Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda...


Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda, Bazen tüm gece yürüyorsun, bazen tüm gün uyuyorsun. Başıboş, uyurgezer, parazitin tekisin. Yaşama, bir şeyler yapma havanda değilsin: Sadece devam etmek istiyorsun... beklemeye ve unutmaya devam etmek. Hiçbir şeyi geri çevirmiyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemeyi bıraktın, çünkü zaten ilerlemiyordun, tekrar yola çıkmıyorsun, vardın bile, ilerlemek için bir gerekçe bulamıyorsun: bir Mayıs günü, hava çok sıcakken ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan Nescafe'nin, kararan suda altı çorabın yüzdüğü pembe bir kabın bir araya gelişi fazlasıyla yetiyor, bir şeylerin kötüye gitmesine, çözülmesine yetiyor, adeta bir delinin kafasına geçirdiği huni gibi üzücü ve saçma bir şekilde.



Devam etmeye hevesin yok. Yalnızca gece ve odan, uzanıp esnediğin döşek, her an yeniden keşfettiğin tavan koruyor seni; Geceleyin,  kalabalığın ortasında yalnız kaldığında gürültü ve ışıkların içinde, koşuşturma ve unutuşların arasında neredeyse mutlu oluyorsun. Ölmüş vakitler, boş geçitler, gelip geçici ve kederli, hiçbir şey duymama, görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma isteği. Yalnızlığa dair çılgın düşler. Körler ülkesinde gezinen bir unutkan: Geniş, dar sokaklar, soğuk ışıklar... bakıp da görmeyeceğin, ağzı olmayan suratlar. Sanki o sakin ve güven verici, uslu bir çocuk olduğun geçmişinde, o bariz büyüme ve olgunlaşma belirtilerinde, yani tuvalet kapılarına çizdiğin resimlerde, diplomalarda, uzun pantolonlarda, ilk sigarada, usturayla ilk temasta, alkolde, Cumartesi geceleri için paspasın altına bırakılan anahtarda, bekaretini kaybedişinde, ilk uçuşunda, ilk savaşında sanki orada olan ama sıkı sıkı tutulan şimdi de baştan keşfettiğin hayatının halısını dokuyan, terkedilmiş hayatının temellerini kuran bir iplik tutuluyordu hep: İçinde de üstü örtülü gerçeklerin bulunduğu fotoğraflar uzun zamandır ertelenen bu istifanın bu, durgunluğa çağrının puslu, cansız, aşırı ışık almış, neredeyse bembeyaz, neredeyse ölmüş, neredeyse fosilleşmiş fotoğrafları...


Belirsiz bir gölgesin sen, sert bir kayıtsızlık cevheri, başkalarının bakışlarından kaçınan nötr bir bakışsın. Sessiz dudakların, ölü bakışların. Yavaşlayan hayatının anlık yansımalarını su birikintilerinde, dükkan vitrinlerinde, arabaların parıldayan kaportalarında yakalayabileceksin artık.


Tek ihtiyacının şehir, taşları ve sokakları, seni sürükleyen kalabalıklar, olduğunu zannediyordun, tek ihtiyacının mahalle sinemanızda önden bir koltuk olduğunu, sadece odana, o barınağa, o kafese ihtiyacın olduğunu sanıyordun.

Fakirhanenden, budala sabrından, yanlışa mahal vermeden, seni her seferinde, en başa döndüren binbir dolambaçlı yoldan başka sığınacak yerin kalmadı. Parktan müzeye, kafeden sinemaya, denizin doldurulan kısmından bahçeye; istasyonların bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, metronun koridorları.








Ama o kelimeleri, boğazına dizilen o binlerce, o milyonlarca kelimeyi, boş lafları, sevinç göz yaşlarını, aşk fısıltılarını, aptalca gülüşmeleri bir daha nereden bulacaksın? Artık sessizliğin dehşetinde yaşıyorsun. Ama en sessiz sen değil miydin zaten? Canavarlar girdi hayatına... fareler, türdeşlerin, biraderlerin. Onlarca, yüzlerce, binlerce canavar. Bilinçaltından gelen işaretlerle, şüphe çeken gidişlerinden, sessizliklerinden, seninkiyle karşılaşınca, başka yere çevrilen kurnaz, çekingen, korkak gözlerinden tanıyorsun onları. İğrenç odalarının tavan arası pencerelerinde gece yarısı olmasına rağmen ışık yanıyor. Ayak sesleri yankılanıyor. Ama yaşı olmayan bu yüzlerin, bu kırılgan ve çelimsiz çehrelerin, bu kambur, gri sırtlıların, sana ne kadar yakın olduğunu hissedebiliyor, gölgelerini takip ediyor, gölgeleri oluyor, saklandıkları o küçük deliklere gidiyorsun; Sığınakların, mabetlerin onlarınkilerle aynı: Dezenfektan kokulu mahalle sinemaları, meydanlar, müzeler, kafeler, istasyonlar, metro, sebze-meyve halleri. Senin gibi parkların banklarında oturup kumun üzerine aynı bozuk çemberi bir çizip bir silen umutsuz yığınlar, çöp kutularındaki gazetelerin okurları. Çemberleri aynı seninki gibi beyhude, aynı seninki gibi ağır. Metrodaki haritaların önünde senin gibi duraklıyorlar, senin gibi çöreklerini yiyorlar nehrin kenarındaki banklarda. Yerinden edilenler, dışlananlar, sürgün yiyenler.


Yürürken duvarlara sürtünüyor, gözleri önlerine bakıyor ve omuzları düşüyor, savaşta kaybedenlerin, topu dikenlerin bezgin hareketleriyle duvar cephelerine tutunuyorlar. Onları takip ediyor, izliyor, onlardan nefret ediyorsun: tavan arasındaki canavarlar, kokuşmuş pazar yerlerinde terlikleriyle sürtüne sürtüne yürüyen canavarlar, ölü balık gözlü canavarlar,robot gibi yürüyen canavarlar, boş boş konuşan canavarlar.

Onlarla omuz omuzasın, birlikte yürüyorsun, aralarından kendine bir yol buluyorsun: Uyurgezerler, yaşlılar, berelerini, kulaklarına kadar indiren sağır ve dilsizler, ayyaşlar, boğazlarını temizleyip kasılmalarını kontrol etmeye çalışan bunaklar, büyük şehirde kaybolan köylüler, dullar, sinsiler, eski topraklar.


Karanlık sokakların kirli duvarlarının dibinden geçiyorsun, sağ elinle seki taşlarına, cephe tuğlalarına çarparak. Seine'in üzerinden bacaklarını sallandırarak, bir köprü kemerinin oyduğu gözün göremeyeceği kadar küçük girdaba saatlerce bakarak oturuyorsun. Dizilmiş elli iki kâğıdın içinden dört ası çıkarıyorsun. Aynı güdük hareketleri, hiçbir zaman hiçbir yere vardırmayan aynı yolculukları tekrar tekrar kaç kez yaptın. Üç kuruşluk sığınaklarından başka, aptalca sabrından başka, seni her seferinde çıkış noktana geri döndüren bin-bir dönemeçten başka yardıma çağıracağın bir şey yok. Meydanlardaki küçük parklardan müzelere, kahvelerden sinemalara, su kıyılarından bahçelere; garlardaki bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, resim galerileri, metro koridorları. Ağaçlar, taşlar, su, bulutlar, kum, tuğla, ışık, rüzgâr, yağmur: Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte.

İnsanlardan ne diye nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan başlama makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder