UYUYAN ADAM




Çalar saatin çalıyor ...kılını kıpırdatmıyorsun... yatağından çıkmıyorsun ...tekrar kapatıyorsun gözlerini... Önceden düşündüğün bir eylem değil... hatta bir eylem bile değil... eylem yoksunluğu... gerçekleştirmediğin bir eylem... gerçekleştirmekten kaçındığın bir eylem.

Hareket etmiyorsun, hareket etmeyeceksin.

Başka birisi, belki ikizin, belki de düzenli benzerin senin yapmadıklarını, birer birer senin yerine yapıyordur: Uyanıyor, yüzünü yıkıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, dışarı çıkıyor.

Okulunu bitiremeyecek, diplomanı asla alamayacaksın. Artık ders çalışmayacaksın. Her günkü gibi kendine Nescafe yapıyorsun, her günkü gibi, şekerli konsantre süt ilave ediyorsun. Yıkanmıyorsun, üzerini bile güç bela giyiyorsun. Her günkü gibi alışkanlıklarına uyarak arkadaşlarına katılmak için kafeye gitmiyorsun.  




Ertesi sabah, arkadaşlarından birisi odana çıkan altı kat merdiveni tırmanacak. Kapını çalmasını dinleyeceksin. Bekleyeceksin. Tekrar çalacak. Sonra daha yüksek sesle. Yine bekleyeceksin. Daha sakin çalacak. Bağırmadan sana seslenecek. Duraksayacak. Sonra gerisin geri inecek.

Ertesi gün, daha ertesi gün, başkaları da geldi kapıyı çalıp, bekleyip, sana seslendiler, sana mesajlar bıraktılar. Daracık döşeğinde dizini içeri çekip ellerini ensende birleştirerek uzanmaya devam ediyorsun. Kimseyi görmek ya da konuşmak ya da düşünmek, veya düşünmek hatta kıpırdamak istemiyorsun. Yine böyle bir günde biraz daha geç, biraz daha erken saatte, hiç şaşırmadan, bir şeylerin yanlış olduğunu, nasıl yaşayacağını bilmediğini ve asla bilemeyeceğini fark ediyorsun.








Odanın sıcaklığı dayanılır gibi değil. Yatağınla kitaplığın arasına sıkışmış vaziyette dizinde bir kitapla oturuyorsun. Kitabı okumayı uzun süre önce bırakmıştın. Küllükten yükselen, sigaranın dumanı... neredeyse bir çizgi gibi ve ufak ufak çatlaklarla dolu tavanında yayılıyor.

Bir şey kırıldı. Bu zamana kadar sana güç verdiğini düşündüğün his: varlığının hissi, dünyaya ait ya da dünyada bulunduğun izlenimi artık senden uzaklaşıyor, artık yok. Geçmişin, bugünün ve geleceğin birbirine karışıyor: Onlar artık sadece kolların ve bacaklarındaki yorgunluk can sıkıcı migrenin ve Nescafe'nin acılığına dönüştü. Yatak odana dönüşen bu hücre iki metre doksan santim uzunluğunda bir metre yetmiş üç santim genişliğindeki, yani beş metrekareden biraz daha geniş olan bu mezbele saatlerdir, günlerdir kıpırdamadığın bu çatı katı.



Uzanamayacağın kadar kısa dikkat etmeden etrafında dönemeyeceğin kadar dar bir döşeğin üzerinde oturuyorsun. Bir şey yemeden, okumadan neredeyse hareket etmeden odanda duruyorsun. Kaba, rafa, dizlerine kırık aynadaki yansımana kahve fincanına, elektrik düğmesine gözlerini dikiyorsun. Sokaktan gelen sesleri, damlayan suyu, komşunun çıkardığı sesleri, boğazını temizlemesini, öksürük krizlerini, su ısıtıcısının ıslığını dinliyorsun. Tavanındaki ince çatlağın kavislerini, bir sineğin beyhude zikzaklarını... gölgelerin tahmin edilemez yayılışını izliyorsun.



25 yaşındasın,

29 dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, geçinmek zorunda olduğun aylık 55 Frank'ın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık çalmadığın birkaç kasetin var. Başka da bir şey hatırlamak istemiyorsun. Burada oturup, sadece beklemek, bekleyecek bir şeyin kalmayana kadar beklemek istiyorsun.

Artık arkadaşlarını görmüyorsun. Kapını açmıyorsun. Kütüphaneden aldığın kitapları iade etmiyorsun. Ailene mektup atmıyorsun. Tıpkı fareler, kediler veya canavarlar gibi yalnızca gece yarısından sonra dışarı çıkıyorsun...



Un homme qui dort  
George Perec'in romanından 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder