Pasolini (2014, Abel Ferrara)






KÜLLERİN ŞAİRİ


"BEN KİMİM? KÜLLERİN ŞAİRİ"NDEN
 PARÇALAR



Ben
revaklarla dolu bir kentte
1922’de doğmuş biriyim...

Ağlarım hâlâ, düşündüğümde her defasında
Kardeşim Guido hakkında,
Diğer komünist partizanlarca öldürülen partizan...
Şiire gelince ona yedi yaşında başladım...



Hayatımdaki en önemli varlık annem
olmuştur... 1942’de... ilk küçük şiir kitabımı,

Poesie a Casarsa
başlığı altında yayınladım ...
konformist bir anlayışla
bu kitabı babama ithaf ettim,
kitap Kenya’da eline geçti...
Orada mahpustu.
Büyük düşmanlık vardı aramızda,
Fakat düşmanlığımız kaderden geliyordu,
Bizim dışımızdaydı...
Bu kitap Friuli lehçesiyle yazılmıştı!
Annemin lehçesi!
Küçük bir dünyanın dili...
Bir küçük kadın (annem!), 
güzel, çok güzel bir boynu, çok masum bir yüreği ile köylerin dışında yaşamaya, 
oldukça elverişsiz bir melek...
Eklemeliyim ki, babam faşizmi onaylamıştı.
Ve işte ikinci çelişki...
Faşizmin sonuyla birlikte, babamın sonu da başladı...









Annem, bir valiz ve sonradan sahte oldukları anlaşılan 
birkaç mücevherle birlikte,
 yük trenleri gibi ağır giden bir trenle 
Roma’ya doğru yola düştük...
Vardık Roma’ya sonunda.




Ben ölüme mahkûm edilmiş bir kişinin 
yaşayabileceği gibi yaşadım orada...
Onursuzluk, işsizlik, sefalet:
Annem bir süre sonra hizmetçi olarak çalışmaya başladı. 
Ve ben bu illetten bir türlü kurtulamadım.
Çünkü ben bir küçük burjuvayım,
ve bilmem gülümsemeyi Mozart gibi...



Nasıl Marksist oldum?
Pekâlâ...
1945 yılıydı ve her şey farklıydı.

Köylü delikanlılar...
boyunlarına birer kırmızı fular takmış
yürüyorlardı bir gün,
Venedik stili kapıları ve küçük sarayları
olan iktidar merkezine doğru.
Böylece onların gündelikçi tarım işçileri olduklarını öğrendim, Öyleyse patronları da vardı.
Gündelikçilerin yanında yer aldım
Ve Marx’ı okudum...




Hiçbir sanatçı, hiçbir ülkede özgür değildir.
Yaşayan bir çatışmadır o...
<Bana gelince
Bir masuma asla inanmazlar...>



Roma’da, 1950’den bu güne,
Ağustos 1966’ya dek, çile çekmekten ve bıktırasıya çalışmaktan 
başka bir şey yapmadım...
Çatısız, badanasız bir evde oturuyorduk,
...en uç bir varoşta, bir hapishanenin yanında,
yazları bir toz yumağı,
kışları bir bataklık olduğu yerde...


Çocukluk




"Üç yaşından biraz büyüktüm. Çocuklar bahçede oynarken en çok dikkatimi çeken bacaklarıydı, özellikle tendonların belirgin olduğu dizaltının iç kısımları. Bu tendonlar benim henüz ulaşamadığım hayatın sembolüydü. Koşan çocuk imajı benim için büyümüş olmayı simgeliyordu. Şimdi bunun tamamen cinsel bir duyu olduğunu düşünüyorum. Bu duyguyu tekrar hatırlayınca içimin mutluluk, keder ve arzunun şiddeti ile dolduğunu hissediyorum. Ulaşılmaz bir duyguydu bu o zamanlar; adı henüz konmamıştı. O zaman ona verdiğim isim 'teta velata'ydı. Şiddetli bir oyunda gördüğüm bu eğilip bükülen bacaklar 'teta velata'ydı, bir karıncalanma, bir baştan çıkış, bir aşağılanma."

"Çocukluğum 13 yaşında bitti. Hepimiz için 13 yaş çocukluğun en son yaşı, dolayısıyla bilgelik çağıdır. Hayatımın mutlu bir dönemiydi. Okulun en akıllı çocuğu bendim. 1934 yazı başladığında hayatımda bir dönem kapanmış oldu. Bir dönem bitmişti ancak ben yeni dönem tecrübelerine hazırdım. O yaz, hayatımın en hoş ve en zafer dolu günlerini yaşadım."

