İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK
Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana,
yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı
altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan
donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş
dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri
bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat
değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu
ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri,
dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık
fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar,
tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla
ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık)
kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.
Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez
milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne
yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca
yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha
da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun
süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş
geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği,
bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne
kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi
anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.
İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir
temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere
Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız
bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan
birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların
arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık
da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey
bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa,
bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki
ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili
olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi
güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları,
fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın
öyküsünde saklı.
Fosiller, kendimizi öğrenmek için
başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım
genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü
bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez.
Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi
çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.
Planlama ve şansa bırakma arasındaki
bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş
hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama
yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha
paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara
götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi
çöpe de atabiliriz.
Sahada karşılaştığımız durumlar, en
iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel
soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda
anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini
tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama
şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de,
kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin
sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin
soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların
kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını
bulup çıkarmaya.
Saha paleontologları, yeni kazı
yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir
çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler
sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey
biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan
çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla,
evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile
bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya
türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.
Tüm bu derlemelere rağmen, önemli
fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz.
Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların
üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp
çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar
alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile
dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak,
asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.
Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının
ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun
birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru
yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu
bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım
öykü de bununla ilgili.
Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki
büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek.
Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365
milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat
birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum
için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım,
beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin
gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.
İlk bakışta, bu iki ortamı
birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları
inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen
şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen
olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle
rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da,
kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte
bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde,
yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır.
Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların
dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş
pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde
geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu
katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların
üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra,
parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden
oluşturmak mümkün.
Bu kaya katmanlarının içindeki
fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen
farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya
sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık.
Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki
katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst
katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar,
onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve
bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu.
Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir
bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını
görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve
içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya
getirmemiz gerekir.
Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak
böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle
bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan
türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye
benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya
katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize
yarayabilir.