Tohotaua




Tohotaua ender rastlanan güzellikte, Markiz Adaları yerlisi genç bir kızdı. Yelpazeli Genç Kız ve Contes barbares adlı tablolar dahil pek çok resme modellik etmişti. Bazıları onun büyücü Haapuani’nin karısı olduğunu iddia eder. Diğer yandan bu kızın Gauguin’in yatağını paylaşıp paylaşmadığıysa bilinmemektedir. Bununla beraber, bu fotoğraf Gauguin’in evinde çekilmiştir ve arka planda duvarda asılı duran çalışmaları görmek mümkündür. Bayan Holbein ve Çocukları adlı tablonun yanı sıra Edgar Degas’nın Dansçılar ve Soytarı, Pierre Puvis de Chavannes’ın Umut adlı tabloları da seçilebilmektedir. Bu kanıtlar Gauguin’in başkalarının yaptığı resimlere olan ilgisinin sürdüğünü göstermektedir. Tahiti’ye giderken yanında çok sayıda tablonun kopyasını da götürdüğü bilinmektedir. Gauguin’in bazı kompozisyonlarını doğrudan o kopyalardan almış olması onun yalnızca geleneksel Avrupa resim sanatına duyduğu ilgiyi değil, aynı zamanda bu ilgiyi açığa vurmaktan korkmadığını gösterir. (kaynak: Cennete Kaçış)

Aita tamari vahine Judith te parari


CAVALI ANNAH

Gauguin, aslında yarı Sri Lanka (şimdiki adıyla Seylan) asıllı ve yarı Malaylı olan Annah’ın bu
portresini 1894’te Fransa’dayken yapmıştı. Kendisinden haber almayı sürdüren Danimarka’daki
ailesinin nefretine rağmen, bu on üç yaşındaki kıza delicesine sevdalanmıştı. Daha da ileri giderek
resme, sağ üst köşede görülebilen Tahitice bir başlık eklemişti. Aita tamari vahine Judith te parari
şeklindeki başlık “Küçük kadın Judith henüz bekâretini kaybetmedi” anlamına gelir. Bu sözler yalnızca Annah’ı değil, tanıdığı başka bir genç kız olan on iki yaşındaki Judith Erikson-Molard’ı da kastetmektedir. (kaynak: Cennete Kaçış)

la Orana Maria

Resmin altındaki kutuda yazan la Orana Maria, Tahiti dilinde “Seni selamlıyoruz Meryem” anlamına gelir. Bunlar Melek Cebrail'in, Meryem’e söylediği sözlerdir. Önde omzunda bir çocukla görülen Tahitili kadın, Meryem’dir. Hem kadının, hem de çocuğun başlarını çevreleyen birer hale vardır.


Melek Cebrail arka planda solda, kısmen ağaçların ardında kalmış olarak görülebilir. Gauguin’in Hristiyanlıkla ilgili konuları tasvir biçimi geleneksel Avrupa resminden çok şey almıştı. Bununla birlikte giysiler ve ön plandaki egzotik meyveler, resmi böylesi Avrupalı özelliklerden uzaklaştırır. Meryem’in karşısındaki iki kadın figürü de Budistler’e özgü dua pozisyonunda durmaktadırlar. Bu tablo Gauguin’in konuyu simgesel bir şekilde yorumlamasının yanı sıra, o dönemdeki çelişkili dinsel etkilerin bir ifadesi olarak görülebililir. (kaynak: Cennete Kaçış)

AREAREA



Bu tablonun adı Tahiti dilinde “eğlence” ya da “mutluluk” demektir. Bu sahne muhtemelen akşam saatlerini yansıtır. Ağacın altında oturan iki kadının arkasında, Tahiti ay tanrıçası Hina’nın heykeli altında oturan üç kadın daha görülmektedir. İki kadından biri flüt çalarken, beyaz elbiseli olan diğeri izleyicinin gözünün içine dik dik bakar. Ön planın büyük bölümünü kaplayan turuncu renkli köpekse simgesel bir anlam taşır, bazı eleştirmenlere göre kötülüğü simgelemektedir.

Gauguin’in yaptığı Tahiti resimlerinin en çok başarı kazananlarından biri olan bu tablo, ressamın adaya gelişinden bir yıl sonra yapılmıştı. Tabloda kontrollü olarak kullanılan renk ve kompozisyon, bir uyum etkisi ortaya koyarken, köpek ve dik dik bakan kadın bir gizem ve gözdağı duygusu vermektedir. (kaynak: cennete kaçış)

Oviri moe-ahere



Gauguin resimleri ve heykelleri için Tahiti putlarından alıntılar yapmıştı. Bunlar çoğunlukla hayali figürler olup kısmen Tahiti putlarından esinlenmekle birlikte, Paskalya Adaları ve civarında bulunan taş heykellerden bolca yapılan uyarlamalar da vardı. Oviri moe-ahere adlı ölüm tanrıçasının figürlerini resim ve heykellerinde kullanan Gauguin için, bu figürün mezar taşına konulmasını isteyeceği kadar özel bir anlamı vardı. Bu dileği ancak 1973 yılında gerçekleştirildi.
(kaynak: Cennete Kaçış)

*
Oviri için:

SADE'IN TAŞLARA DÜŞEN GÖLGESİ


1999 yılının yazı, her zamanki gibi iz sürmeler üzre geçti. Güney Fransa’da, Provence yöresini kateden yan damarları, köyler arasında örümcek ağı kuran küçük ve sessiz yolları arşınlarken, bu avuçiçi kadar bölgede yoğunlaşan sıradışı konukları, bölgenin yerli ve yabancısı onca insanı zihnimin albümünde buluşturdum: Giono ve Char, Petrarca ve Heidegger, Cezanne ve Handke, Nostradamus ve Sade gelip önümde dipsiz bir atmosfer oluşturdular. Marquis’nin şatosuna bir gün gitmeyi, 1974’te, Gilbert Lely’nin nefis yaşamöyküsü çalışmasını okurken kafama koymuştum, 25 yıl içinde imgesi belleğimin derinlerine çökmüş, yıkıntıları biraz daha dağılmış, taşlara yalnızca gölgesi düşen hayalet iyice geri çekilmiş. Luberon Vadisi, Sade’ın yörede yaşadığı dönemden iki yüzyıl sonra, teknolojinin birkaç işareti sayılmayacak olursa, hâlâ zamanaşırı bir görünüm taşıyor. Sıcağın alnında vadiden tepeye tırmanıyor, Şato’nun eteğindeki, bir köy kilisesiyle yaklaşık bir düzine hanenin yer aldığı noktaya açılan kapının önünde duruyorum: Keçiler kapısı. O andan başlayarak egemenliğini koyuyor taş, taşlar.


Daracık, tek bir sokak geçiyor ortasından koyun. Tepenin öteki yamacından aşağı kıvrılıyor ve birkaç adım sonra kayboluyor. Tam ortayerinde, birkaç basamakla bir sekiye, oradan birkaç basamakla bir başka sekiye geçince beliriyor ürpertici siluet ve gökyüzünü ani, sert açılarla yırtıyor, parçalıyor. Onu tutmak, kavramak, gözünün arka perdesinde yerliyerine oturtmak için büyük bir huzursuzluk içinde hızla yer değiştiriyor, sanki ondan, üzerime kapaklanmaya davranan cüssesinden böylece kurtulabileceğim duygusuna kapılıyorum. Güneş de tıpkı benim gibi, aynı saklambacın ebesi. Neden sonra, yakınına sokulup taşlarına dokundukça anlıyorum ki: Canlı değil. Gene de kesin, beni sakinleştiren bir izlenim sayılamaz henüz bu, içimdeki kıpırtılar, şüphelerim tamıtamına silinmeden adım atmamak konusunda uyarıyor beni. Bir yandan da, aynı anda, şaşkınlık içindeyim, kendimi bu türden bir sanrıya, bir düşlem boyutuna hazırlamamıştım ki buraya gelirken - anlayamıyorum.


Anlayamıyorum: Bir şato, eski sahibinin neden ruhunun sancılarıyla harekete geçsin?
Güneş başıma geçmiş olmalı.


Bir eğretileme kurmuş olmamda tuhaflık yok, diyelim ki Sade ile şatosu arasında bağlar görmek bir dereceye kadar anlaşılabilir bir imgelem oyunu sayılabilir» Ama taşların kıpırdadıkları, görünür görünmez biçimde hareket ettikleri sanısı tuhaftan da öte: Yavaş yavaş kayıyor olabilir miyim: iz sürmenin tehlikelerini terketmiyorum diyemem bir süredir: Montaigne'den Port-Bou'ya geçerken yaşadığım odak kırılmaları içimde ürpertiler doğurmuştu. şimdi bir adım daha atmaya mı yöneliyor aklım?


Çarçabuk toparlanıyorum, silkinip. Mekanın etrafında yürüyerek tırmanarak. Durup soluklanarak dönerken Şato sahibinden kopuyor, nicedir ortayerine çöreklenmiş yalnızlğını gelip çarpıyor, Anlıyorum ki, bir vakitler Sade'ın, sonra başkalarının içinde yaşadığı bu kütle çözülmüş haliyle artık bir in değil, bir cin: Hayatın örgüsü sökülmüş ve dağılmış, içine hapsettiği şamanlar buharlaşıp gitmiş, geride kalan yıkıntılar yıkıntıdan öte bugün: Burada bir yontu var karşımda kendiliğinden yontuya dönüşmüş, terkedildiği için Anıtlaşmış bir yan yapı - onu onarmamak, eski haline döndürmemek ufalanıp hepten yitene dek böyle kalmasını, kalakalmasını sağlamak gerek.


Yazı ve Fotoğraflar: Enis Batur


*
Batur'un Acı Bilgi kitabında yer alan Sade metni için:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/sade-marquis-de.html

*
La Coste: Sade'ın Şatosu
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/la-coste-saden-satosu.html

Bak sen, o da benim gibi bu noktaya gelmiş!

Guillaume, Flaubert'in bir cümlesini yazmış:

 “Ne çığlıklar, ne çırpınmalar var artık, sadece düşünceli bir bakışın sabitliği.” 

Bak sen, o da benim gibi bu noktaya gelmiş!

Sanki zaman kendini topluyormuş gibi; sanki şimdi gitgide daha sessiz, akıcı, hayvansı oluyor. Boş boş bakmayı, merdivenlerde amaçsızca oturmayı, duvarlara, kapılara, yerlere, pencerelere gözlerimi dikmeyi seviyorum. Avludaki sarmaşığa sokuluyor, öbür yanının karanlığını ve sinsi zehrini hissediyorum. Gül ağacının kapalı kalış süresini, yaprakların fırça darbelerini gözetliyorum. Yaşamsızlığın bir yaşamı var mıdır? Bu saçma dinginliğin bir amacı? Yanıt yok, aslında soru da yok.

Sollers / Stüdyo

tedirgin



...sana verebilirdim oysa aradığın aşkı;

bunu yorgun ve kuşkulu gözlerin söylüyordu,

aradığım aşkı verebilirdin bana.

Hissetti ve aradı birbirini bedenlerimiz

anladı bunu kanımız ve tenimiz.

Ama ikimiz de saklandık, tedirgin.

#Kavafis

Tom of Finland


BUGÜN BİR NİHİLİST BİR BUDALADIR DA…

Günümüzde nihilist nedir? Budalanın teki. Bir zamanlar pek revaçtaydı, isimler tanınıyordu, aktif olumsuzluk kara elmas gi­bi parlamıştı, acılar yaşandı, baskılar, odun ateşinde yakılanlar, tutuklamalar, delilikler, intiharlar. Fakat günümüzde, yalnız ki­şiliksizler ve mahzun müsveddeler tatlandırıcı ve hımbıl bir şeytana uyuyorlar. Zavallı adam bir çatlak olduğunu öğrenmiş ya da öyle olduğuna inanmıştır, dolayısıyla bütün hayat bir yı­kılma sürecidir, tutunacak tek dal olarak buna inanır, bilinçli bi­çimde buna bağlanır ve kendini yıkar. Etrafı saran yoğun konformizmin pek işine gelir bu durum. İçki içer, boş boş dolaşır, ai­lelerin toplumsal piyasasında kötü örnek diye gösterilir, her şeyle dalga geçer, genel budalalık hoşuna gider, şikâyetçidir, sız­lanır, saçma hikâyeler uydurur, alay ettiğini sanır, saçmalıklara ya da acıklı filmlere hayranlık duyar, Kuşkulu, içe kapanık, tu­tuk, cimridir; daima paradan konuşur ya da meteliksizlikten yakınır, her başarının altında bir kusur bulur, kadınları, dostlarını, kendisini rahatsız eder; üstelik bunu gergin ve hırçın bir biçimde yapar. Dilediği zaman kendini öldüreceğini söyler ama ihtiyarlar, çürür, gevezelikle vakit geçirir.

Bu bir kızsa erotik spiritüalist olur, aşk bakımından çıkış olmayan bir ideale saplanır, artistlere ateşli saçma mektuplar gönderir, gönderdiği mektupların zarflarına rujlu dudaklarının izini çıkarır, cep telefonlarına durmadan mesaj atar, inatçı ve ısrarcıdır, gerçeği inkâr eder, kendini anlaşılmamış bir tanrıça gibi görür, katılaşır, bayat genç kız cambazlığını sürdürür. Bu bir er­kekse, yavaş yavaş kindar kızkurusuna dönüşür, maruz kaldığı haksızlıktan ve yenilgileri bıkıp usanmadan yineler, aynalara dehşetle bakar, gittikçe artan umarsızlığını gizler, herkesin ken­disi gibi aptal, kötü, tembel, renksiz, iğrenç olduğunu düşünür. Her kim olursa olsun, onun mutluluğunu ve özgürlüğünü önle­meye çalışacaktır. Biraz yeteneği varsa, enayi olmadığını göster­mek için o yeteneğini harcar. Hiç yeteneği yoksa, genellikle yok­tur, herkesi suçlamaya kalkar. Erkek kıskanç, uyuz, kurnaz, dalavereci, yapışkan, can sıkıcıdır. Kız kıskanç, uyuz, kurnaz, da­lavereci, yapışkan, can sıkıcıdır.

Erkek veya kız, ilişkiyi koparmaz, fırsatını bulup en iyi yer­den sokmak için yaklaşır. Sokmak: çalmaktır. Sokmak: akrep gi­bi. Bunun için rahatsız edici birkaç söz ve kötü niyet kullanmak yeterlidir. Kendi alanlarında pek etkilidirler, eşref saatini bekler­ler. Erkek sabırla dul kalmayı bekleyen kadınların saflarına ka­tılır; bu kadınların temel meşgalesi katlandıkları kocalarının ölümünü beklemektir. Budala nihilist elbette çok ahlâkidir, ger­çek kötülüğü beceremeyeceğinden ilişkilerinde bütünüyle bece­riksiz bir ahlâksız, çarpık, abuk sabuk, darmadağınık biri olur. Uyuşmaz, ödün vermez, küstahtır, şişinip abartan bir tiptir. Ne­den olduğu rahatsızlığın farkında bile değildir. Titizlikle hazır­lanmış güzel sözcükler, sertlik, sahte sevinç, eski rahiplerin bile benzini attıracak bir engizisyon iradesi, işte seyredin onu, yap­macıklı, coşuyor, göz kamaştırarak parlıyor. Hayatı cehennem­den ibaret olduğundan herkes o cehenneme dahil olmalıdır. As­lında ölmek, buna bir son vermek ister, yaşamanın ona yaraşmadığını düşünür. Gülerken çok güler, ağladığı işitilir. Birden özentili sesler çıkarır; bunlar aldatmayan (ah, bir kadın olsa, gerçek bir kadın, var olmayan bir kadın) seslerdir. Bir insan arar, kayıp insanın peşinde, kendi kura­lı budur. Bir tane bulduğuna inanırsa, ondan bir daha ayrılmaz, pohpohlar, sinirlendirir, küçük kıskançlık oyunları oynar, soğuk davranırmış gibi yapar, tekrar sokulur, alaycı bir kompliman ya­par, kan gibi, çok içlendiricidir. Aslında cinsellikle ilgisi yoktur, madem ki her şey cinselliktir. İyi niyete karşı kabalık.

