Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde. (Franz Kafka)
ÖLMEDİN; daha aklı başında biri de olmadın.
Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin.
İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle.
Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.
İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir. Çok tiksindirmiyorsa bir kınkanatlıyı başparmağıyla işaret parmağı arasında hafifçe tutabilir. Bitki yetiştirebilir, besinini, giyimini, kimi ilâçları, hatta kötü kokusunu gizlemeye yarayacak parfümleri onlardan sağlayabilir. Madenleri dövüp kap kacak yapabilir (bir maymunun yapamayacağı bir şeydir bu).
Büyüklüğün, çektiğin acı nice örnek hikâyede yüceltiliyor. Nice Robinson’lar, Roquentin'ler, Meursault’lar, Leverkühn'ler!
Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine. Ayağını dibe kuvvetle çarparak su yüzüne çıkan dalgıcın aşırı güzel imgesi...
Ama hiçbir gezgin Rachel, Pequod'nun mucize kabilinden korunan enkazının üzerinde bir yetim olarak sen de gelip tanıklık edesin diye yardım elini uzatmadı sana.
Annen giysilerini onarmadı. Milyonuncu kez, ne deneyimin gerçekliğini aramak, ne de ruhunun örsünde soyunun yaratılmamış bilincini dövmek için çıkıyorsun yola.
Geçmiş çağlardaki atalarından, zanaatçilerden hiçbiri ne bugün ne de başka zaman eşlik edecek sana.
Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehirde başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cepheler, vitrinler, parklar ve rıhtımlar boyunca yürümekten başka bir şey yapmadın hiç.
Kayıtsızlık işe yaramaz. İsteyebilir ya da istemeyebilirsin, ne fark eder! Bir parti tilt oynamak ya da oynamamak; nasıl olsa biri aygıtın deliğine bir yirmibeşlik atacak. Her gün aynı yemeği yemekle kararlı bir hareket yaptığını sanabilirsin. Ne var ki reddedişin işe yaramaz. Yansızlığın hiçbir anlam taşımaz. Cansızlığın öfken kadar abes.
Kayıtsız bir halde caddelerden geçtiğini, yürüdüğünü, şehirde ikide bir yön değiştirdiğini, kalabalıkların yolunu izlediğini, gölgelerin ve çatlakların oyununu kavradığını, çözdüğünü sanıyorsun.
Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama.
Birbiri ardınca sıralanan her bir gün, gülünç çabalarındaki ikiyüzlülüğü ortaya sermekten, sabrını aşındırmaktan başka işe yaramadı. Zamanın tamamen durması gerekirdi, ne var ki hiç kimse zamana karşı savaşacak kadar güçlü değil. Hile yapabildin, zaman kırıntıları, saniyeler kazanabildin: Ama Saint-Roch'un çanları, Pyramides sokağıyla Saint-Honore sokağının kavşağındaki trafik ışıkları, sahanlıktaki musluktan damlayan su damlasının tahmin edilebilir düşüşü, saatleri, dakikaları, günleri ve mevsimleri ölçmeyi hiçbir zaman durdurmadılar. Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın.
Uzunca bir süre kendine sığınaklar kurup yıktın: düzen ya da eylemsizlik, başıboş sürüklenme ya da uyku, geceleyin devriye gezmeler, yansız anlar, gölgelerin ve ışıkların kaçışı. Daha uzun bir süre kendine yalan söylemeyi, kendini sersemleştirmeyi, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirsin belki. Ama oyun bitti, büyük şenlik, ertelenmiş yaşamın yalancı sarhoşluğu bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı ve sen değişmedin. Kayıtsızlık seni farklı kılmadı.
Ölmedin.
Delirmedin.
Felaketler yoktur, başka yerdedirler. Ufacık bir belâ seni kurtarmaya yeterdi belki de: Her şeyini kaybederdin, savunacak bir şeyin olurdu, ikna etmek için, duygulandırmak için söyleyecek sözcüklerin olurdu. Ama sen hasta bile değilsin. Ne gündüzlerin ne de gecelerin tehlikede, gözlerin görüyor, ellerin titremiyor, nabzın düzenli, kalbin çarpıyor. Eğer çirkin olsaydın, belki çirkinliğin gözalıcı olurdu, oysa çirkin bile değilsin, ne kambursun, ne kekeme, ne çolak, ne de kötürüm, topal bile değilsin.
Hiçbir uğursuzluk dolaşmıyor başında. Bir ucubesin belki, ama bir cehennem ucubesi değil.
Kıvranmaya, ulumaya ihtiyacın yok. Hiçbir sınama beklemiyor seni, hiçbir Sisyphos kayası, hiçbir kupa hemen elinden alınmak üzere sana sunulmayacak, hiçbir karga göz yuvarlarına göz dikmedi, hiçbir akbaba sabah, öğle ve akşam gelip senin karaciğerini didiklemek gibi sıkıcı ve tatsız bir işi başına almayı düşünmedi. Yargıçlarının önünde af dileyerek, merhamet dilenerek sürünmek zorunda değilsin. Kimse seni mahkûm etmiyor, suç da işlemedin. Kimse sana bakışlarını derhal iğrenerek çevirmek üzere bakmıyor.
Her şeyi gözetip kollayan zaman, sana rağmen çözümü açıkladı.
Cevabı bilen zaman akmaya devam etti.
Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, her şey yeniden başlıyor, her şey başlıyor, her şey devam ediyor.
Düş gören bir adam gibi konuşmaktan vazgeç.
Bak! Onlara bak. Oradalar, binlerce ve binlerce sessiz nöbetçi, hareketsiz Dünyalı, rıhtımlar, kıyılar boyunca, Clichy Meydanı'nın yağmurdan yıkanmış kaldırımları boyunca dikilip duruyorlar, okyanus hayalleri kurarak, dalga serpintilerini, gelgitlerin akınını, deniz kuşlarının boğuk çığlıklarını bekliyorlar.
Hayır. Sen artık dünyanın adsız efendisi, tarihin üzerinde hiçbir etki yapmadığı kişi, yağmurun yağışını hissetmeyen, gecenin gelişini görmeyen kişi değilsin. Sen artık ulaşılmaz, duru, saydam değilsin. Korkuyorsun. Bekliyorsun. Clichy Meydanı'nda yağmurun dinmesini bekliyorsun.
Georges Perec
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder