayırıp haşladı ve o sakin kuzunun Tanrı tarafından yaratıldığını
 iddia etse de zalimce yok etti.  Kendinde bu gücü açıkça bulduğuna bir de felsefe açısından bakarsak, Doğanın insana nasıl bir sistem yüklediğini görürüz, güçlünün her zaman zayıfı yok etme yetkisi vardır; bunu Doğa vermiştir.



Kuzuyu sorgula, kurdun onu yutabileceğini anlamayacaktır. 

Kurda kuzunun ne işe yaradığını sor: 

"Benim karnımı doyurmaya..." diye yanıt verecektir.

 Kuzuları yiyen kurtlar, kurtlar tarafından yutulmuş kuzular, güçlü zayıfı kurban eder, zayıf güçlünün kurbanı olur, işte doğa, işte doğa kuralları, işte doğa planları. 

Birbirini takip eden bir etkinlik ve sonucu, kötülükler ve erdemler yığını. Dünya üzerindeki kötülükler ve iyiliklerin eşit olmasından doğan, tek kelimeyle mükemmel bir denge... Gezegenlerin, bitki ve hayvanların yaşamının temeli ve yokluğu halinde, her şeyin bir anda yıkılacağı esas bir denge. Ey Therese, eğer doğa bir an için bizimle konuşabilseydi ve ona hizmet eden bu günahların, bizden istediği ve bize esinlediği bu zulümlerin, onu örnek alarak oluşturduğumuz yasalar tarafından cezalandırıldığını söyleyebilseydik, ne kadar da şaşırırdı. "Aptal!" diye yanıt verirdi bize, "Uyu, iç, ye ve sana iyi görünen günahları korkmadan işle. Ahlaksızlık olduğu iddia edilen tüm bunları sana esinlediğime göre, istiyorum senden. Beni tahrik eden ya da zevk veren şeyleri yapmak sana düşer! Bil ki içinde bana ait olmayan hiçbir şey yok, bilmemen gereken hiçbir şey koymadım içine... Etkinliklerinin en iğrenci de, en erdemlisi gibi, bana hizmet etmenin bir yoludur. Bu nedenle de kendini hiç engelleme, kurallarını, sosyal uzlaşmalarını, ev tanrılarını yok et. Yalnızca beni dinle ve benim gözümde, sana esinlediklerime direnmenin ve saçma sapan düşüncelerle karşı çıkmanın tek suç olduğuna inan."

Sade / Justine

Venus & Hermaphrodite


 Venus of Urbıno, 1538, Titian 

Titian'ın ünlü "Venüs" eserine gelmişti sıra, benim duygularımın coşmasına neden olan eser ile ilgili Ferdinand'ın yemini vardır: Doğanın güzellikleri, ruhu coşturur, din saçmalığı ise ruhu tiksinti ile geri çeker.

"Venüs" enfes bir sarışındır, harika gözleri doğanın en etkileyici yönlerini yansıtmaya yeter ve karakteri gibi hayalperest, yumuşak bir görünümü vardır. Beyaz divanında bir eliyle çiçekle oynarken, diğer eli de cilveyle önündeki sevimli çalılarıyla oynuyor.  Resmin detayları, rengi ve tarzı görülmeye değerdi ve oldukça baştan çıkarıcıydı. Sbrigani Venüs'ü bizim Raimonde'ye benzetmişti ve ben de aynı fikirdeydim. Tatlı yaratık onun için düşündüklerimizi duyduğunda kızardı, dudaklarına kondurduğum öpücükle yeniden kendine gelmişti.