Pier Paolo Pasolini By Dino Pedriali



Bence utandırmak bir hak, utandırılmaksa bir zevk... İşte, bu zevki reddeden kişiye ahlâkçı diyoruz. Benim asıl günahım, bir tartışmacı ve şair olarak, tam bir başkaldırmayla mesleğimi yapmış olmam. Bu başkaldırıyı ahlâki boyuta çektiler ve eşcinsellik, kötülüğün temeli haline geldi. Aslında skandal yalnızca kendi cinsel yönelimimi saklamamamdan değil, hiçbir şeyi saklamamamdan ileri geldi. İfade özgürlüğüm bana nefret ve hakaret getirdi. Eşcinsellik, sanayi toplumunun bütün kurumlarının üzerine kurulduğu düzeni bozan ve yok etmekle tehdit eden bir cinselliğin yaşama şekli olmayı sürdürüyor. Eşcinsel pratik, normal olan eşlerarası cinsel ilişkiye göre, aile kurumunun çıkardığı ve yaydığı ideolojik modellerin yeniden üretiminde, tehlikeli bir karşı-tip oluşturmaktadır. Liberal hoşgörü sistemi, eşcinselliği yaşayanları, bir sapkınlık gettosuna hapsetmeyi amaçlıyor. Bu adalet sarayı, içiyle dışıyla, çirkin olmaktan çok aptalca. 

Pier Paolo Pasolini




1975

PASOLİNİ'DEN PASOLİNİ


“Benim kökenlerim, yeterince tipik bir biçimde, İtalyan küçük burjuvazisinden gelir: Ben İtalyan Birliği’nin bir ürünüyüm. Babam Romagno eski bir aristokrat ailedendi, bu arada annem, zamanla kü­çük burjuvaya dönüşen, Friuli’li köylü bir ailedendi. Anne tarafından dedem bir damıtma tesisi sahibiydi; annemin annesi Piemonte’dendi, fakat Sicilya’lı ve Roma’lı anne ve babası vardı. Bu yüzden, bende İtalya'nın her parçasından bir şeyler vardır." (J. Halliday’le Söyleşi’den, 1969)





“Benim karakterimin temelinde huzursuzluk yoktur, fakat neşe ve hayatiyet vardır ve bunu yalnız edebi eserlerimde değil, hayatın ken­disinde de belli ederim. Hayatiyetten kastım, hafiflikle uyum içinde bir yaşama aşkıdır.” (II miestire di poeta, E Camon’la Söyleşi’den)


“Mutluluğa asla terk etmedim kendimi" (Roma, 1950)







“Benim üç idolüm olduğunu söylerler: Hz İsa, Marx, Freud.
Bunlar kalıplaşmış sözler. Gerçekte, benim yegane idolüm Gerçek’tir...” (Naldini, 1986)





“Benim çilem, kişiliğimin bütününü tehlikeye atan, kozmik bir boşluk hâlidir.
(Asla özel bir boşluk hâli değil)..."








“Bir anlık sükûnete bile sahip değilim,
çünkü sürekli geleceğe atılmış bir halde yaşıyorum." (Lettere, s. 170)




Bir Papa’ya





 Pasolini in Borgata



A un Papa / Bir Papa’ya

Sen ölmeden bir süre önce, ölüm  
sen yaşlarda birine göz dikti;
yirmilerinde sen öğrenciyken, o işçiydi,
sen soylu, zengin, o yoksul halktan, sıradan biri.

...

Yoktu haberin hal-i pür melâlinden 
Anneler ve çocuklar, külleri başka bir asrın,
yaşıyorlar balçıklar içinde sefil...
Senin hayatını sürdürdüğün yerin biraz ötesinde.
San Pietro’nun harika kubbesinin hemen arkasında...

Sen Papalık egemeniyken, binlerce insan
yüzdü durdu pislikler içinde, gözlerinin önünde...
Bilirsin kötülük etmek değildir günah işlemek,
gerçek günah, iyilik etmemektir.
Nice iyilikler edebilirdin. Etmedin hiçbirini:
Evet, sensin tarihin tanıdığı gelmiş geçmiş
en büyük günâhkar.


