Jean-Leon Gerome / Yılan Terbiyecisi


Jean-Leon Gerome'un son derece fallus merkezli oryantalist imgesi Yılan Terbiyecisi, o zaman için, çocukların özellikle sorunlu bir şekilde cinselleştirilmesine, yani homoerotikleştirilmesine
gönderme yapıyor. Bir oğlan çocuğu dimdik -hatta, bacakları sıkıca birleştirildiği için dingil gibi- ayakta duruyor ve eril cinsel iktidarın en basmakalıp ruhsal fantezilerinden biri olan kocaman bir yılanı tutuyor: sütunlu formların, düz ve keskin çizgilerin hakim olduğu bir kompozisyonda gerçekleşiyor bu olay. Hepsi de erkek olan resimdeki figürlerin neredeyse tamamının elinde ya bir değnek ya bir kılıç var ya da üflemeli bir çalgı. Arkadaki duvarın ortasına ise erkek cinsel organlarının ana hatlarını çağrıştıracak şekilde bir kalkan ve mızrak yerleştiriyor Gerome: birlikte çizilen bu iki figür, resmin konusunu haykıran sözel olmayan bir etiket hizmeti görüyor
adeta.


 Bir istisna -ayaktaki oğlan- dışında erkeklerin tamamı koyu esmer tenli. Onlara göre açık renkli olan ve dolayısıyla da dikkatimizi çeken bu istisna, resimdeki figürler içinde tam anlamıyla cinselleştirilen tek figür. Oğlan cinsellik demek; ayrıca. duruşundaki ve tuttuğu yılandaki fallikliğe rağmen, kadınsılaştırılmış. Oğlanın kalçaları görsel bir fetiş haline getirilmiş. Resimde sağdan giren ışığı en iyi alan yer olan çocuğun kalçaları dikkatin odaklandığı ve gözlerin mıhlandığı yer hal ine geliyor.


Ladybird



18

*
yazan ve yöneten
Greta Gerwig

Blue Room / Picasso

Picasso’nun “ Mavi Oda” adlı resmi ile onun Boulevard de Clichy'deki odasını tanıyoruz: Sade mobilyalı odanın arka planında, duvarda Toulouse-Lautrec’in bir afişi asılıdır. Wilhelm Uhde, 1901 yılında yapılmış resmi dört yıl sonra nasıl ele geçirdiğini anlatmıştır: 

“ Boulevard Rocheouart’ın ve Rue Martyr’nin köşesinde yaşlı, şarap içmeye düşkün bir adamın, yatak ve yatak takımları sattığı bir dükkanı vardı. Resimsever olan bu adam dükkanın kapısı önünde tanınmamış genç ressamların resimlerini ucuz fiyatlarla sergilemişti. Orada sarı saçlı çıplak bir kadının resmedildiği bir tual buldum. Son derece hoşuma giden resim için istenen 10 Frankı ödedim. Ressamın adının P ile başlayan imzasını kesinlikle tanımıyordum. Cafe du Dome’deki arkadaşlarım resmi kötü bir Cezanne taklidi olarak buldular ve ressamın hiçbir özel yeteneğe sahip olmadığını  söylediler. Bundan birkaç gün sonra resmin sahibi ile, Lapi Agile’nin tenha, kötü aydınlatılmış, Montmartre’nin tepesinde tek başına duran küçük meyhanesinde tanıştım. Hepimiz ortadaki büyük masanın çevresinde oturuyor ve şarap içiyorduk. Bizler yani birkaç ressam, şair ve edebiyatçı. Verlaine, genç bir adamı tanıştırdı. O sırada yanımdakine satın aldığım resimden bahsettim. Bu adam ressamın kendisi olduğunu ve adının da Picasso olduğunu söyledi. Gece yarısından sonra hepimiz aşağıya indik. O sırada dar duvarlar arasında aniden bir tabanca patladı. Picasso ateşlemişti tabancayı, sanatından hoşlanan birini bulma sevincinden.”


Uhde'nin 1905 yılında satın almış olduğu resim, Picasso’nun arayış dönemine veda ettiği resimdi. Bu resim tüm önceki yapıtlardan daha fazla bütünlüklü bir bağlam içine getirmişti çeşitli etkileri. Bazı yönleriyle hâlâ başka sanatçıları anımsatır. Banyo teknesindeki genç kız motifi ya da arka plandaki, başka bir sanatçıya saygı olarak asılmış grafik ama aynı zamanda perspektife dikkat etmeden resmin yüzeyine nesnelerin yerleştirilişi, çıplak figürün dağınık taslağı ya da alacalı boya lekelerinin resim yüzeyi üzerinde halı deseni gibi dağılışı vb. üslup araçları da Picasso’nun Cezanne ve Manet, Van Gogh ve Degas, Vuillard ve Bonnard gibi sanatçıları ne kadar incelemiş olduğunu gösterirler. Ama Picasso’nun resminde yine de kendine özgü birşey, biraz yeni türde birşey gö rülebilir: Hakim olan bir renk tonu ile (burada açık mavi) oluşturulan bütün bir ruh hali. Picasso bu ilkeyi 1901 yılı sonbaharında daha da geliştirmiştir: Mavi dönemin ilk resimleri oluşmaktadır.

Wilfried Wiegand 


İlgili okumalar:

Gerhard Richter / Sils

Sils-Maria, 12. April 1993






bkz:

Thomas Chatterton (1752 - 1770)

Chatterton'ın ölümü, Henry Wallis (1856)


“Kesildi, bırakılsa göklere kadar uzayacak bu ağaç dalı, 
Yandı, bir zaman bu bilge adamın içinde yeşermiş olan 
Apollo’nun defne yapraklı bilgelik tacı”







On yedi yaşındaki genç şair Thomas Chatterton, Londra’da, Holborn mahallesindeki odasında kendini zehirler. On yaşından beri şiirler yazan genç yetenek, başta çok beğenilmiş Ortaçağ üslubunda yazılar yazar. Çok istediği hızlı şöhreti yakalamayı başaramayınca, büyük bir yoksulluk içine düşüp kendini öldürür ve hemen çağı tarafından anlaşılmamış ve reddedilmiş dehanın simgesi olur...

ilgili okumalar:

Phone Call






Everett Ruess




"I kept my dream"


Hayatım boyunca yabanda yalnız bir gezgin olacağımı her geçen gün daha da çok düşünüyorum. Tanrım, patikalar beni nasıl da çekiyor. Bunun üzerimdeki karşı konulamaz cazibesini idrak etmeniz mümkün değil. Her şey bir kenara, yalnız başına yolda olmak en iyisi... Hiçbir zaman durmayacağım. Ve dünyadan göçme vakti geldiğinde, bunun için en vahşi, en yalnız, en ıssız yeri bulacağım.




Bu diyarların güzelliği artık benim bir parçam haline geliyor. Kendimi hayattan iyice kopmuş ve bir şekilde daha yumuşak başlı hissediyorum... Burada birkaç iyi arkadaşım olsa da aralarında neden burada bulunduğumu ya da ne yaptığımı gerçekten anlayan yok. Ama dar sınırlara sahip bir anlayıştan daha fazlasını taşıyan birileriyle de karşılaşmış değilim. Yalnız başıma çok ilerlemiş durumdayım. Çoğu insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. Her zaman için çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim.



Bu seneki yolculuklarımda çok daha fazla riske girdim ve hiçbir zaman yaşamadığım denli vahşi maceralar yaşadım. Nasıl da büyülü bir ülkeydi gördüğüm; uzayıp giden heybetli, çorak topraklar, gözlerden ırak ve yüksek platolar, parlak kırmızı kum çöllerinin üzerinde yükselen mavi dağlar, dip noktası ancak bir buçuk metre genişliğinde olan yüzlerce metre derinliğe sahip kanyonlar, isimsiz kanyonlar üzerinde yakalandığım ani sağanaklar ve sarp kayalık sakinlerinin bin yıl önce terk edilmiş evleri.


everett ruess

SIKINTI

"Ah sevgili Michel, bilemezsin burada nasıl sıkılıyorum. Hem de ne sıkılma! Gerçekten inanıyorum ki, kişi kendini hangi ülkede bulursa bulsun, sıkıntının önünü alacak tek şey var: çalışma."

Baudelaire,
 Michel Lévy'ye  (Brüksel, Mayıs 1864)


"Bana, çalışamadığı için sıkıldığını söyleyen arkadaşıma, sıkıntının üstün bir hal olduğu ve onu çalışma fikriyle ilişkilendirmenin sıkıntıyı azaltmak olduğu cevabını veririm."

 Cioran


"...Zira sıkıntı kendi zamanının diliyle konuşur ve sana en değerli hayat derslerini verecek...; yani sen tamamen saçmasın!" 

 Joseph Brodsky


 "Üzüntü, bir umutsuzluk, peki neden dolayı? yaşanmamış bir hayattan dolayı; pek yakında artık yaşanacak hiçbir şeye sahip olmamanın verdiği bir kızgınlık ya da bir korku değil, ama içinizi kemiren gerçekten yaşamamış olma, gerçek yaşama sahip olmamış olma duygusu"

Tor Ulven


"Sigaralarını da her kırk beş dakikada bir yakmayı isterdin."

Uyuyan Adam
(sf. 97, Perec)




Siegfried Kraucer'in Sıkıntı başlıklı
kısa yazısı (1924)

SIKINTI

Siegfried Kracauer


Günümüzde halâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü böylelerinin benliği silinip gitmiştir — o benlik ki varlığı, günümüzün koşuşturmalı dünyasında onları belli bir yerde uzunca kalamayıp, amaçsız salınmaya zorluyor olacaktı.

Çoğu insan huzur(zaman)dan yoksun, bu doğru. Onlar temel gereksinimlerini karşılamaya ancak yetecek kadar kazanmak için tüm enerjilerini harcadıkları bir yaşam sürdürmektedirler. Bu yorucu görevi birazcık hafifletebilmek uğruna, uğraşlarına ahlaki bir tül çekecek, en azından kendilerine belirli bir ahlaki doyum sağlayacak bir "iş etiği"  icad etmişlerdir. Kendini ahlaki bir varlık olarak düşünmenin kişiye verdiği övüncün her tür sıkıntıyı giderdiğini iddia etmek abartı olurdu. Gene de burada söz konusu olan, gündelik koşuşturmaya özgü bayağı, kaba sıkıntı değildir; çünkü bu türden sıkıntı ne öldüresiye ne de kişiyi yeni bir yaşama aydırıcı değil, ahlaken onaylı halihazırdaki uğraştan daha iyisi çıktığında hemen silinecek bir doyumsuzluğun dışavurumudur yalnızca. Bununla birlikte, görevleri arada bir kendilerini esnemeye itenler, yatkınlıkları gereği işlerini sürdüre-gidenlere göre daha az sıkıcı olabiliyorlar. Öbür mutsuz tipler ise gittikçe koşuşturma içine batarak, sonunda nerde olduklarını bilemez hale gelirler; onları yeniden kafalarıyla bütünleştirecek, o olağandışı, kökten sıkıntı hiçbir zaman ulaşamayacakları bir uzaklığa çekilmiştir artık.

Gene de kimse huzur (zaman)dan tümüyle yoksun değildir. Ofis sürekli sığınılacak bir yer olmadığı gibi, Pazar günleri de bir kurumdur. Böylece, en azından ilke olarak, serbest zamanın o güzel saatlerinde herkesin kendini gerçek sıkıntı düzeyine yükseltme olanağı vardır; ama insan hiçbir şey yapmak istemese de ona olanlar olur. Dünya kişinin [yitirdiği] kendine erişememesini güvence altına almıştır bile. Dahası, kişi dünyayla ilgilenmese bile dünya onunla öyle ilgileniyordur ki, huzur ve dinginliğe bir türlü kavuşamayarak toptan sıkıntı içine yuvarlansın. Dünya da sonunda bu toptan sıkıntıyı haketmekte.

İnsan içinden doygunluğun serpilebileceği bir doymamışlıkla yüklü, akşamları caddelerde sürter durur. Binaların tepelerinde aydınlatılmış sözcükler kayıp durmaktadırlar ve zaten kişi kendi boşluğundan kovulmuş, reklamların o yabancı dünyasına sürgüne gönderilmiştir bile. Beden asfalta kök salmış, artık kendi tinimiz olmaktan çıkmış tin de [Geist] ışıklı panoların aydınlatıcı vahiyleriyle birlikte durmaksızın gecenin içine dalıp çıkar hale gelmiştir. Ortadan silinip gitmelerine izin verilmiş olsa bari! Ama bu tin tıpkı atlıkarıncada inip çıkan Pegasus [kanatlı at] gibi kendi çevresinde çemberler çizmek zorundadır ve alkollü içkinin görkemini göklere çıkartmaktan, en kaliteli beş sigaranın nimetlerini övüp saymaktan bıkıp usanmaz. Binlerce ampul ortasındaki insan bir tür büyü tarafından amansızca mahmuzlanarak kendini yeniden ve yeniden parlak cümlelerle biçimlendirmeye yönelir.

Diyelim ki, söz konusu ruh raslantı eseri bir defasında çıktı, geri geldi; hemen kendine değişik kılıklar ardında yitmek üzre bir sinemaya gitmeyi önerir. Sahte bir afyon tekkesindeki sahte bir Çinli gibi çömelir. Bir film diva'sını hoşnut edebilmek için gülünç oyunlar çevirmek üzere yetiştirilmiş bir süs köpeğine dönüştürür kendini. Yalçın dağ tepelerini kasıp kavuran fırtına içine dalar. Aynı anda hem aslan hem sirk terbiyecisi oluverir birden. Nasıl direnebilirdi ki böyle dönüşümlere? Afişler onun doldurulmasına karşı çıkmayacağı boşluklarda sallanır, terk edilmiş bir palazzo kadar çıplak beyaz perde önüne sürüklerler onu. imgeler de birbiri ardından boy göstermeye başladı mı bir kere, onların geçip gidiciliğinden başka bir şey kalmaz dünyada. Boş boş bakarken unutur kişi kendini ve o koca kara delik hiç kimsenin olmadığı gibi herkesi de tüketen bir yaşam yanılsamasıyla canlanır.

Aynı şekilde radyo da, onlarda tek bir kıvılcım çakmasına izin vermeksizin varlıkları unufak eder. Çoğu insan yayınlara inanmak zorunda hissettiğinden, Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne, Berlin'e gebe, sürekli bir [edilgen] alıcı durumunda bulur kendini. O narin kulaklıkların davetine kim direnmek ister ki? Haberler oturma odalarında ışıldayarak döner sararlar kafaları. Oturanlar da yetkin bir sohbeti -o bile sıkıcı olabilir- geliştirecek yerde, gizil nesnel sıkıcılıkları bir yana, kendilerine kişisel sıkıntıyı yaşamak gibi en basit bir hakkı bile tanımayan dünyanın o uğultusunun oyun alanı haline gelmişlerdir. insanlar sanki ruhları uzaklarda başıboş dolaşırken, sessiz ve yaşamazcasına yan yana dizilidirler. Ama bu ruhlar keyiflerince dolaşamamaktadırlar; dizginlenemeyen habercilerce taciz edilir dururlar ve kısa zamanda kimdir avcı kimdir avlanan, kimse söyleyemez. insanın, kirpi gibi tortop olmak ve kendi hiçliğine aymak istediği cafelerde bile buyurgan bir hoparlör kişiye özel varoluşun her bir izini siler, süpürür. Gürültüyle savurup yaydığı duyurular konser arası zaman dilimine hükmeder; zaten kendileri de aynı duyuruları dinlemekte olan garsonlar bu gramofon taklidini susturmaları yolundaki saçma istekleri "ne münasebet!” dercesine geri çevirirler.

Antenlerle gelen bu tür yazgıyı kişi çaresiz kabullenirken beş kıta gittikçe birbirine yaklaşmaktadır. Hakikatte oralara uzanan bizler değiliz; bizi kendi sınırtanımaz emperyalizmlerine maleden onların kültürleri aslında. Sanki boş midenin doğurduğu düşlerden birini yaşıyor gibiyiz: çok uzaklardan yuvarlanıp gelen küçücük bir topun birden yakın çekime girip irileşerek seni ezip geçmesi gibi. Ne durdurabilirsin, ne kurtulman mümkün; o noktada zincirli, gelen devin kütlesi altında silinip gidecek zavallı bir oyuncak bebek, kaçabilmek söz konusu değil. Diyelim ki bu bunaltıcı Çin bilmecesi ustaca geçiştirilebildi; hemen bir Amerikan boks maçının sizi alıp götüreceğinden emin olabilirsiniz. Kabul edilsin ya da edilmesin, burada fazlasıyla egemen olan Batı'dır. Şu yeryuvarlağı yüzünde yer alan dünya tarihinin utançsız yaşam hırsıyla dolu tüm olaylarının —salt şimdikiler değil, geçmiştekilerin de- tek isteği vardır: bizi nerede istiyorlarsa orada bir buluşma belirlemek. Ama efendileri yerlerinde bulmak ne mümkün. Gezmeye çıkmışlar, nerede oldukları bilinemiyor; boş salonlarını da çoktandır "beklenmedik misafirlere" terk etmişler; onlar ise efendilik taslayarak işgal etmekteler odaları.

Ama ya birisi böyle kovalanmaya hayır derse? işte o zaman sıkıntı kişinin söz gelimi halâ kendi varoluşu hakkında söz sahipliğine bir tür güvence sağladığı için tek uygun [özgün] uğraş haline gelir. Eğer kişi hiç sıkılmasaydı, başta da iddia edildiği gibi, belki de gerçekte hiç mevcut olmayacak ve böylece sıkıntının nesnelerine bir yenisi daha eklenerek, insan ya çatılarda yanıp sönüyor ya da film şeridi halinde makaraya sarılıyor olacaktı. Ama eğer kişi orda mevcut olacaksa, o zaman her yerde hazır ve nazır o soyut tezgâhtan sıkılmaktan, ve aynı zamanda bu tezgâh içinde varolduğu için kendisini sıkıcı bulmaktan başka seçişi yoktur.

Bir yaz ikindisi herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda salınmak ya da en iyisi evde kalıp perdeleri çekerek sofa üstünde kendini sıkıntıya terk etmek. Hüzünle kaplı olarak, bu süreç içinde saygınlık bile kazanabilen fikirlerle oynaşılır; hiç yoktan ciddi görünüme giriveren değişik tasarımlar düşünülür. Sonunda da masa üstündeki sıçrayamayan cam çekirgeden ya da kendi kaprisinden bile habersiz küçük kaktüsün sevecen şapşallığından etkilenen insan, gerçekte ne yapması gerektiğini bilmeksizin, kendiyle başbaşa olmaktan öte hiçbir şey yapmamakla yetinir. Tıpkı bu dekoratif yaratılar gibi ciddiye alınmazlığıyla insan da içinde sadece nedensiz bir huzursuzluk, yana itilmiş bir doyumsuzluk, ortalıkta ama gerçekte varlıktan yoksun şeyler karşısında bir bitkinlik taşır.

Ama eğer kişi sabreder, meşru sayılır sıkıntıya özgü sabrı gösterirse, işte o zaman neredeyse bu dünyaya ait olmayan bir tür huşu yaşar. Tavus kuşlarının içinde dolaştığı bir manzara açılır karşıda; ruh dolu insan imgeleri belirir gözönünde. Ve bak— senin ruhun da aynı şekilde dolup taşmaya başlıyor ve haz içinde hep eksikliğini duyduğun şeyi, o büyük tutkuyu adlandırabiliyorsun artık: Bir göktaşı gibi kayan bu tutku inip de, seni, başkalarını ve dünyayı sarıverseydi— ah, işte o zaman sıkıntı biter, ortalıktaki her şey de var olurdu...

Ama insanlar halâ uzak imgelerden ibaret; o büyük tutku da ufuk çizgisinde süzülüp gitmekte. Dağılmaya direnen sıkıntı içindeki kişi de tıpkı burda olduğu gibi sıkıcı gereksizlikler yumurtlamayı sürdürmekte.

Çeviren: 
Haşan Ünal Nalbantoğlu


*
İlgili okumalar:


Beach Rats (2017, Eliza Hittman)


Arkadya'da bile ben varım: Ölüm




Arkadyalı Çobanlar - Nicolas Poussin


Arkadyalı Çobanlar'ı ele aldığı bir incelemesinde Panofsky üçlü bir kanıtlama gerçekleştirdi: 1. Et in Arcadia ego ifadesi ilk kez Guercino'nun Poussin'in Roma'ya varışından çok kısa bir süre önce, 1621-1623 civarında resmettiği bir tabloda geçer. Bu tablo, bir kaya bloğu üzerinde ön plana yerleştirilmiş büyük bir kurukafa karsısında düşüncelere dalan iki çobanı gösterir.




2 . Doğru Latince dilbilgisine göre bu ifade, alışılageldiği gibi, "Ve ben de Arkadya'da yaşadım" olarak değil (dönemin kültürlü kişileri bunu biliyorlardı) , şöyle çevrilebilir: "Ve ben de buradayım,
Arkadya'da bile varım." Dolayısıyla konuşan kuru kafadır, ölümdür, yaşanacak en güzel yerde bile insanların kaderlerinden kaçamayacaklarını anımsatır.




3. Poussin'in muhtemelen 1629-1630 civarı yaptığı bu konudaki ilk tablosu Guercino'nunkinden oldukça doğrudan esinlenmiştir; kayadan oyulmuş bir lahdin üzerine kazınmış yazıt da başka bir
anlama sahip olamaz. Mezarın üzerine yerleştirilmiş kurukafa çok küçük ve zar zor görülebilir olsa 
da konuşan hala odur (ya da ölümün simgesi mezardır).


Guercino - Et in Arcadio Ego


Bununla birlikte Panofsky'ye göre Arkadyalı Çobanlar'ın beş ya da altı yıl sonra (Thuillier'ye göre 1638-1639 civarı) yaptığı ikinci versiyonu (Louvre'daki) Poussin'in ifadenin anlamını, XVII. yüzyılın
sonundan itibaren yaygın olarak kabul edilenle değiştirdiğini ve böylece tablosunu "ölümle çarpıcı bir karşılaşma yerine ölümlülük fikrinin nefes aldırmayan bir temaşasına" çevirdiğini düşündürür.


Nicolas Poussin, Et in Arcadia Ego, 1637-38 (Louvre)

Just Like Arcadia

DEĞİŞİM

Bir gün sürpriz bir şekilde ölürsem, bu durum neden hiçbir zaman geleceğime inanmadığımı ve neden bir şeyde kökleşemediğimi yeteri kadar açıklamış olacaktır. Geçiciye olan eğilimim kehanetsel bir önseziden türemiş olabilir. Her zaman yolumun birkaç adım ötede bittiği ve devamı olmadığı hissine kapılıyorum.

...

Gölgemin dışına zıplamak, yazgımın dışına fırlamak, varlığımı, adımı, yapımı ve köleliğimi pekiştiren her şeyi silkip atmak isterdim. Bir değişimi, tam bir başkalaşımı çok isterdim. Benden sözedildiğini artık duymayabilseydim ve yeni koşullar içinde yeniden doğabilseydim, bana iyileşirmişim gibi geliyor. Yaşandığı şekliyle yaşamımdan sıkıldım, yoruldum ve doydum veya daha doğrusu ayrıcalıklarından bu kadar kötü yararlanan ve yeteneğimi ve günlerimi bu kadar kötü idare ederken kendimden hoşnut değilim. Ve kendimi mutlak olarak inkar ettiğim ve kendimden vazgeçtiğim için, mirasımı kabul etmek ve içine arzumu koymadan katlandığım bir durumun sorumluluğunu yüklenmek beni tiksindiriyor. - Olduğumdan ve olabildiğimden başka biri olmak isterdim. Sabırsızlıkla kendimden utanıyorum. 

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/09/DEĞİŞİM

Amiel

Annie



Buradan Mallarme'a, sekiz yaşında ölen oğlu Anatole için yazdığı Anatole İçin Bir Mezar'a:


Erasmus Darwin

* Bilim iyi gelir, özellikle Carl Sagan depresyona birebirdir. Eşi Ann Druyan'la birlikte yazdıkları Atalarımızın Gölgesinde isimli kitaptan Erasmus Darwin'e bir çentik:


Erasmus Darwin yazar, fizikçi ve mucitti. 

Şair Samuel Taylor Coleridge, Erasmus Darwin'in, tanıdığı en orijinal zihin yapısına sahip adam olduğunu düşünüyordu.

Erasmus aynı zamanda bir doktor olarak da ün salmıştı. III. George onu özel doktoru olarak sarayına davet etmiş fakat Erasmus daveti geri çevirmişti. Taşradaki mutlu evinden ayrılmak istemediğini söyledi. Ama belki Amerikan devrimcilerinin destekçisinin kendine göre politik nedenleri vardı. Ama Erasmus Darwin'in asıl ünü bir dizi kafiyeli ansiklopedik şiir yazmasından ileri geliyordu. 

Erasmus Darwin'in Botanik Bahçesi adlı iki ciltlik çalışması bitkilerinin aşklarını da kapsıyordu. 1789'da yazılmıştı ve heyecanla beklenen ikinci kitabı Bitkilerin Ekonomisi de en çok satanlar arasına girdi. Kitapları o kadar başarılı oldu ki hayvanlar krallığı üzerine de bir kitap yazmaya karar verdi. Sonuç 2500 sayfa kalınlığında ve düz yazıyla yazılmış Zoonomania: Ya da Organik Yaşamın Yasaları isimli  kitap oldu. Bu ileri görüşlü adam, kitapta şöyle bir soru 
soruyordu: 

Sürünen bir tırtıldan kelebeğin çıkması, kurbağa yavrularının kurbağaya dönüşmesi gibi hayvanlarda doğumdan sonra yaşanan büyük değişimleri düşündüğümüzde, ikinci olarak köpeklerde veya atlarda olduğu gibi [soy ıslahı yoluyla] hayvanlara değişik özellikler kazandırılması üzerinde düşündüğümüzde, üçüncü olaraksa insanlarda olduğu gibi tüm sıcakkanlı hayvanlarda, dört ayaklılarda, kuşlarda, amfibik hayvanlarda görülen yapı benzerliklerini incelediğimizde, tüm sıcakkanlı hayvanların aynı canlı, ince bir liften (arketipten, ilkel formdan) meydana geldiğini düşünmek çok mu cesurca olacaktır?

Erasmus Darwin 1731 - 1802
Erasmus Darwin'e göre arzunun üç büyük nesnesi vardı: açlık, güvenlik ve şehvet. Hayvanlar bu üç arzuyu doyurmaya çalışırken şekil değiştiriyordu. Özellikle de şehveti. Doğa'nın  Tapınağı ya da Toplumun Kökeni adlı son eserinde geçen dizelerden biri şöyleydi: 

"Ve selam olsun CİNSEL AŞKIN TANRI VE TANRIÇALARINA!" 

(Dizenin bazı sözcüklerini kendisi  özellikle böyle büyük harflerle yazmıştı.) 

Erkek geyiğin diğer erkeklerle kavga etnek için boynuzlar geliştirdiğini ve bunu bir dişiye sahip olmak ayrıcalığına erişmek için yaptığını gözlemledi. Hiç kuşkusuz bir şeyler yakalamıştı. Ama onun tarzı belli bir düzene sahip olmayan bir tür orijinallikti. Dehası metodik araştırmayla uğraşamazdı. Bilim içgörüleri karşılığında sağlam bir giriş ücreti ister ve can sıkıntısı vaat eder. Erasmus ise bu giriş ücretini ödemek istemiyordu. 

Torunu, Charles Darwin, gerekli ödemeleri yapacaktı. Zoomania'yı  iki kere okuyacaktı. İlk kez on sekiz yaşındayken, ikinci kez ise on yıl boyunca dünyayı gezip geri döndükten sonra okuyacaktı. Büyükbabasının Jean Babtiste de Lamarck'ı yirmi yıl sonra ünlü yapacak olan, erken doğmuş fikirleriyle gurur duyuyordu. Ama Charles Erasmus'un araştırmaya karşı gönülsüzlüğünden rahatsızdı. Bu nedenle dikkatlice ve titizlikle büyükbabasının yaptığı spekülasyonlarda bir doğruluk payı  olup olmadığını araştırmaya başladı. 

Lamarck bir asker, kendini yetiştirmiş bir botanikçi ve modern doğa tarihi müzesinin öncülerinden olan bir zoologdu. Herkes binlerce yıldan bahsederken o milyonlarca yıl demeye başladı. Yaşayan dünya fikrini birkaç ayrı bölüme ayırarak türler illüzyondur, türler yavaş yavaş birbirine dönüşür şeklinde ifade etti. Lamarck' a göre bu gerçeği hemen kavrayamamamızın nedeni hayatlarımızın çok kısa olması ve hızla geçip gitmesiydi. 

Lamarck en çok, organizmaların atalarının karakteristiklerini miras aldığı tartışmasıyla gündeme gelmiştir. En ünlü örneği, zürafanın yukarıda kalan ağaç dallarındaki yaprakları yemek için boynunu birazcık uzatması ve bunu gelecek jenerasyonun miras almasıydı. Lamarck'ın zürafaların aile tarihine dair kesin bir bilgisi yoktu ama konuyla alakalı bir datayı görmezden gelmeyi seçmişti: Binlerce yıldır Müslümanlar ve Yahudiler erkek çocuklarını sünnet ediyordu. Ama sünnet derisi olmadan doğan tek bir erkek çocuk bile dünyaya gelmemiştir. Kraliçe arılar ve erkek arılar çalışmaz ve jeolojik çağlar boyunca da çalışmamıştır. Ama diğer arılarda tembelliğin izine rastlanmaz hatta çok çalışkan olduklarını bile söyleyebiliriz. Evcil hayvanların ve çiftlik hayvanlarının kuyrukları kısaltılır, kulakları kırpılır, kanatları veya derileri damgalanır ama yeni doğan bir hayvanda bu değişimlerden 
hiçbiri görülmez. Çinli kadınların genç yaşta ayakları zalimce  bağlanır ve deforme edilir. Yüzyıllardır süregelen bu uygulamaya rağmen yine de kız bebekler normal ayaklarla doğar.

Bu tür karşı örneklere rağmen Charles, Lamarck ve büyükbabası Erasmus'un türlerin atalarından karakteristiklerini miras aldığı fikrini önemseyecekti. 

Darwin, ayrı ayrı kalıtım birimlerini yani genleri yeniden  karan ve bir sonraki kuşağa aktaran mekanizmadan; bu genlerin gelişigüzel değişme şeklinden, moleküler doğalarından ve uzun kimyasal mesajların kodlarını çözebilme ve bu mesajları aynen çoğaltabilme yeteneklerinden habersizdi. Kalıtım hala gizemini korurken, yaşamın evrimini anlama çabasına girişmek gerçekten deli veya gerçekten yetenekli bir bilimci olmayı gerektiriyordu. 

...

*
Atalarımızın Gölgesinde kitabından, 
Carl Sagan - Ann Druyan

Parasız Adam

Eskiden hizmetçi odası olarak kullanılan odanda, üstün çıplak, sadece pijamanın altını giymiş olarak, yatak işlevi gören dar sedire oturmuşsun; dizlerinin üzerinde, yüz on ikinci sayfası açılmış bir kitap, Raymond Aron'un Sanayi Toplumu Üzerine'si duruyor. 

 Ayda 500 frank, elindeki para bu, bunun içinden odan için 50 frank çıkarınca, günde sana 15 frank kalıyor ki bu da şu kalemlerden oluşuyor:


İkinci öğün için —ki ya bir üzümlü çörek ya da yarım baget olacaktır—, ikinci bir kahve için, metro için, otobüs için, diş macunu, çamaşırhane için geriye 5 frank 25 santim kalıyor.

Bu senin yaşamın, bu sana ait. Önemsiz servetinin tam bir dökümünü yapabilir, ilk çeyrek yüzyılının kesin bilançosunu çıkarabilirsin. Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık dinlemediğin birkaç plağın var.

UYUYAN ADAM

Perec’in Uyuyan Adam’ının kahramanı ilk önce "bir tür yorgunluk", "faka bastıran bir rahatsızlık" hisseder ve bu durum uyanmamasına, tavan arasındaki dar yatakta yatmasına, kımıldamamasına ve dünyasını kısa sürede çatlakların belirdiği tavanı seyretmeye indirgemesine neden olur. "Bir şeyler yolunda gitmiyor (s..) Yaşamayı bilmiyorsun... hiç bilmeyeceksin (...) Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı." Bir şeylerin, "yolunda gitmediği"ni saptarken de, yirmi beş yaş, anılardan yoksunluk ve pembe renkli plastik leğende yüzen altı çorapla sınırlı olan yaşamının dökümünü çıkarır.

Tavan, labirent şeklindeki çatlaklarıyla, imgelerin çoğaldığı boş uzama dönüşecektir. Gündüz uyuyup gece dolaşan ya da tam tersini yapan bu adam için Paris, sokakları, pasajları, bahçeleri, müzeleri, yeni bir Ulysses’in dolaştığı yerlerdir ve sonuçta o, ortada labirent bulunmadığını, kapısı açık bir tutsak olduğunu fark edecektir. Kent ya da oda imgelerinin çokluğu, katalogların uzunluğu, sokak sınıflamaları ya da dökümleri, bistro menüleri ya da Le Monde sütunları; kahramanın gözünde canlandırdığı bütün bu görüntüler birer göz yanılsamasıdır ve amaç, görünmeyenin üstünü örtmek, çatlak bir aynada şiddetle ve acı verici bir biçimde beliren esas imgeyi, kendi imgesini gizlemektir:

"Günlerce dışarı çıkmayan, ya da çıkıp da günlerce geri dönmeyen sen, kimsin, ne yaparsın?"


Oysa suratın asla tam olarak görülmediği kırık aynada, "eşit olmayan üç parça halinde kendi yüzünden başka bir şeyi asla yansıtmayan bu çatlak ayna"da, Perec’in kahramanı yaralı bir varlık görür, dudağı kabuk bağlamıştır. Bu "eski yara" W ya da Çocukluk Anısı' nda ortaya çıkacaktır. Kahraman parçalanma deneyimi yaşar: "Eksik parçaların yanı sıra, ikili olanlar, ölçüsüz büyümüş parçalar, bir de çılgınca hak iddia edenler var.” Aynadan, gözü ona çok büyük ve sabit görünür:

”Kendini görmen hiç bitmeyecek. Elinden bir şey gelmez, kendinden kaçamazsın, bakışından kaçamazsın, asla yapamayacaksın (...), Kendini görüyorsun, kendini görüşünü görüyorsun, kendine bakıyorsun, kendine bakışına bakıyorsun.” 


Kahraman uyuyarak, kendine bağışıklık kazandırmaya, unutmaya, her şeye karşı kayıtsız olmaya, erişilmez, "nötr” olmaya çalışarak bu bakıştan kaçmaya yeltenir, çünkü kayıtsızlık "geleceği ve geçmişi olmayan”, "değişmez bir hal”dir ve onun sayesinde kendisi, "dünyanın anonim efendisi, tarihin artık el atamadığı kişi" olacaktır.

Uyuyan adam, "dili ve işaretleri çözüp eriten" kayıtsızlığı sistematik olarak öğrenirken bir şeyler olmasını bekler ve sonuçta hiçbir şey olmadığını fark eder, ne felaket, ne ölüm, ne delilik, ne de hastalık: "Felaketler yok, onlar başka yerde (...). Omuzlarında hiçbir uğursuzluk taşımıyorsun ".

Uyuyan Adam'da depresyon belirtileri vardır. Yine de, odasının tavanında, yüzünü değilse de en azından yarasını gizleyen ve gösteren imgeleri ortaya çıkaran bir kahramanın bu yalnızlık hali, yaratımın ta kendisidir.

*

Çomü Kütüphanesi'nde İki Gün