Aphrodito of Cnidus (Venus)


"Venüs"

Söylendiğine göre Yunanlılar bu heykele aşık olmuşlardı... Bunu anlayabiliyordum; sanatçı tüm tutkusunu eserine katmış gibi görünüyordu. O bacakların mükemmelliği, göğüslerin biçimi, yüzünün güzelliği, kalçalarının çekiciliği,; eminim ki bu heykeli yapmak için yüzlerce kız içinden en güzeli seçilmişti, insana doğanın verdiği güzelliklerin en güzel örneği idi bu. Bence o yıllarda modeller tüm dünyanın hayran kaldığı, güzelliğe sahip yaratıklardı. Bu heykelin sıklıkla kopyalandığını söyleyebilirim fakat bu heykelin değerini kimsenin benim kadar bilmediğinden eminim... Bu mükemmel heykel yağmacılar tarafından kırılmıştı. Oh! Ne korkunç bir şey! Hayvanlar! Budalalar! Doğanın insanlığa kazandırdığı böyle bir güzelliği nasıl da tahrip etmişler! Bu doğanın en enfes çalışmasıdır. Heykeltraşın kimliğine gelince, burada bir karışıklık söz konusudur; genel kanı çalışmanın Praxiteles'e ait olduğu yönündedir, diğerleri ise çalışmanın Praxiteles'e ait olduğunu söylerler: sanatçısı kim olursa olsun, çalışmanın mükemmel olduğu, hayranlık verici olduğu açıktır, hayal gücünü nasıl coşturduğu, insan ruhuna nasıl tatlı zevkler verdiği ve insan yapımı da olsa bir şeyin gerçekmiş gibi bu kadar etkili olabileceğini nasıl kanıtladığı ortadadır.


 Roman, A.D. 100–200. Marble, 59 1/16 in. long. Museo Nazionale Romano. 

Gözlerim "Hermaphrodite" de takılı kaldı, o bir tarafında vajina diğer tarafında penis olan bir varlıktı. Bildiğiniz gibi Romalılar bu tür yaratıklara müthiş ilgi duyarlarmış ve onları seks partilerinde kullanırlarmış. Bu ünlü adı, şehvet simgesine çıkmış çarpıcı bir namı olan Hermaphrodite'in, heykeltraşı, yaratığın çift seksten olduğunu ve genel olarak kullanım rahatlığını vermeye çalışmıştır, bunun için bacaklarını çarpı işareti şeklinde yorumlamıştır: Yatağa yaslanmış şekilde duran yaratık dünyanın en güzel kıçına sahiptir... Shbrigani baştan çıkartıcı kıça gözünü diktiğinde, bana buna benzer bir şey tarafında arka mahzeninden doruğa ulaştığını ve ondan aldığı zevki hiç unutmadığını anlatmıştı.


Sade

(Sade'ın hangi Venüs heykelini betimlediğini
açıkça anlayamadığım için bilinen bir versiyonu paylaştım vs.)

Tanrı


Yanılgıdan kurtul Therese, yanılgıdan kurtul, kafanda tasarladığın Tanrı, yalnızca delilerin kafasında bulunan bir safsatadır... Bu, insanlığın kötülüğü nedeniyle yaratılmış bir hayalettir, biricik amacı da onları kandırmaktır. Onlar için yapabileceğimiz en iyi hizmet, onlara bir Tanrı'dan söz etmeyi planlayan ilk düzenbazı hemen oracıkta boğazlamaktır. Böylelikle, evrendeki tek bir ölümlünün bile kanı dökülmemiş olacaktır! Hadi, hadi Therese, her zaman hareketli, her zaman etkin olan doğa onu yönetecek bir efendiye asla ihtiyaç duymaz. Eğer gerçekten bir yaratıcı varolsaydı, eserlerini bu kadar hatayla doldurduktan sonra, aşağılanmadan ve dışlanmadan başka bir şey haketmiş olur muydu? Ah! Eğer senin Tanrın gerçekten varsa, ben ondan nefret ediyorum Therese, tiksiniyorum! Evet, varlığı, gerçekse de, ben reddediyorum, bu görüntüye bürüneni sürekli rahatsız etmek, bu yolla birkaç kişinin daha inanmasına neden olsam da, çok değerli bir teselli olurdu benim için...