(Officina dergisinden, 1959)

"Kırların kötü çocuğu” Pasolini (Onat Kutlar)




SUNUŞ


*
Onat Kutlar
2 Mart 1992
11. Uluslararası İstanbul Film Festivali
Şiir ve Sinema: Pier Paolo Pasolini


1967 yılında, Türk Sinematek’inin davetlisi ola­rak geldiği İstanbul’da kişisel olarak ta tanı­mak mutluluğuna eriştiğim Pier Paolo Pasolini, yirminci yüzyıl Avrupa sanatının en önemli isimlerinden biri olmasına, yaşamının ve yapıtlarının neredeyse sınırsız zenginliğine, son elli yılın dünyayı altüst eden tüm olaylarına, savaşlarına, toplumsal ve düşünsel hareketlerine katılmış olmasına rağmen ülke­mizde ne yazık ki pek az tanınmaktadır. Başta Sine­matek olmak üzere bir iki sinema kültür kurumunun az sayıda filmini gösterdiği Pier Paolo Pasolini’nin Sinemacı kişiliği yeterince ortaya çıkmadığı gibi, onun daha da önemli olan büyük şair kimliği hiç bilinmiyor. Oysa Pier Paolo Pasolini, doğduğu yörenin dili olan Frioule dilinde yazdığı ilk şiir kitaplarından yani  “Poesie a Casarsa” (1942), “Diaru” (1945)’den “La Nuova Gioventu” (1975)ya kadar 20’ye yakın şiir kitabında çağdaş İtalyan şiirinin en güzel etkileyici örneklerini verdi. 1957’de yayınladığı “La Ceneri di Gramsci” bugün Avrupa şiir deneyiminin dorukları arasında yer alıyor.

Ne yazık ki bugüne kadar bir iki ayrıksı örnek dışında hiç bir şiiri dilimize çevrilmedi Pasolini’nin.

Şairliğinin hemen ardından gelen gazetecilik, deneme­cilik yanı da bilinmiyor Türkiye’de. Oysa Pasolini otuz yıla sığdırdığı inanılmaz verimlilikteki yazarlık serüve­ninde siyasi, edebi gazete yazılarına, polemiklere büyük önem verdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lerdeki tarihi uzlaşmaya kadar son derece hare­ketli siyasi ve düşünsel gelişmelere sahne olan İtalya’da, en dokunulmaz sanılan konulara, en ateşli temalara cesaretle eğilen Pasolini’nin polemikleri unu­tulmaz izler bıraktı kamu vicdanında. İsa öğretisi’nin inanç temelleri, Marksisizm’in toplumsal yansımaları, Frankfurt Okulu düşünürlerinin, bu arada elbette Freud’un analizleri, sapkınlık olarak nitelendirilen tüm eğilimler (Eşcinsellik, uyuşturucu vs.), kimlik sorunları  ve özerklik, kır-kent kentsoylu-proleter çelişkileri bu “kılıcın keskin yüzünde” yaşayan gözüpek sanatçının sevgili konularıydı.

Sinemacılığı kadar önemli bulunmasa bile Pasolini’nin romanları da çağdaş İtalyan edebiyatında çok özel bir yere sahiptir. Yayınlanan sekiz romanından sadece bir tanesi, “Teorema” yayınlandı Türkçe’de. O da çok yenilerde. Roma’nın şiddet, yoksulluk, ikiyüzlülük, acımasızlık dolu “lağımlarını” inanılmaz bir çarpıcılık ve gerçekçilikle anlattığı ilk romanı “Ragazzi di Vita”dan “Teorema”nın hem yalın, hem simgesel muhteşem tematiğine gelinceye kadar çocukluğun o tertemiz Frioule çeşmelerinden ne sular akmış olmalı... Kan, irin ve gözyaşı...

Her biri ayrı ve içten bir ilgi’nin ürünü olan sanat tari­hi yazılarını, yolculuk izlenimlerini ve çevirilerini geçi­yorum. Tıpkı Lorca ya da Eisenstein gibi çok yönlü bir deha’nın ürünü olan desenlerini ve resimlerini de.

Ama sadece Sinema tarihine bıraktığı kalıt, başlı başı­na bir hazine’dir. Türk Sinematek’inin yöneticilerinden biri olarak bu büyük hazine’nin önemli bir bölümünü geçmiş yıllarda, sansürle bitmez tükenmez boğuşma­lar pahasına İstanbul seyircisine gösterebilmiş olmak­tan onur duyuyorum. Bu onur’a, bu yıl, 1958’den bu yana sonsuz bir Pasolini dostluğu ve sevgisiyle yaşa­yan değerli sanatçı Laura Betti’nin katkılarıyla gerçek­leştirilen Festival Pasolini Retrospektivi’nin sevinci eklendi.

Pasolini Accatone’den Salo’ya kadar yaptığı filmlerde sadece yukarda sözünü ettiğim tema'lara değil, sinema diline de evrensel çapta yenilikler getirmiştir.

Eisenstein, “Bir Yönetmenin Notlarında devrim yıllarında bir araya gelen üç sanatçının (kendisi, Dovçenko, Pudovkin) büyük bir coşkuyla kendilerini nasıl rönesans sanatçıları gibi gördüklerini anlatır. Moravia’nın büyük bir isabetle Eisenstein’a benzettiği Paso­lini, rönesans beşiğinde yaşamış büyük bir rönesans sanatçısıydı. Yenileyici, çok yönlü, üstün yetenekli bir büyük usta.

“Kırların kötü çocuğu” Pier Paolo Pasolini‘yi Türkiye'de daha yakından tanımalıyız. Sadece bir büyük sanatçıyı yakından tanımanın yararları yönün­den değil, köyden kente göç'ten inanç-öğreti çelişkile­rine, tabularla örülü bir toplumsal yapının karabasanlarından kanlı kardeş kavgalarına kadar sayısız benzerlik taşıyan iki toplumun yakın geçmişinin dehlizle­rinde parlak bir ışık taşıyan eşsiz bir öncü oluşu açı­sından.


Entelektüelliğin hiçbir zaman fazla değeri olmayacak



Entelektüelliğin hiçbir zaman fazla değeri olmayacak
Halkın toplu yargısına göre.
Toplama kamplarının kanı bile
Memleketimizdeki bir milyon ruhtan
Daha net bir yargı çıkartabilmeliydi.
Tüm fikirler sahte, bütün tutku yalan

Birliğini asırlar önce kaybetmis
Tüm bilgeliğini, özgürleşmek için değil
Sadece hayatta kalmak için kullanan bir halkta.

Yüzümü göstermem
Tek başına ve çocuksu bir ses yükseltmem
Tamamen anlamsız.
Korkaklık sarmış etrafımızı

Diğerlerinin zulüm altında öldüğünü görerek,
Garip bir farklılığa hapsolarak
Ölürüm ben de işte ve bu bana çok acı verir.

PASOLİNİ’NİN CANLANAN İMGELERİ




Pasolini’nin filmlerindeki şiirselliği anlamak için birtakım görüntüleri gözümüzde canlandırmakla işe başlayabiliriz. Örneğin, Pasolini’nin çocukluğunun büyük bir bölümü­nün geçtiği Friuli bölgesindeki Casarsa istasyonunda bekleyen bir yük vagonu. İnsansız bir fotoğraf. Plat­formun yağmurdan ıslanmış parlayan yüzeyi. Pier Paolo sanki büyük kentlerin yalnız insanlar kalabalığı­na karışmak üzere buradan yola çıkmış. Bütün insansızlığına rağmen böyle bir istasyondan yola çıkan bir gencin belleğinden hiç silinmeyecek bir gücü var bu görüntünün. Pasolini’nin belleğinden silinmeyen bu ve buna benzer çağrışım gücü eşsiz görüntüler, onun Friuli yaşantısıyla ilgili şiirlerinin zengin bir esin kay­nağı olmuş olmalı. Friuli bölgesi, Casarsa... Bu kırsal dünyanın doğası ve insanları. Pasolini’nin Roma’da yaşamaya başladıktan sonra da büyük bir özlemle hatırladığı bir dünya.

Ancak Pasolini’nin yazacağı şiirlerde, çevireceği film­lerde onun dünyaya bakışını belirleyen başka bir kay­naktan söz etmeliyim filmlerindeki şiirsel görüntülere geçmeden önce:

Partizanların boyunlarına bağladıkları gibi
kırmızı bir mendil ve çanağın yanında,
külrengi toprağın üzerinde,
iki sardunyanın değişik kırmızısı,
Orada yatıyorsun; sürülmüş, katolik olmayan
o katı inceliğinle, adın yabancı ölülerin
listesine yazılmış: Gramsci’nin külleri...

Pasolini, Gramsci’yi 1948/49 yıllarında keşfetmiş ve kendi konumunu açıklığa kavuşturma olanağını onu okuyarak bulmuş.

“Gramsci aracılığıyla (doğuştan ya da seçerek küçük burjuva olan) aydının Komünist Parti ile yığınlar ara­sındaki konumunu, yani sınıflar arası bir uzlaşmada gerçek eksen olabileceğini anlamış oldum. Daha da önemlisi, kuramsal bir düzeyde, kırsal kesimin, köylü­ler dünyasının devrimci bir perspektif içindeki önemini yeniden kavradım. Gramsci’nin yapıtlarındaki titreşim benim için belirleyici olmuştu.”