Manyakça narsisizmi yüzünden, sanki hiçbir duyarlılığı, hiç bir doğal kavrayışı kalmamıştır. İç ezikliği duyar; bu yüzden do­ğal davranışın karşıtıdır. İlk başta kuşkucudur, ama gazetelerde ve dergilerde okuduğu her şeye inanır. Kokular, sesler, biçimler, renkler ve tatlar bilincinden uzaklaşır yavaş yavaş. Bir şeyler duyduğunu sanır, hiçbir şey işitmez. Okuduklarından hiçbir şey kalmaz aklında. Hatta gözleri görmez. Tat almak mı? Dili pas tutmuştur. Dokunmak mı? Elleri soğuktan uyuşmuştur. Kokla­mak mı? Burnunu çekip durur. Dans etmeyi hiç bilmez; hödü­ğün tekidir, aynı zamanda aşırı duyguludur. Çok alıngan, köle ruhlu, kinci, dalkavuk, ama zorba. Her şey onu tiksindirir, her şey kokuşmuştur, kendisi hariç her şey sahtedir, ama kendisin­den de kuşku duyar. Hiçbir şeyin karşılıksız olmadığına inan­mıştır, bu konuda çoğu kez haklıdır, ama yanılıyor. Bütün hayırlardan daha etkili bir evet vardır, hatta evetlerin çoğunluğu hayır olsa da. Kısaca, bizim budala kendisinden başlayarak her şeyi çekiştirir. Kutsal kitapların insanı kirlettiğine inanır; “maniheizm” (bu sözcükler N.‘ye ait, üstelik filozof “ahlâk hayata hayır der” demeye kadar götürür işi) zehirini almıştır.

Bunun karşılığında bize gereken:

 "Kısa, ani, gözünün yaşına’ bakmayan mutluluk.“

Yani:

 "Kanatlanmış ayaklar, zekâ, coşku, iyilik, büyük mantık, yıldızların dansı, zihinsel taşkınlık, Güneşin titrek ışığı - deniz perdahlanıyor - eşsiz güzellik.”

Burada, erkek ya da kadın budala omuzlarını silker, onun için bu sözlerin hiçbir anlamı yoktur. Hatta bu kadın ya da erkek sözleşmiş gibi bu sözleri gülünç bulur. Anne babaları ya da büyükbaba ve büyükanneleri gibi, köylüler, proleterler, burjuvalar ya da küçük burjuvalar gibi Pavlovcu cinsel refleksleri birden anti-aristokratik tepkiye dönüşür. Kaldı ki “özünde aristokratik olan"ın yaradılış ya da kalıtımla hiçbir ilgisi yoktur.

Peki, 'aristokratik’ olan nedir?

Şöyle: "Bir kelimeler mozaiği; öyle ki mozaiğin içinde her kelime ses kalitesi, cümle içindeki yeri, anlamıyla bütünün içinde sağa ve sola doğru etki yayar; işaretler enerjisinde mak­simum noktaya ulaşan işaretlerin sayı ve yayılım bakımından minimumu.”

Okudunuz mu? Evet, hayır. Ne diye okunacak bir şeyler ol­sun? Emin misiniz?

N.nin bir zaafı: okunmamaktan endişe duymak.


N*: Nietzsche


*
Philippe Sollers

Bulamayan Nilgün'ün Anısına

Aruoba - Yakın

Siyah ve Beyaz Gece

Genet: 

“ O, kendini bir sokak lambasına asacak cesarete sahipti!”

Gece, sokaklarda uzun uzun yürümüş nerval, kendini bir sokak lambasının direğine asmadan önce, gece siyah ve beyaz geçecek, beni beklemeyin demiş.

Fotoğraf / Yazı



Fotoğraf çekmek, şimdiki zamanın o an uçup gidecek gerçekliğini tutmak, bir yandan da aynı an’da birikmiş bütün geçmiş zamanları zaptetmek anlamına geliyor. Bir fotoğraf karesine sıkışan her gerçeklik kesiti, o fotoğrafı okumaya kalkışacak kişinin sözkonusu karenin çerçevesine giren öğelerle ilişkisine sıkısıkıya bağlı. Eskişehir’de çektiğim fotoğrafları kimse benim gibi okumayacak, okuyamayacak. Biricik anın biricik okunuşu. Tek tesellim fotoğraf çekerken fotoğraflarımın çekilmiş olması. Aynı anın iki yüzü içiçe geçtiğinde, iki sonsuzluk biribirilerine çarpar, onların çarpışmasın­dan üçüncü bir sonsuz doğabilir, ben hep bunu yazmak istedim.

 Andre Gide’in günlük tutarken bir anlamda fotoğrafa durdu­ğu, ‘poz’ verdiği söylenmiştir; yazmak zaten biraz öyledir, yazar metninden bütün bütüne uzak dursa bile diliyle, üslûbuyla fotoğra­fını çektirtir; ama, yaşamöyküsel kesitlemelere girişen bir yazar ay­na ile objektif arası kaçınılmaz ayar denemelerine girişmeye kalkıştığını bilir: Ne olursa olsun, her yazarın asıl ve tek konusu kendisi ile Dünya arasında merceğini oyalayan mesafedir.

Dokunmak Esastır!


Tam Eros'un çükünü avuçluyordum ki kenarda bekleyen güvenlik görevlisi “Dokunmak yasaktır!” dedi usulca, ben de “Dokunmak esastır” dedim Enis Batur'u hatırlayarak. Resme gelince, ona dokunmak değil, dinlemek gerekir. Zira göz dinler. (Claudel) 

(Arkas Sanat Merkezi Antik Anadolu Medeniyetleri Sergisi:
11 Aralık 2015 - 10 Nisan 2016 ) 


Şarkı Listesi



dünyalar güzeli, hayat dolu bir rastalı kız bir şarkı listesi yaptı bana. Archive'in again parçasını söylediği gibi uzun versiyonundan kulaklıkla son ses dinledim. Peter Gabriel'in my body is a cage parçasını da çok beğendim. Keza something in my heart da çok dokundu.   Lesley Gore'ın nostaljik şarkısı da kendisi gibi çok tatlı.. 

hissetmeyi unuttum ben, hissetmekten korkar oldum belki de, her şey gibi aşk'ın da içini boşalta boşalta bir his bırakmadım kendimde. Ama şarkılar ne güne duruyor öyle değil mi, 

teşekkür ederim... 


1


2


3


4


5




“İntihar Kasidesi”

*Kitaplık dergisinin bir sayısını karıştırırken
rastladım bu kasideler kasidesine:


"İntihar Kasidesi"

MAHMUT CELALETTİN PAŞA

Kim demiş kim nâ-revâdır intihar 
Hastaya en son devadır intihar

İntihar etmez de neyler ehl-i derd 
Mâhî-i derd ü belâdır intihar

Böyle bir eyyam çıkmazsa maaş 
Her fakire iktizâdır intihar

Çâre-i bî-çâregândır doğrusu 
Dense lâyık kimyâdır intihar

Kalb-i mahzuna teselli-bahş olur 
Feylesof- bî-riyâdır intihar

Hep koşarlar duymasın ehl-i maaş 
Nâzır-ı Maliye-sâdır intihar

Rişte-i ümidi kesdirmez göze 
Pek mühendis, zî-dehâdır intihar

Reh-nümâ-yı leyle-i endûhdur Ayda, 
yıldızda ziyâdır intihar

Şûle—i idrakden efrûhte 
Sanma vehm ü hulyâdır intihar


Nietzsche’nin Sorrento Yolculuğu (Kitap)

“Nietzsche’nin Sorrento’ya yaptığı yolculuğu onun sadece yurtdışına, İtalya’ya yaptığı ilk büyük yolculuk değil ayrıca onun hayatından ve felsefesinin o sıradaki gelişiminden de ilk gerçek kopuşudur. 


Sorrento’da Nietzsche; Wagnerci dönemini reddeder, felsefe ve filoloji eğitiminden gelen kazanımları yeniden ele alarak kendini modern düşünceye, tarihe ve bilime açar. Sorrento’ya dair notlarda bu konuyla ilgili bir çok açık pasaj vardır: ‘Daha önceki eserlerimin okuyucularına kesin olarak ilan etmek istiyorum ki eserlerime hakim olan metafizik-estetik tutumdan vazgeçiyorum: Bu tutumlar hoş ama savunulacak gibi değiller.’


Sorrento’da, pansiyonun ikinci katındaki, küçük bir portakal ağacı korusuna, biraz ileride denize, Vezüv Yanardağı’na ve Napoli körfezi kıyılarına bakan büyük odada; sonbaharın sessiz ve portakal kokan, öğlen güneşinin ve deniz tuzunun içine işlediği ışıklı öğleden sonralarında; arkadaşlarla yapılan yüksek sesle okuma akşamlarında ya da Capri’ye düzenlenen gezilerde, eskilerin denizkızlarını duyduklarını sandıkları bu topraklarda; hayatının ilk aforizmalarını -ki müsveddelerinin başlığı hala Sorrentiner Papiere’dir- yazmakla geçen o sabahlarda Nietzsche 
filozof olmaya karar verir.


Filozof Nietzsche’nin kendini evinde hissettiği yerleri belirtmek istesek, şuraları sayardık: Ceneviz, Nice, Sils-Maria, belki Venedik ama Basel değil, kesinlikle Naumburg değil, Bonne ve Leipzig de değil. Sadece turist olarak gezdiği bir dönemden bahsedecek olursak sadece Sorrento’yu sayabiliriz. Nietzsche’nin evde değil başka yerlerde olmak isteyen, yolculuğu, manzarayı, doğal ve sanatsal güzellikleri turist gözüyle takdir eden seyyaha özgü ruh halini deneyimlediği tek yolculuğu Sorrento’ya olan yolculuğudur.”


Bulantı

Sartre'ın Bulantı'sı, tam da 2. Dünya Savaşı öncesinde geçer. Bulantı çok önemli bir yapıttır. Her şey boğucudur. Engellenmiş bir durumu betimler. Sanki tarih hiç ilerlemiyormuş gibi. Herkes aynı şeyleri yineleyip durmaktadır. Sartre, konuşmaların nasıl gülünç bir tekrarla sonuçlandığını göstermek için Balzac'ın Eugenie Grandet’sinden bile yararlanır. Ve o meşhur park sahnesinde, bir ağacın kökünün birdenbire hiçliğin ortaya çıkışını harekete geçirivermesi… Sartre, sonrasında bu kökten şaşkınlıktan mahrum kaldı. Adeta ondan korktu. Bağlanmayı tercih etti, bu şaşkınlık duygusunun ortaya çıkışına güvenmiyordu. Bu, taşıması hiç de kolay olmayan bir şey. Eğer her gün yoğunluğu ya da bu kökten şaşkınlığını taşıyabiliyorsan, bu iyi bir şey. Ama insan uykuya dalabilir ve şöyle diyebilir: Kökten şaşkınlığımı başka bir zaman anımsayacağım..

Philippe Sollers

vincent


Korfman Kütüphanesi’nde (12.4.2013)

Queer / William Burroughs



William Burroughs’un külliyatında hiç “düz” kitap olmadığı için- hepsine Queer denilebilir- ikinci romanı da sapkınca tipiktir ve başlığının anlamını başarılı bir şekilde doldurur; homoseksü­el- aşağılayarak ya da gururla kullanılmıştır/ tuhaf, sahte, belirsiz/ kösteklemek, sinir bozmak, tedirgin etmek. Şüphesiz ki yazıldığı 1952 yılından basıldığı 1985 yılına kadar ve 25 yıllık şöhreti boyunca Queer hakkındaki her şey kafa karıştırıcıdır. Gözü kara bir şekilde kişiseldir ama aynı zamanda parıltılı bir şekilde politiktir. En vahşi fantazilerin içine dalan gerçekçi bu hikayenin içinde barındırdığı malzeme öylesine kararsız bir üslupla anlatılmıştır ki kahkaha ile mi yoksa dehşetle mi ulusan karar veremezsin. Gerçekten tuhaf bir tip, aynı zamanda ifşaların kitabı, esrarlı bir metin, Burroughs'un tamamlamadan terk ettiği otobiyografik bir utanç ve otuz yıl boyunca toprağın altına gömülü olarak bıraktığı bir sırdır. Hem baştan savma bir iş hem de ondan sonra gelecek olandan ağzımıza çaldığı bir tattır. Mide bulandırıcı Naked Lunch’a iştah açıcı bir ape­ratif. 

Gerçekten de Queer. 

 Oliver Harris

Boulevard (2014, Dito Montiel)





Boulevard (2014, Dito Montiel)





Yunanlar mı?


“Yunanlar mı? Günde dört ya da beşini çayırların üzerine ve yüzü koyun yatırıyorum. Güzel kıçlar, güzel yaraklar, güzel gözler, güzel diller, penisimin etrafında gidip gelenler, hey sersem!” 

Genet

Çomü Kütüphanesi’nde




gidecek başka bir yer yok, arama..
(15.10.2014)

Uyum / Yıkım

“ Uzun bir süre için sanat yapıtı söz konusu olamaz. Seçilemeyen yeni ezgilere kulak vermek için yakınmalardan sağırlaşmamış olmak gerekirdi. İçimde uyum sağlayan hiçbir şey yok neredeyse. Bakışlarım nereye giderse gitsin, çevremde yalnızca yıkım görüyorum. Dalgın duran kişi, bugün, insan doğasına aykırı bir felsefeyi ya da canavarca bir körlüğü gösterir.” 

(Günlük, 25 Temmuz 1934. Andre Gide)