Susan (Thomas Mann'le Karşılaşma)

Harikulade bir ergenlik öyküsü bu, uzun zamandır ilk kez bir metni büyük bir merakla, bu derece iştahlı okuyorum. Susan Sontag'ı, kitaplara olan tutkusu ve yazarlık yaşamıyla, kendime hep çok yakın hissettim; ve hep çok tanıdık hisler ve kaygıları buldum onda. Daha liseli yıllardayken tuttuğu günlüklerinde karşılaştığım erken gelişmiş bilinci, duyarlığı şaşırtmış, ürkütmüştü beni; o yıllardan bir hatıra bu da: Susan Sontag'ın, Büyülü Dağ romanını okumalarının ardından arkadaşı Merril'le birlikte Thomas Mann'in evine gidişlerinin öyküsü.  



Thomas Mann'le Karşılaşma


Onunla karşılaşmamla ilgili her şey belleğimde utancın renkleriyle donanmış durumda.

1947 Aralığı. On dört yaşımdaydım ve çocukluk denen o uzun tutukluluk döneminden kurtulur kurtulmaz atılacağım gerçek yaşama karşı sabırsızlık ve hayranlıkla dopdoluydum.

Ergenliğin eşiğindeydim, orta öğrenimim on beş yaşıma geldiğimde tamamlanmış olacaktı. Ve sonra, sonra... her şey açılıp saçılıverecekti. Ama o güne dek beklemek, zaman öldürmek gerekliydi (henüz on dört yaşındaydım). Güney Arizona çölünden Kaliforniya’nın güneyine yeni gelmiştim, önümde yeni kaçış perspektifleriyle, yeni bir yaşam çerçevesi açılmıştı; bu da çok hoşuma gidiyordu. Onulmaz bir dolaşma hastalığından muzdarip olan dul annem, 1945’te Amerikalı as pilotlardan biriyle ikinci evliliğini yaptı; yakışıklı bir adam olan eşi, vücudundaki onurlu yaralar nedeniyle bir yıl hastanede kaldıktan sonra, çölde bir nekahat devresi geçirdi. Onun sayesinde annem, nihayet bir yere yerleşebildi. Böylece, ertesi yıl yeni bir aile oluştu: Anne, üvey baba, küçük kız kardeş, köpek, inanılmaz bir maaşla tutulmuş İrlandalı kâhya kadın, geçen günlerin kalıntısı ve nihayet, bu yeni iklimde yabancılık çeken taşınmış bir parça eşya örneği, ben... Kaptan Sontag’ın bize katılmasıyla, Tuckson’un kenar mahallelerinden birinde, kirli bir sokakta bulunan kulübemizi terkederek, San Fernando vadisinin girişindeki, kayın ağaçları ve sıra sıra güllerle çevrili çok güzel bir pancurlu villaya taşındık. Üvey babam, hafta sonlarında, üniformasından sıyrılmış olsa bile her zamanki askeri disiplinini bozmadan, üzeri biftekler ve tereyağına bulanmış mısır taneleri yüklü barbeküyü kumanda ediyordu. Yiyor, yiyordum! Karşısında ağzını durmadan şapırdatan kemik yığını ve asık suratlı bir anne duran insan, başka ne yapabilir ki? Onun sönüklüğü kaptanın neşesi kadar kaygı vericiydi. Hayır, artık aynı ailenin üyeleri rolünü oynamayı sürdürmelerini hayal etmek gerçekten olanaksızdı! Artık çok geçti! Onlardan uzaklaşmıştım; yüzüm, çok çabuk büyüyen, artık ailenin büyük kızı olmuş o bebeğin yüzünün aynısı olsa da, ben artık onlardan biri değildim. (Fransızlar "fikren ayrıldım" deyip aynı yerde sürünmeyi sürdürerek işin kolayına kaçarlar)

Çocukluğun şu son yılları geçsin, yeterdi. Zaman akıp giderken, küçük aile toplantılarından keyif duyar gibi davranmak, anlaşmazlıklardan kaçınarak aileden geçinip tıkınmak yasaklanmış değildi ne de olsa... Doğruyu söylemek gerekirse, hayatta en çok anlaşmazlıklardan korkmuşumdur. Üstelik açlık duygum da bitip tükenmek bilmiyordu.

Hayatın zor olduğuna inanıyordum bir yandan da, çünkü salaklıktan kaçınmayı kendime iş edinmiştim (oysa içinde yüzüyor gibiydim), sınıf arkadaşlarımla öğretmenlerin aptallıkları, evdeki çılgın yavanlıklara ek olarak, televizyonda arka planda kahkaha kayıtlı haftalık komedi izlenceleri, şurup tadında hit-parade’ler, beyzbol oyunlarının histerik özetleri ve radyodan dinlenen profesyonel çatışmalar oturma odasını doldurdukça, her akşam, özellikle de hafta sonları çıldıracak gibi oluyordum. Dişlerimi gıcırdatıp saçlarımı çekiştiriyor, tırnaklarımı kemiriyor ama terbiyemi bozmuyordum. Başkalarının hakkımda düşündükleri umurumda bile değildi; benim gözümde hepsi de şaşırtıcı bir biçimde kör ve az meraklı kişilerdi; öğrenme isteğiyle yanıp tutuşarak, kendimle çevremdekiler arasındaki bu çarpıcı aykırılığın nedenlerini ortaya çıkarmak istiyordum; başka yerlerde bana benzeyen bir sürü insan bulunduğundan kuşku duymuyordum. Yolumda bir engel olduğu hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmemiştir.

ÖLÇÜSÜZ BİR OKUMA AÇLIĞI

Buraya gelmeden önce yaşamış olduğumuz sekiz ev ya da dairede kendime ait bir odam olmamıştı. Kendi kapıma sahip olmak, ne düştü ama! Oysa şimdi buna sahiptim. ve bir cep lambasının ışığında, örtülerin altına saklanmadan serbestçe ve saatlerce okuyabiliyordum
artık.

Küçüklüğümden beri ölçüsüz bir okuma açlığı hissetmişimdir; elime ne geçse okurdum: Masallar, çizgi-romanlar, Compton Ansiklopedisi, astronomi kitapları, kimya, Çin bilginlerin bibliyografyaları, Richard Hallburton'ın tüm gezi kitapları ve çok sayıda klasik yapıt. Neden sonra, kırklı yıllarda, Tuckson'da modern kütüphanenin derinliklerinde boğulur gibi olma keyfini yaşadım. Her yapıt, önümde marangozun metresi gibi yayılan yeni ufuklar açıyordu. Los Angeles’a gelişimden bir ay sonra, Hollywood caddesi üzerinde, yaşam boyu müşterisi olacağım kitapçılardan birini keşfettim: Pickwick; her gün okul çıkışı, dünya edebiyatından birkaç yapıtı ayakta okumak, param varsa almak ya da cesaretim varsa çalmak için oraya gidiyordum. Her çalışım, haftalarca süren vicdan azabına neden oluyordu, ama cepte bulunan para o kadar olursa elden başka ne gelir ki? kütüphanelere neden gitmediğimi düşünmek ilginç geliyor bana. Kitaplara sahip olmak, küçücük odamın duvarlarını çevreleyen raflarda birer koruyucu tanrı gibi onları dizili görmek gerekliydi bana.

Öğleden sonraları, hazine avına çıkıyordum. Dersten sonra hemen eve dönmekten hep nefret ettim. Holywood Caddesiyle Highland Caddesinin kesiştiği köşebaşından birkaç sokak ötede bir plak satıcısı keşfettim. Dükkân sahipleri, her hafta dinleme kabinlerinde müzikle dopdolu saatler geçirmeme izin veriyorlardı; ayrıca bir de uluslarrası gazeteleri satın almadan okuyabildiğim gazete kulübesi vardı. Ah, altın çağ! Bunu yaşağımın bilincindeydim. Rengârenk saman çöplerinden binlerce kaynak arasında boğuluyordum. Odama kapanıp okumuş olduklarımı öykünerek yazıyor ve bir günlük tutuyordum. Kelime hâzinemi zenginleştirmek için sözcük listeleri düzenliyor, plaklarımı dinleyerek orkestra şefliği yapıyor ve her akşam gözlerim açıncaya dek okuyordum.

ARKADAŞLAR

Kısa sürede arkadaşlar edindim. Onlarla ilgilendiğim konulan konuşabilmek hoşuma gidiyordu. Benim kadar okumuş olmalarını beklemiyordum; onlara ödünç verdiğim kitapları okuduklarını görmek bana yetiyordu. Müzikte ise acemiydim. İkinci yıla başladıktan az süre sonra son sınıftan, müzik bilgileri benimkinden kat kat üstün iki arkadaş edindim. Elaine flüt, Mel ise piyano çalıyordu. Şık sık konserlere gidiyorlardı ve ince bir müzik zevkine sahiptiler.

Arkadaşlarımdan her biri "en iyi arkadaşlardı. Başka bir çözüm yolu bulamamıştım. Müzik konusunda iki akıl hocamın dışında ikinci sınıftan bir arkadaş, son iki yıllık orta öğrenim döneminde romantik kavalyem olarak bana eşlik etti. Peter, babadan yetim bir göçmendi (yarı Fransız, yarı Macar). Sürekli taşınmalar onun hayatini benimkinden de çok etkilemiş gibiydi. Gestapo babasını tutuklayınca, annesiyle birilikte Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine kaçmış, 1941'de Lizbon üzerinden gemiyle New York’a geçmişlerdi. Arkadaşlığımız, okul kafeteryasında, merhum pederlerimizin yüksek kaliteli özelliklerini anarken perçinlendi. Peter’le birlikte sosyalizmi ve Henry Wallace’ı tartışıyor, elini tutarak izlediğim acıklı filmlerde omzuna yaslanarak ağlıyordum. Birlikte bisiklet gezilerine çıkıyor, Griffith Park’ta çimenler üzerine uzanarak öpüşüyorduk. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Peter’in hayattaki üç aşkını annesi, ben ve bisikleti oluşturuyorduk. Esmer, zayıf, sinirli ve uzun boyluydu. Bense, sınıfın en genci olmakla birlikte genellikle erkeklerden daha uzun boyluydum; sporcu atletler konusunda alabildiğine özgür düşünmekle birlikte, boy konusunda garip bir tutuculuk vardı bende: Bir arkadaş, iyi olduğu kadar, uzun boylu da olmalıydı. Bu sonuncu koşulu yerine getiren tek kişi ise Peter’di.

Bir başka "en iyi arkadaşım", başka bir lisede yine ikinci sınıf öğrencisi olan Merrill’di; Sakin, tıknaz ve sarışın, ayrıca da, açıkgöz, kurnaz ve "genç kızlara hayal kurduracak yakışıklılıkta"ydı. Fazlasıyla da akıllı olduğuna göre ayrı bir kategoride tutulması gerekiyordu. Alçak ve yumuşak bir sesle konuşur, ağzıyla değil, gözleriyle gülümserdi. Merrill, kendisi için deli olduğum tek arkadaşımdı. Ona bakmaya doyamazdım. Onun içinde erimek ya da onun benim içimde erimesini isterdim, ama aşılmaz bir engel vardı aramızda: Benden birkaç santim kısaydı boyu. Diğer engeller ise tartışılabilirdi: Merrill bir sır küpüydü, hesapçıydı (kelimenin tam anlamında: Konuşmasında sayılar hep egemendi) ve bana dokunaklı görünen konular onu fazla duygulandırmazdı. Aynı şeylerden hoşlanıyorduk ve bunların başında da müzik geliyordu. Aynı plak koleksiyonlarına sahiptik, Highland plak evinin karanlık ama serin kabinlerinde güçlerimizi birleştiriyorduk.

MÜZİK

Bazen benim, bazen de onun arabasında birbirimize yakınlaşıyorduk. Geceleri onların mavi Chevrolet’si, ya da bizimkilerin yeşil Pontiac’ını alarak deniz kenarına gidiyorduk; kentin ışıklarını sonsuz bir havaalanı gibi yansıtan sular ayaklarımızın dibindeydi. Yanımızdaki arabalarda sevişen çiftlere aldırmadan kendi zevk âlemimize dalıyorduk. İnce ve zor çıkan bir sesle şöyle diyorduk birbirimize: "Dinle ve bil bakalım hangi parça bu?" Belleğimizi yokluyor ve birbiri ardından Mozart yapıtlarından Koechel numaralarını sıralıyorduk; yüz yirmi altı tane arasından büyük bir bölümünü anımsayabiliyorduk. Elaine ile Mel’den duyduğumuza göre Nazi kökenli olan Gieseking’in Debussy kayıtlarını satın almanın doğru olup olmayacağını tartışıyor ve bir önceki pazartesi günü dinlediğimiz John Cage’in piyano resitalini beğendiğimize birbirimizi inandırmaya çalışıyorduk. Sonra da, Stravins’kinin daha kaç yıllık ömrü kaldığı konusunda konuşuyorduk. Bizlerin ölümüne karşılık Stravinsi’ye daha kaç yıllık bir yaşam verilebilirdi? Yirmi yıl? Evet, kuşkusuz. Bunu ummaya cesaret etmek çok kolay ve çok güzeldi. 1947’de on dört ve on altı yaşındaki bizler için, Stravinski denen bu harika adamın yirmi yıl daha yaşayacağını düşünmek baş döndürücüydü. (Bugün, bundan da uzun bir süre yaşadığını bilmek ne güzel.) Bu olağanüstü insan için kendi yaşamlarımıza karşılık yirmi yıl daha istemek, oldukça zayıf bir tutku işaretiydi. Peki öyleyse, on beş olsun. Neden olmasın?

Olmaz, on olsun. Şaka mı ediyorsun?

Beş? Gitgide düşüyorduk. Ama tamamen yadsımak, bir saygı sevgi eksikliği gibiydi. Bizim yaşamlarımız neydi ki -liseli gençlerin anlamsız olmakla birlikte vaatlerle dolu yaşanılan - dünyaya Stravinsi’nin bir beş yıl daha yapıt kazandırma olasılığı karşısında? Beş yıl? Anlaştık.

Ya da belki dört? İçimi çekiyordum. Hadi, Merrill, devam edelim.

Üç? Yalnızca üç yıl daha yaşasın diye ölmek mi?

Genellikle dört üzerinde anlaşıyorduk; bu bir minimumdu. Evet. Stravinski'nin yaşamını dört yıl uzatabilmek için her ikimiz de hemen, oracıkta ölmeye hazırdık. Okumak ve müzik dinlemek; artık kendin olmaktan çıkmanın zafer dolu tatmini... Sevdiğim ve hayranlık duyduğum hemen hemen her şeyin bugün ölmüş (ya da çok yaşlı) veya dışardan, örneğin Avrupa’dan gelmiş kişilerce yaratılmış olması kaçınılmaz gibi görünüyordu bana.

BÜYÜLÜ DAĞ

Tanrıları biriktiriyordum. Stravinsi müzikte neyi ifade ediyorsa, edebiyatta da Thomas Mann aynı şeydi. Benim için bir Alaaddin’in mağarası olan Pickwick’ten, 11 Kasım 1947’de Bûyülû Dağ’ı satın aldım.

Aynı akşam okumaya başladım ve başlangıçta soluğum kesilir gibi oldu. Ellerimde tuttuğum gelişigüzel bîr yenilik değil, sarsıcı bir yapıt, bir bulgu ve keşifler kaynağıydı. Avrupa bütünüyle kafamın içini kuşatmış ve beni ağlatmıştı. Verem, anneme göre biraz utanç verici bir hastalıktı. Gerçek babam buzdan çok uzakta ve yıllarca önce veremden ölmüştü ve şimdi Tuckson’da bu hastalık, sıradan bir mutsuzluktu artık. Oysa bu kitapta verem, patetik renklere ve ruhsal açıdan şaşırtıcı bir ilginçliğe bürünmüştü. O büyülü dağda kişiler fikirleri, fikirler ise hep sezinlemiş olduğum gibi tutkuları temsil ediyordu. Düşünceler beni zor bir sınamadan geçiriyordu ve sırasıyla, Setembrini’nin insani çıkışının ardından Naphta’nın sevinci ve kaygısıyla ateşim yükselir gibi oluyordu. Ve o tatlı, son derece iyi yürekli, dürüst Hans Castorp, Mann’ın düşlemiş olduğu o öksüz çocuk, yüreğimde savunmasız bir kahraman gibiydi; hem öksüz olduğu için, hem de kendi hayal gücümün tertemiz oluşu nedeniyle onu savunmasız gibi görüyordum. Mann’ın onun portresini yaparken gösterdiği alçakgönüllü sevecenliği seviyordum; biraz saf, fazlasıyla içten, uysal, pek parlak olmayan bir portre (gerçekte, kendimi de böyle-görüyordum)... Sevecenlik! Peki ya Hans Castorp, saman altından su yürüten biri idiyse (annem günün birinde yüzüme karşı bu suçlamayı yapmıştı)? İşte onu bana diğerlerinden değişik gibi gösteren buydu! Onun dindarlık eğitimini, başkalarının yanında edepli bir biçimde yaşadığı zor katlanılır yalnızlığını, acı veren yeknesaklık (bizi eğitenlerin hakkımızda hayırlı olduğunu düşündükleri tarz), serbest ve tutkulu konuşmalarla belirginleşen yaşamını anlıyordum. Kendi gündelik gidişatımın olağanüstü bir yansımasıydı bu.

Bir ay boyunca, kitap her yerde bana eşlik etti. Daha yavaş, sindirerek okumamı öğütleyen mantığımı dinleyemeyecek kadar heyecanla, bir solukta okudum. Ancak bu ritm, 334 ile 343. sayfalar arası yavaşladı: Hans Castorp ile Claudia Chauchat, en sonunda aşktan söz ederken metin Fransızcaydı ve ben bu dili hiç bilmiyordum. Hiçbir şeyi kaçırmama kaygısıyla, Fransızca-İngilizce bir sözlük satın aldım ve konuşmaları kelime kelime çevirdim. Son sayfaya gelince kitabı bırakma fikri bana öylesine ters geldi ki, böylesi bir yapıtın hakkını tam verebilmek için her akşam bir bölümü yüksek sesle okumaya kendimi zorlamak kaydıyla yeniden okumaya başladım.

Sonra da, okurken duymuş olduğum zevki bir başkasıyla paylaşabilmek ve kitap hakkında konuşabilmek için onu bir arkadaşıma ödünç vermek istedim. Aralık ayı başında Büyülü Dağ'ı Merrill’e götürdüm. Benim her önerdiğim kitabı anında okuyan Merrill de kitaba bayıldı. Bravo. Ve sonra şöyle dedi: Neden gidip onu görmüyoruz?" İşte o da bütün neşem utanca dönüştü.

Buralarda oturduğunu bilmiyor değildim kuşkusuz. Güney Kaliforniya, kırklı yıllarda, her türden ünlü isimleri barındırıyordu. Arkadaşlarım da, ben de, yalnızca Stravinski ve Schoenberg’in değil, Mann, Brecht (Charles Laughton’un çevirdiği Galile'sini yeni izlemiştim), İsherwood ve Huxley’in de burada yaşadıklarını biliyorduk. Ama onlardan biriyle ilişki kurmanın yine bu taraflarda oturan Ingrid Bergman ya da Gary Cooper'la görüşmeye kalkmak kadar hayal dışı olduğunu düşünüyordum.

Büyülü Dağ'ın sarhoşluğu içinde, onun "burada" olduğunu aklıma bile getirmemiştim. Benim için o bir kitap, daha doğrusu kitaplardı. Mann, ölümsüzdü; dolayısıyla Victor Hugo kadar ölüydü. Ne diye onunla karşılaşmaya çalışacaktım ki? Kitapları vardı ya!

Manifesto

The original poem in Spanish by Mario Benedetti
Qué les queda a los jóvenes?

Yazma Sıkıntısı / Ferit Edgü

“Yalnızca dil vardı. Biçimi de, 
özü de içinde barındıran dil.
Bunu gördükten sonra işim
daha da zorlaştı. O gün bugün 
sözcüklerle boğuşuyorum."


Yazma sıkıntısı mı?

Ben,  yazma zorluğu, derdim. 
Kendi hesabıma.
Gün geçtikçe daha zor yazdığım için.

Kalemi elime aldığım ilk gençlik yıllarında (on altı-on yedi yaşlarındaydım) bir nöbete tutulmuş gibi yazardım.

Olağan. Çünkü hiçbir şey bilmiyordum. Hemen hemen hiçbir şey. Dolayısıyla her şey yazılabilirdi. Daha da kötüsü, her şey, her biçimde yazılabilirdi. Ama şaşılacak bir şey, kuşağımın birçok yazarı gibi, ben de daha o ilk yıllarda bir “üslubum” olsun istedim. Bu üsluba ulaşmak kendiliğinden olmadı. Uzun temrinler yaptığımı bugün çok iyi anımsıyorum. Yazmak kolaydı. Ama kişiliği yazdıklarında yansıyan bir yazar olmak o kadar kolay değildi.

Ne var ki, bir “üslup” sahibi olmanın her şey demek olmadığını çok geçmeden ayrımsadım. Abdülhak Hamit’in de bir üslubu vardı, değil mi? Tanrı korusun, sıradan biri olmak, böylesi bir üsluba sahip olmaktan iyidir. Daha o yaşlarda bilincindeydim bunun.

Her gün ya da her akşam yazı masasının başına oturup bir-iki ya da sekiz-on sayfa yazan yazarlar vardır. Ben onlardan biri değilim. Bir öykü yazmak için masaya oturduğumda, ne yazacağımı bilirim, ama nasıl yazacağımı bilmem. Hemen hemen bilmem. Yazmak eylemi ya da yazma serüveni, ak kâğıt üzerine düşen ilk cümleyle başlar. Acaba doğru imge bu muydu, sorusunu, acaba doğru cümle bu mu sorusu izler. Onu da, acaba doğru sözcük bu mu, sorusu. Çoğu kez, yazma aşamasında yanıtlanamaz bu sorular. Zamanın geçmesi gerekir. Son yanıtı, hep zaman verir.

Gecenin bir saatinde uyanırım. Takılıp kaldığım, çözümleyemediğim sorunun yanıtını bulmuşumdur. Uyku sersemi, başucumdaki deftere not düşerim. Sabah uyandığımda, bakarım, saçma sapan bir-iki sözcük. Kimi zaman da yol gösterici bir imge. Çok sık olmasa da. Yazdıklarımın bir özü, bir geçmişi olmadığını, olmaması gerektiğini, ikinci kitabım Bozgun’u yazdıktan sonra anladım. Ne biçim vardı, ne öz. Yalnızca dil vardı. Biçimi de, özü de içinde barındıran dil. Bunu gördükten sonra işim daha da zorlaştı. O gün bugün sözcüklerle boğuşuyorum.

Benim sıkıntım da bu.

*
ilgili okumalar:

Gizli odalar



I went into the secret rooms
and lounged and lay on their beds.

Odalara girdim, gizli odalara...
dokundum ve uzandım yataklarına



I went into the secret rooms
considered shameful even to name.

Odalara girdim, adlarını anmayı bile
ayıp saydıkları o gizli odalara

Kavafis

YAZMA SIKINTISI


Yazma arzusu, hatta gerekliliği ile bunu yapamama sıkıntısı arasında sıkışıp kalan biri, elinde olmaksızın durmadan “Keşke yapmasam" diye tekrarlayan yazar Bartleby’nin durumunda bulur kendini. Kuşkusuz yazıdan alınan bir haz vardır, ama pek çok yazarda uyandırdığı sıkıntı, çeşitli biçimler altında onları yazma anını değiştirmeye yönelik saplantılı ritüelleri ve uygulamaları çoğaltmaya götürür: kurşunkalemleri yontmak; dolmakalemler denemek; yürümek ya da müzik dinlemek; hep aynı kafede aynı masaya yerleşmek; bir satır yazmadan önce yarım saat, bir gün, bir yaşam boyu okumak; bir gün önce, ya da önceki günlerde ya da oldum olası yazılanları düzeltmek; ancak daha sonra, günün birinde yazılabilirmiş ve kitap her zaman “ertelenebilirmiş" gibi, sürekli olarak yazmayı olanaklı kılacak tatilleri ya da özgür zamanı düşlemek, vb. Narsisizm ve teşhir çoğu kez bastırmaya ve ketlemeye (inhibasyon) üstün geldiğinden, kuşkusuz günümüzün editoryal üretimi yazma sıkıntısıyla ilgili bu fikirleri çürütme eğilimde olacaktır. Ama genelde (oto)biyografik ve/ya da reklam amaçlı “kitaplar”, yalnızca iletişim işlevi için göz önünde bulundurulan sözcükler aracılığıyla kişinin kendi imajını yükseltmeye ya da ortak alanları iletmeye yönelik aynalar olduğunda, edebiyattan söz edilebilir mi? Öne sürülen bir şey yok, simgesel oyun yok, edebiyatın temelini oluşturan sorunsal söylemin dramatizasyonu yok.

Yazı ile söylemin (“metnin keyfi” içinde bile) tartışmasız olmadığını düşünen Roland Barthes, “yazınsal itiraf” aracılığıyla “tatillerde zamanını nasıl geçirdiğini” ortaya koyarak, ironik bir biçimde yazmaya karşı kendi ritüellerini, kendi yan çizmelerini tanımlar;

 “Tatillerde saat sekizde kalkarım, aşağı inip evi açarım, kendime çay yaparım (...). Ardından bir kararsızlık dönemi geçiririm; içimden hiç çalışmak gelmez; bazen biraz resim yaparım, ya da eczaneden kendime aspirin alırım, ya da bahçenin dibinde kâğıt yakarım ya da kendime bir kürsü, bir evrak dolabı, bir fiş kutusu yaparım; böylece saat dört olur ve yeniden çalışırım (...).” 

Jacques Roubaud için yazıya geçişi gösteren, musluk suyunda eritilmiş Nescafe ritüeli ve “sona eren, eğreti gecenin içindeki” tek ışıltı olan açık bilgisayar ekranıdır:

 “Klavyede ‘yazıyorum’ sözcüğünü oluşturan tuşlara basıyorum, ama bunlar yalnızca, kalemle yazılandan ya da kâğıt üzerindeki mürekkepten daha da eğreti bir biçimde, ‘kes’ komutunun her an yok edebileceği bir ‘yazma’ sarhoşluğu uyandıracak kadar eğreti olan günümüzün eloktronik yazısıyla karşımdaki dikey ekranda beliriyor” (La Boucle).

 Yaratılan şey ile “yok oluşu” arasında, yazı adeta, temel olan ve beyaz sayfanın üzerinde ya da bilgisayarın karşısında oynanan sahnenin kayıtsız kalmadığı bir şeyi ortaya koyar. Michel de M’Uzan, yazının, kendini ifade etme arzusuyla kendini beğendirme gereği arasında, okunmak ve kabul görmek için, yazarın kendi içindeki bir iç çatışmanın dramatize edilmesinin ta kendisi olduğunu incelikli bir biçimde göstermiştir: 

“Son derece çatışmalı bir durum, çünkü kendini ifade etmek; dünya ile özne arasında o ana dek varolan bağları tüm gücüyle değiştirmek, saldırmak ve belli bir noktaya kadar başkalarını silip atmaktır, ama bu koşullar altında onların takdir ve sevgisi nasıl elde edilir?

Our immortal day







Gülmek / Cioran

Nietzsche...  O yok mu o? Aslında her şeye ‘‘çilelerimiz”in neden olduğunun delilidir adeta!

diyor Cioran:

Le diable probablement (1977, Robert Bresson)

Hiçlik benim içimdeydi, onu dışarıda aramama gerek yoktu. Daha çocukken, uçurumların keşfine götüren can sıkıntısı yoluyla, bunu önsezi düzeyinde hissetmiştim. Boşluk hissini, zamandan dışarı atılmış olma izlenimini ilk tattığım anı tam olarak gösterebilirim. Bu boşluğu sürekli hissetmekten başka şey yapmadım, benim için neredeyse gündelik bir karşılaşma haline geldi bu. Önemli olan, bir tecrübenin sıklığıdır, bir baş dönmesinin ısrarla kendini hissettirmesidir.

Yazmak, eğer ilaçlara düşkün değilseniz, büyük kaynaktır; yazmak, iyileşmektir. Size bir öğüt vereyim: Birinden nefret ediyorsanız, ama ille de onu yok etmek diye bir isteğiniz yoksa, yüz kere ismini, yanına da “seni öldüreceğim” yazın. Yarım saatte yatışırsınız. Dile getirmek, kurtulmaktır; sadece zırvalar bile yazsak, hiçbir yeteneğimiz dahi olmasa.



Akıl hastanelerinin her sakinine, karalamak için tonlarca kağıt verilmeliydi. Bir tedavi yolu olarak ifade. İntihar fikrinde de aynı fazilet vardır. Kendi kendine, “istediğimde kendimi öldürebilirim,” dendiği anda, hayat bir kabus olmaktan çıkar. Elde böyle bir başvuru çaresi olduğu zaman, gerçekten de her şeye tahammül edilebilir.

Gençliğimde, ölüm gecem gündüzümün merkezindeydi; kendi kendini haklı çıkaran, en yüksek derecede meşru, ama yine de marazi bir mevcudiyet. Tuhaf şey: Yaşla birlikte, bu gitgide daha az düşünülür. Yakınlarda eski bir dostumdan bir mektup aldım, hayatın onun için artık hiçbir şey ifade etmediğini yazıyordu bana. Şöyle cevap verdim: "Bir öğüt istersen: Ancak artık gülemediğin zaman kendini öldürmelisin. Bunu yapabildiğin müddetçe, bekle daha. Gülme bir zaferdir, hayat ve ölüm karşısında tek hakiki zaferdir. 

Cioran

Francis Bacon / Ölüm


 Yaşam nedir? Ölümün ayrılmaz bir parçası. Yaşamı nasıl kabulleniyorsam, ölümü de öyle kabul ediyorum. Ölümü farketmeden yaşamak, kaçamak yaşamak, yalandan yaşamak gibi olur... Beni ölümü vurgulamakla eleştirenler, yaşama bakmasını bilmiyorlar. Eserlerimde yalnız vahşet ve dehşet görenler, Vietnam savaşı sırasında Amerikan televizyonlarında günde on saat vahşet ve dehşet gösterildiğinin farkında olmayanlar... Ben ölümü de, vahşeti de, dehşeti de yaşamın, var olmanın bir parçası olarak kabulleniyorum...

Bugüne dek insanoğlunun görüntüsünü yansıtmak, doğrudan doğruya portre sanatıyla ilgili bir çalışmaydı. Oysa benim portre sanatıyla yakından uzaktan hiç bir ilişkim yok. Özellikle de insan görünümünü bozmaya çalışmıyordum. Hayır, insanoğlunu var eden, yaşar kılan o “şey”i yakalamaya çalışıyorum... Şöyle anlatayım: Bir insana baktığım zaman onun yalnız biçimini, çizgilerini görmüyorum. Nasıl diyeyim, bir de kişinin ‘beliriş” biçimi var. Bu  “beliriş” dediğim şey de insan görüntüsünün bir parçasıdır, özellikle onu var eden öğedir. İşte ben bu görüntünün gizlerini, kendini belli ediş biçimini çizmeye çalışıyorum. Bunlar gözün değil, duyguların göreceği şeyler. Görüntünün gerçeğini her fotoğraf makinesi verebilir. Asıl sorun, görüntünün gizlerini, duygusunu verebilmek.

İnsan dokusu diyelim. İnsanı oluşturan dokular, cildi oluşturan dokular... Bence insanlar var olmaya dokudan başlarlar. İşte ben de insanları var olmaya başladıkları anda ele almak, onları öyle resimlemek istiyorum.


Francis Bacon, Three Studies for a Self-Portrait, 1981

Günümüzde resim sanatının öldüğüne ya da öleceğine inananlar var. Bilmiyorum, belki böyle bir şey olur. Ama sinir sistemimizin bir yanı var ki, buraya yalnız ve yalnız resimle yaklaşabilirsiniz. İşte insanların sinir sistemindeki bu özellik yok olunca resim sanatı da ölebilir... Biliyorsunuz son yıllarda bu konuda bir sürü tartışma yapıldı. Ancak, bütün bu tartışmaların nedeni, resim sanatının bir spekülasyon konusu olması, insanların artık yalnızca resmin, tablonun parasal değeriyle ilgilenmesi... Bana sorarsanız, ben her zaman resim sanatına gereklik duyacağım. Sanat yalnızca bir “oyun” olsa bile... Sanatçı, yaşama bir anlam katmak için yalnızca bu “oyun” u derinleştirmek zorunda kalsa bile...

Resim yaparken, herhangi bir sorunu çözümlediğim izlenimine kapılmıyorum. Hatta, zaman zaman, "çalışmıyorum bile, yalnızca fırçamı orda burda gezdiriyorum" diye düşünüyorum. Sonra ansızın bir imge beliriyor ve tuvalim üzerinde biçimlenmeye başlıyor. İsteğim dışında, çoğu kez rastlantısal bir oluşum bu. Bana bu oluşumu düzene sokmak kalıyor. Ayrıca, büyük sanatın büyük düzen gerektirdiğine inanıyorum... İnandığım başka bir şey de, her şeyden önce kendimi şaşırtabilmek gerekliliği. Beaudelaire ne demiş: “Eseriniz kimseyi şaşırtmıyorsa, iyi değil demektir... ” Resme başladığımda, hiç bir yerlere  varamayacağımı sanıyordum. Çünkü yalnız kendim için resim yapıyordum.

Walk on the Wild Side


Made in New York in 2005, this short film is a faithful interpretation of Lou Reed’s famous song, “Walk on the Wild Side”. Stéphane Sednaoui met up with Lou Reed several times before filming began and the singer makes a cameo in the film.

Written 30 years earlier, Lou Reed’s hymn celebrates five flamboyant characters, each one a fragile icon from Andy Warhol’s Factory: Holly Woodlawn, Candy Darling, Joe Dalessandro, Joe Campbell (aka Sugar Plum Fairy) and Jackie Curtis. Over five delicate tableaux Stéphane Sednaoui films these young people proudly displaying their sexuality and creativity, each one dreaming of becoming a star on the New York scene.



VERLAİNE & RİMBAUD


Gerek erkekler arası, gerek kadınlar arası eşcinsel ilişkilere değgin en çok şiir yazan Fransız şairi Paul Verlaine’dir. Belçika’da yayınladığı ve Fransa’da yasaklanan Dostlar (Les Amies) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Kadınlar (Femmes) başlığını taşıyan birinci bölüm sevici kadınlarla (lezbiyen), Hombres adını taşıyan ikinci bölüm ise eşcinsel erkeklerle ilgilidir.

Paul Verlaine biseksüeldi, kadınlarla olduğu kadar erkeklerle de sevişmekten zevk alıyordu. Erkeklerle ilişkisinde edilgen (pasif homoseksüeldi).

Zevk dizelerini yazan lise öğrencisi Paul Verlaine kendisinden sekiz yaş büyük ve annesiyle aynı adı taşıyan teyze : kızı Elisa Moncomble’a âşıktı. Evli ve hamile Elisa’nın gebelik sancılarını dindirmek için doktoru afyon hapları veriyordu. Elisa ölçüyü kaçırıp genç yaşta ölünce romantik lise öğrencisi kendini içkiye ve serseriliğe verdi. Erkeklerle eşcinsel ilişkileri de bu yaşlarda başladı.

Verlaine liseyi bitirince Paris belediyesinde memur oldu. Mathilde Maute ile evlendiğinde Lucien Viotti adlı bir gençle de eşcinsel ilişkilerini sürdürüyordu. Verlaine evlenince Lucien ruhsal bunalıma düşüp gönüllü askere yazıldı ve savaşta öldü. Vicdan azabı çeken Verliane kendini içkiye verdi, öcünü karısından almaya kalktı. Henüz on sekiz yaşındaki toy ye hamile karısını kıyasıya dövüyordu.

1871 Eylül’ünde Charleville’den, kaynatası ve kaynanasıyla birlikte oturan Verlaine’lerin evine, 17 yaşında, Arthur Rimbaud adlı bir şair konuk geldi. Garip, şaşkın, kuşkucu, gözleri sevi çiçeğinin rengini, tavrı ve davranışı cezaevi kaçkınlarını andıran bu çocuğa baktıkça Mathilde ve annesi kötü bir geleceği sezinler gibi ürküyor, telaşlanıyordu. Nitekim, Lucien Viotti’den boşalan yeri bu hırçın "köylü" doldurdu, iki şair artık tüm zamanı meyhanelerde ve Paris sanatçılarının içkili toplantılarında geçiriyor, eve sabaha karşı dönüyorlardı. Verlaine’in kaynatası zengin bir zeytin yağı tüccarıydı ve evin bütün giderlerini o karşılıyordu. Verlaine kaynatasının parasıyla, Rimbaud ile birlikte Paris’in tadını çıkarıp burjuva hayatı yaşarken, karısı zavallı Mathilde'in payına da dayak ve sövgü düşüyordu.

Rimbaud kendini anlattığı bir düzyazılmış şiirinde "enerjiyle dolu olmasına rağmen kadınları sevmezdi" diyor. On yedi yaşındaki delikanlıyı ilk eşcinsel ilişkiye ondan on yaş büyük, Parisli burjuva Verlaine mi alıştırdı? Yoksa Rimbaud’nun daha önce böyle bir uygulaması var mıydı? Kimi araştırmacılara göre, Rimbaud, Komün ayaklanması sırasında Paris’e gelip bir kışlada kalıyor. O sıralarda kent en çetin günlerini yaşamakta, insanlar ölümle hayat arasında bir gidip bir geliyor. Bu keşmekeş içinde yiğitliklerin yanı sıra bireysel davranış ve alışkanlıklar da kendine ortam bulabiliyor. Kışlada askerler, işçiler, ulusal korucular, denizciler, karacılar balık istifi gibi üst üste. Ağızlarında sövgüler, salyalarını akıta akıta tütün çiğneyen bazı eşcinseller, düşler ve devrim aşkıyla dolu delikanlı Rimbaud’ya çetin anlar yaşatıyorlar. Sonunda bir onbaşı zorla üstüne çekiyor Rimbaud’yu Araştırmacılar, şairin Çalınmış Yürek şiirini bu olay üzerine yazdığını ileri sürerler:

"Üzgün yüreğim akıyor gemiye/ Bir gevişlik tütün salyası gibi (...)
Ya bu kaba saba sözler ne diye/ Adamların bu zevzek gülüşleri (,..)
Hep belden aşağı edepsiz laflar/ Onu nasıl baştan çıkardı bakın!/ 
Dümende de o biçim resimler var/ Sevişmeler, kalkmış cinsel organlar".

 Şiirdeki yürek, penisin; salya ise meni’nin simgesidir.

Kaldığımız yere dönelim. Rimbaud Verlaine’lerin evinde konuk. İki şair gece sabaha dek içip gündüz uyuyorlar. Verlaine genellikle, Rimbaud’dan önce kalkıp, delikanlının odasına giriyor usulca. O uyurken özlem dolu gözlerle seyrediyor: 

"Geldim bu akşam, yatağına eğildim /Seyrettim o tapılası bedenini/
Baktım dua eden bir derviş gibi /Oy, güneş altında her şey boşmuş, dedim (:..)
/Ne zor seni sevmek, aşkım, ince gülüm!/
Kapatacak mı gözlerimizi ölüm /Tükenecek mi soluk uyurken böyle? (..)" 

Tutkun Verlaine, Rimbaud uyurken uyanmasın diye karısı Mathilde’in bile koridorlarda dolaşmasını istemez:

 "Bak, öğlen oldu bayan. Uyuyor çocuk ruhum/ Dolaşma, adımlardan uyanır, korkuyorum (...)/ Öğlen oldu suladım her yanını odanın / Umut parlak bir çakıl zamanın kuytusunda/ Ah, ne vakit açacak gülleri sonbaharın"

Verlaine'in kaynatası Bay Maute Paris’e, eve dönünce Rimbaud'nun saltanatı da sona erer. Banville'in yardımıyla delikanlıya çatı katında bir oda bulunur. Verlaine’in şair arkadaşları çocuk şairin geçimini sağlamak için aralarında bir fon kurarlar. Verlaine artık Rimbaud ile çatı katında buluşur. Bir şiirinde kendini "uysal mürit" olarak tanımlayarak kasabalı delikanlıya şöyle seslenir:

 "Ey dehşet, buyruğundayım, al beni (...) 
Tırmanıyorum sana, çık kalçalarıma, tepin!”

 Rimbaud’ya "dehşet (terreur)" adını takmış Verlaine. Çünkü bu vahşi kasabalı, "Şairler Prensi" dediği Paul Verlaine’in bedenine karşı çok acımasız, sadik; sevişirken bıçakladığı da oluyor. Bir gün, kıskançlık nedeniyle kendisiyle kavga eden karısı Mathilde’e gömleğinin düğmelerini çıkarıp yara izleriyle dolu göğsünü gösterir Verlaine ve "Kaplanlar gibi sevişiyoruz!" der. Rimbaud davranışlarında ve insanlarla toplumsal ilişkilerinde ne kadar azgınsa Verlaine de cinsel ilişkilerde o kadar azgındır, ateşi hiç sönmez. Yalnız Rimbaud’yla değil, "Gavroche" adıyla bilinen ressam Forain ile de eşcinsel ilişki içindedir. Mathilde anılarında şunları yazar: 

"Verlaine bir gün bana, ‘esmer küçük kediyle birlikte olduğumda iyiyim, çünkü esmer küçük kedi çok uysal, sarışın küçük kediyle birlikteyken kötüyüm, çünkü sarışın küçük kedi çok yırtıcı ’ demişti, o zamanlar bu sözlerin gerçek anlamını sökememiştim. Meğer esmer küçük kedisi Forain, sarışın küçük kedisi Rimbaud’ymuş."


İki şair arasındaki eşcinsel ilişki Paris sanatçılarının alay konusu olur. Odeon Tiyatrosu’ndaki bir galadan sonra bir gazetenin sanat haberleri sütununda yayıncı Lepelletier’nin imzasıyla şu satırlar çıkar: "Bu galaya Verlaine de genç bir hanımla, kolunda matmazel Rimbaud’yla geldi." Verlaine evli, çoluk çocuk sahibi, kart ve çirkin. Rimbaud bekâr, genç, bakışları vahşi ve sert ama yüzü bir genç kız yüzü gibi, güzel. Bu nedenle Paris sanat çevresi Verlaine’i etken, Rimbaud’yu edilgen 'sanıyor. Oysa tam tersi.

Gauguin / Madagaskar



Tahiti'ye gitmeden önce Gauguin'in aklında Madagaskar vardır, ama zamanla bu kararını -Madagaskar'ı uygarlıktan yeterince uzak bulmayarak- değiştirir ve Tahiti'ye gitmeye karar verir. Van Gogh'un mektuplarını karıştırırken Gauguin'in Madagaskar kararı hakkında yazdığı bir parçaya rastladım:

 Auvers-sur-Oise, Çarşamba, 2 Temmuz 1890

Gauguin’den oldukça melankolik bir mektup aldım, Madagaskar’da kesin karar kıldığı yolunda belirsizce konuşuyor ama öylesine belirsizce ki sadece, başka ne düşüneceğini aslında bilmediği için öyle düşündüğü açıkça görülebiliyor. Ve planın hayata geçirilmesi bana neredeyse abes geliyor.

Birkaç parçada daha Van Gogh, Gauguin'in gitme kararı karşısında gerçekleşmesini neredeyse istemiyor görünüyordu. Belki de içten içe kıskandığı bir şeydi. Belki de sadece yakın bir arkadaşı kaybetme korkusuydu. (Kulak olayına hiç girmeyelim)

*
Gelişigüzel Düşünceler'den


P.P.P.

Pasolini ve Ninetto Davoli

Pasolini sadece delikanlılarla birlikte olurdu, erkeklerle ilişkiye girmezdi. Ninetto olayı vardı. Ninetto başlangıçta bir sevgili oldu, sonra hiç sevişmediler. Pasolini ölçüsüzce bu genci sevdi, kimseye haksızlık yapmadan gerçeği söylemek gerekirse, kesin sahtekârlığıyla, tam anlamıyla adlandırılamayacak tipik bir gençti. Pasolini ona karşı babacan bir sevgiye sahipti. Ninetto kadınlarla ilişkilerinde çok başarılıydı. Pasolini homoseksüellerle değil, genç delikanlılarla sevişirdi. Bir delikanlının kendisinden hoşlandığı için onunla seviştiği fikrine sahipti. Bu onun fikri, hayaliydi. Bana göre çok büyük bir hayaldi. Ninetto evlendiğinde, kızını kaybeden bir baba gibiydi. Bu, onda tanıdığım gerçek sevgi ilişkisiydi. Sonra annesiyle olan ilişkisi vardı. Bana göre sadece bu kadın üzerine bir film yapılabilir. Çünkü hastalıklı olduğu kadar, aşırı gelişen, ayrıcalıklı bir ilişkiydi. Benim için, anne-oğul ilişkisinin dışında, anneye adanmış şiirlerin yanıtlanması gibi, gerçekten yanıtlanması güç bir durumdu.

Kabaca söylemek gerekirse, Freud teorisiyle dolu tekbiçimleştiren bir ilişkiydi. Tam anlamıyla bir bilim kitabına konulacak bir “altın olay”. Beni engelleyen bu “örgenbilim” vardı. Bu tür şeylere karşı çok hassasım. Güçlü bir örgenbilim yükünün girdiği bir sevgiydi. Sonuçta Pasolini’nin annesiyle ilişkisi biraz çizgi ötesiydi. Annesi oğlunun homoseksüelliğini bilmiyor ya da bilmiyor gibi yapıyordu. Açıkçası - bunu bilmiyorum.

Pasolini ve annesi

 Pasolini’nin gerçek kaderi Casarsa’dan Roma’ya gelme olayı oldu. Komünist Partisi onu dışladı. Böylece onu ölüme götüren durum başladı. Roma’ya geldiğinde parası olmadığı için bir kenar mahallede yaşamaya gitti. Böyle yerler gerçekten ürkütücüdür, bahçesiz, sinemasız, okulsuz, Roma’nın bütün hırsızları buralarda yaşar. Pasolini de buraya gitti ve cani tipli bir delikanlıya âşık oldu. Bu konuda hiç şüphem yok. Pasolini’nin delikanlılarının hepsi çirkin, pis, cani tiplidir. Pasolini böylece kendi kaderini belirledi çünkü kendisini öldürebilecek birine âşık oldu. Ancak neden suçlulardan hoşlandığını da anlamak gerek. Bu, dekadantizmin bir iziydi. Pasolini bir dekadantistti. İçinde suç zevki vardı. Kelimenin tam anlamıyla bir mazoşistti.

Bana sadece bir kez bir kadınla beraber olduğunu söyledi. Şöyle dedi: “Bir kadınla nasıl olduğunu görmek istiyorum.” Bir hafta boyunca ilişkiye girmekten kaçındı. Sonra bir fahişeyle sevişti ve bana şöyle dedi: “Düşündüğümden daha az kötüymüş ama yine de hoşlanmıyorum. Bir kadınla sevişemem çünkü kendimi annemle sevişiyormuş gibi hissediyorum.”

Alberto Moravia ve Pasolini

Başka homoseksüeller hakkında çok kötü konuşan homoseksüeller tanıyorum. Pasolini böyle değildi, zekiydi, derhal basit insanla, iyi insanı ayırt ederdi. Homoseksüelin biraz emperyalistiydi. Bu arada insanları homoseksüel olup olmamalarına göre yargılamazdı. Son derece “uç” bir adamdı.

Geçmişinden bana asla söz etmedi. Ben de ona hiç sormadım. 
Ama insanlar geçmişinden söz etmezler, en azından buna zorlanmazlarsa.

Gerçekten zeki iki ya da üç kişi tanıdığını söylerdi. Benimle anlaşıyordu, çünkü ben onun zıttıydım. O homoseksüeldi, ben heteroseksüelim, o çok mantıksızdı, ben çok ussalım. O geleneklere bağlıydı, ben kesinlikti devrim içinim. Devrimin tek gerekli şey olduğunu düşünüyorum.

Kadınlardan nefret eden bir adam değildi. Onlara karşı sevgisi vardı. Benim küstah bulduğum bazılarına karşı büyük sabrı vardı. Pasolini narsist biri olsa da, benim çok Hıristiyan bulduğum, insanlığa karşı büyük bir sevme duygusuna sahipti. Bu anlamda Pasolini Hıristiyandı. Samimiydi, Hıristiyanlığı çokça görüldüğü gibi şekilci, bozuk değildi.

*
Alberto Moravia

Küpeli Havuzu




Küpeli havuzunun akıbeti ne oldu bilmiyorum  ama bu filmle ölümsüzleşmiş. Sanki Küpeli Havuzu'nun kendisini değil de yansımasını seyrediyordum. Gerçeklikten soyut bir güzellik sanki, öyle sade öyle berrak yansımış. Huzur kaçıran hiçbir şey yok. Whitman şiirleri gibiydi, kardeşçe, sevgi dolu, ve tatlı bir erotizm de yayılırken genç bedenlerden.

Emeği geçenlerin eline sağlık.
Metin Akdemir'in notu:  Havuz geçen yil kentsel dönüşüm adı altında surici yikiminda yıkıldı ve yerine büyük bir park inşa edildi. Iyi ki filme almışız.

Cees Nooteboom / Gezgin


Cees Nooteboom'u ilk İşte Şu Hikaye ve Ritüller kitaplarıyla tanımıştım. O zamanlar sadece bu iki kitabı vardı Türkçe'de. Haliyle tanışıklık da bu iki kitapla sınırlı kalmıştı. 

Gezi yazılarından oluşan bir kitabı, Gezgin'in Oteli'ni, ve diğer kitaplarını da aldım listeme, bekliyorlar.

Ritüller kitabından bir parça:

Giacometti


yürüyen adam:
 alberto giacometti

Olivier Cena

Yapıtını sevmeden önce sevdim onu; bir gün yapıtını seveceğimi bilmeden önce, hatta-günün birinde sanattan başlanacağını bilmeden önce sevdim. Hani şu ilk karşılaşmada binde bir ortaya çıkan yakınlaşma olur ya... O, beklediğimdi.

Giacometti. benim büyükbabama benziyor ya da  ben öyle sanıyorum. Kuşkusuz hiçbir zaman tanışamayacağım şu insanla aramda doğan dostluk ve benim uydurduğum gizli ahbaplık duygum buradan geliyor. Çalışma masamın tam karşısındaki duvarda asılı kaldı fotoğrafı. Yüzü daha içeri girerken gözüme takılıyor, yerime yerleşirken ona bakıyor ve çalışmaya başladığım andan itibaren sık sık "N'aber?" diyen bakışlar gönderiyordum ona. O ise sonsuza bakıp duruyordu.

Konuşuyordum onunla bazen. Sorular soruyordum ona, karşılaştığım geçici güçlükleri anlatıyor, yeni yazmış olduğum iki-üç cümleyi okuyordum. O ve ben, konuşuyordum. O, bir dost!

İlk gerçek karşılaşmamızı anımsıyorum: Jean-Marie Drot’nun Giacometti’yle Paris'te Hippolyte-Maindron Sokağı’ndaki atölyesinde söyleşi yaptığı bir televizyon yayınıydı. Darmadağınıklığı, tozu, bitmemiş heykelleri, taslak halindeki tabloları, sıvaları dökülmüş duvarları kaplayan hiyeroglifleri, loşluğu, sigarasını, dumanını, boya ve alçıya bulanmış gereçleri, eski bir kanepe üstüne saçılmış kitapları, alamadığım o ekşimsi kokuyu anımsıyorum-, çocuk gözlerim ekranda ressam Ali Baba’nın harika mağarasını tarıyor, her şeyi anımsıyorum.

Bir de elleri kalmış aklımda, elbette, ellerini de anımsıyorum: Kuşkusuz kamera ve mikrofon yüzünden çekingen, huzursuz, konuşurken hiç durmadan ovuşturuyor ellerini. Onları kafamda nasırlı, pütür pütür ve bazen de duyarlı hayal ediyorum: Masal devinin elleriyle melek elleri. Büyükbabamınkiler de öyle olmalıydı, hep aynı erkle donanmış, malzemeyi yoğuran ve Dünya’yı okşayan erkle.

İnsandan söz ediyorum, hep insandan söz ediyorum, ama tozlu atölyenin yarı aydınlığında, alçıyla kaplı ellerinde usul usul yapıtı beliriyor. Orda, gözleri ellerinin biçimlendirdiği çamuru dikkatle inceliyor. Yine aynı soru: Çalışan, gözlerin denetlediği el mi? Yoksa bakış mı ele yol gösteriyor? İmgeliyorum onu, gülümsüyor: 

"Heykel yapıyorsam hiçbir bey anlamadığımdandır. Şu işi bir güzel anlayabilmeyi ve ondan yakamı sonsuza kadar kurtarmayı çok isterdim."

Giacometti gülümseyince, derin çizgilerin belirginleştirdiği yüzü aydınlanıyor ve o an, bakışının derinliğinde yatan kara kaygı yok oluyor. Konuşuyor; halen kulaklarımda sesi, hoş, çekici, yumuşak ve buyurgan, kısık bir ses, eski bir porselen çanak gibi çizikli, 1891’de dünyaya ilk gözlerini açtığı Tessin Dağları gibi boğuk. Konuşuyor; yarı şarkı söyler, yarı tıslar gibi, o tuhaf İsviçre-İtalya aksanıyla, halen kulaklarımda. Anlatıyor:

 "Arıyorum, ama hiçbir zaman bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Neye bakarsam bakayım, her şey beni aşıyor, hayrete düşürüyor. Çok karmaşık. O halde, gördüklerimizi biraz olsun kavramak için yalnızca kopya çalışmalı. Ama o şeye ne kadar yaklaşırsam, o benden o kadar uzaklaşıyor. Modelle aramdaki uzaklık hiç durmadan artıyor. Sonu gelmez bir arayış bu."

Ama ne görüyor Giacometti? Okuduğum bir yazıdan belleğimde tesadüfen kalmış bir cümleyi anımsıyorum: "Bakış ’ı yontmak için, gözü yontmak, yalnızca gözün biçimini yontmak yeterlidir" Fotoğraflarından Giacometti’nin gözünün biçimini inceledim hep. Düşmüş gözkapakları ve gözaltındaki torbacıklar ona hep düşünceli bir hava veriyor, yokluk belki de; aynı yokluk, annesinin bakışında da var. Ne görüyor Giacometti? Şimdi burada, onun yüzünde, heykellerinde beni altüst eden o şeyi okumaya çalışacağım.

Büyükbabam böylesine benzediğinde, yetişkin yüzünde, sonra da çocukluk yüzünde arıyorum bunu. 1909 tarihinde köyde çekilmiş, Giacometti kabilesini tanıtan eski bir aile fotoğrafı. Büyük oğlan Alberto sekiz yaşına gelmiş olmasına karşın bir kız gibi garip bir biçimde taranmış; Diego ondan bir yaş küçük, saçlar kısa, alın kaygılı; hüzünlü küçük kız kardeş Ottilia ve en küçükleri iki yaşındaki Bruno, baba Giovanni’nin dizleri üzerinde. Anne, Annetta, ötekilerin yanında durmasına karşın, ailenin öteki bireylerine yabancı gibi geliyor bana. Yalnızca Alberto’ya bakışmaları bağlıyor onu topluluğa. Gülümsüyor. Alberto ise ciddi.

Ne görüyor Giacometti? Fotoğrafçıya, bakışındaki tüm hüznü armağan eden Ottilia, birkaç yıl sonra, dünyaya bir çocuk getirirken ölecektir. Bruno mimar olacak, Diego mobilyalar üretecek, Alberto ise heykeller yapacaktır. Baba Giovanni, o yıllarda tanınmış küçük bir post-empressionisttir. Bruno’ya sevecenlikle bakıyor fotoğrafta. Büyük oğlunu heykeltraş olma yolunda yüreklendirecek, Bourdelle’in Grande Chaumiere’deki derslerini izlemesi için Paris’e gitmesini öğütleyecektir. Onu titiz ve zayıf biri olarak tasarlıyorum kafamda. Niye zayıf? Bilmiyorum.

Bu aile fotoğrafına bakarken aklıma yaşam öyküsünden birkaç küçük bölüm geliyor. Diego ve Alberto (fotoğrafta: Oğlan ve kız) hiç ayrılmayacaklar, Paris’te aynı atölyeyi paylaşacaklardır. 1949’da Alberto Annette’le evlenecektir. Fotoğraf Giacometti’lerin yaşadığı Stampa’da çekilmiştir. Ötekinden yana söylenecek bir şey var mı? Stampa aynı zamanda Annetta’nın kızlık soyadıdır; Birde şu var. Annetta'ya erkek kardeş gibi benziyor. Annesini ululaştırıyor ve tüm yaşamı boyunca aralıksız çiziyor onu. Annetta Ocak 1964’te ölür, Alberto ise Ocak 1966’da, Stampa’da küçük bir İsviçre mezarlığında aynı mezara gömülürler.


Halen heykelden ve resimden söz etmediğimi biliyorum. Annette’in portrelerinden 1961’de yapılmış olan birisini ele almak istiyorum örneğin. Sanrılı gözlerine iri, etobur dişlerin üzerindeki yarı aralık dudaklara bakıyorum ve Diego'nunkilerde ya da James Lord'unkilerde, Michel Leiris’inkilerdeki aynı sanrılı gözleri düşünüyorum. Aynı soru tekrar geliyor aklıma o zaman: Ne görüyor Giacometti?

New York









Kapımı çalma sakın; ama olur da...

Bukowski okumadım hiç, merak etmeme rağmen, "Dünyanın Bütün Göt Delikleri ve Benimkisi" hariç, yıllardır iteleye öteleye, hiçbir şey okumadım - okuyamadım.  Aşağıda bir şiiri var, dergi sayfaları arasında, sevdiklerimden biri:



Kapımı çalma sakın; 
ama olur da...

Dışarda değilsem, tabii ki evdeyimdir ama

kapımı çalmayasın sakın 
içerde her ışık gördüğünde 
ya da sesimi duyduğunda.

Belki Proust okuyorumdur
eşiğimin önüne bir kitabını 
ya da çorbasını yapayım diye bir kemiğini 
bırakmışlarsa; kimbilir!

Kapımı çalma sakın 
borç istemek 
telefonumu kullanmak
ya da eski püskü arabamı ödünç almak için.

Dönkü gazeteyi verebilirim, 
eski bir gömleğimi 
ya da bolonez soslu bir sandviçi.

Kanepede uyuyabilirsin,
geceleri çığlık atmıyorsan ama! 
Ya da kendinden bahsedebilirsin.
Ses Çıkartmam bunlara;

Hepimiz zor günler yaşıyoruz; biliyorum,
Benim farkım, aile kurmayı düşünmemem 
çocuklarımı okutmaya 
yazlık ev almaya çalışmamam.
Gözüm hiç yükseklerde değil.
Hayatta kalmaya,
yalnızca biraz daha fazla yaşamaya çalışıyorum.

Charlie Chaplin Leaving America

1957

Charlie Chaplin ile çalışabilmek için çok uzun süre uğraşmıştım. Bir gün beni aradı. Çok heyecanlandım. Resimlerini çektikten sonra bana “Senin için başka bir şey yapabilir miyim?” diye sordu. Tabii ki kabul ettim. Chaplin işaret parmaklarını şeytan boynuzu gibi başının iki yanına dayadı ve makineye baktı. Önce vahşi bir yüz ifadesiyle, daha sonra sırıtışla.

O zamanlar bilmediğim Chaplin’in benim atölyemde saklandığıydı. Senatör McCarthy’nin komünist avcıları onu rahatsız ediyorlardı. Ertesi gün Amerika’yı ebediyen terk etti. Portre, Chaplin’in ABD’deki son mesajıydı:

 “Benim nasıl bir şeytan olduğumu görün”

 Bu fotoğrafın sorumluluğu bana ait değil. Benim için, insanın hayatı boyunca sadece bir kez alabileceği bir hediyeydi.

*
Richard Avedon

Yatak Odasında Felsefe

"Yatak Odasında Felsefe "

Marina Pıanu

Neden Sade? "Kutsal Marki" benim kişisel ve edebi gelişimimde (bu ikisi eninde sonunda birbiriyle bağlantılı değil midir zaten?) can alıcı bir rol oynamıştır. Beni böyle "yasaklanmış" bir yazara iten nedenleri açıklayarak zamanınızı almayacağım, ancak Sade’ı benim için hâlâ modern ve anlamlı kılan, onun tipik özelliği olan o küçük anlatı molekülleridir: Cinsellik ironik canlılığını sergileme aracı olduğu kadar, felsefesine özdeksel biçim vermek için anlamlı bir dil olarak kullanılır. Yatak Odasında Felsefe iyi bir örnektir.

1795’te, devrim dönemi hâlâ sürerken yayımlanan kitap, cumhuriyetçi aristokrasiden Ortodoks devrimcilere kadar, elit bir okura hitap eder. Eski felsefi diyalogların ve daha yakın zamanda aristokratları hedef alan yergili güldürülerin etkilerini taşıyan Yatak Odasında Felsefe, onaylanmış değerlere bağlı kalmamasına karşın, Marki’nin en hoş ve önemli yapıtıdır.

Yedi diyalog boyunca, petile ingenue (küçük saf) Eugenie de Mistival, doğuştan fazlasıyla yetenekli naif bir bahçıvanın (aksi halde bütünüyle aristokratlara özgü olacak bir atmosferde halk dilinin tek görünür etkisi) yardımıyla, üç ana liberteryan karakteri (erkek, kadın ve oğlancı) temsil eden, üç liberteryandan eğitim alır ve liberteryanlığa adım atar. Son diyaloğa gelindiğinde, bu karakterlere Eugenie’nin hem kurban, hem de arzu nesnesi olarak hizmet edecek annesi katılır.

-----------------------------------------------------------
Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/yatak-odasnda-felsefe.html
-----------------------------------------------------------------------------------------------------

Arslan, brütal sanat!


Yorgun düştüğü zamanda bile Yüksel Arslan, insana duyduğu tutkuyu yitirmez. Ansiklopedik bir yapıt aracılığıyla bizi çağlar boyu kendimizi aramaya yönelten sanatın dikenli yolunu keşfe çıkar. Yazı ve resim arasındaki yolun ortasında - “artures” adını verdiği belgeler üretir. Doğal renklerle çalışır. Yıllar ve yıllar boyu süren okumaları temsil eden ve tarih öncesine, toplumsal tarihe, sanata, şiire, düşüne, bilimlere değinen diziler üzerine. Ve Arslan’a tüm çağları böylece aşmayı ve kendi özgün araçlarını oluşturacak az rastlanır bir güç gerekir.

Dokuz yıldan beri, yeni bir dizi öne sürme gereği daha belirgin, daha ivedi biçimde ortaya çıktı. Sinir sistemi hastalıkları üzerine o çalışmasına “İnsan” adını vermemiş miydi? Ta içimizde bulunan canlı varlığı, hayvansallığımızla mantığımızın evliliğini sorgular. Orada, özün yanı sıra sanata, Elie Faure’un altını çizdiği gibi birlikteliklerini pekiştirmek için maddenin ve zekanın derinliklerindeki aşktan fışkıran” en üstün ifade biçimimize dikkat çeker.

Ne? İnsanın en yüksek açılımı bu travmaya uğramış, bitkin, pörsümüş, sakatlanmış bedenler mi? Bu tahriş olmuş beyin dokuları, bu tümörler mi? Bu şaşkın bakışlar mı? Bu sanrılar, bu krizler mi? İnsan sütunlar, dikilitaşlar, minareler, deniz fenerleri gibi dikilen barkodlarla mı özetlenecek? Çiçeklerin dişi organları gibi keyifli aptallara mı? Daha da kötüsü, kuşkonmaz ya da turp, deve ya da tespih böceğinde hararetle birleşmiş diğer canlı türleriyle eşit bir düzlemde mi olacak?

Arslan acele etmeden doğruluyor:

 “Tüm bunlar insanın da bir köpek, bir maymun ya da bir ağaç denli atıl bir tür olduğunu gösterir.”

Arslan bir kuramcı değil ama bir tanık. İnsanda korkutulmuş, kırılgan, dengesiz bir varlık bulabilmek için yüzlerce ve yüzlerce kitap okumuş. Onun tüm durumlarında, tüm boyutlarında iç yüzünü ortaya çıkarmış. İşkence görenleri, soykırıma uğrayanları, hapsedilenleri unutmadıkları için savaşanlar gibi acı çeken ruhlar üstüne eğilmiş. Sinir sisteminin gedikleri sadece çıplak yaşama bakılabilecek pencereler, önemli olan tek düşmanın, ölümün gelişmesinin önüne geçmeye aracı olabilecek mazgal delikleridir.

Kafalarımızda bir operet kişiliğini vitrine koymaya çok alışmışız. Arındırılmış bir kültür yaşamına masere’yiz. Deniz feneri olmakla, dürüst olmak ve her şeyi söylemekle yükümlendirdiğimiz sanatçılar bile, olabildiğince sık, bir reklam ürününün yüzeysel görüntülerine tutunurlar. Her şeyin geçici olduğunu öne sürerek, iyi yaşamalı, derler. Arslan’ı çileden çıkaran budur: “Hiçbir şeye cesaret edemiyorlar. Aptalca püritanizm!”

Eh, işte, sanat, o, Arslan onu yeniden dölleyecektir. Yabanıl bir kucaklamayla. Açıklamalar yapmak, daha da önemlisi bir kitleselleşme yapıtı vermek için orada değildir. Arslan’ın hedefi sanatsal bir sorumluluk yüklenmedir. Ödün vermeden. Onun brüt sanatından söz ettik, işte bu brütal sanattır.

Ve sonucu bir harika yaratmaktır.

*
Jacques Vallet

*
YÜKSEL ARSLAN ÜZERİNE:

Yüksel Arslan'a Veda

Yüksel Arslan
1933 - 2017