Pasolini Roma’ya yerleştikten sonra da şiirlerinin ve romanlarının kaynağı, bir anlamda, köylü dünyasının büyük kentteki bir uzantısı olan ve kenar mahallelerde oturan alt-proletarya ye ayaktakımı insanlar oldu. Sanayileşmiş burjuva İtalyanlarla sanayi öncesi kırsal İtalya’nın kentlere göç etmiş ve bu yüzden organik ortamından kopmuş yoksul insanları aynı kentte yaşıyorlardı. Pasolini bu durumun yarattığı çelişkileri din­meyen bir öfkeyle dile getiren ve her zaman ezilenlerle dayanışma içinde olan dürüst bir tanığı oldu. Kendisi Marx’ı, Freud’u bilen, çağdaş düşüncenin kaynakları­na inmiş parlak bir entelektüeldi. Ama onun ezilenler­le bu dayanışmasını devrimci açıdan olumlu kılan Gramsci’nin insan sevgisiyle ilgili görüşleriydi. Büyük İtalyan düşünürünün bu yanını Trevor Griffiths adlı İngiliz oyun yazarı İşgaller (Occupations) oyununda şöyle açıklar:

Ah yoldaş, ah! Uç bir şey sevgi kadar önemli değildir,.. Dünyada hiç bir şey. Çocukluğumda bu vücutta beni hiç kimsenin sevemeyeceğini düşünürdüm. Bu düşünce, hiç bir zaman sevilemeyeceğim düşüncesi değişmez bir gerçek, bir saplantı olarak gitti. Belki de bu yüzden ben de yığınlarla karşılaştığım zaman aynı tepkiyi gösterdim. Senin az önce söyledi­ğin gibi, "kullan onları dedim, işe yaramaz hale gelinceye kadar kullan. Sonra bir yana at, yenilerini getir, Sonra kendi kendime düşündüm. Bir insan kimseyi sevmemişse yığınlarla nasıl bir bağ kurabilir. Bir insan tek bir kişiyi bile yürekten sevmemişse bir topluluğu nasıl sevebilir? İşte ancak o zaman yığınları insan olarak sevmeye başladım, ancak o zaman onları her birinin ayrı ayrı özellikleri olan bireyler olarak sevdim. Bunu,., sevgiyi.,, küçük burjuva idealizminin bir hastalığı olarak görüyorsan, yanılıyorsun, Devrimin yaratmaya çalıştığı yeni düzenin siyasal sağlığını güven altına alacak diyalektik ilişki, yönetenlerle yönetilenler, öncülerle yığınlar arasında tek doğru diyalektik ilişkidir sevgi..."




‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’





Kırmızı bir bez, direnişçilerin

boyunlarına sardıkları gibi,

ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.

Burada sürgündesin, katolik olmayan

o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : gramsci’nin külleri.. Umutla

kuşku arasında varıyorum mezarının başına,

rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünün özgür insanlar arasında

kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,

daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında

esrik bir ortam yaşama…)

Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede

yanıldığını- ama nasıl da haklı

olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde

kaleme almakla son yazılarını.

İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan

bir mülke bağlı bu ölüler

eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları : ve –aşağı mahalleden-

gizliden gizliye yükselen

boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.

İşte buradayım ben de… yoksul, üstümde

vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle.

bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım : böyle avarelikler git gide

azalıyor yaşam kavgası içinde;

ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

seviyorum, tıpkı vaktiyle

şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi

sardığında ondan nefret ettiğim gibi:

ve şimdi –seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,

neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?

Senin tutarlığınla olmasa bile dayanamıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,

bir şey istemeden yaşıyorum : loş utancında

bilincimin –tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı

severek…


PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : REKİN TEKSOY, 
NİSAN Yayınları, Ekim 1993, 32 Sayfa..

II Privilegio di Pensare / Düşünmenin Ayrıcalığı



Ah! İçine çekilmek ve düşünmek!
Söylemek kendime, burada, şimdi, düşünüyorum —
- oturmuş bir koltuk üstünde, dostça bir pencerenin yanında.
Düşünebiliyorum!
İnsan kılığında bir hayvan — bir çocuk
gönderilmiş yeryüzüne, yapayalnız...
işe gidiyorum, kazanmak için hayatımı...
Bir şair, bu doğru,
fakat şimdi bu trendeyim... tıka basa dolu...
yorgunluktan bembeyaz,
terliyorum aylığımı burada...
Fakat düşünüyorum. Düşünüyorum dostça bir köşede,
...yolculuk boyunca, emilmiş
düşüncelerimin içine, arayarak sonsuz dersler,
yalnızca bir dize için, dizenin bir parçası için...


(La religione del mio tempo'dan)

PİER PAOLO PASOLİNİ

GEÇMİŞİN BİRİKİMİYLE ÇAĞI YANSITMAYI 
DENEYEN BİR SANATÇI


Pier Paolo Pasolini, ölümünden yıllar sonra (17 yıl sonra) hala güncelliğini koruyor.
Bu ilgi çekici İtalyan sanatçısının, bu kendine özgü yazar, ozan ve sinemacının çağımızın en özgün sinemacılarından biri olduğuna hiç kuşku yok. Sinemaya geçtiğinde yaşı 40’a ve ünü tüm İtalyan aydınlarına ulaşmıştı. Alberto Moravia daha o zaman­lar onu “20. Yüzyılın ikinci yarısının en önemli İtalyan ozanı” sayıyordu. Ama o, bu yepyeni serüvene atıl­maktan çekinmedi. Çünkü sinema, ona göre “gerçeğin yazılı diliydi”. Böylece, insanlık tarihinin en ünlü efsa­nelerini, tarihten süzülüp gelen dinsel veya din-dışı metinleri, ünlü söylence, masal veya romanları, klasik edebiyatın kilometre taşı olmuş yapıtlarını perdede görselleştirirken, bunlara o çok zengin kişisel fantazmalar, düşler ve hayaller dünyasından gelen görüntü­leri, benzersiz bir erotizmin sinemasal yansımalarını da kattı. Ve tüm bunlardan, insanoğlunun en ilkel çağlarından gelen kimi masal ve efsanelerden, günümüz insanı için son derece geçerli, giderek yaşamsal mesaj­lar çıkarmasını da bilerek...



Sineması, ilk başlarda, biraz kaçınılmaz biçimde İtal­yan Yeni-Gerçekçiliğinden esinler taşıyordu: “Dilenci- Accatone”de Vittorio de Sica ve bir ölçüde de Visconti’nin etkisi belirgindir. Anna Magnani’den olağanüstü bir oyun aldığı “Mamma Roma” (1962), biraz Roma’ya, biraz da adı Yeni Gerçekçilik’le birlikte anı­lan bu büyük oyuncuya bir saygı duruşu gibidir. Ama bu filmde, katı gerçekçiliğin yanısıra, Bunuel’i anıştı­ran gerçek-üstücü öğeler de vardır. Bunu izleyen “Aziz Matyas’a Göre İncil-Il Vangelo Secondo Matteo”, Pasolini üzerine hala süren tartışmaların ilk ateşleyici­lerinden biri olur. Tümüyle dinsel bir metne dayanan (ve bu metni hiç değiştirmeyen) bu film, Hıristiyanlığın yepyeni ve bir Marksist gözüyle görülmüş bir yorumu mudur? (Pasolini, baştan beri kendisini Mark­sist olarak tanıtmıştır.) Matyas’ın zaten kimi tartışılan öğeler içeren Hıristiyanlık yorumunun din-dışı, giderek din-düşmanı bir yönetmen tarafından Hıristiyanlığı küçük düşürmek, aşağılamak, gülünçleştirmek için yapılmış bir yağması mıdır? Bu filmde Hıristiyanlığa yaklaşmadaki, Roland Barthes’ın deyimiyle “Pasolini’ye özgü naiflik” herkesi tedirgin eder: bu filmi hangi düzeyde, nasıl “okumak” gerektiğini kimse bilemez. Ama bir şey kesindir: Pasolini için “kutsal olan” ayrı bir önem taşımaktadır. Tüm sanatı, insanlık tarihinde­ki ve insanoğlunun kişiliğindeki kutsallık duygusunu ortaya çıkarmaya adanacaktır. O, kutsal kavramını ve duygusunu reddetmeyen, tersine önemseyen bir Marksisttir, bir tür Marksisizmle dini (Hıristiyanlığı) bağdaştırma savaşçısı.


Peki, bu olanaksız gözüken bağdaştırma tutkusu nereden gelmektedir? Yanıtı en iyi yine kendisi verebilir sanatçının: “Kutsal olan, gerçek olandır. Asıl gerçekçiliktir, benim ön uğraşım olan bir şeydir. Bütün eserlerim, insan varlığının kutsal olanla bağıntılarına ve gündelik yaşam içindeki kutsallığın araştırılmasına yöneliktir. Kapitalist-burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı, ama her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkabilen bir şeydir bu”. Bu sözlerle, dinleri “toplumların afyonu” olarak niteleyegelmiş klasik Marksist görüşün çelişkisi, kuşkusuz açık bir biçimde ortadadır. Ne var ki Pasolini, bir yandan, eski  Roma’dan beri ve Rönesans’tan geçerek insanoğlunun tarihe armağan ettiği en güzel şeylerden bir bölümünü yaratan bir ırktan gelmektedir. Öte yandan, aynı ülke, yani İtalya, İsa’nın öğretisiyle yoğun biçimde içiçe yaşayan, Hıristiyanlığı ve inancı - daha düne kadar - gündelik yaşamının her anına sindirmiş koyu katolik bir toplumdur. Ve bu ülkenin Marksistinin bile, halkların kültürüne yüzyıllardır o denli sinmiş olan kutsal kavramını, kutsallık duygusunu tümüyle bilmezlikten gelmesi herhalde mümkün değildir.