Sade

120 Days of Sodom


Kulaklarını tıkamadığı sürece hiç kimse 120 Gün'ü 
hastalanmadan bitiremez.  En hastası da kuşkusuz, 
bu okumanın cinsel anlamda kızıştırdığı kişi olur. (Bataille)

Les 120 Journees de Sodome
Bastille'de Sade, dayalı döşeli bir hücrede yaşıyordu. Dediğine bakılırsa kitaplığında "bazıları çok değerli" olan altı yüz cilde yakın kitap vardı. Bunlara kendi eliyle yazılmış on beş çalışma defteri, denemeler, romanlar ve piyesler ekleniyordu. Hepsi de basılmaya hazırdı. İsyancılar kaleyi yağmaladığında, bu olaydan, özel eşyaları taşınmayı bekleyen Marquis'nin hücresi de nasibini aldı; giysiler, tablolar, kitaplar, belgeler, hepsi "yırtıldı, yakıldı, alındı, çalındı." Bu kaybın üzerinde Sade, kanlı gözyaşlarıyla ağladığını söylüyordu. Kendi metinleri arasında özellikle bir tür roman vardı, tamamlanmamış haliyle son derece kusursuz ve onun gözünde özel değeri olan bir roman. Buna Les 120 Journees de Sodome ou l'Ecole de Libertinage (Sodom'da Yüz Yirmi Gün ya da Dinsizler Okulu) adını vermişti. Kendisiyle sınırlı şiddetli bir imgelemin doğurabildiği tüm ahlaksızlıklar, sapkınlıkların geniş bir masturbasyon kataloğu olan bu yapıtta yer alıyordu. Romanın gardiyanların eline geçmesi endişesiyle müsveddeyi, ince bir tüy kalemle, on iki metre on santim uzunluğunda bir şerit oluşturacak biçimde uç uca eklediği on iki santim genişliğindeki küçük kağıtlara geçirerek bir kopyasını yapmıştı; bunu rulo yapıp kolaylıkla saklayabilirdi. Belki de onu her akşam duvardaki bir oyuğa, parke tahtalarından birinin altına ya da "kutularım" dediği şu zevk nesnelerinden birinin içine sokuyordu.

Bastille'nin yağmalanmasından sonra Sade, 120 Gün metninin sonsuza dek yok olduğuna inandı; buna çok üzülmüştü, çünkü böyle bir kitabı yeniden yazma gücünü bulamayacağını biliyordu.

"Eşyalar, mobilyalar, bunların hepsi yerine yenisi gelebilir... Ama düşünceler!"

18 Temmuz'da tahripçiler ilk kazmayı indirdiler.

Oysa el yazması kayıp değildi. Arnoux de Saint Maximin adında biri onu Sade'ın hücresinde bulmuş ve bilgili bir tarihçi olan Villeneuve-Trans markisine vermişti, o da bunu yıllarca bir tür antika eşya gibi saklamıştı. Yaklaşık yüz yıl sonra, 1900'e doğru, tarihçinin torunları onu Ren ötesinden gelen ve en sonunda yayınlanmasına izin veren bir meraklıya satmışlardı (roman Almanca yayınlanmıştı; ilk Fransızca baskısının çıkması için 1931-1935 yıllarını beklemek gerekecekti.)

Saint Maximin ve Villeneuve Trans, tuhaf rulonun tamamını ya da bir kısmını okumamış olamazlar, ama bu ruloyu okumanın onlarda uyandırdığı duyguları gelecek kuşaklara hiçbir zaman aktarmadılar. Yazarıyla temas kurmaya da çalışmadılar. Dolayısıyla yazar, yapıtının kurtulduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.

Sade değerli yazılarını geri almak için emniyet genel müdürlüğüne ayrıntılı bir dilekçe gönderdi. Bir polis 120 Gün'ün korunmasına şu ya da bu biçimde yardım etmiş olabilir miydi?

Öte yandan, Saint Maximin ve Villeneuve Trans, bu rulo ellerindeyken onu kimlere göstermişlerdi? Böyle bir elyazmasının gizlendiği yerden çıkıp bir çekmecenin dibinde yatmaya gitmesi mümkün görünmüyordu.

Eski Rejim'in (Fransa'da 1789 rejiminden önceki krallık rejimi) polisine karşı yönelttiği iddianame Girondin Pierre Manuel'in, araştırmaları değilse de en azından bir mal sayımı taslağını ortaya koyan ilginç notu şöyleydi:

"Bastille'de bulunan, şeritli, işlemeli birçok giysi ve hatta oyuncu kostümleri Marquis de Sade'a aittir. Bunları nerede kullandığını öğrenemedik."

Bu oyuncu kostümleri, Marquis'nin birkaç özel tiyatroya yağ çekerek yalnızlığının koyuluğunu azaltmaya çalıştığını düşündürüyor.


*
Serge Bramly
"Sade"

vesaire


Sade'ın Orgazmı

Onun orgazmı olağandışı bir şey. Bir epilepsi nöbeti gibi. Dilsizi korkunç bir hızla düzüyor, ısırıyor, tırmalıyor, dövüyor, homurdanıyor, köpürüyor, başından topuklarına kadar titriyor, geriliyor, şahlanıyor, kuduruyor, kıvranıyor, sanki bir depremle sarsılıyor. Yay aşırı gerilmiş, ama yine de ok hala geç fırlıyor. Onun bu tür bir baygınlık içinde hissettiği şeyi dünyada kimsenin hissetmediğini söylüyor. Bunu çok kez çözümlemeye çalışmıştı; bunun nedenini, sperminin sıcaklığında, yoğunluğunda, aşırı bolluğunda bulduğunu sanıyor. Karısına şöyle diyordu:  Bu, "bir şişenin çok dar ağzından krema çıkarmak istemek gibi bir şey. Bu koyuluk damarları şişiriyor ve yırtıyor." Sade kuduruyor. Aşırı bol ve yakıcı sıvı onu öyle bir histerik hale sokuyor ki Marquis'nin son soluğunu verdiği sanılıyor. Ve rahatlayış! Ok yaydan fırlıyor. "Yedi sekiz çorba kaşığı dozu ancak (alır) ve en koyu bulamaç bile kıvamını zor anlatır," diye açıklıyordu Madam de Sade'a. Bu bir gayzerden fışkırır gibi fışkırıyor. Haykırış geceyi yırtıyor. İtibarı yerini buluyor. 

Serge Bramly / Sade

()

Nymphomaniac'tan bizi Bataille'ın ifadesine götüren bir parça kestim: 

"Kaplan uzamda neyse cinsel eylem de zamanda odur."



Madam Verquin'in Ölümü

Ölüm yalnızca inançlı kimseler için korkutucudur yavrum: Cennetle cehennem arasındadır onlar, hangisine gideceklerini bilemezler ve bu onları kederli kılar. Bana gelince hiçbir umut beslemediğimden, ölümden sonra, hayatımda öncekine göre daha fazla bir mutsuzluk ummuyorum; doğanın koynunda rahatça uyuyacağımı sanıyorum; kederim de pişmanlığım da olmayacak, acım da kaygım da olmayacak. Yasemin beşiğimin altına gömecekler beni, orada uyuyacağım Florville ve çürüyen bedenimden dağılan zerreler  bütün çiçekleri, en sevdiğim çiçekleri besleyecek; bak..." diye sürdürdü konuşmasını bir demet çiçeği yanaklarına sürerek, "Gelecek yıl bunlarla eski dostunuzun ruhunu da koklayacaksınız; ruhum bu kokuyla birlikte beyninin kıvrımlarına, liflerine dolanarak sana güzel şeyler düşündürecek."

Gözyaşlarım yeniden akmaya başlamıştı... Bu mutsuz kadının elini sıktım avuçlarımla, korkunç materyalist düşüncelerden sıyrılmasını, dine daha az aykırı sistemler olduğunu söyledim; ancak daha ben bu sözlerimi tamamlamamıştım ki o beni şöyle bir itti...

"Yapma, n'olur Florville, zehirleme beni; sen anlarsın yaşarken yalvarıyorum sana, bırak da rahatça öleyim; bütün hayatımca tiksindiğim şeyleri ölümümde mi kabul ettireceksin bana?"

Sustum; onun büyük kararlılığının yanında benim güçsüz sözlerimin ne önemi olabilirdi ki! Madam Verquin'i insanlığın benimsemediği fikirlerden caydıramamaktan dolayı üzgündüm; o sırada elini sallayarak bir buyruk verdi; bitişik odadan bir müzik duyulmaya başladı; güzel bir konser.

"İşte..." dedi epikürcü kadın, "Ölümü böyle istiyorum Florville'ciğim, ölürken bir ezgi istiyorum... Senin o papazların, o sahte yobazların bilsin ki rahat bir ölüm için din değil, cesaret ve mantık gerekli."
...

*
Aşkın Suçları / Sade
çeviri: Cemal Süreya

Bahis

Dinozorların olağanüstü yanı, soylarının tükenmesi değil, dünyaya bunca uzun süre egemen olmuş olmalarıdır. Dinozorlar, 100 milyon yıl boyunca egemenliği ellerinde tutarken, memeliler bütün bu süre boyunca, dinozorlar dünyasının ara boşluklarında küçük hayvanlar olarak yaşadılar. Tepede yaşanmış 70 milyon yıl sonunda, biz memelilerin görkemli bir geçmişimiz ve gelecek için iyi beklentilerimiz var; fakat, hala dinozorları geçebileceğimizi göstermemiz gerekiyor.

Bu ölçüte vurulduğu zaman, insanoğlunun sözünü etmeye bile değmez -Australapithecus'dan bu yana belki 5 milyon yıl, kendi türümüz Homo sapiens'dan bu yana yalnızca 50 bin yılcık.

Bu kendi değer sistemimiz içindeki mutlak testi deneyin: Homo sapiens'in Brontosauros'tan daha uzun ömürlü olacağına, iyi bahis oranlarıyla bile, önemli bir miktar para koyacak birini tanıyor musunuz?

S. Jay Gould*

Marki


Kırbaç İnince

O töreni tekrar tekrar yaşayabilirim.  Kumral saçlarımı bir mendiller bağlar,  ceketimi ve gömleğimi çıkarır,  siyah bir deri yelek giyerdim. X'i yüzükoyun yatağa yatırır, ellerini bir ucuna, ayaklarını öteki ucuna bağlardım yatağın. Poposunun üzerindeki güzel noktalara, bir ay yüzeyindeki küçük siyah adacıklara bakardım hep. Göğsünün çevresini iple bağlayarak köleliğini tamamlardım onun. Bu sırada bir başkasıydım ben: başkalarından kopmuş, hayvanlaşmış, ancak bedenimin içinde uğuldayıp duran sıkışıp yoğunlaşmış cinsel gerginliğin bilincinde biri. İçinde, acının hazdan daha lezzetli olduğu bir coşkudan nasıl pişmanlık duyabilirdim? Genellikle bu ikisi birbirinden ayrıdır.  Doğal düzen terse döner bende. Sözcükler ortamında soğukkanlı bir öfke içinde oynadığı oyunu gerçekten işlemeye kışkırtır beni bu. Önümde açık duran poponun üzerinde mor çizgiler yaratmak için bir dal çubuğu kullanırdım. O değnek izlerinin belirişini yalnızca seyretmek bile inanılmaz bir şeydi, çünkü aynı şeyin bana da yapılması arzusuyla yanardım. İnerken havada ıslık çalan esnek değneğim odada fırtınalar yaratırdı. Ağaç ve et arasında bir konuşma, beni dimdik tutan belirgin bir ıslık sesi. Hakkımda söylenen bazı şeyler vardır. Yüzükoyun yere yatırdığım kızın poposunda bıçakla yaralar açar, bunların içine yara kapayıcı kırmızı mum dökermişim. Kişiyi kesip biçtikten sonra, üzerine uzunlu kısalı tırnaklar çakılmış bir kırbaçla aynı şeyin bana da yapılmasını istermişim. Her kırbaç inişinden sonra bana yapılan vuruşların sayısını  bıçağımla tahtaya kazırmışım. Sayı takınağımı önleyecek hata istemezdim. Sayı bilimin anlatmak istediği gizemli anlam, daha doğuşta yazılmıştı benim kafama.

 (Jeremy Reed / Sade)

Story of The Eye (Short)