Kozmik Takvim

Evren 13,8 milyar yaşında. 

Tüm bu kozmik zamanı hayal etmek için onu tek bir takvim yılına sığdıralım.

Kozmik takvim, 1 Ocak'ta evrenimizin doğuşuyla başlar. O zamandan bugüne dek gerçekleşmiş olan her şeyi kapsar ki bu tarih bu takvimde 31 Aralık gece yarısı olarak gösterilmiştir. Bu ölçekte, her ay yaklaşık bir milyar yıl uzunluğunda. Her gün yaklaşık olarak 40 milyon yılı temsil ediyor. Şimdi gidebildiğimiz kadar geriye, evrenin ilk dakikalarına gidelim.

1 Ocak: Big Bang, yani Büyük Patlama. Bu zamanda geri gidebileceğimiz en uzak nokta şimdilik. Tüm evrenimiz, tek bir atomdan bile daha küçük bir noktadan doğdu. Uzay kozmik bir yangınla patlayarak evrenin genişlemesini başlattı ve bugün bildiğimiz her türlü enerji ve maddeyi ortaya çıkardı.Kulağa çılgınca geldiğini biliyorum ancak Büyük Patlama teorisini destekleyen çok güçlü gözleme dayalı kanıtlar mevcut. Bunlar arasında evrendeki helyum miktarı ve patlamadan geriye kalan radyo dalgalarının ışıması da var. Evren genişledikçe soğumaya başladı ve yaklaşık 200 milyon yıl boyunca her şey karanlıktı. Gaz yığınları kütleçekim kuvvetinin etkisiyle bir araya toplanmaya ve ısınmaya başladılar, ta ki 10 Ocak'ta ilk yıldızlar ortaya çıkana kadar. Bu yıldızlar 13 Ocak'ta ilk küçük galaksileri oluşturmak üzere bir araya geldiler. Bu küçük galaksiler, yaklaşık 11 milyar yıl önce yani kozmik yılın 15 Mart'ında bizim Samanyolumuz da dahil daha büyük galaksileri oluşturmak üzere birleştiler. Yüz milyarlarca güneş.


31 Ağustos: Kozmik takvimde Güneşimizin doğum günü 31 Ağustos, dört buçuk milyar yıl önce. Güneş Sistemimizdeki diğer gezegenlerle birlikte Dünya da, yeni doğmuş Güneş'in yörüngesinde dönen bir toz ve gaz bulutundan oluştu. Arka arkaya gelen patlamalar büyüyen bir enkaz topunu meydana getirdi. 

İlk bir milyar yıl boyunca Dünya ciddi anlamda dayak yemiş gibiydi. Yörüngede dönen moloz parçaları
sürekli çarpıştılar ve birleştiler ve sonunda bir çığ gibi büyüyerek Ayımızı oluşturdular. Ay bu şiddetli çağdan geriye kalan bir hatıradır.

21 Eylül: Küçük dünyamızdaki yaşam buralarda bir yerde 21 Eylül'de, yaklaşık olarak üç buçuk milyar yıl önce başladı. Yaşamın nasıl başladığını hala bilmiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla Samanyolu’nun bir başka kısmından gelmiş olabilir. Yaşamın kökeni bilimin çözülmemiş en büyük gizemlerinden biridir.

9 Kasım: Bu tarihten itibaren artık yaşam nefes alabilir, hareket edebilir, beslenebilir ve kendi ortamına tepki verebilir haldedir. O öncü mikroplara çok fazla şey borçluyuz. Oh evet, başka bir şey daha var. Bu organizmalar seksi de keşfettiler. 17 Aralık ne gündü ama! Denizdeki yaşam gerçek anlamda bir sıçrayış yakalamış büyük bitki ve hayvanların çeşitliliği ile adeta patlıyordu. Tiktaalik karaya çıkmaya cesaret eden ilk canlılardan biriydi. Muhtemelen başka bir gezegene geldiğini düşünmüş olmalı. Ormanlar, dinozorlar, kuşlar, böcekler, hepsi Aralık ayının son haftasında evrimleşti.


İlk çiçek 28 Aralık'ta açtı.

Bu kadim ormanlar gelişip öldüler ve yüzeyin altında kaldılar, böylece kalıntıları kömüre dönüştü. 300 milyon yıl sonra biz insanlar bu kömürün çoğunu kendi medeniyetimize güç sağlamak ve onu tehlikeye sokmak için kullandık.

Şu anda kozmik takvime göre 30 Aralık saat 06:24

100 milyon yıldan daha uzun bir süre boyunca bizim atalarımız olan küçük memeliler ürkekçe ayak altından çekilirken, dinozorlar Dünya'nın efendileriydi. Bir göktaşı, bütün bunları değiştirdi.

Evren şu noktada bile 13,5 milyar yıldan daha yaşlı ama hala bizden eser yok. Bu takvimin temsil ettiği engin zaman okyanusunda biz insanlar kozmik yılın ancak son gününün son saatinde evrildik. 11:59 ve 46. saniyede. Kayıtlı tarihimizin tamamı son 14 saniyede gerçekleşti ve yaşadığını bildiğiniz herkes de o zaman diliminde yaşadı. Bütün o krallar ve savaşlar, göçler ve icatlar, savaşlar ve aşklar, tarih kitaplarındaki her şey burada, kozmik takvimin bu son saniyelerinde yaşandı. Ama kozmik zamanın böylesine kısa bir anını incelemek istiyorsak ölçeği değiştirmek zorundayız. Bizler, kozmosa yeni gelenleriz. Bizim kendi hikayemiz ancak kozmik yılın son akşamında başlıyor.

Yeni Yıl gecesi, saat 9:45: 3,5 milyon yıl önce sizin ve benim atalarımız ayağa kalktık ve onlarla yollarımızı ayırdık. İki ayak üzerinde durmaya başlayınca gözlerimizi artık yere sabitlemek zorunda değildik. Şimdi artık yukarıya merak içinde bakmakta özgürdük. İnsan varoluşunun çok büyük bir bölümünde şöyle yaklaşık 40 bin nesil boyunca birer gezgindik. Avcı ve toplayıcı gruplar halinde alet yaparak, ateşi kullanarak nesnelere isim vererek yaşadık. Bunların hepsini de kozmik takvimin son saatinde yaptık. Daha sonraki olayları kozmik yılın son gecesinin son dakikasını görebilmek için ölçek değiştirmemiz gerekecek.


11:59: Evrenin zaman ölçeğine göre o kadar genciz ki kozmik yılın son 60 saniyesine, yani bundan yaklaşık 30 bin yıl öncesine gelene kadar henüz ilk resimlerimizi bile yapmamıştık. Gökbilimini de bu dönemde icat ettik. Hatta, hepimiz gökbilimcilerin soyundan geliyoruz. Hayatta kalmamız, yıldızlardan
doğru anlamları çıkarmamıza, kışın gelişini ve yabani sürülerin göç zamanlarını tahmin etmemize bağlıydı. Sonra, yaklaşık 10 bin yıl önce yaşam tarzımızda bir devrim meydana geldi. Atalarımız yaşadıkları çevreyi şekillendirmeyi öğrendi; yabani bitki ve hayvanları evcilleştirerek toprağı ekip biçmeye ve yerleşik hayata geçmeye başladı. Bu, her şeyi değiştirdi. Tarihimizde ilk kez taşıyabileceğimizden fazlasına sahiptik. Bunların kaydını tutacak bir yönteme ihtiyacımız vardı.

Gece yarısına 14 saniye kala veya yaklaşık 6 bin yıl önce yazıyı icat ettik. Ve tahıl kilerlerinden fazlasının kaydını tutmaya başlamamız da fazla uzun sürmedi. Yazı yazmak bize, düşüncelerimizi saklama ve onları uzay ve zaman içinde çok daha uzaklara gönderme olanağı sundu. Bir kil tabletin
üzerindeki ufak izler ölümsüzlüğü yenmek için kullandığımız bir araç haline geldi. Dünyayı yerinden oynattı. Musa 7 saniye önce doğdu. Buda 6 saniye önce doğdu. İsa 5 saniye önce doğdu. Muhammed 3 saniye önce doğdu. İki saniyeden bile az bir süre önce Dünya'nın iki yarısı birbirini keşfetti. Ve kozmik takvimin ancak son saniyesinde doğanın sırlarını ve yasalarını ortaya çıkarmak için bilimi kullanmaya başladık. Bilimsel yöntem öyle güçlüdür ki bizi sadece 400 yılda Galilei'nin ilk kez bir teleskopla başka bir gezegene bakmasından Ay'a ayak izlerimizi bırakmaya kadar götürmüştür. Uzay ve zamana bakarak kozmosta nerede ve hangi zamanda durduğumuzu keşfetmemizi sağlamıştır.

Cosmos (2014)
Neil deGrasse Tyson

Evrenin ve Yaşamın Çok Kısa Tarihi

Size her şeyin başlangıcıyla ilgili bir öykü anlatayım. Yaklaşık 15 milyar yıl önce evrenimiz tüm zamanların en güçlü patlamasıyla meydana geldi. Evren genişledi, soğudu ve ışık zayıfladı. Enerji maddeye, çoğunlukla hidrojen atomlarına dönüştü. Ve devasa bulutları oluşturan bu atomlar bir gün gökadaları oluşturmak üzere birbirlerinden uzaklaştılar. Bu gökadalarda maddenin içinde gizlenen enerjiyi tutuşturan ve kozmosa ışık yayan ilk kuşak yıldızlar doğdu. Hidrojen atomları, güneşleri ve yıldız ışıklarını meydana getirmişti. O zamanlar, ne ışığı alacak gezegenler ne de göklerin parlaklığını takdir edecek canlılar mevcuttu. Ama yıldız fırınlarının derinlerinde nükleer füzyon daha ağır atomları yaratıyordu. Karbon, oksijen, silisyum ve demiri. Bu elementler, hidrojenin bıraktığı kül, daha sonra ortaya çıkacak gezegenlerin ham maddeleriydi. Başta, ağır elementler yıldızların kalbinde hapsoldu. Dev yıldızlar çok geçmeden yakıtlarını tükettiler ve ölüm sancıları içinde maddelerinin çoğunu uzaya geri bıraktılar. Yıldızlararası gaz ağır elementlerle zenginleşti. Samanyolu Gökadası'nda kozmosun malzemesi, ağır atomlarca zengin yeni yıldız kuşakları olarak geri dönüştürüldü. Yıldız atalarından bir miras. Soğuk yıldızlararası boşlukta büyük kontrolsüz bulutlar yerçekimiyle bir araya geldi ve yıldız ışığıyla karıştılar. Derinliklerinde ağır atomlar, kaya tozu ve buz parçaları ve karmaşık karbon temelli moleküller olarak yoğunlaştılar.


Fizik ve kimya kanunlarına uygun olarak hidrojen atomları, yaşamın malzemesini ortaya çıkardı. Öbür bulutlardaki daha büyük gaz ve toz toplulukları sonraki yıldız kuşaklarını meydana getirdi. Yeni yıldızlar oluşurken yoğunlaşan çok ufak miktarda madde, gezegenleri meydana getirecek kaya ve metal, buz ve gaz parçacıkları olarak yıldızların civarında çoğaldı. Ve yıldızlarası bulutlardaki gibi bu dünyalarda da yıldızların içinde pişmiş atomlardan imal edilen organik moleküller oluştu. Pek çok dünyanın gelgit havuzları ve okyanuslarında, moleküller güneş ışığı tarafından yok edilip, kimyayla bir araya geldi. Bir gün, bu doğal denemeler sırasında bir tesadüf eseri ortaya çıkan bir molekül kendisinin üstünkörü kopyalarını yapmaya başladı. Zaman geçtikçe, kendi kendini kopyalama daha doğru hale geldi. Daha iyi kopyalanan bu moleküller daha fazla kopya ürettiler. Doğal seçilim iş başındaydı. Karmaşık moleküler makineler evrim geçirmişti. Yavaş yavaş, belli belirsiz bir şekilde, hayat başladı. Organik molekül toplulukları tek hücreli organizmalara evrildi. Bunlar çok hücreli kolonileri üretti. Çeşitli parçaları uzmanlaşmış organları oluşturdu. Bazı koloniler kendini zemin tabanına bağlıyor diğerleri ise serbestçe yüzüyordu. Gözler evrildi, ve artık kozmos görebiliyordu. Canlılar karada kolonileşmeye devam ettiler. Sürüngenler egemenliklerini sürdürdüler bir süre fakat yerlerini yetenekli ve çevrelerine duyarlı, daha büyük beyne sahip sıcakkanlı yaratıklara bıraktılar. Alet yapmayı, ateşi kullanmayı ve dili öğrendiler. Yıldız maddesi, yıldızsal simyanın külleri bilinci ortaya çıkardı.



Bizler, kozmosun kendisini tanıyabilmesinin bir yoluyuz. Bizler, kozmosun yaratıklarıyız ve kökenimizi bilmeye ve evrenle olan bağlantımızı anlamaya açlık duyduk. Her şey nasıl oluştu? Bu gezegen üstündeki her kültür, evren tarafından ortaya atılan bilmeceye kendi farklı yanıtlarını verdi. Her kültür, hayat ve doğa döngülerini kutluyor. İnsan olmanın pek çok farklı yolu var. Fakat insan toplumları arasındaki farklılıkları inceleyen bir dünya dışı ziyaretçi bu farklılıkları, benzerliklere kıyasla önemsiz bulurdu. Biz tek bir türüz. Bizler yıldız ışığını hasat eden yıldız tozuyuz. Yaşamlarımız, geçmişimiz ve
geleceğimiz Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara bağlı. Atalarımız, hayatta kalmanın gökleri anlamakta yattığını biliyorlardı. Gökyüzündeki hareketlerle mevsim değişimlerini tahmin edebilmek için gözlemevleri kurdular ve bilgisayarlar yaptılar. Bizler, hepimiz gökbilimcilerin soyundan geliyoruz. Evrendeki düzenin ve doğa kanunlarının keşfi bugünü inşa eden bilimin temelidir. Kozmosu kavrayışımız tüm modern bilim ve teknoloji yıldızlardan doğan soruların izini sürüyor. Yine de, 400 yıl önce bile evrendeki yerimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Anlamaya giden bu uzun yolculuk olgulardan ve olağan dünyadan zevk almaya kararlı bir riayet gerekiyordu. Johannes Kepler şöyle yazmıştı: "Şakımak için yaratılan kuşların ötüşmekten keyif almalarında ne gibi yararlı bir gaye olduğunu sormayız. Benzer şekilde insanların, göklerin gizlerini kavramak için neden zihinlerini... meşgul ettiklerini sormamalıyız. Doğa olaylarının çeşitliliği çok fazla ve göklerde saklı hazineler insan zihninin taze besinden eksik
kalmayacağı kadar zengin bir düzendedir."



Her kültürde, her çağda kozmosla yeni bir şekilde karşılaşmak her çocuğun doğuştan kazandığı bir haktır. Bu bize olduğunda, derin bir merak duygusunu tecrübe ederiz. İçimizdeki en şanslılara,
bu heyecana bizi yönlendiren öğretmenler tarafından rehberlik edilir. Dünyadan keyif almak için doğarız. Önyargılarımızı gerçeklerden ayırt etmemiz öğretilir. Ardından, kozmosun gizemlerini çözerken yeni dünyalar keşfedilir. Bilim, pek çok kültürü kucaklayan ve kuşakları kapsayan toplu bir girişimdir. Her çağda, ve bazen en olasılık dışı yerlerde bile büyük bir tutkuyla dünyayı anlamak arzusu duyan insanlar vardı. Sonraki keşfin nereden geleceğini bilemiyoruz. Zihnimizde canlandırdığımız düşler dünyayı yeniden inşa edecek. Bu düşler imkânsızlıklarla başlayacak. Bir zamanlar, teleskoptan bir gezegeni görmek bile şaşkınlık vericiydi. Fakat biz bu dünyaları inceleyerek yörüngelerinde nasıl hareket ettiklerini anladık ve yakında Yeryüzü'nün ötesine keşif yolculukları yapmayı planlıyor, gezegen ve yıldızlara robot kâşifler gönderiyor olacağız. Biz insanlar köklerimize bağlı olmaya özlem duyarız, bu nedenle ritüelleri yarattık. Bilim bu özlemin başka türden bir ifadesidir. Bilim de bizi köklerimize bağlar. Onun da ritüelleri ve emirleri vardır. Tek kutsal gerçek, kutsal gerçeğin olmamasıdır. Tüm varsayımlar eleştirel bir gözle incelenmelidir. Kaynağı otorite olan fikirler değersizdir. Gerçeklerle çelişen her şey onlara ne kadar tutkuyla bağlı olursak olalım dışlanmalı ya da tekrar gözden geçirilmelidir. Bilim mükemmel değildir. Çoğu zaman kötüye kullanılır. Bilim sadece bir araçtır. Fakat sahip olduğumuz en iyi araçtır. Kendini düzeltir, durmadan değişir, her şeye uygulanabilir. Bu araçla imkânsızın üstesinden gelebiliriz. Bilimin yöntemleriyle kozmosu keşfe başladık. İlk defa, bilimsel keşifler geniş çapta ulaşılabilirlik kazandı. Makinelerimiz bilimin ürünleri artık Satürn'ün yörüngesinin ötesine geçti. Keşif için gönderilen ilk uzay aracı 20 yeni dünya keşfetti.

Dikkatli gözlemlere değer vermeyi, gerçeklere riayet etmeyi öğrendik, huzuru kaçırıcı ya da geleneksel bilgiyle çelişir gibi olduklarında bile. Canterbury keşişleri samimi bir şekilde Ay'daki bir çarpışmayı kaydettiler ve Anasazi halkı uzak bir yıldız patlamasını gözlemledi. Bizim için gördüler, nasıl biz de onlar için görüyorsak. Onların omuzları üzerinde durduğumuz için daha ilerisini görüyoruz. Onların bilgilerinin üzerine inşa ediyoruz. Araştırma özgürlüğüne ve bilgiye özgürce erişime güveniyoruz. Biz insanlar, tüm maddeyi oluşturan atomları bu dünyayı ve diğerlerini oluşturan kuvvetleri görebildik. Yaşamı meydana getiren moleküllerin kozmosta uygun koşullarda kolayca oluşacağını biliyoruz. Yaşamın kalbinde yer alan moleküler makineleri saptadık. Bir damla suda küçük bir evren keşfettik. Kan dolaşımını yakından inceledik, tepeden baktığımız fırtınalı gezegenimiz Yeryüzü'nü tek bir organizma gibi gördük. Diğer gezegenlerdeki volkanları Güneş'teki patlamaları keşfettik. Uzayın derinliklerinden gelen kuyrukluyıldızları inceledik, kökenlerinin ve alacakları yolun izini sürdük. Pulsarları dinledik ve başka uygarlıkları aradık. Biz insanlar, Sükûnet Denizi adı verilen bir yerdeki başka bir dünyaya ayak bastık. Bu, ilk adımları 3.5 milyon yıl önce Doğu Afrika'nın volkanik küllerinde korunan bizim gibi yaratıklar için şaşırtıcı bir başarıydı. Uzaklara yürüdük. Kozmik evrimin 15 milyar yıl evvel ortaya çıkardığı hidrojen atomlarının yaptığı bazı şeylerdi bunlar. Destansı bir efsane hissi uyandırıyor. Fakat kozmosun evriminin günümüz bilimince ortaya çıkarılmış basit bir açıklaması bu. Ve bizler kozmosun cisimleşmiş gözleri, kulakları, düşünceleri ve hisleri olan bizler, nihayet kökenimizi merak etmeye başladık. Bizler yani yıldız tozları 10 milyarlarca atomun organize birlikteliğinden oluşan yıldızların ve sonunda bilince varan maddenin evriminin uzun soluklu sürecinde anlam buldu, belki sadece Yeryüzü'nde, belki de tüm kozmosta. Bizim bağlılığımız türlere ve bu gezegenedir. Yeryüzü için "biz" konuşuruz. Hayatta kalma ve ilerleme mecburiyetimizi sadece kendimize değil, aynı zamanda bizi meydana getiren, bu kadim ve engin kozmosa borçluyuz.

Carl Sagan

SYMPHONY OF SCIENCE

 Bilim bu haliyle  daha zevkli, daha eğlenceli olmuş. Benim favori şarkılarım We Are All Connected, We Are Star Dust ve Our Place in the Cosmos. Türkçe altyazıları altyazı butonundan aktif hale getirebilirsiniz. Keyifli dinlemeler...

*



Au Revoir les Enfants (1987, Louis Malle)




Louis Malle'ın "Au Revoir les Enfants"ı (1987), bir iki hısım yapıtı çağırdı belleğimde. Jean Vigo'yu, Bresson'u, "400 Darbe"yi. Çocukların oynadığı, dünyalarının konu edildiği bir filmi gerçekleştirmek her babayiğidin işi değil: Ürpertici, sımsıkı bir yapıt Malle'ınki.

Sinema tarihinin 'unutulmaz' kategorisine sokulabilecek 'sahne'lerinden biriyle karşılaştım orada: Bir salona doluşmuş, II. Dünya savaşının en gergin döneminde (1944), Chaplin'in sessiz filmini izleyen çocukların yüzlerinde, peş peşe çevrilen neşe, hüzün, umut sayfaları, gözlerinde ayrı bir anlam dili kuran ışıklar, izlenen filmle çekilen filmin diyaloğu her antolojiye hak kazanacak güçteydi. Bir gün, en beğendiğim filmi değil de, bende, tutkulu bir izleyicide kalıcı iz bırakan belli başlı sinemotografik sahneleri, sekansları, kesit ya da anları kağıt üzerinde mimlemeliyim.

"Au Revoir les Enfast"a gelince, sinema salonundan insanı altüst olmuş uğurlayan filmlerden biri.

Sinema her durumda siyah-beyaz yapılmalı, kalmalıydı.


Enis Batur'dan 
Sinema Yazıları

Nietzsche'nin Yalnızlığı

Nietzsche'nin son mektuplarını (1887 - 1889), yaklaşık 21 aya yayılan son 'salim dönemi'nde yazdığı mektuplardan yapılmış seçmeyi Mekik ile ilgili olarak okurken, Safranski'nin kitabını notlarken, yalnızlık bağlamındaki çıkışları ister istemez dikkatimi çeldi. (Arada, 'iklim arayışı'yla ilgili cümlelerini mimlemeden edemedim - eski bir yazı tasarısı hortladı böylece).

Nietzsche'nin çöküşünde Ecce Homo sonrası kopuşunda yalnız kalışının yol açtığı yanıkların payı ölçülebilir mi? Lou'yla kopuşunun, o büyük hüsranın ardından tasfiyeyi hızlandırdığı tartışılmaz. Wagner 'sorunu'yla katlandığı unutulmamalı o soyutlanma, uzaklaşma, bağları yoketme isteğinin.

Bir o kadar da, saf yalnızlığı bir gereksinme haline getirdiği de. Overbeck'e, 14 Nisan (sic!) 1887'de gönderdiği mektubunda, artık Sils Maria'nın ve Nice'in kendisine elzem saydığı 'birincil ve yaşamsal koşulu' yerine getirmediklerini belirtiyor: 'Yalnızlık, derin dinginlik, mesafe (sic!), sorunlarımın dibine dek inmemi sağlayacak yabancılık (!) koşulu" - neden bu iki seçilmiş, yüceltilmiş noktada gerçekleşemiyor aradığı? Çünkü, buralarda teşhis edildiğini anlamış; dilediğince gözden uzak, silik kalamayacağını. önce Cenova, sonra, en sonunda Torino, iklim özellikleriyle olduğu kadar bu nedenle yeğleyeceği duraklar olacak.

Yaklaşık bir ay sonra, bu kez Malvida von Meysenburg'a bir mektubunda, hem yalnızlıklarını komşu kılmayı öneriyor, hem "en yalnız doğa kesitinin içindeki yalnızlığının tek tesellisi, ilacı" olduğunu belirterek, modern şehirlerin (Nice ve Zürih'in) kısa sürede kendisini nasıl sinirli, gamlı, bulanık, kabız, hasta kıldığını aktarıyor. Aynı mektupta, öte yandan, "yalnızlığa mahkum olduğunu" belirtmekle birlikte bunu 'misyon'uyla açıklıyor: İnsanlardan kaçınmak ve kimseye bağlanmamak" yaşamak anlamına geliyor artık onun için - başka türlüsünü düşünemiyor.

Gelgelelim, 1888 Temmuzunda gene Sils Maria'dadır; bir tür denge yitimi içinde Overbeck'e "Beni bir anlamda boğmaya çalışan bir yılan (sic!) cinsine karşı savunmadayım - bu, yalıtılmışlıktır". Yazdıklarının beklediği yankıyı getirmemesi ikinci, fazladan bir yalnızlık tabakasının üstüne örtülmesine getirmiştir: "Oyalayacak güçte herhangi bir şey bulma güçlüğü büyüyor. Zaman zaman, betimlenmez bir melankoli çöküyor içime." (aynı mektubun sonu). O günlerde, Meysenburg'a yazdığı bir başka mektup "etrafımda gerçekten tam bir boşluk oluştu" cümlesiyle başlıyor ve yazdıklarının karşılaştığı sağırlığın ağırlığını betimliyor.

Bu ne yaman çelişki diyenler çıkabilir, çelişki neresinde: Yapıtını ortaya koymak için süzme yalnızlığı gereksiniyor, ortaya çıkan yapıtın onu yalnız, yapayalnız, birbaşına bırakmasını değil. Sır'da sokulduğum "sıkıntı pathos"u farklı: Torino'da, son demlerinde bile müziğin, sözgelimi Carmen'in onu nasıl esrikleştirdiğini gözardı edemeyiz. Burada, boşluk, külliyen ses.

İkidebir, "bana erişen tek kelime olsun yok" demesi içimi paraladı. Hayvan sembolizmi yerleşiktir Nietzsche'nin yapıtında, hele ki Zerdüşt Böyle Buyurdu'da; ama onlara toptancı perspektifle yaklaşmaz, tersine, iyice ayrıştırır: Deve, aslan, yılan, kuş farklılaşmıştır yazısında. Birkaç kez 'hayvanlık koşulu'na dokunduğunu gördüm, bunlardan biri kendisini "yaralı bir hayvan" gibi "yeraltındaki yuvasında" saklandığını vurguladığı mektupta, biri de "insanı metafizik bir hayvan" kılanın müzik yapması olduğunu söylediği paragraftadır. (Ne dersiniz, Jacques, herşeye karşın, yazışmayı deneyelim mi?)

Yalnızlığın böylesi devirir.

Faunus and Boy (Pierre Klossowski)






* Mitolojide Faunus: Roma dininin en eski tanrılarından biri. Ficus'un oğlu ve Saturnus'un torunu olarak gösterilir. Adı 'qui favet" (iyilik eden, lütuf gösteren) anlamına gelen bu tanrı bir yandan sürülerin, tarlaların koruyucusu olarak Yunan etkisi altındaki tanrı Pan ile bir tutulmuş, öte yandan Roma'nın kuruluş efsanelerine karışmıştır... Klasik çağlarda Faunus bir tanrı olmaktan çıkmış ve Yunan Satyr'leri gibi keçi ayaklı, sakallı, boynuzlu yaratıklar olarak dağda, ormanda, su kenarlarında mypha'ları kovalar gösterilmişlerdir. (Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü)

Klossowski / Nietzsche


Klossowski, Nietzsche'nin son dönemini bir tür beyin / gövde karşıtlaşması olarak görür. Fizyolojik belirtileri (kahredici başağrılarını örneğin) bile bu temel zıtlaşmaya bağlıyor bir yerde. Araya yalnızlığını geriyor. Son on yıla pervasızlığıyla bakarken iki kaynağı eşelemeyi yeğlemiştir: Yayımlamadığı (Colli-Montirani'nin günışığına çıkardığı) dev fragman deposu ve mektuplar. Bir bakıma, arızanın derkenarda, periferide okunduğunu söylemiş oluyor - ayıklanıp seçilmiş, yapıt evresine geçmiş parçalardan çok.

Beyin / Gövde itişmesinde, yürüme eylemine bunca dikkat kesilmiş olduğuna ben dikkat etmemişim ya da önemsemeyerek unutmuşum. Kendime kaş çattım!

Yürüyerek düşündüğünü biliyordum oysa, Nietzsche'nin. Ayakta, ara dere durup, notlar alır, odasına döndüğünde hızla açarmış onları. Yazısı öylesine okunaksızlaşmış ki bir dönem, kendi bile sökemiyormuş harflerini, Gast'tan yardım alıyormuş. Walser'le koşutluk ortada - Mekik'te bunu vurgulamalıyım. (Wöfli'de de hız önemlidir).

Kurşunkalem (bunun Nietzsche'yle ilgisi yok), yeniden gündemime oturdu bu arada - Walser sayesinde. Yazboz'da doğru dürüst bir rol biçmemiştim ona: Olacak iş mi? (Bilge Karasu'da, Necatigil'de yeri büyüktür kurşunkalemin).

Klossowski, koyu yalnızlık bölgelerinde (yıllar yılı dinsel bir kovukta) yaşadıktan sonra canyoldaşıyla karşılaşmıştı. Gizli kapaklıların şahıdır. XX. yüzyılın en yoğun yazılarından birini kurdu. Bataille'dan Blanchot'ya, Caillois'dan, kardeşi Balthus'e, Deleuze'den, Foucault'ya ne 'takım'dır - son üç çeyrek yüzyılda böylesi bir çevre başka nerede kurulmuş olabilir?

Öte yandan, biribirilerini, Acephale dönemi hariç, çok sık görmüyorlar olsa gerekti. Yalnızlar, benzerlerinin varlığını bilerek huzur bulurlar, her dakika buluşup görüşerek değil.

Bak, kovuk konusu da yakıcı.

Pierre Klossowski (1905 - 2001)

photo: pierre berge, klossowski 1997

Eşler, sonra, dikkatli konuşmalı. 

Bir yasak cümlesi gibi görülebilir, değil: 'Kimsenin işine karışılmamalı' diyen de benim. Cümlem, demek ki bir dilek önermesine yaslanıyor; hepsi bu.

Simone de Beauvoir, Sartre'ın cinsel açıdan hiç de matah durumda olmadığını söylüyor. Bize Sartre'ın felsefesi, edebiyatı hakkında ne öğretiyor şu bilgi? Ola ki, düşünürün kendisinin de düşkün olduğu ruh-çözümsel okuma açısından ipucu verebilir - yanıltabilir de ama. Hem, yüzde yüz doğru mu bakalım, Beauvoir'ın saptaması; ikisinin ilişkisi açısından doğru olsa bile?

Bu örnekten hareketle, erkek erkek konusunda duyarlılık gösteriyor, denilecektir herhalde. Aynı cümleyi Beauvoir hakkında Sartre kurmuş olsa, görüşüm değişecek miydi?

Denise Klossowski'yle yapılmış bir söyleşi kitabı damarı açtı, içeride. Pierre Klossowski hakkında bilmediğim pek çok şey öğrendim, eşinin anlattıklarından. Bazı ayrıntılar yapıta ışık vuruyor şüphesiz; gelgelelim, loş olma ve kalma özelliğini de zedeliyor söz konusu yapıtın.

Denise, Klossowski'nin yapıtında, pek az yazar eşinin tuttuğu ölçüde bağlayıcı bir yer tutmuştu - hem anlatılarda, hem o dev karakalem ve renklikalem desenlerde. Roberte'in ta kendisiydi, metinlerde ve resimlerde. Denise, konuşurken, gerçekte bu sonuca direniyor. Klossowski'nin derin, okkalı fantazma evrenindeki figür ile gerçeğin, hakikatta ne denli uyuşmaz olduğunu vurgulamak istiyor. Görünüşte, alabildiğine haklı bir çıkış. Ama: Neden sonra? Klossowski, tıpkı kardeşi Balthus gibi, 90'ını geçmişti öldüğünde: Onca yıl boyunca 'çocuğu' üzmek istememiş! (Benzetme Denise Klossowski'ye ait).

 Dahası var. Kitaplarda, metin içinde hadi neyse; gerisini bilmesek, bir kurban statüsü çıkabilir oradan. Oysa resimler, fotoğraflar için poz verdiğini, filimde (Roberte) oynadığını unutamayız: Sapkın bir fantazmın ürününe dönüşmüş olmak, öbür uçta, Denise'in fantazmının eksenini de belirlemiyor muydu?

İki kardeşin dünyasında, cinsellik pédophilie çerçevesinde ele alınabilecek ölçüde tehlikeli sınırlara dayanıyordu. Balthus'ün tercihi küçük kızlara, Pierre'inki küçük oğlan çocuklarına yönelikti. Denise, kocasının, evlilikleri öncesinde ağır basan cinsel sapkınlıklarının yönünün değiştiğini, kendisini merkeze oturtan yeni bir çemberin doğduğuna inanmış anlaşılan. Ne zamana dek? Yaşı ilerleyince, Pierre'in iştahı gene geçmişteki eğilimlerine dönene dek. Onu frenlediğini, denetlediğini anlatıyor. Başka, özel sorunlarını da. Giderek, eşinin özgün yaratıcı kişiliğini bile satır aralarından satırlara sıçrayarak yargılamaktan geri durmuyor.

Denise Klossowski hayli çekmiş bir kadın. Toplama kampında ölümle yüzleşmiş, trajik darbeler almış, ardından Pierre gibi sıradışı biriyle hayatını paylaşmayı seçmiş, sonuna dek o tuhafın tuhafı dünyanın parçası olarak kalmış. 'Sıradışı' derken, Klossowski'nin yaratıcılığından hareket etmiyorum: Karakter özellikleri ve yaşam çizgisi, vurgu yüklediğim.

Bir biçimde o kapıdan içeri girmiş Denise, dediğim gibi çıkmamış da.

 Şimdi, yani sonra, fantazmagorik figür kılınışına diklenmek için biraz fazla geç kalmış sayılmaz mı?

Noksan
LVII


Pierre Klossowski'nin homoerotik çizimleri






Bacon's Arrow →


Pierre Klossowski'nin erotik çizimleri





13.12.2011



Stranger by the Lake (2013, Alain Guiraudie)







Ada Defterleri

Her şeyin bir sonbaharı var, bazıları ne kadar kısa. Hayatın önüme sıraladıklarına bakıyorum bu sabah, Heybeli'de doldurduğum, doldurmayı sürdürdüğüm defterlerdeki yazının boş, yanılsamalardan örülü, aymaz hali düşündürüyor beni. Mesafe, Temas, Ayar - belli ki hepten yanılıyorum. Birinci kez, Solness durumu: Diktiğim yapıyı taşımayacak bir temelden hareket ettiğim için yıkık dökük, onarılamayacak ölçüde harabeleşmiş, bozgunları karşısında çaresiz biriyim işte ben.

Görmek ve kabul etmek, bir çıkın hazırlayıp gitmek, her nereyeyse, orada bir çadır, bir kulübe dermek çatmak, içeride kendi sıfırınla yüzleşmek. Çıkın mı? Elinde ne kaldığını sanıyorsun?

Üç dört gündür aklımda Bergman dolaşıyor gene. Temas değil ama şimdi: Yedinci Mühür, Sahneler, Saraband. Adasında, nicedir kendi kendine konuşan o harap adama bitişiyorum.

Ve 1887 -1888 elyazmalarındaki karmaşayla, Nietzsche'ye; bir yıkıntı eşiği daha. Sonrasında içi boşalmış yaşarken, bir defasında gözleri parlamış, anasına dönüp sormuş: "İyi kitaplar yazdım ama, değil mi?" Bu anekdot doğru mudur emin değilim: Bomboş gökyüzünde şimşek çaktığı olur.

Elimde ne kaldığını sanıyorsun?

Hala birkaç soru var.

Örneğin: Yıkılacağını bile göre neden kurmaya, dikmeye çalıştın, çalışıyorsun?

Daha da çalışacak mısın?

Kişi, kurabiye pişireceği bir Tanrı'dan yoksun olsa bile, yeri geldiğinde Terki Dünya'sına
çekilebilmeli. Varsın içine düştüğü boşluktan büyüğüyle yüzleşmek durumunda olsun.

Kendinden başka konuşabileceğin kimse(n) kaldı mı?

Bak, elinde bir soru daha var.

Ingmar Bergman

Geceyarısı televizyonda bir haber: Ingmar Bergman, sabaha karşı ölmüş, bir önceki gecenin sonunda, belki kurtların saatında.

Faro'da, Baltık Denizindeki adasında, huysuz münzevi, birbaşına yaşıyordu yıllardır. Kızı "huzur içinde öldü", diye açıklama yapmış. Ömrü boyunca tek salise huzursuzluktan kurtulamamış biri için, doğruysa, beklenebilecek bir son.

Otuz yılı aşkın bir süredir, baş sinemacılardan biri oldu; filmlerine döndüğümde, zaman içinde, hiç düşkırıklığı yaşamadım. Son, en son gerçekleştirdiği film önünde, Saraband, bir defa daha dağlandım kaldım. Çok derin, ipince, harman yeri sorgulaması. Birey, çift, cemaat, toplum, ülke, Dünya ve Evren ve Kaos üzre bir epope.


Üstelik ne kadarına erişebildik? Yüzü aşkın oyun sahneye koydu, hiçbirini tanımıyoruz, tanımayacağız. Büyülü Fener'i, kimi metinlerini okuduk, yazdıklarının küçük bir kesiti. Stockholm Film Arşivine 45 büyük koli elyazmasını bırakalı birkaç yıl oldu. Günışığına çıkarılacaklar, okuyabileceğimiz bir dile çevrilecekler de...


35'ine dek, büyük bir hırsla, yazar olmak istemiş. Yayıncılar geri çevirmişler yolladıklarını, önünü tıkamışlar. İyi mi yapmışlar yoksa? Bilemeyiz.


Her ne demekse, ki benim gözümde apaçık: Gerçekleş(tiril)miş bir hayat. Benim gözümde, başkalarının gözünde apaçık olması başvurduğum tanımı, fiili herkesin gözünde aydınlatmaya yetmeyecek, biliyorum.


Soracaklardır: Gerçekleştirilmemiş hayatlar mı var?


Pek çok yaşam öğesi, Bergman'da, ortalamanın üzerindeydi: Ömür süresi, ürün sayısı, aşk sayısı -öfke, kibir, dibe vurmalar, doruk tırmanışları, yaralanmalar, horgörülme ve taçlandırılma, vb.

Gerçekleştirmenin tek yolu bu fazlalıklarla ilintili değil şüphesiz: Kendi halinde, gürültüsüz, mutlu bir başka formu da geçerli gerçekleştirmenin.

Kaldı ki, onca etkinliğin, getirinin götürünün Bergman'ın durmadan kendisini kemirmesini engelleyemediği biliniyor.

Kaç yıldır Faro'daydı, 'kulübe'sinde?

Son İngrid öleli beri yapayalnız, ruhu yenik ve delik deşik uzatmaların belirsizliğinde yüzüyordu.

Bir itirafında, gün boyu yüksek sesle, İngrid'in hayaletiyle konuştuğuna rastlamıştım.

Bizim ada nüfusunda bugün bir azalma var.

Uzakta bir ada.

Tam yanıbaşımda.

Heybeli'ye getirdiğim birkaç film arasında Saraband da var - orada bir görüşelim gene.

Bergman, adasında

Bergman, adasında.

Yaşlı, deliliğe komşu bir ruh hali var gelgitlerinde, nicedir münzevinin münzevisi. Hiç boş durmamıştı, şu an acaba ne durumdadır? Fırtınası birazcık olsun hafiflemiş midir? Saraband'ı yanımda getirdiydim Heybeli'ye, DVD oynatıcı geçit vermedi.

Gece yatakta, uykuya girmeden, Bergman'ın delici soruşturmasını, yaşamöyküsel cerrahlığını düşünüyordum. Birden aklıma, 1971'de izlediğimde çok sarsıldığım, on yıl sonra benzer duygularla bir defa daha gördüğüm The Touch geldi. "Temas" diye mi çevrilmişti filmin adı, herhalde öyle çevrilmişti.



Temas ve temassızlık, Bergman'ın dünyasında bir ana eksendi. En yakıcı kısımlarında dolaştı, senaryodan senaryoya. Şimdi anımsayamıyorum: Adasına kaç yaşında çıkmıştı? Ondan çok önce filimlerine girmişti ada, adalar.

Kuzeyin adaları serttir. Anakaraya iyiden yabancılaşmış insanlar yaşar orada.

Alkol ve susku.
Bazan: Sonsuz içkonuşma.
Çünkü: Sonsuz içdava
Sanık iskemlesinde: Tanrı, hayat, ben.
Ve: Kadın. Kimbilir hangi iskemlede.

Yalnızlık

Yalnızlığın istenmedik bir sonuç, insanın başına gelen bir şey olduğunu düşünenler olmasa, en küçüğünden en büyüğüne cemaatlar oluşmazdı.

Yalnızlık istendiğinde, seçildiğinde bile, pek az örnekte tümel yalıtım hedefleniyor. İlk çöl keşişlerinden Valery'ye giden çizgide, genellikle teğet konumlanışın farklı derecelendirmeleriyle karşılaşıyoruz.

Yalnızlığın şu ya da bu kertesini benimsemek, özünde, kişinin kendine yeterliliğiyle açıklanabilir mi? Bana kalırsa gerekli şart bu; ama bırakın kendi kendine yetmeyi, kendine artabilecek ölçüde donanımlı olduğunu gördüğümüz insanlar vardır, iki dakika yalnız kalmaya gelemezler.

Demek donanımdan çok bir içhal tanımına bakılmalı.

Melankolik bünyelerde serimlenen, birbirlerinden doz farkıyla ayrışan, uzaklaşan kimyasal eşiklere. Yalnızlığın derin acısını çektiği halde başka türlüsü elinden gelmeyenle, yalnızlığının keyfini çıkaran bir tutulamaz; Çıkış noktasında da, varışta da.

Bir de alıştırma konusu: Neden topluluklar yalnızlığı sevmemiş, giderek kargışlamıştır?

Tek neden 'bize benzemelisin' olmasa gerek.

Ada Defterleri