Pasolini, bir yandan marksizmle Hıristiyanlığın temelde olanaksız evliliğini düşlerken, öte yandan gerçekle ve gerçekçi bir tavırla her türden mitos, masal, efsane ve söylenceleri birleştirmeyi denedi. Halkların çağlar boyu yarattığı ve kimilerince “ilkel” diye dudak bükülen kültürleri özenle incelendi Bu alanda Levi-Strauss’un kuramlarının sanki sinemadaki yansıması oldu. Pasolini sanatını dikkatle irdeleyen Dominique Noguez şöyle diyordu: “-Bu gerçekçilik ve düşsel mitoloji, modern heykel sanatı ve yapay tarih-öncesi karışımları, bu alt-proleter peri masalları ve üçüncü dünya döküntüleri, bu karmakarışık ve abartılmış egzotizm, bu işçi mahallesi Fellini’si veya Fas Ayzenştayn’ı uslûbu... İşte tüm bunlar, Pasolini’nin kişisel anlatımını oluşturur. Ve bu anlatım için artık yeni bir sözcük vardır: Pasolini vâri... Şimdi bu yaklaşımın Pasolini sinemasındaki izdüşümlerini görelim.


The Canterbury Tales (1972, Pier Paolo Pasolini)











Canterbury Tales filminde
 Pasolini, Geoffrey Chaucer
rolünde













Ölüm


“Diri diri yakılan,
Bir kamyon lastiği altında ezilen
Çocuklar tarafından bir incir ağacına asılan
Ama hala alınacak yedi, sekiz canı bulunan
Bir kedi gibiyim.

Çünkü ölüm,
Başkalarıyla iletişimde bulunamamak değil,
Anlaşılamamaktır başka insanlar tarafından…”



PASOLİNİ VE ÖLÜM

Frammento Alla Morte / Ölüme Fragman

Senden geldim ve sana dönerim...
Yürüdüm ışığında tarihin
fakat, varlığım sürekli
senin egemenlik kurucu
düşüncen altında...
Ve hayat gerçekti yalnızca güzel olduğunda...
Sen tecrit edersin beni, sen verirsin bana
hayatın kesinliğini...
Dönerim sana, döndüğü gibi
bir göçmenin kendi ülkesine...
Sahip oldum her şeye, bugüne dek, istemiş olduğum:
geçtim ötesine böylece dünyanın belirli umutlarının...
sen buradasın, içimde, doldurarak zamanımı - ve bütün
zamanları.
Rasyonel oldum ve irrasyonel oldum:
en derininden.
Ve şimdi...
Afrika benim tek seçeneğim...

(P.P. Pasolini, “Ölüm’e Fragman”dan)


Pasolini’nin hayatında ve bütün eserinde, şiir, nesir ve özellik­le sinemasında ölümün, ölüm düşünce ve duygusunun önemli rolü vardır. Doğduğu, çocukluk ve gençliğinin geçtiği ortam (fa­şist ve zalim İtalya düzeni, üst komşu Nazi Almanyası’nın Avru­pa’yı kasıp kavurması, kanlı İkinci Dünya Savaşı); genç yaşta kar­deşinin direnişçi iken, dost saydığı güçlerce öldürülmesi; babası­nın Birinci Dünya Savaşı dahil, bütün savaşlarda asker olarak ve sonradan faşizm sempatizanı olarak (ki bu onun Kenya’da hapse­dilmesini de doğurmuştur) yer alması; kendisinin genç yaşta kö­keninden (Frioli’den) kopartılıp, Roma’ya göç etmek zorunda kalması; kendine özgü inanç dünyasında Hz. İsa’ya, onun çarmı­ha gerilmesine yüklediği anlam ve benzeri olgular göz önüne alı­nınca, Pasolini’nin sürekli ölüme odaklı kalmasını anlamak güç olmasa gerek.

Gençlik dönemi şiirlerinde, özellikle Le meglio gioventu (En İyi Gençlik) ve Usignolo della Chiesa Cattolica (Katolik Kilisesinin Bül­bülü) kitaplarında ‘karanlık bir estetik atmosfer’in varlığı açıktır.

Le meglio gioventu'da yer alan şiiri “II Dia Da La Me Muart”da (Ölüm Günüm), “bir kentte.../yapraklar renk değiştirdiğinde/düşüp öleceğim” diyerek, çok önceden kendi ölümünün kehânetinde bulunur.

Usignolo'da, Roma’ya ‘sürgün’ göçü sonrası dile getirdiği bildik ve tanıdık dünyasını yitirme duygusunu vurgular.

Düzyazı eserlerinde de ölüm teması sürekli gündemdedir. Ragazzi di vita (Hayatın Çocukları), Una vita violenta (Şiddet Dolu Bir Hayat), Sogno di una cosa (Bir Şeyin Rüyası) romanlarındaki kahramanlar hep genç yaşlarında ölür ya da öldürülürler.

* * *

Sinemasındaki ölüme gelince:

Daha başlangıçta, kendi sinema teorisiyle ölüm arasında ayrıl­maz bir bağ kurar. O’na göre, sinemada ‘montaj’, gerçeğin, haya­tın sürekliliğini keser, diğer bir deyişle, sinemada montaj, hayat­ta ölümün yaptığı şeyi yapar. Burada bir anlamda, ölümden son­ra gelen ‘istikrar’a, hayatta iken, yaşarken sürekli karşı karşıya bu­lunulan belirsizliklerin, değişikliklerin ve onların yarattığı tedirginliklerin, vb. ölümle birlikte bir sona varmasına, bir ‘huzur’a kavuşmaya vurgu yapılır.

Pasolini’nin kendi ölümüne ilişkin bir başka ilginç ve neredey­se bire bir çakışan kehaneti, 1970 yılında yakın dostu Sergi Citti’nin Ostia adlı filmi için yazdığı senaryoda ve filmin afişinde kendini gösterir: Filmin afişinde, demir bir bastonla öldürülmüş ve cesedi bir plajın üstünde bırakılmış -üstelik Ostia plajı- (Paso­lini’nin cesedinin bulunduğu yer) bir erkek görürüz.

Pasolini kendisindeki ‘ölüm düşüncesi’ni bir yerde şöyle açıklar:

“Bende sürekli her şeye karşı çıkan, trajik bir düşünce var: ölüm düşüncesi. İnsana gerçek büyüklük sunan tek şey, onun ölümlü olmasıdır... Diğer bir deyişle, insanın yegâne büyüklüğü onun trajedisidir”.

J. Halliday’le yaptığı söyleşide de ölümü, “epik ve mitik olanın en yükseği” olarak değerlendirir.

1967 sonlarına doğru, Edipo re filmi döneminde, Cineforum’da (Ekim 1967) yayınlanan bir konuşmasında sinema ve ölüm ilişkisine şöyle vurgu yapar:

“Yalnızca ölüm ânında, o noktaya kadar çözümlenemeyen, belirsiz ve ertelenmiş kalan hayatımız gerçek bir anlam kazanır. Bu nedenle montaj, ölümün hayatta oynadığı rolü sinemada oynar.” 

Pasolini’nin filmlerinde ölüm âdeta kol gezer.

Karakterlerinin büyük bir bölümü, kısa hayatlarını ölüme kar­şı mücadeleyle geçirir ve sonunda ona yenik düşerler:

Accottone' de Vittorio ölür; Mamma Roma' da Ettore ölür; La Ricotta'da Stracci ölür; II Vangelo'da Hz. İsa çarmıhta ölür; Edipo re’de ölen ölene; Porcile'de Julian’ı domuzlar yer, vahşi çete lideriyse çar­mıha gerilir. Medea’da prenses ölür; Medea, Jason’dan olan çocuklarını öldürür. Trilogia della vita’da (Hayat Üçlemesi) biraz nefes aldıran ölüm, Salo'da bütün haşmeti ve ürkünçlüğüyle geri döner.


*
Selahattin Yıldırım
"Pier Paolo Pasolini"
kitabı

"Hayatı şiddetle, ümitsizce seviyorum.

Sanıyorum bu şiddet ve ümitsizlik beni sona taşıyor.

Bu hayat aşkı bende, kokainden daha beter bir alışkanlık haline geldi.

Sınırsızca, sonsuz bollukta var bu ve hiçbirşeye malolmuyor.

Ve bir nefeste tüketiyorum onu.

Nasıl sonlanacak bilmiyorum."

Pier Paolo Pasolini