Harikulade bir ergenlik öyküsü bu, uzun zamandır ilk kez bir metni büyük bir merakla, bu derece iştahlı okuyorum. Susan Sontag'ı, kitaplara olan tutkusu ve yazarlık yaşamıyla, kendime hep çok yakın hissettim; ve hep çok tanıdık hisler ve kaygıları buldum onda. Daha liseli yıllardayken tuttuğu günlüklerinde karşılaştığım erken gelişmiş bilinci, duyarlığı şaşırtmış, ürkütmüştü beni; o yıllardan bir hatıra bu da: Susan Sontag'ın, Büyülü Dağ romanını okumalarının ardından arkadaşı Merril'le birlikte Thomas Mann'in evine gidişlerinin öyküsü.
Thomas Mann'le Karşılaşma
Onunla karşılaşmamla ilgili her şey belleğimde utancın renkleriyle donanmış durumda.
1947 Aralığı. On dört yaşımdaydım ve çocukluk denen o uzun tutukluluk döneminden kurtulur kurtulmaz atılacağım gerçek yaşama karşı sabırsızlık ve hayranlıkla dopdoluydum.
Ergenliğin eşiğindeydim, orta öğrenimim on beş yaşıma geldiğimde tamamlanmış olacaktı. Ve sonra, sonra... her şey açılıp saçılıverecekti. Ama o güne dek beklemek, zaman öldürmek gerekliydi (henüz on dört yaşındaydım). Güney Arizona çölünden Kaliforniya’nın güneyine yeni gelmiştim, önümde yeni kaçış perspektifleriyle, yeni bir yaşam çerçevesi açılmıştı; bu da çok hoşuma gidiyordu. Onulmaz bir dolaşma hastalığından muzdarip olan dul annem, 1945’te Amerikalı as pilotlardan biriyle ikinci evliliğini yaptı; yakışıklı bir adam olan eşi, vücudundaki onurlu yaralar nedeniyle bir yıl hastanede kaldıktan sonra, çölde bir nekahat devresi geçirdi. Onun sayesinde annem, nihayet bir yere yerleşebildi. Böylece, ertesi yıl yeni bir aile oluştu: Anne, üvey baba, küçük kız kardeş, köpek, inanılmaz bir maaşla tutulmuş İrlandalı kâhya kadın, geçen günlerin kalıntısı ve nihayet, bu yeni iklimde yabancılık çeken taşınmış bir parça eşya örneği, ben... Kaptan Sontag’ın bize katılmasıyla, Tuckson’un kenar mahallelerinden birinde, kirli bir sokakta bulunan kulübemizi terkederek, San Fernando vadisinin girişindeki, kayın ağaçları ve sıra sıra güllerle çevrili çok güzel bir pancurlu villaya taşındık. Üvey babam, hafta sonlarında, üniformasından sıyrılmış olsa bile her zamanki askeri disiplinini bozmadan, üzeri biftekler ve tereyağına bulanmış mısır taneleri yüklü barbeküyü kumanda ediyordu. Yiyor, yiyordum! Karşısında ağzını durmadan şapırdatan kemik yığını ve asık suratlı bir anne duran insan, başka ne yapabilir ki? Onun sönüklüğü kaptanın neşesi kadar kaygı vericiydi. Hayır, artık aynı ailenin üyeleri rolünü oynamayı sürdürmelerini hayal etmek gerçekten olanaksızdı! Artık çok geçti! Onlardan uzaklaşmıştım; yüzüm, çok çabuk büyüyen, artık ailenin büyük kızı olmuş o bebeğin yüzünün aynısı olsa da, ben artık onlardan biri değildim. (Fransızlar "fikren ayrıldım" deyip aynı yerde sürünmeyi sürdürerek işin kolayına kaçarlar)
Çocukluğun şu son yılları geçsin, yeterdi. Zaman akıp giderken, küçük aile toplantılarından keyif duyar gibi davranmak, anlaşmazlıklardan kaçınarak aileden geçinip tıkınmak yasaklanmış değildi ne de olsa... Doğruyu söylemek gerekirse, hayatta en çok anlaşmazlıklardan korkmuşumdur. Üstelik açlık duygum da bitip tükenmek bilmiyordu.
Hayatın zor olduğuna inanıyordum bir yandan da, çünkü salaklıktan kaçınmayı kendime iş edinmiştim (oysa içinde yüzüyor gibiydim), sınıf arkadaşlarımla öğretmenlerin aptallıkları, evdeki çılgın yavanlıklara ek olarak, televizyonda arka planda kahkaha kayıtlı haftalık komedi izlenceleri, şurup tadında hit-parade’ler, beyzbol oyunlarının histerik özetleri ve radyodan dinlenen profesyonel çatışmalar oturma odasını doldurdukça, her akşam, özellikle de hafta sonları çıldıracak gibi oluyordum. Dişlerimi gıcırdatıp saçlarımı çekiştiriyor, tırnaklarımı kemiriyor ama terbiyemi bozmuyordum. Başkalarının hakkımda düşündükleri umurumda bile değildi; benim gözümde hepsi de şaşırtıcı bir biçimde kör ve az meraklı kişilerdi; öğrenme isteğiyle yanıp tutuşarak, kendimle çevremdekiler arasındaki bu çarpıcı aykırılığın nedenlerini ortaya çıkarmak istiyordum; başka yerlerde bana benzeyen bir sürü insan bulunduğundan kuşku duymuyordum. Yolumda bir engel olduğu hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmemiştir.
ÖLÇÜSÜZ BİR OKUMA AÇLIĞI
Buraya gelmeden önce yaşamış olduğumuz sekiz ev ya da dairede kendime ait bir odam olmamıştı. Kendi kapıma sahip olmak, ne düştü ama! Oysa şimdi buna sahiptim. ve bir cep lambasının ışığında, örtülerin altına saklanmadan serbestçe ve saatlerce okuyabiliyordum
artık.
Küçüklüğümden beri ölçüsüz bir okuma açlığı hissetmişimdir; elime ne geçse okurdum: Masallar, çizgi-romanlar, Compton Ansiklopedisi, astronomi kitapları, kimya, Çin bilginlerin bibliyografyaları, Richard Hallburton'ın tüm gezi kitapları ve çok sayıda klasik yapıt. Neden sonra, kırklı yıllarda, Tuckson'da modern kütüphanenin derinliklerinde boğulur gibi olma keyfini yaşadım. Her yapıt, önümde marangozun metresi gibi yayılan yeni ufuklar açıyordu. Los Angeles’a gelişimden bir ay sonra, Hollywood caddesi üzerinde, yaşam boyu müşterisi olacağım kitapçılardan birini keşfettim: Pickwick; her gün okul çıkışı, dünya edebiyatından birkaç yapıtı ayakta okumak, param varsa almak ya da cesaretim varsa çalmak için oraya gidiyordum. Her çalışım, haftalarca süren vicdan azabına neden oluyordu, ama cepte bulunan para o kadar olursa elden başka ne gelir ki? kütüphanelere neden gitmediğimi düşünmek ilginç geliyor bana. Kitaplara sahip olmak, küçücük odamın duvarlarını çevreleyen raflarda birer koruyucu tanrı gibi onları dizili görmek gerekliydi bana.
Öğleden sonraları, hazine avına çıkıyordum. Dersten sonra hemen eve dönmekten hep nefret ettim. Holywood Caddesiyle Highland Caddesinin kesiştiği köşebaşından birkaç sokak ötede bir plak satıcısı keşfettim. Dükkân sahipleri, her hafta dinleme kabinlerinde müzikle dopdolu saatler geçirmeme izin veriyorlardı; ayrıca bir de uluslarrası gazeteleri satın almadan okuyabildiğim gazete kulübesi vardı. Ah, altın çağ! Bunu yaşağımın bilincindeydim. Rengârenk saman çöplerinden binlerce kaynak arasında boğuluyordum. Odama kapanıp okumuş olduklarımı öykünerek yazıyor ve bir günlük tutuyordum. Kelime hâzinemi zenginleştirmek için sözcük listeleri düzenliyor, plaklarımı dinleyerek orkestra şefliği yapıyor ve her akşam gözlerim açıncaya dek okuyordum.
ARKADAŞLAR
Kısa sürede arkadaşlar edindim. Onlarla ilgilendiğim konulan konuşabilmek hoşuma gidiyordu. Benim kadar okumuş olmalarını beklemiyordum; onlara ödünç verdiğim kitapları okuduklarını görmek bana yetiyordu. Müzikte ise acemiydim. İkinci yıla başladıktan az süre sonra son sınıftan, müzik bilgileri benimkinden kat kat üstün iki arkadaş edindim. Elaine flüt, Mel ise piyano çalıyordu. Şık sık konserlere gidiyorlardı ve ince bir müzik zevkine sahiptiler.
Arkadaşlarımdan her biri "en iyi arkadaşlardı. Başka bir çözüm yolu bulamamıştım. Müzik konusunda iki akıl hocamın dışında ikinci sınıftan bir arkadaş, son iki yıllık orta öğrenim döneminde romantik kavalyem olarak bana eşlik etti. Peter, babadan yetim bir göçmendi (yarı Fransız, yarı Macar). Sürekli taşınmalar onun hayatini benimkinden de çok etkilemiş gibiydi. Gestapo babasını tutuklayınca, annesiyle birilikte Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine kaçmış, 1941'de Lizbon üzerinden gemiyle New York’a geçmişlerdi. Arkadaşlığımız, okul kafeteryasında, merhum pederlerimizin yüksek kaliteli özelliklerini anarken perçinlendi. Peter’le birlikte sosyalizmi ve Henry Wallace’ı tartışıyor, elini tutarak izlediğim acıklı filmlerde omzuna yaslanarak ağlıyordum. Birlikte bisiklet gezilerine çıkıyor, Griffith Park’ta çimenler üzerine uzanarak öpüşüyorduk. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Peter’in hayattaki üç aşkını annesi, ben ve bisikleti oluşturuyorduk. Esmer, zayıf, sinirli ve uzun boyluydu. Bense, sınıfın en genci olmakla birlikte genellikle erkeklerden daha uzun boyluydum; sporcu atletler konusunda alabildiğine özgür düşünmekle birlikte, boy konusunda garip bir tutuculuk vardı bende: Bir arkadaş, iyi olduğu kadar, uzun boylu da olmalıydı. Bu sonuncu koşulu yerine getiren tek kişi ise Peter’di.
Bir başka "en iyi arkadaşım", başka bir lisede yine ikinci sınıf öğrencisi olan Merrill’di; Sakin, tıknaz ve sarışın, ayrıca da, açıkgöz, kurnaz ve "genç kızlara hayal kurduracak yakışıklılıkta"ydı. Fazlasıyla da akıllı olduğuna göre ayrı bir kategoride tutulması gerekiyordu. Alçak ve yumuşak bir sesle konuşur, ağzıyla değil, gözleriyle gülümserdi. Merrill, kendisi için deli olduğum tek arkadaşımdı. Ona bakmaya doyamazdım. Onun içinde erimek ya da onun benim içimde erimesini isterdim, ama aşılmaz bir engel vardı aramızda: Benden birkaç santim kısaydı boyu. Diğer engeller ise tartışılabilirdi: Merrill bir sır küpüydü, hesapçıydı (kelimenin tam anlamında: Konuşmasında sayılar hep egemendi) ve bana dokunaklı görünen konular onu fazla duygulandırmazdı. Aynı şeylerden hoşlanıyorduk ve bunların başında da müzik geliyordu. Aynı plak koleksiyonlarına sahiptik, Highland plak evinin karanlık ama serin kabinlerinde güçlerimizi birleştiriyorduk.
MÜZİK
Bazen benim, bazen de onun arabasında birbirimize yakınlaşıyorduk. Geceleri onların mavi Chevrolet’si, ya da bizimkilerin yeşil Pontiac’ını alarak deniz kenarına gidiyorduk; kentin ışıklarını sonsuz bir havaalanı gibi yansıtan sular ayaklarımızın dibindeydi. Yanımızdaki arabalarda sevişen çiftlere aldırmadan kendi zevk âlemimize dalıyorduk. İnce ve zor çıkan bir sesle şöyle diyorduk birbirimize: "Dinle ve bil bakalım hangi parça bu?" Belleğimizi yokluyor ve birbiri ardından Mozart yapıtlarından Koechel numaralarını sıralıyorduk; yüz yirmi altı tane arasından büyük bir bölümünü anımsayabiliyorduk. Elaine ile Mel’den duyduğumuza göre Nazi kökenli olan Gieseking’in Debussy kayıtlarını satın almanın doğru olup olmayacağını tartışıyor ve bir önceki pazartesi günü dinlediğimiz John Cage’in piyano resitalini beğendiğimize birbirimizi inandırmaya çalışıyorduk. Sonra da, Stravins’kinin daha kaç yıllık ömrü kaldığı konusunda konuşuyorduk. Bizlerin ölümüne karşılık Stravinsi’ye daha kaç yıllık bir yaşam verilebilirdi? Yirmi yıl? Evet, kuşkusuz. Bunu ummaya cesaret etmek çok kolay ve çok güzeldi. 1947’de on dört ve on altı yaşındaki bizler için, Stravinski denen bu harika adamın yirmi yıl daha yaşayacağını düşünmek baş döndürücüydü. (Bugün, bundan da uzun bir süre yaşadığını bilmek ne güzel.) Bu olağanüstü insan için kendi yaşamlarımıza karşılık yirmi yıl daha istemek, oldukça zayıf bir tutku işaretiydi. Peki öyleyse, on beş olsun. Neden olmasın?
Olmaz, on olsun. Şaka mı ediyorsun?
Beş? Gitgide düşüyorduk. Ama tamamen yadsımak, bir saygı sevgi eksikliği gibiydi. Bizim yaşamlarımız neydi ki -liseli gençlerin anlamsız olmakla birlikte vaatlerle dolu yaşanılan - dünyaya Stravinsi’nin bir beş yıl daha yapıt kazandırma olasılığı karşısında? Beş yıl? Anlaştık.
Ya da belki dört? İçimi çekiyordum. Hadi, Merrill, devam edelim.
Üç? Yalnızca üç yıl daha yaşasın diye ölmek mi?
Genellikle dört üzerinde anlaşıyorduk; bu bir minimumdu. Evet. Stravinski'nin yaşamını dört yıl uzatabilmek için her ikimiz de hemen, oracıkta ölmeye hazırdık. Okumak ve müzik dinlemek; artık kendin olmaktan çıkmanın zafer dolu tatmini... Sevdiğim ve hayranlık duyduğum hemen hemen her şeyin bugün ölmüş (ya da çok yaşlı) veya dışardan, örneğin Avrupa’dan gelmiş kişilerce yaratılmış olması kaçınılmaz gibi görünüyordu bana.
BÜYÜLÜ DAĞ
Tanrıları biriktiriyordum. Stravinsi müzikte neyi ifade ediyorsa, edebiyatta da Thomas Mann aynı şeydi. Benim için bir Alaaddin’in mağarası olan Pickwick’ten, 11 Kasım 1947’de Bûyülû Dağ’ı satın aldım.
Aynı akşam okumaya başladım ve başlangıçta soluğum kesilir gibi oldu. Ellerimde tuttuğum gelişigüzel bîr yenilik değil, sarsıcı bir yapıt, bir bulgu ve keşifler kaynağıydı. Avrupa bütünüyle kafamın içini kuşatmış ve beni ağlatmıştı. Verem, anneme göre biraz utanç verici bir hastalıktı. Gerçek babam buzdan çok uzakta ve yıllarca önce veremden ölmüştü ve şimdi Tuckson’da bu hastalık, sıradan bir mutsuzluktu artık. Oysa bu kitapta verem, patetik renklere ve ruhsal açıdan şaşırtıcı bir ilginçliğe bürünmüştü. O büyülü dağda kişiler fikirleri, fikirler ise hep sezinlemiş olduğum gibi tutkuları temsil ediyordu. Düşünceler beni zor bir sınamadan geçiriyordu ve sırasıyla, Setembrini’nin insani çıkışının ardından Naphta’nın sevinci ve kaygısıyla ateşim yükselir gibi oluyordu. Ve o tatlı, son derece iyi yürekli, dürüst Hans Castorp, Mann’ın düşlemiş olduğu o öksüz çocuk, yüreğimde savunmasız bir kahraman gibiydi; hem öksüz olduğu için, hem de kendi hayal gücümün tertemiz oluşu nedeniyle onu savunmasız gibi görüyordum. Mann’ın onun portresini yaparken gösterdiği alçakgönüllü sevecenliği seviyordum; biraz saf, fazlasıyla içten, uysal, pek parlak olmayan bir portre (gerçekte, kendimi de böyle-görüyordum)... Sevecenlik! Peki ya Hans Castorp, saman altından su yürüten biri idiyse (annem günün birinde yüzüme karşı bu suçlamayı yapmıştı)? İşte onu bana diğerlerinden değişik gibi gösteren buydu! Onun dindarlık eğitimini, başkalarının yanında edepli bir biçimde yaşadığı zor katlanılır yalnızlığını, acı veren yeknesaklık (bizi eğitenlerin hakkımızda hayırlı olduğunu düşündükleri tarz), serbest ve tutkulu konuşmalarla belirginleşen yaşamını anlıyordum. Kendi gündelik gidişatımın olağanüstü bir yansımasıydı bu.
Bir ay boyunca, kitap her yerde bana eşlik etti. Daha yavaş, sindirerek okumamı öğütleyen mantığımı dinleyemeyecek kadar heyecanla, bir solukta okudum. Ancak bu ritm, 334 ile 343. sayfalar arası yavaşladı: Hans Castorp ile Claudia Chauchat, en sonunda aşktan söz ederken metin Fransızcaydı ve ben bu dili hiç bilmiyordum. Hiçbir şeyi kaçırmama kaygısıyla, Fransızca-İngilizce bir sözlük satın aldım ve konuşmaları kelime kelime çevirdim. Son sayfaya gelince kitabı bırakma fikri bana öylesine ters geldi ki, böylesi bir yapıtın hakkını tam verebilmek için her akşam bir bölümü yüksek sesle okumaya kendimi zorlamak kaydıyla yeniden okumaya başladım.
Sonra da, okurken duymuş olduğum zevki bir başkasıyla paylaşabilmek ve kitap hakkında konuşabilmek için onu bir arkadaşıma ödünç vermek istedim. Aralık ayı başında Büyülü Dağ'ı Merrill’e götürdüm. Benim her önerdiğim kitabı anında okuyan Merrill de kitaba bayıldı. Bravo. Ve sonra şöyle dedi: Neden gidip onu görmüyoruz?" İşte o da bütün neşem utanca dönüştü.
Buralarda oturduğunu bilmiyor değildim kuşkusuz. Güney Kaliforniya, kırklı yıllarda, her türden ünlü isimleri barındırıyordu. Arkadaşlarım da, ben de, yalnızca Stravinski ve Schoenberg’in değil, Mann, Brecht (Charles Laughton’un çevirdiği Galile'sini yeni izlemiştim), İsherwood ve Huxley’in de burada yaşadıklarını biliyorduk. Ama onlardan biriyle ilişki kurmanın yine bu taraflarda oturan Ingrid Bergman ya da Gary Cooper'la görüşmeye kalkmak kadar hayal dışı olduğunu düşünüyordum.
Büyülü Dağ'ın sarhoşluğu içinde, onun "burada" olduğunu aklıma bile getirmemiştim. Benim için o bir kitap, daha doğrusu kitaplardı. Mann, ölümsüzdü; dolayısıyla Victor Hugo kadar ölüydü. Ne diye onunla karşılaşmaya çalışacaktım ki? Kitapları vardı ya!