YA ŞİİR YA HAYAT

"Şiirin içine edeyim"
 demişti Rimbaud ömrünün sonunda.
 "Şiir önemli değil"
 der bir dizesi Eliot'ın.
Ve Larkin: "Neden yazamıyorsun?
 Sen de benim gibi 
edebiyatın ne kadar önemsiz
 olduğunu mu kavradın yoksa?"


"Yazmadan yaşayamam" diyor
 karıştırdığım bir dergide
 gözlüklü, şişman bir budala:
"Ya şiir ya ölüm "

Marketten getirdiğim torbaları
 boşaltıyorum mutfakta 
Dışarıda tanıdık boz sincap 
bahçeye gömüyor fındıklarını,
daha kaç ay yaşayacağını 
merak etmeden hiç; 
çiçekler saksılarında duruyor.
Kuzey Denizi'ne doğru 
kayıyor yavaşça bulutlar.
Her şey tam, kararlı, dingin
ve ötesinde sözcüklerimizin.

*

Yol notları kitabından
Şavkar Altınel

Buz Denizi (Caspar David Friedrich)




Caspar David Friedrich'in doğasında karamsarlık varmış. Ünlü tablolarından Buz Denizi'ni, insanın yerküreden kaybolacağı gelecek bir çağın görünümü olarak tasarladığını ileri sürenler olmuş. Daha gerçeksi yorum, kendisini kurtarayım derken boğulan kardeşinin silinmez anısıyla Baltık Denizi'ne baktığı yolunda.

Tek kelime barındırmayan bir tablo, birini ya da ötekini söylüyor olabilir mi? Anlam'dan, resim sanatını o yükten kurtarmayı hedefleyen birkaç ressam kuşağı, durumu geri-dönüşsüz biçimde dönüştürmeye yetmedi. Tersine, 'çağdaş sanat'la birlikte Anlam yeniden yüksek kata tırmandı sanat yapıtlarının dünyasında.

CDF, klâsik bir ressam. Bu türden kaygılara kapalı bir çağın ürünü resimlerinde hem Anlam ve türevleri kol geziyor, hem de onlara kenetli bir kavram, sanatçının dünyası diye tanımlanagelmiş bir gerçeklik tabakası biçimleniyor.

Gene de. Buz Denizi’ni ayıran, asıl resimsel kudreti.

E.B.


***

Caspar David Friedrich:

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/ask-acs.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/sis-denizi-uzerinde-bir-gezgin.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/yalnz-agac-caspar-d-friedrich-1822.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/ks-manzarasndan-ayrnt-1811-caspar-david.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/sabah-ogle-ogleden-sonra-aksam-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/deniz-kenarndaki-kesis-1808-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/caspar-david-friedrich-1774-1840.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/pus-denizindeki-gezgin-1818-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/romantizm-ve-yucelik.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/selfie-taking-wanderer-above-sea-of-fog.html

Ya hakikat?


Ya hakikat?, diye soruyor Virginia Woolf, yazıda var kılıyor onu. 



Yedi Yaşındaki Şairler (Sait Faik / Rimbaud)


Arthur Rimbaud'nun bu şiirini bana hatırlatan yedi yaşında bir mahluk oldu. 23 Nisandaydık... Millet sokaktaydı. Bir aralık ortalık karardı ve tenhalaştı. Herkes sinemalara girmişti. Sinemadan çıktığım zaman kapıda elinde bir "Son Dakika" gazetesiyle, "Bir tane kaldı!" diye bağıran bir çocuk gördüm. Birbirinden küçük bir sürü yavru bağırıyorlardı:

- Son Dakika, Son Dakika!..

Taksim'den Harbiye'ye çıkan -hadi söyleyelim kelimesini- bulvarda Rimbaud’nun "Les Poetes de sept ans" ismindeki şiirini hatırladım.

Bana bu şiiri hatırlatan o "Bir tane kaldı!" diye bağıran çamurlu elli, sarı kalem bacaklı, kıvırcık saçlı çocuktu.

Üzerinde oldukça temiz bir esvabı, üstleri yamalı olmakla beraber sabahleyin boyanmış ve hatta tabanının etrafına kuvvetli bir vernik sürülmüş ayakkabıları bile vardı.

Çorabının bir tanesi düşmüştü. Ötekisi; çok fakir, fakat muntazam bir ananın sabahleyin çektiği ve yerleştirdiği şekilde duruyordu.

ileride ve etrafımızda birçok çocuklar daha bağrışıyorlar. Yüzlerinden işi çok ciddiye aldıkları anlaşılıyor: Halbuki bu küçük, bir şairden başka bir şey değildi. Anası pekâlâ çamaşır yıkıyor, küçüğünü mektebe gönderebiliyordu. Nazik, iyi bir hatundu... Elinden iş gelirdi. Mahallede ise oldukça itibarı vardı.

Hele çocuğunun gazete satmasını hiç istemiyordu.


Paddle to the Sea (1966)



Amerikalı yazar  Holling C. Holling'in 1941 tarihli çocuk kitabından uyarlanan ve 1966 yılında en iyi kısa film dalında oscar'a aday gösterilen Paddle to the Sea'yi izledim bugün. Bir çocuk yolculuk hayalini gerçekleştirsin diye sedir ağacından oyarak yaptığı kayığı bir tepede bahar günü eriyerek göle akan karların üzerine bırakır.



"Nereden gelmişti o? Küreksiz Kayık adlı bu küçük yaratık buraya kadar nasıl gelebilmişti? Kayığın, deniz kıyısındaki bu Deniz Fenerine ulaşana kadar binlerce millik yolu katettiğini nereden bilebilirdi. Gaspé'yi geçmişti. Quebec'i geçmişti. Montreal'in ötesinden. Toronto'nun ötesinden. Huron Gölü'nün ötesinden. Ta Nipigon eyaletindeki Superior Gölü'nün kuzeyinden gelmişti. Kayık, bir kış günü orada ormanın derinliklerinde yer alan bir kulübede doğmuştu. Ormandaki bu kulübede yaşayan çocuk sedir ağacından bir parça aldı ve Küreksiz Kayığı oymaya başladı. Çocuğun adı Kyle Apataigan idi. Çocuğun bir hayali vardı. Tek başına gerçekleştiremeyeceği bir yolculuğun hayaliydi bu. Ama belki de Küreksiz Kayık onun yerine, bu hayali gerçekleştirebilirdi."





Hell or High Water

hell or high water filminde jeff bridges'ın canlandırdığı şerif son zamanlarda sinemadaki favori adamım... kieslowski diyordu, filmler buralarda bir yerlerdeler. içimizde bir yerlerde kalıyorlar. hayatlarımızın, iç dünyalarımızın bir parçası haline geliyorlar. gerçekten olmuş olaylar kadar bize aitler diye. hell or high water'ı daki şerifi de ekledim ben onlara..






yüksek düzeyde günlükler listesi

Değindim, seçecektim, bir gayret ‘yüksek düzeyde günlükler listesi’ için onluk bir öneri dökümü yapayım hiç değilse:

1. Gustave Herling
2. Max Frisch
3. Franz Kafka
4. Werner Herzog
5. Tomris Uyar
6. Virginia Woolf
7. Thomas Mann
8. Musil
9. Goethe/îtalya Yolculuğu
10. Kierkegaard

Hayır: Bu liste kesin bir görünüş taşıyor diyemem. Goethe sayılmazsa, şair günlüğü yok listede. Coleridge’in Notebooks’u, Valery’nın Cahiers’sı önem verdiğim toplamlar ama onları günlük saymak ne kadar doğru olur?

Konuyu tartmayı sürdürmemin kestirme yolu ikinci onluk desteyi düşünmekten geçiyor sanıyorum. Deneyeceğim:

11. Paul Klee
12. Ataç
13. Gombrovvicz
14. Seferis
15. Jean Clair
16. Strindberg
17. Montherlant
18. Pessoa
19. Benjamin
20. Brecht


E.B.

1835: GALAPAGOS




Denizle sislerin içinden kapkara adalar yükseliyor. Kaya üstlerinde, şekerleme yaparcasına, inek büyüklüğünde kaplumbağalar kıpırdanmakta, aralıklarda da iguanalar süzülüyor, kanatsız ejderhalar.

"Cehennem başkenti," diye fikir yürütüyor, Beagle gemisinin kaptanı.

Demir atıldığı sırada Charles Darwin, "Ağaçlar bile kötüymüş gibi geliyor insana," diyor.

Galapagos Adalarında Darwin ‘gizemler gizeminin’ aydınlanmasına iyice yaklaşıyor. Burada, yeryüzündeki hiç sonu gelmeyen değişimlerin anahtarının kokusunu alıyor. Burada, ispinozların gagalarını nasıl kusursuzlaştırmış olduklarını görüyor: iri, sert tohumları kıran gagalar birer fındıkkıran biçimini alırken, kaktüslerden özsuyu çıkaran gagalar birer kerpetene benzeyip gitmiştir. Darwin aynı değişimin, karınlarını yerdeki bitkiler ya da yükseklerdeki meyvelerle doyurmalarına bağlı olarak, kaplumbağaların kabuk ve boyunlarında da meydana gelmiş olduğunu ayrımlıyor.

Sonradan,"Bütün düşüncelerimin kökeni Galapagos'larda," diye yazacaktır. Şimdi, "Şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyorum"

Dört yıl önce, Beagle gemisi bir İngiliz limanından ayrıldığı sırada Darwin hâlâ Kutsal Yazıların her sözcüğüne inanmaktaydı.

Tanrının dünyayı şimdiki biçimiyle, altı günde yarattığım ve çalışmasını, Başpiskopos Usher’ın direttiği üzere, İ.Ö. 4004 yılının 12 Ekim'i Cumartesi günü, sabah saat 9'da tamamladığını düşünüyordu.


*
 Eduardo Galeano
Yüzler ve Maskeler


Planet Earth








Galapagos Adaları






"Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı."

Charles Darwin




Lima'dan ayrılalı bir hafta olmuş, Beagle 960 km uzaklaşmış, Galapagos Adaları'na yaklaşmıştı. En yakın ada olan Chatham’ı ilk kez gördüklerinde, takvim 15 Eylül’ü gösteriyordu. FitzRoy seyir defterine, “Kara, kapkara, kasvetli bir görünümü olan kırılmış lav yığınlarının üzerine çıktık; bütün şeytanların burada bulunmasına uygun bir liman oluşturuyorlardı, diye kayıt düşmüştü. “Biz o kayadan bu kayaya atlarken, sayılamayacak kadar çok yengeç ve çirkin iguana her yöne kaçışmaya başladı.” Daroin de aynı ölçüde şaşırmıştı; siyah cürufların üzerinde yürümek zordu, bunlar kızgındı. Tepelerindeki güneşin altında “bir ocak gibi parıldıyorlardı" ve girintili çıkıntılı elverişsizlikleri, neredeyse hiç hayat belirtisi göstermeyen bodur ağaçlarla iyice meydana çıkıyordu. Her büyük lav kıvrımı “sanki en fırtınalı zamanlarında taşlaşmış gibi görünüyordu,” hava boğucu, koku çirkindi ve bunların hepsi de “cehennemden farkı olmayan bölgelerin gelişmiş yöreleri hakkında hayal edebileceğimiz şeylere benziyordu." Bu “kızgın adalar, koca bir sürüngenler ailesinin cennetiydi.” Koyda kaplumbağalar süzülüyor nefes almak için kafalarını yukarı çıkarıyorlardı; karanın iç kısımlarındaki devasa kaplumbağalar, su dolu çukurların başında toplanıyorlardı. Kara kumlara yerleştirilmiş bir termometre 51 dereceyi gösteriyordu. Bu ısı “iğrenç, hantal kertenkele” gruplarıma kıyıdaki kayalar üzerinde uyuması için mükemmel bir sıcaklıktı. İçlerinden biri onlara “karanlığın habis ruhları” ismini taktı, gerçekten de tuhaf, deniz yosunları yiyen yaratıklardı. Fakat müzelerdeki deniz iguanaları yanlış etiketlendiği, Güney Amerika’dan geldikleri belirtildiği için, Darwin gördüğü iguanaların Galapagos’a özgü olduklarını fark etmemişti.

Kuşlar insanları tanımıyorlardı, herhangi bir yırtıcıyı da tanımıyorlardı ve “evcil” görünüyorlardı. Darwin bir şahine yaklaştı ve onu tüfeğinin namlusuyla dürtükledi. Burada nasıl avlanacaktı ki? Kıyım iğrenç derecede kolay olacaktı. Her biri 35 kilo çeken 18 tane dev kaplumbağa, taze et olarak güverteye taşındı. Alaycıkuşlar, Şili türlerine benziyorlardı; canlı, meraklı, hareketliydiler ve hızla kaçıyorlardı; kurutulması için bırakılmış etleri yuvalarına taşıyorlardı, ama şakımaları farklıydı. Çiçekler çirkindi, başka her şey gibi. Kuşların Güney Amerika’ya özgü bir yönü varsa, bu çiçeklerin de vardı.

Volkanlarla karşılaşmayı bekliyordu, hayal kırıklığına da uğramadı. Atıl koniler; genelde altmış tanesi birden, on beş metre yukarıya yükseliyor, buraya bir sanayi çöplüğü ya da “ Wolverhampton yakınlarındaki demir ocaklarının görünümünü veriyordu.” Antik bacaların bazıları bitkilerle kaplanmıştı; diğerleri çırılçıplak, saf, lav akıntılarıydı; katılaşmışlardı, üstlerinde yaşam gelişmemişti. Bütün bu ilkel manzarayı ortalıkta dolaşan kaplumbağalar tamamlıyordu; kaplumbağaların çevresi yaklaşık iki metreydi ve dikenli armutlar seviyorlardı. Darwin, Avrupa’da olduğu gibi burada da bir çökelti tabakasıyla karşılaşmayı bekliyordu. Ama hayır, burası yeni bir dünyaydı, yalnızca bu dünyanın toprak altındaki eriyik kökenlerini yansıtıyordu; o kadar yabancıydı ki Darwin “pekâlâ başka bir gezegende bulunuyor da olabilirdi.”

 Bu tuhaflığı böcek sürülerinin bulunmaması tamamlıyordu. Darwin’in aklına gelen ilk şey, okyanusta çok açıklarda bulunan bu adaların, “göçmen koloniler almaktan etkin bir biçimde yalıtılmış olduğuydu.” Bunun sonucunda, kuşların çoğunluğu tohum yiyen ispinoz kuşlarıydı, bunlar alçak kesimlerde yetişen çalılıklara uyarlanmıştı ve demire benzer lavların içinden tohum çıkarmak gibi işlere uygun kısa gagalara sahip -şakrak kuşunun gagası gibi- kuşlardı.

Galapagoslar bir gulagtı, ayın 23’ünde Charles Adası’na geçtiklerinde, mürettebat Ekvador’dan sürülmüş 200 sürgünün kurduğu bir yerleşime ayak bastı. Burası İngiliz bir vali vekili tarafından yönetiliyordu. Ada sakinleri en iyi yeri seçmişlerdi. Burada, kıyının altı buçuk kilometre içerisinde, 330 metre yukarıda güneyden esen alizeler ortalığı serinletiyor, muz bahçeleri de “bahar zamanı Ingiltere’nin olduğu kadar yeşil” görünüyordu. Fakat bu yine de taze su kaynaklarından yoksun olmak, gelip geçen balina tekneleri dışında dış dünyadan uzak olmak gibi talihsizliklerin gölgelediği, riskli bir “Robinson Crusoe hayatıydı.” Başlıca et kaplumbağa etiydi, bunlar altı kişinin zor taşıdığı devasa sürüngenlerdi. Fakat artık o kadar da bol bulunmuyorlardı. Bir keresinde bir firkateynin mürettebatı 200 kaplumbağayı kıyıya kadar sürükleyebilmişti; ama artık bu kadar bile yakalanamıyordu. Kaplumbağa mevcudu hızla tükeniyordu; valinin hesaplarına göre, bir yirmi yıl daha dayanamayacaklardı.

Mahkûmlar her adanın kendine özgü bir kaplumbağası olduğuna, kaplumbağaların kısmen kabuklarının şekli itibarıyla farklılık gösterdiğine inanıyorlardı. Vali bile, kaplumbağalara bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebileceğiyle övünüyordu. Darwin’in bunu gösteren numuneler toplaması kolaydı: Charles Adası’nda bile her yer içi boş, sırtı çukur kaplumbağa kabuklarıyla doluydu; bunlar bir alçaklık örneği olarak, çiçek saksısı niyetine kullanılıyordu. Fakat Charles buna hiç dikkat etmedi ve hiç kaplumbağa toplamadı. Bu sürüngenlerin dışarıdan geldiğini düşünüyordu. Korsanların bu kaplumbağaları Hint Okyanusu’nda bulunan, anavatanları olan adalardan yiyecek kaynağı olarak getirdiği varsayımında bulunuyordu. Oysa tersine, buradaki alaycıkuşların Chatham’dakilerden farklı olduğunu fark etmişti. O andan itibaren de alaycıkuşlarını ayrı tutup onları adalara göre etiketledi.

Ayın 28’inde takımadaların en büyüğü olan Albermarle’a demir attılar. Darwin’i burada çok daha fazla kömürleşmiş uzun bacalarla kaplı bir manzara karşıladı. Lav konilerinden ıslıklar çıkararak buharlar tütüyordu. Darwin ıssızlığın iç kesimlerine doğru yürüyüşe çıktı, bir tatlı su kaynağı arıyordu. Bu “kıraç ve kısır” fundalıklarda devasa tırtıklı kertenkeleler, 7 kilo çeken kara iguanaları, çabuk ve hantal bir yürüyüşle yuvalarına doğru kaçıyorlardı. Sarı ve kırmızı iguanaların “çirkin” olduğunu, yalnızca tencereye yakışacağını düşünmüştü; bir gün “kırk tane birden toplandı” (bu benzersiz kertenkelelerle ilgili olarak FitzRoy’dan gelen en tatminkâr yorum, “Hiç de fena bir yemek değil,” olmuştu). Su artık tayına bağlanmıştı, Darwin kavurucu güneşin altında, yalnızca bir galon ya da ona yakın miktarda suyun bulunduğu çukurlar bulabiliyordu. Bu su çukurları bütün ispinozları çekiyor, böylece ispinozları karşılaştırmak kolaylaşıyordu, Fakat kavurucu sıcakta bu kuşlardan birini yakalama zahmetine girmedi. Birbirine benzemeyen alaycıkuşların tersine, ispinozlar her adada aynıydı.

DARWİN GALAPAGOS'TA


H.M.S. Beagle in the Galapagos Islands. Painting by John Chancellor


İnsanın, hatta bütün yaşamın köklerini nasıl biliyoruz? Alan Moorehead, Charles Darwin’in 1835’te HMS Beagle ile yaptığı uzun yolculuk sırasında evrimle ilgili kuramının ilk tohumlarının kafasında belirdiği yer olan Galâpogos adalarını ziyaretini sürükleyici bir dille anlatır.

Pasifik’teki bütün tropik adalar arasında Tahiti’den sonra en ünlüsü Galâpagos Adalarıydı. Ancak bu adalarda insanın beğenebileceği pek bir şey yoktu. Tahiti Takımadası gibi bereketli ve güzel olmadıkları gibi, denizde izlenen alışılmış yolların da çok dışındaydı. Adaların ünü tek birşeyden kaynaklanıyordu: Dünyadaki öteki adalardan farklı olarak son derece ilginçtiler. Beagle için çok uzun bir yolculukta sığınılacak limanlardan biriydi yalnızca, ama Darwin için bundan daha fazlaydı; çünkü burası, onun yaşamın evrimiyle ilgili tutarlı bir görüşe varmaya başladığı yerlerdi. Kendi sözleriyle; 

“Burada, gizemler gizemi o büyük olgunun, bu dünyada yeni varlıkların ilk ortaya çıkışının gizine zamanda ve uzamda biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz.”

Fakat Beagle’ın mürettebatı için adalar daha çok bir cehennemi andırıyordu. Gemi, takımadanın en doğusunda yer olan Chatham Adasına yaklaşırken, kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel iğrenç kertenkeleler yürüyordu. Kararan sıkıntılı gök havada asılı duruyor, baca şapkaları gibi dikilmiş küçük volkanik koni ormanı Darwin’e doğup büyüdüğü Staffordshire’daki dökümhaneleri anımsatıyordu. Havada bir yanık kokusu bile vardı. Beagle’ın kaptanı Robert Fitzroy’un yorumu “Cehenneme yaraşır bir kıyı” biçiminde oldu.

Beagle bir aydan biraz uzun bir süre Galâpagos’ta dolaşıp ilginç bir noktaya her ulaştığında bir kayık dolusu adamı keşif yapmaları için bıraktı. Bizi ilgilendiren grup James Adasında karaya bırakılan gruptur. Darwin burada iki subay ve iki gemiciyle birlikte, yanlarında bir çadır ve erzak, karaya ayak bastı, Fitzroy da bir hafta sonra geri gelip onları almaya söz verdi.

Deniz kertenkeleleri açık kocaman ağızları, boyunlarında keseleri ve uzun düz kuyruklarıyla yaklaşık bir metrelik minik birer ejder olup çıkmışlardı; Darwin onlara “karanlığın minik şeytanları” diyordu. Binlercesi biraraya toplanmıştı ve gittiği her yerde önünden kaçışıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları ürkütücü kayalardan bile daha karaydılar. Sahildeki öteki yaratıkların da farklı tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, ikisi de soğuk deniz yaratığı olan ve hiç tahmin edilemeyeceği halde burada tropik sularda yaşayan penguenler ve ayı balıkları, bir de kertenkelelerin üzerinde kene avlayan bir kızıl yengeç.

Adanın iç kesimlerine yürüyen Darwin dağınık bir öbek kaktüsün arasına vardı; burada da iki koca kaplumbağa karnını doyurmaktaydı. Küp gibi sağırdılar; ancak burunlarının dibine kadar yaklaşınca onu farkettiler. Sonra da yüksek sesle tıslayıp boyunlarını içeri çektiler. Bu hayvanlar o denli büyük ve ağırdılar ki yerlerinden kaldırmak ya da yana çevirmek olanaksızdı -bir insan ağırlığını da hiç zorlanmadan taşıyabiliyorlardı.

Kaplumbağalar daha yukarıdaki bir tatlısu kaynağına yöneldiler; birçok yönden gelen geniş patikalar tam orada kesişiyordu. Darwin çok geçmemişti ki kendini iki sıralı garip bir geçit töreninin ortasında buldu. Bütün hayvanlar ağır ağır ilerliyorlar, arada bir yol boyunca rasladıkları kaktüsleri yemek için yürüyüşlerine ara veriyorlardı. Bu geçit töreni bütün gün ve gece devam etti durdu. Sanki çok uzun çağlardır sürüp gidiyordu.

Bu dev hayvanlar çok savunmasızdılar. Balina avcıları gemilerine erzak sağlamak için bir kerede yüze yakınını alıp götürüyordu, Darwin’in kendisi de bunların yavru olanlarından üçünü yakaladı, sonra da Beagle’a yükleyip canlı canlı İngiltere’ye kadar götürdü. Doğal tehlikeler de onları bekliyordu. Yavru kaplumbağalar daha yumurtadan çıkar çıkmaz leş yiyici bir tür şahinin saldırısına uğruyorlardı.

Buradaki başka garip yaratık da kara iguanalarıydı. Bunlar hemen hemen deniz iguanaları kadar iri (bunların 1,5 metre olanları hiç de az değildi), onlardan biraz daha çirkindi. Bütün sırtlarını kaplayan dikenleri, sanki üzerlerine yapışmış gibi görünen portakal rengi ve tuğla kırmızısı ibikleri vardı. Karınlarını, daha etli parçalara ulaşmak için çok yükseklere tırmanarak, yaklaşık 9 metre boyundaki kaktüs ağaçları üzerinde doyuruyorlardı; çoğu zaman da kurt gibi aç görünüyorlardı. Danvin bir gün onların bir öbeğinin üzerine bir dal fırlattığında, bir kemik çevresinde dalaşan köpekler gibi dala saldırmışlardı. Yuvaları o kadar çoktu ki yürürken Darwin’in ayağı sürekli birine giriyordu. Toprağı bir ön bir art pençelerini kullanarak şaşırtıcı bir hızla kazabiliyorlardı.

Keskin dişleri ve tehditkâr bir havaları vardı, ama hiç de ısıracakmış gibi görünmüyorlardı. “Aslında yumuşak ve uyuşuk canavarlardı”; kuyruklarıyla karınlarını yerde sürükleyerek yavaş yavaş yürüyorlardı ve sık sık kısa bir tavşan uykusu için duruyorlardı. Bir keresinde Darwin onlardan birini toprağı kazıp tamamen altına girene kadar bekledi, sonra da kuyruğundan tutup çekti. Kızmaktan çok şaşıran hayvan birden döndü ve “Kuyruğumu neden çektin?” der gibi öfkeyle Darwin’e baktı. Ama saldırmadı.



Darwin James Adasında, hepsi de eşsiz, 26 kara kuşu türü saydı. “Çok nadir olduklarını tahmin ettiğim kuşları da dikkatle inceledim” diye yazdı eski hocası John Henslow’a. inanılmaz ölçüde uysaldılar. Darwin’i büyük ve zararsız başka bir hayvan olarak gördüler ve yanlarından her geçtiğinde çalıların içerisinde kımıldamadan oturdular. Darwin, Charles Adasında bir pınarın başına elinde bir değnek oturmuş, su içmeye gelen güvercinlerle ispinozları avlayan bir çocuk gördü; çocuk öğle yemeklerini bu basit yöntemle çıkarma alışkanlığındaydı. Kuşlar hiç de yaşadıkları tehlikenin farkında görünmüyorlardı. “Yerli sakinler çevreye yeni gelen bir yabancının beceri ya da gücüne alışana kadar, yeni gelen bu yırtıcı hayvanın çevrede çok büyük bir tahribat yaratacağı sonucuna varabiliriz” diye yazdı Darwin.

Büyülü bir hafta böyle geçti; Darwin’in kavanozları bitkilerle, deniz kabuklarıyla, böceklerle, kertenkelelerle ve yılanlarla doldu. Herhalde Cennet Bahçesi böyle olmazdı; yine de adada “bir zamandışılık ve bir masumluk” vardı. Doğa büyük bir denge içindeydi; orada bulunan tek davetsiz misafir insandı. Bir gün tam bir daire oluşturan bir krater gölünün etrafında yürüyüşe çıktılar. Göl yaklaşık bir metre derinliğindeydi ve parlak beyaz bir tuz tabanın üzerinde kımıltısız uzanıyordu. Kenarlarında pırıl pırıl yeşil bir perçem oluşmuştu. Bu doğa harikası yerde balina avına çıkmış bir geminin isyancı tayfaları kısa bir süre önce kaptanlarını öldürmüştü. Ölen adamın kafatası hâlâ toprağın üzerinde duruyordu.

Galapagos Islands


Karanlık Herakleitos

Sıradan, pratik hayat meselelerinde olası yanlış anlamalara netlik sayesinde imkan vermemek gerek. 
(Schopenhauer)

Aptal, kof bir kafanın, büyük olan her şeyi - nadir bir duygu için pek çok anlamdan birini taşıyan - kendi boş dünyasına çevirmektense anlamsız olarak ilan etmesi için, onun sadece kısa ve (bu yüzden) karanlık ifade edilmesi, aslında genel olarak yerindedir. Çünkü aptal kafaların çirkin bir marifeti vardır: En derin ve en zengin özlü sözde kendi sıradan fikirlerinden başka hiçbir şey bulmazlar. 

(Jean Paul)

Herakleitos

Borges'in kendi sesinden Arte Poetica (Şiir Sanatı)
Görsel: Heraclite l'obscur (1969) / Müzik: Yann Rouquet


zaman ve sudan oluşan ırmağa bakmak

ve anımsamak zamanın başka bir ırmak olduğunu,

bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi

ve yüzlerin sular gibi akıp gittiğini..


duyumsamak uyanıklığın başka bir uyku olduğunu

düşlerinde uyumadığını ve ölümü gören

bizim etimizin o ölüm olmadığından korkan

her gece yattığımız o ölüm , adına uyku dediğimiz..


günde ve yılda simgesini görmek

insanın günlerinin ve yıllarının ,

yılların yıkımını , aşağılamasını dönüştürmek

bir ezgiye , fısıldanan bir söylentiye , bir simgeye ,

ölümde uykuyu görmek , günbatımında

hüzünlü altını , böyledir işte şiir ,

ölümsüz ve yoksuldur.. şiir

döner gelir tan ağarır gibi , gün batar gibi..

kimileyin akşamları bir yüz

bakar biz e bir aynanın dibinden ;

sanat işte bu ayna gibi olmalı

bize kendi yüzümüzü açan ayna..


odysseus’un , tansıklardan bıktığını anlatırlar ,

ıtaca’sını daha uzaktan seçerken sevdadan ağlamış ,

yemyeşil ve alçakgönüllü yurdunu.. sanat işte bu ıthaka’dır

yeşil sonsuzluktan , tansıklarla yok bir işi..


sonsuz ırmak gibidir hem bir yandan da

akıp geçen ve durakalan ve camıdır yansıtan tıpkı

durmadan değişen heraklitos gibi , tıpkı kendisi olan

ve bir başkası , bir sonsuz ırmak benzeri...

Heraklit'in Suları


Ne zaman sokaklarda dolaşsam
Okul, sinema, sergi
Kullanıyorlar
Bendeki eski benleri.
Kalabalıklarda çoğalıyorum
Hangisine yetişeyim şaşkın
Tıpkı onun çizgileri
Karşıdan gelen şu kadın.
Bir küçük çocuk
Yıllarca öncem
Korkar mı gitsem yanına
Çocuk, sen bensin desem.
Üç delikanlı yürüyor
Bir dört yol ağzında her biri bir yana
Üçe bölünüyorum
Yolların her birinde birim gidiyor.
Biri eve derslerinin başına kitabı açıyorum
Biri parkta bir sevgili bekliyorum
Bir yerde çalışıyor üçüncü, okul dönüşü
Gecenin geç saati işimden dönüyorum.
Hey durun! diyorum, siz bensiniz, bensiz
Nereye gidersiniz hey durun:
Sessizce yürüyorlar benden habersiz
Durmuyorlar o kadar sesleniyorum.

Behçet Necatigil

CEBİ DELİK (Paul Auster)

Paul Auster, otobiyografik anlatısı Cebi Delik'ten (sf. 5 - 7)




Yirmileri devirip otuzlardan gün almaya başladığım yıllarda, elimi değdiğim her şeyin kuruduğu bir dönem geçirdim. Evliliğim boşanmayla sonuçlandı, yazdıklarım beş para etmedi, parasızlık canıma tak etti. Parasızlık derken gelip geçici bir sıkıntıyı, belirli bir dönem için kemer sıkmayı kastetmiyorum; ruhumu zehirleyen ve sonsuz bir panik havası yaratan sürekli, kemirici, soluk tüketici bir parasızlıktan söz ediyorum.

Bu duruma düşmemde benden başka kimsenin suçu yoktu. Parayla ilişkim hep çapraşık, karışık, çelişkili dürtülere bağlıydı. Bu konuda belirgin, tutarlı bir tavrı reddetmiş olmanın ceremesini ödüyordum. Öteden beri tek arzum yazı yazmaktı. Daha on altı-on yedi yaşlarımdayken bu hevese kapılmıştım, ama hiçbir zaman ekmeğimi bundan çıkarırım diye de kendimi aldatmamıştım. Yazar olmak, doktor ya da polis olmak gibi bir ‘meslek seçimi’ değildir. Yazarlıkta seçmekten çok seçilmiş olursun ve başka bir işe yaramayacağın gerçeğini de bir kez kabullenince, ömrünün sonuna kadar uzun, çetin bir yolda yürümeye hazırlıklı olman gerekir. İlahların gözdesi durumuna gelmedikçe (vay haline bunu bekleyenin), yazdıkların hiçbir zaman geçimini sağlayacak parayı getirmez ve eğer başını sokacak bir yer, açlıktan ölmeyecek kadar aş istiyorsan, faturaları ödemek için başka işler yapman gerekir. Bunu kavrıyordum, hazırlıklıydım ve yakınmıyordum. O açıdan çok şanslıydım. İlle de şuyum buyum eksik olmasın diye bir derdim yoktu, yoksulluktan da korkmuyordum. Tek istediğim, becerebileceğime inandığım işi yapma fırsatını yakalamaktı.

Yazarların çoğu çifte yaşam sürer. Akıllı uslu mesleklerde iyi para kazanıp yaşamlarından çaldıkları zamanı yazıya ayırırlar: Ya sabahın kör karanlığında, ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatillerde yazarlar. William Carlos Williams ve Louis-Ferdinand Celine doktordu. Wallace Stevens bir sigorta şirketinde çalışırdı. T.S. Eliot önce bankerlik, sonra yayıncılık yaptı. Benim tanıdıklarımdan Fransız şairi Jacques Dupin, Paris’teki bir sanat galerisinin yöneticilerinden biridir. Amerikan şairi William Bronk, kırk yılı aşkın bir süre ailesinin New York’un kuzeyindeki kömür ve kereste tesislerini yönetti. Don DeLillo, Peter Carey, Salman Rüşdi ve Elmore Leonard yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştılar. Kimi yazarlar da öğretmenlik yapıyor. Bu belki de günümüzdeki en yaygın çözüm yolu; belli başlı bütün üniversitelerde ve kolejlerde ‘yaratıcı yazarlık’ diye bir ders veriliyor, romancılarla şairler de buralardan birer post kapabilmek için habire bir şeyler karalayıp çiziktiriyorlar. Böyle yaptıkları için kim suçlayabilir ki onları? Ücretler yüksek olmasa da sürekli bir iş güvenceleri var, üstelik çalışma saatleri de elverişli.

Benim sorunum, çifte yaşam sürmek istemeyişimden kaynaklanıyordu. Çalışmaktan kaçındığımdan değil; ama beşten dokuza bir işte kart basmak fikri kanımı donduruyor, içimdeki bütün coşkuyu öldürüyordu. Yirmi yaşlarındaydım; durmuş oturmuş bir yaşam için kendimi fazlasıyla genç buluyor, istediğimden ya da gereksindiğimden daha fazlasını kazanacağım diye tükeneceğim zamanı başka şeylere ayırmayı planlıyordum. Para deyince, kıt kanaat geçinmeme yeterli olandan fazlasında gözüm yoktu. O devirde hayat ucuzdu; kendimden başkasını geçindirmek sorumluluğum da olmadığı için yılda yaklaşık üç bin dolarla idare edebileceğimi hesaplıyordum.

Bir yıl yüksek lisans öğrenimi yapmayı denedim; bunu da sırf Columbia Üniversitesi iki bin dolar burs verdiği için seçtim, yani okula gideyim diye üste para alacaktım. Ama böylesine elverişli koşullarda bile, o ortamda yer almak istemediğimi çok geçmeden kavradım. Okuldan gına gelmişti ve bir beş-altı yıl daha öğrenci olma fikri, ölümden beter bir yazgı gibi görünüyordu. Artık kitaplardan söz etmek değil, kitapları yazmak istiyordum. Bir yazarın üniversiteye kapanmasını, çevresini kendisi gibi düşünen insanlarla doldurmasını, rahata ve kolaycılığa alışmasını da ilke olarak yanlış buluyordum. Böyle bir ortam, insanı kendinden ve yaşamından hoşnut olacağı bir rehavete sürüklemek tehlikesini doğurabilir ve bir yazar o rehavete gömülürse, artık işi bitmiş demektir.

Yaptığım seçimleri savunacak değilim. Bunlar gündelik yaşama uygun, pratik çözümler olmasa da, işin doğrusu, ben gündelik yaşama uymak istemiyordum. Benim aradığım yeni deneyimlerdi. 

Dünyayı dolaşmak, kendimi sınamak, orası senin burası benim gezip görmek, olabildiğince çok şey keşfetmek istiyordum. Gözümü açmasını bilirsem, başıma ne gelirse gelsin hepsinin yararlı olacağını, bana bilmediğim bir şeyler öğreteceğini kestiriyordum. Bu size biraz modası geçmiş bir yaklaşım gibi gelebilir; belki de gerçekten öyleydi. Toy yazar ailesiyle, arkadaşlarıyla vedalaşır ve kendinde ne gibi bir cevher olduğunu keşfetmek için bilinmeyen yerlere doğru yola çıkar. Daha mı iyi olurdu, daha mı kötü bilmem, ama başka bir yaklaşımın bana uygun düşeceğini de hiç sanmam. Enerjim vardı, kafam yeni fikirlerle doluydu ve yerimde duramıyordum. Şu koskoca dünya önümde uzanırken aklıma en son gelecek şey, kendime güvenceli bir düzen kurmak olurdu.

Bunları anlatmak ve o duygularımı anımsamak hiç de zor değil. Asıl zor olan, yaptıklarımı neden yaptığım ve o duyguları neden hissettiğim sorusuna yanıt aramak. Benim konumumdaki diğer genç şair ve yazarların hepsi, gelecekleriyle ilgili aklı başında kararlar veriyorlardı. Bizler, ana babalarımızdan gelecek paraya güvenecek zengin çocukları değildik ve okulu bitirdiğimiz anda kendi ayaklarımızın üzerinde durmak zorundaydık. Hepimiz aynı durumdaydık, bizi nelerin beklediğini çakıyorduk; ama onlar bir başka yol tutturdular, ben bir başka yol tutturdum. Bunun nedenini hâlâ açıklayamıyorum. Arkadaşlarım neden öyle sağduyulu davrandılar da, neden ben böylesine pervasız olabildim?
...

Tore Down a la Rimbaud

Bütün küçümsemelerimde haklı çıktım: Çünkü kaçıyorum!
                                                                 Kaçıyorum!

Rimbaud

Rimbaud & Verlaine

"Aynı cinsten iki şairin ilişkisi, fiziksel bir temeli de olsa, yoğunluklu bir entelektüel yoldaşlığı ve heyecanı sağlayabilir. Eşcinsellik, en esaslı anlamıyla, entelektüellik üzerine kurulabilir. Esasen aşkın estetik bir kavrayışını temsil eder; genç bir erkeğin güzelliğinin daha yaşlı bir erkekteki bilgeliği aradığı, bilgeliğin de güzelliği tefekkür ettiği bir kavrayış." (Wallace Fowlie)



Rimbaud vakasındaki tek mesele, genç adamın (Rimbaud’nun) kendinden yaşça büyük şair Verlaine üzerinde baskın oluşuydu.  Rimbaud dominanttı (aktif), “Şeytani Damat”tı; ama ondan on yaş büyük ve evli olan Verlaine edilgen (pasif) olandı, "Aptal Bakire"ydi. Belli bir süre bu kitabın adını “Rimbaud: Üstün Ergen” diye andım. Aslında, Rimbaud kendinden büyük heteroseksüel arkadaşlarına tam tersini söyleyip onları afallatmaktan hoşlanırdı. Bir keresinde, maço romancı Alphonse Daudet’nin de bulunduğu bir ortamda Verlaine hakkında, 

“Benimle istediği kadar kendini tatmin edebilir. Ama o benim onun üzerinde çalışmamı istiyor. Hayatta olmaz! Aşırı derecede iğrenç biri o! Teni de berbat!”

SARHOŞ GEMİ

Rimbaud,  Paris'e geldiğinde, yanında, sonradan en büyük şiiri olacak olan 200 dizelik, denizi hiç görmemiş biri olarak deniz için yazdığı “Sarhoş Gemi” vardı. “Sarhoş Gemi” besbelli ki, Baudelaire’in eşit uzunluktaki “Le Voyage” şiirinin egzotikliğinden, yoğunluğundan, acayip renklerin düşsel görüntülerinden etkilenmişti. Çünkü o da, sık sık ihmal edilmiş, ya da terk edilmiş çocukların hülyalarına geri dönmektedir. Çünkü o da, okuru, güzel, bitip tükenmeyen ses uyumlarına, incelikli ama ısrarlı uyaklara sürüklemektedir.

Etkilendiklerinden biri Baudelaire ise, bir diğeri de, zamanının resimli macera dergileriydi (Le Magazine Pittorasque, sözgelimi). Çöllerin, balta girmemiş ormanların, Kutupların ve kükreyen aslanların, panterlerin hüküm sürdüğü, yüzen adaların keşif resimlerini ve hikayelerini barındıran dergilerdi bunlar. Rimbaud ayrıca, oğlan çocuklarının maceralarını anlatan Jules Verne kitaplarını okumuştu, özellikle, güneş ışıklarının derinlerde ayrışıp gökkuşağına dönüştüğü Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı ve James Fenimore Cooper’ı (belki de şiirin başındaki "Kızılderililerdin kaynağı oydu). Edgar Allan Poe şiirlerinde, Arthur Gordon Pym'in Öyküsündeki, Kuzey Buz Denizi tasvirlerinden etkilemişti. Eleştirmenler sıklıkla, edebiyat türlerinde, izlekler ve teknikler yüksek sanat konumuna yükseldiğinde, yaratıcı kıvılcımların belirdiğini iddia ederler — ve Rimbaud, modern çağın bu düsturunu kavramış ilk şairlerinden biridir. 

Rimbaud, Charleville'deki aylaklık aylarında, sistematik olmasa da dağınık bir biçimde çok geniş yelpazede kitaplar okumuştu. Sarhoş Gemi Monitordan tutun da (o sırada daha yeni sona ermiş olan Amenkan İç Savaşı'nda, Kuzeylilerin zırhlı savaş gemisi), Eski Ahit Eyüp Kitabında geçen dev bir canavar olan Behemoth'a varıncaya kadar her şeye göndermede bulunan, geniş kapsamlı bir şiirdir. Dahası, Rimbaud sözde bilimlerin (manyetik ya da hipnozla tedavi gibi, frenoloji gibi, ya da kafatası yapısına bakıp karakter okuma gibi) kuvvetli bir karışımı olan “illüminizm’den, Asya dinlerinden ve ruhun bedenden bedene göçmesi inancından, elektrik ve uçmak ve ispritizma gibi büyük teorilerden de etkilenmişti. Bretagne sayesinde, simya, (ya da sonsuz hayatın sırları ve adi metalleri altına dönüştürme sanatı) için yazılmış eski kitapları, hatmetmişti.

Bütün bu şatafatlı şeylere, bu bilgi kırıntılarına ve efsanelere ek olarak, Rimbaud’nun dilsel yetenekleri de göze çarpıyordu. “Sarhoş Gemi”deki en az yarım düzine sözcük, kendi türettikleriydi, bir o kadar da anlamı belirsiz, Arden'ler yöresindeki kendi diyalektinden ödünç aldığı sözcükler kullanmıştır.

Eşit derecede göze çarpan da, bu şiirin ne olmadığıydı. Bu şiirle birlikte bütün eski çocuksuluklarından sıyrılmış oluyordu artık. Artık, ne başka şairlerin parodilerini yapıyor, ne kutsal şeylere abartılı bir şekilde dil uzatarak kiliseye saldırıyor, ne de cinsel kinayelerle kadınlara çamur atıyordu. Müstehcen ve tiksindirici olana (kaka, pislik, bit pire, ishal vs.) ilgisi azalmıştı. Bütün bu ergenlik ahmaklıkları, yerini aynı zamanda hem gerçek bir seyrüsefer (odise), hem de ruhsal bir yolculuk destanı tasvirine bırakmıştı. 

Edmund White / Bir Asinin Çifte Yaşamı


***

***







RİMBAUD




On altı yaşımdayken, 1956’da, Rimbaud’yu keşfettim. Detroit dışında bir erkek lisesi olan Cranbrook’ta yatılı bir öğrenciydim, ışıklar malum gece onda kapanırdı. Ama ben odamdan sıvışır, loş ışıklı tuvalete gider, oradaki sandalyede bacaklarım hissizleşene kadar uzun bir süre otururdum. Dışarıda, rüzgâr karı sürükleyip yüksek, beyaz, sessiz yığınlara dönüştürürken; içeride, yatakhanenin ürkütücü sessizliği... İşte orada, Rimbaud’nun şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Fransızca’dan bölgesel bir ödül kazanmış olmama rağmen Rimbaud’nun sözcük dağarcığı ve grameri bana çok zor gelirdi, ben de sol sayfadaki Fransızca orijinalinden sağ sayfadaki (1952’de Louis Varese tarafından İngilizce’ye) çevirisine gözümü kaydıra kaydıra okurdum. O uzun şiiri “Sarhoş Gemi’nin verdiği duygusal coşkunlukla zevkten dört köşe, egzotik diyarların hayallerine dalar giderdim.


Mutsuz bir gey ergen olarak, can sıkıntısı ve cinsel gerginlikle boğuştuğumdan, kendimden nefretle paralize olmuş olduğumdan New York'a kaçıp gitmeyi ve yazar olmayı arzulardım, Rimbaud’nun özgür olmak, yayımlanmak, Paris’e gitmek arzuları ile tamamen özdeşlik kurmuştum. Bende eksik olan onun cesaretiydi. Ve dehası. Bütün ödevlerimi, öğleden sonraya sıkıştırırdım, diğer çocukların top oynadığı saatlere. Böylelikle akşamları iki saatlik zorunlu etüt zamanlarımı romanıma
çalışmaya ayırabilecektim. Bir roman yazdım, sonra İkincisini. Hep anlayışlı bir kadın olmuş olan annem, sekreterinden benim düzgün el yazımla yazdığım sayfaları daktiloya çekmesini rica etti. Kafamdaki şuydu; onları bir New York yayıncısına gönderecektim, onlar kabul edecekti, bir servet kazanacaktım - sonra da buralardan topuklayacaktım. Hem aile efradımdan (annem babam boşanmıştı) hem de onların parasına muhtaç olmaktan kurtulacak, okulu bırakacak ve New York'a gidecektim. Yaşça benden büyük bir erkeğin bana âşık olup benim için her şeyi yapması hayalleri kuruyordum...

Edmund White

Ben bir başkasıdır


 “Bir okullu Rimbaud vardı, kendini soyutlamış ve ağzı sıkı, ama o zaman bile, yani kendini yöneten demir yumruğun altında bile sakin görünürdü. Bir de ondan taban tabana zıt, tartışmalarımız sırasında beliren, içsel benindeki özgür iradeyi bir tür entelektüel taşkınlıkta ortaya çıkaran bir Rimbaud vardı. Rimbaud, kendindeki bu çift kişilikliliği, daha sonra mektubunda, bana şunu yazdığında, kendisi de anlamıştı:

 ‘Ben bir başkasıdır.’


Georges İzambard (Rimbaud'nun öğretmeni)

Sade & Rimbaud



1873. Rimbaud, Londra'da kaldığı bir dönem British Library'den Sade'ın kitaplarını ister.

Rimbaud da, (bir nebze daha erken tarihte olmak üzere, Marx dâhil) zamanın birçok yazarı gibi, British Museum’dan bir “okuyucu kartı” çıkarttı. George Gissing’in 1891’de yazdığı, yoksul yazar-çizer takımı hakkındaki romanı New Grub Street’te tasvir ettiği piyasa yazar-çizerleri gibi, Rimbaud da günlerini, ısınmanın ve ışığın bedava olduğu halk kütüphanesinde geçiriyordu - bir bakıma da, Paris’teyken bir kahve fiyatına rahatsız edilmeden oturulan kahveler gibi. Üstüne üstlük, Rimbaud, British Museum’un geniş kitap koleksiyonuna gömülebiliyordu - Komüncülerin yazdığı, Fransa’da bulunamayan kitaplar dâhil.  Marquis de Sade’ın Fransızca pornografik kitaplarına da bakma girişiminde bulundu, ama izin verilmedi - bu kitaplar birkaç “uzman” dışında herkese yasaklıydı.

Edmund White

Sade'ı Neden Ciddiye Aldım?


 "...hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor...."   (Philippe Sollers / Tanrısal Hayat)


Okuma modern bir ciddiyettir.

Ciddiyetin koşulu düşünümselliktir: Düşünümsellik olmadan, şeyin kendi üzerine geri dönüşü olmadan, düşünümsel şeyin bununla ilişkili özneye geri dönüşü olmadan, okumanın okura geri dönüşü olmadan, okumanın kendine geri dönüşü olmadan ciddiyet yoktur.

Sade'ı okumak özel bir deneyimdir ve Sade'ı ciddiye almanın koşulu, bizzat okuma eylemini ciddiye almaktır. Bu ciddiyet olmadan Sade kuşku yok ki sadece nadir kitap meraklıları ya da erotizm meraklıları için ilginç bir nesne olarak kalırdı.

Sade hepimizi ilgilendirir, bizim gerçeğimizdir ve yüzleşilmesi gerekir.

Sade ancak yirminci yüzyılda ciddiye alınabildi; 19. yüzyılda henüz felsefi olarak ele alınmamıştı. O, hovardalığın, yasaklı rafların, karanlık folklorik geleneğin bir parçası olarak duruyordu.

20. yüzyılda artık şairlerin ya da yazarların değil, filozofların elindeydi. Ve bunların çoğu Bataille'ın ortaya attığı terimle anti-filozoflardı.

*
Eric Marty
20. Yüzyılda Sade Neden Ciddiye Alındı?


merci de sade!




Uyuyan Adam

Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde. (Franz Kafka)




ÖLMEDİN; daha aklı başında biri de olmadın.
Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin.
İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle.
Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.
İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir. Çok tiksindirmiyorsa bir kınkanatlıyı başparmağıyla işaret parmağı arasında hafifçe tutabilir. Bitki yetiştirebilir, besinini, giyimini, kimi ilâçları, hatta kötü kokusunu gizlemeye yarayacak parfümleri onlardan sağlayabilir. Madenleri dövüp kap kacak yapabilir (bir maymunun yapamayacağı bir şeydir bu).

Büyüklüğün, çektiğin acı nice örnek hikâyede yüceltiliyor. Nice Robinson’lar, Roquentin'ler, Meursault’lar, Leverkühn'ler! 

Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine. Ayağını dibe kuvvetle çarparak su yüzüne çıkan dalgıcın aşırı güzel imgesi...

Ama hiçbir gezgin Rachel, Pequod'nun mucize kabilinden korunan enkazının üzerinde bir yetim olarak sen de gelip tanıklık edesin diye yardım elini uzatmadı sana.

Annen giysilerini onarmadı. Milyonuncu kez, ne deneyimin gerçekliğini aramak, ne de ruhunun örsünde soyunun yaratılmamış bilincini dövmek için çıkıyorsun yola.

Geçmiş çağlardaki atalarından, zanaatçilerden hiçbiri ne bugün ne de başka zaman eşlik edecek sana.

Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehirde başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cepheler, vitrinler, parklar ve rıhtımlar boyunca yürümekten başka bir şey yapmadın hiç.

Kayıtsızlık işe yaramaz. İsteyebilir ya da istemeyebilirsin, ne fark eder! Bir parti tilt oynamak ya da oynamamak; nasıl olsa biri aygıtın deliğine bir yirmibeşlik atacak. Her gün aynı yemeği yemekle kararlı bir hareket yaptığını sanabilirsin. Ne var ki reddedişin işe yaramaz. Yansızlığın hiçbir anlam taşımaz. Cansızlığın öfken kadar abes.

Kayıtsız bir halde caddelerden geçtiğini, yürüdüğünü, şehirde ikide bir yön değiştirdiğini, kalabalıkların yolunu izlediğini, gölgelerin ve çatlakların oyununu kavradığını, çözdüğünü sanıyorsun.

Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama.

Düşümde:


...gönlümce, bırakmışım kendimi kumsala, sarhoş bir uyku çekiyorum, ötemde, deniz güneşle birleşmiş, sonsuzluğu doğurmuş, uzanıyor ufka pırıltılar saçarak... çözülmüşüm, bütünüyle tamama ermişim, esenlik dolu her şey...