Michelangelo / Davud

Michelangelo'nun yaklaşık beş buçuk metre yüksekliğindeki mermerden heykeli Davut. (yapımı, 1501 - 1504) Floransa'daki Akademi Galerisinde duran bu heykelin yanındayken heykeli seyreden insanları gözlemlemek neredeyse heykelin kendisine bakmak kadar enteresan oluyor. Orada şunu fark ettim: Kadınlar heykele rahat rahat bakarlarken erkekler böyle bakamıyorlar. Göründüğü kadarıyla hem erkekler hem de kadınlar heykeli heyecan verici buluyor: ama erkeklerde endişe belirtileri görülüyor. Tabii ki şöyle basit bir gerçek var: Heykel çoğu erkeğin çıplakken baktıkları aynada gördüklerinden çok farklı bir şey. Ama erkeklerin kendilerini yetersiz hissetmelerinden başka bir sorun var burada. Michelangelo sanki Davut'un bedeniyle karşılaşmaktan haz duymalarını ister seyircilerin. Kocaman. kahraman, fiziksel olarak mükemmel, hiç kuşkusuz teknik bir şaheser ve -hepsinden önemlisi- son derece cinsel.

Michelangelo'nun bizim görmemizi istediği şey Davut'un cinselliğidir: fakat Davut'un erkekliğinin
göstergesi olarak değil, bizatihi hoş bir görüntü olarak. Bir kaide üzerinde duran figürü görebilmeleri için seyircilerin kafalarını kaldırmaları gerekiyor. Heykelin ebadı göz önüne alındığında. içinde bulunduğu mevcut mekan biraz dar; seyirciler bir bakışla bütün figürü göremiyor ve gözlerini hareket ettirmeleri gerekiyor. Tepeden tırnağa incelemek gerekiyor; ve orta yerde durduğu için de seyirciler etrafını dönerek her açıdan bakabiliyorlar heykele. Cilalı beyaz beden seyredilmek için orada ; bu bir gösteri ve heykelin gücü içine konduğu düzenekle -müzenin. içinde bakılacak başka hiçbir şeyin bulunmadığı ayrı bir galerisi- iyice doruğa çıkıyor.

Eğer bir erkek seyirci gözlerini Davut'un heykelinden çevirecek olsa rahatsız olduğunu kabul etmeye ve bununla yüzleşmeye itiliyor: öte yandan bakacak olsa bu defa da normal koşullarda bakılamayacak
bir şeye bakmış oluyor. Erkekler soyunma odalarında gözlerini nereye dikmeyeceklerini ta en başından öğreniyorlar ve dolayısıyla da bu tür noktalara bakmamak için (ya da en azından bakarken
yakalanmamak için) bilinçli olarak uzaklaşıyorlar. Sözün kısası. Davut'un huzurundayken birçok erkek nereye bakacağını ya da nereye bakmayacağını bilemiyor. Michelangelo bizde bakma isteği yaratmakta son derece usta. ama bizler bakmakla bir tabuyu itiraf etme ve en azından kısmen de ihlal etme durumunda kalıyoruz.


 Gerçekten de kültür her ne kadar hiç olmazsa bugün için bedenlerini hemcinslerine ve özellikle de kadınlara teşhir etmelerini istese de. erkeklerin hemcinslerinin bedenine bakmaktan keyif almalarını yasaklıyor. Eskiden beri ve hala bugün için de en arzulanır ve mükemmel beden örneği hayattan değil sanattan alınıyor; hayır Davut'tan değil, onun eski dünyadaki, Eski Yunan ve Eski Roma'daki atalarından. Ne var ki, bu ilk örneklerdeki bir gıpta ve arzu nesnesi olarak erkek bedeni aynı zamanda bir çelişki nesnesi. belirgin biçimde fiziksel olarak tezahür eden bir çelişki nesnesidir. Bir görüntü olarak, sanat eserlerindeki -ve dolayısıyla da, öyle görünüyor ki, hayattaki- ideal erkek bedeni fiziksel ve ruhsal kahramanlık anlayışını kadınlara nadiren yakıştırılan bir cismani durumla ruhsal erdemi bir araya getiriyor. Öte yandan bütün sanat tarihi boyunca "ideal'" olarak tasarlanan erkek bedenleri ısrarla ve paradoksal biçimde kadınsı özelliklerle yoğrulmuştur.

Çiçek Açmış Delikanlılar



Peki jeunes hommes enfleur'ün [çiçek açmış delikanlılar] oluşturduğu bu çelengi nasıl ele alacağız? Ben gayet çekinerek de olsa, bu delikanlıların, panellerde cisimleştirilen tensel aşkın çok daha ötesinde bir aşk biçimini simgelediklerini iddia ediyorum. Homoseksüel aşkın Hıristiyan inancındaki aşkla çok derinden ilişkili olduğunu iddia etmek büyük ihtimalle pek hoş karşılanmayacaktır; tabii Platon'daki anlamıyla iki erkek arasında yaşanan aşkın üremeyle hiçbir ilgisi olamayacağını ve aşkın daha yüksek bir ahlaki zeminde paylaşılmasına imkan tanıdığını saymazsak. Antikitede arkadaşlığın (Aristoteles de bu mefhum üzerinde etraflıca durmuştur) yalnızca aynı cinsiyetten
iki kişi arasında mümkün olduğu düşünülürdü. Bunun bugün anladığımız anlamıyla sefahat alemlerini çağrıştıran homoseksüel cinselliğiyle pek az ilgisi vardır ve aynı zamanda unutmamak gerekir ki, Floransa kültürünün hümanistleri sapına kadar Platoncudur - ve tavan sonuç olarak aslında onlar için resimlenmiştir. Bu hikaye, cinsel ihtirasın doruk noktasına ulaşmasını, aşkınlaşmasını anlatıyor ve İsa'nın insanoğluna duyduğu türden bir aşkı yüceltiyordu; böyle bir aşk içinde de üremenin yeri yoktur. Öyleyse Platonculuğun sonuçta yorumun parçası olduğu ortaya çıkar, ama tamamen bambaşka yollarla: Sıradan bir kir tabakası -yanlışlıkla anlam zannedilen madde aracılığıyla değil. Bir filozof olarak, zihni beyinle açıklamanın mümkün olmaması gibi, Sistina tavanını da fırça darbeleriyle açıklamanın mümkün olmadığını kanıtlayan -yani Eliminativistlerin (Dışlayıcı Maddecilerin) de Colalucci kadar yanıldığını gösteren- bir sav çok hoşuma giderdi. Benzeşmenin kabul edilmesi bile müthiş olurdu - bundan sonraki adımın ne olduğunu bilmesek bile.

Arthur Danto




Deli Vincent

Wheat Field with Crows
Deli Vincent dizlerini göğsüne çekmiş sarı sandalyesinde oturuyor. Kaçık. Boş kapta ay çiçekleri solmakta, kupkuru, iskelet gibi, siyah çekirdekler cadılar bayramındaki balkabağının boş bakan yüzüne dönüşüyor. Köşede ayakta duran Mavi'nin farkında değil. Hummalı gözler sararmış mısıra takılmış, sarıda helezonlar çizen kapkara kargaların gaklamaları… Köşeye atılmış istenmeyen tuvallerin içinden limoni bir cin bakıyor. Mızmız bir intihar kötülük çığlıkları atıyor korkakça yakalıyor Ödlekliği, gözleri birer çizgi.


Van Gogh & Gauguin



 Van Gogh'un Sandalye ve Pipo'su  iki kanatlı bir tablonun bir kanadıdır. Öbür kanat ise Van Gogh'un arkadaşı, ömrünün son yılında Arles'te kısa süreliğine birlikte yaşadığı sanatçı Paul Gauguin'in sandalyesinin resmidir. Resimler, yan yana asıldıklarında iki sandalye karşı karşıya gelecek şekilde çizilmiş ve sandalyelerin sahipleri sanki karşılıklı sohbet edeceklermiş gibi düzenlenmişler. 
Van Gogh'un üzerinde piposu duran sandalyesi hürmetkarlık derecesinde bir özenle çizilmiştir. Öyle ki, sandalyenin sazdan yaygısının dokumasındaki paralel çizgilerde olduğu gibi, ayrıntılara dikkat
edildiği açıkça görülüyor. Van Gogh için önemli olan şey pek de ucuz sandalyenin kendisi değil,
sandalyeyi kullanan ve piposundan ve tütün kesesinden hemen fark edilen kişidir. Bir nesne olarak sandalyenin önemi tamamen üzerine oturan insandan kaynaklanmaktadır. Sandalye öyle bir açıyla çizilmiş ki, sanki yaklaşıyormuşuz ve sandalyeye oturacakmışız, dolayısıyla pipo içmeye ve konuşmaya başlayacakmışız -öbür kanattaki Gauguin'in sandalyesinin yaygısında iki kitap ve yanan bir mum duruyor ve sanki Gauguin sadece bir an için sandalyesinden kalkmış görünüyor- gibi sandalyeye yakından ve yukarıdan bakıyoruz. Birlikte düşünüldüklerinde iki resmin, sadece iki ayrı kişiye değil aynı zamanda ikisi arasındaki toplumsal ilişkiye de gönderme yapan bir anlamı da var. Diğer bir deyişle, sandalyelerin sıradan maddeselliği insanların birbirlerini insanlaştırmalarında yani birbirleriyle ilişkiye girmelerinde (Van Gogh ile Gauguin'in fırtınalı dostlukları bir yana) kullanılan başlıca araçlardan birinin sağlanmasına yardım ediyor.

*
Richard Lepp

*
ilgili okuma:

Dürer'in Düşü

Pentecote gecesinin çarşambayı perşembeye bağlayan (7-8 Haziran 1525) gecesinde, düşümde, taslaktaki manzarayı gördüm: Gökten inen sayısız hortum... İlk hortum dört fersah öteye indi: Çıkardığı sarsıntı ve gümbürtü korkunçtu, bütün bölge sular altında kaldı. Korkumdan uyanmışım. Ardından, şiddet ve miktarlarıyla dehşet saçan başka hortumlar inmeye başladı, kimi daha yakına, kimi daha uzağa. Hortumların hepsi de ağır ağır iner gibiydi, öylesine yüksekten geliyorlardı. Fakat ilk hortum yere yaklaştığında, inişi birden o kadar hızlandı ve bu inişi öylesine şiddetli bir gümbürtü, öylesine şiddetli bir kasırga izledi ki, bütün vücudumla titreyerek uyandım ve epey uzunca bir süre kendime gelemedim. Sonra, yataktan kalkınca, yukarıda görülen resmi yaptım. Tanrı ne yaparsa iyi yapar.


DÜRER’İN BİR DÜŞÜ ÜZERİNE

M. Yourcenar


Geçmişten elimizde kalan pek az gerçek düş var; düşü gören kişinin uyanır uyanmaz kaydettiği düşler kastettiğim. Leonardo’nun defterlerine yazdığı o eşsiz düşler, büyük ölçüde, üstadın desen ve resimlerine benzer; ama bunlar gerçek anlamda birer düşten çok, uyanıklık durumunda ya da uyur uyanık bir halde sürdürülmüş birer düş deneyimi oldukları izlenimini bırakırlar insanda. Gerek Dante’nin Yeni Hayat’takı dokunaklı düşleri, gerek Jerome Cardan’ın ünlü alegorik düşleri, Ortaçağ’dan Rönesans’a çok sayıda şairle ressamın dostluk kurduğu, fakat çağdaş insanın pek yanaşamadığı, yanaşsa bile, hazırlıksız ve rehbersiz olduğundan yolunu şaşırdığı, düş, hayal ve visio intettectualis arasındaki o kaypak alanda yer alır.

Oysa elimizde bir XVI. yüzyıl adamının gördüğü düşün —ki sadece bir düş bu, başka bir şey değil— olağanüstü metni var, üstelik metnin yanına tanıklık kabilinden bir de taslak eklenmiş. Dürer’in güncesinde rastlıyoruz metne. İşte sanatçının uyandıktan az sonra aktardığı düşün dökümü:

Luca Guadagnino

Call Me by Your Name (2017, Luca Guadagnino)


Elio’nun kitaptaki halinden iki yaş daha gençtim. Ancak çocukluğumu, ergenliğimi, yönetmen olmaya nasıl başladığımı çok net hatırlıyorum; çünkü odanın uzak bir köşesine gider, partilerde dans eden insanları incelerdim. Kitaplar okur, aklımda hikayeler kurardım ve cinselliğinden haberdar olmak üzere olacak olan genç bir erkek olmaya başlamıştım. Elio’nun aksine, ben (bu konuda) konuşmaya cesaret etmiştim.

Call Me by Your Name (Father's Speech)

"I think this is a family movie, I like to think this is a movie for families, 
and it's a family film. It's about the invisible bonds that create the people we
 are and how the transmission of emotions and knowledge and the capacity of 
compassion between generations and people transform people for the best.
 It's utopic, maybe, but why not?"

"The dialogue comes from the book, from 
André Aciman's wisdom"

Director Luca Guadagnino 



Father's Speech: 


...nature has cunning ways of finding our weakest spot. Just remember, I am here.

Right now, you may not wanna feel anything, maybe you never wanted to feel anything. And maybe it's not to me you'd want to speak about this things but feel something you obviously did. Look, you had a beautiful friendship. Maybe more than a friendship. And I envy you. In my place, most parents would hope the whole thing goes away. Pray their sons land on their feet, but I am not such a parent.

Hiç beklemediğimiz bir anda... doğa ana bir katakulli çevirip en zayıf noktamızı bulur. Ama yanında olduğumu unutma.Şu an hiçbir şey hissetmek istemiyor olabilirsin. Belki hiçbir zaman bir şey hissetmek istemeyeceksin. Bu konuları benimle konuşmak istemiyor  olabilirsin ama önceden açıkça hissettiğin şeyi yine hisset. Güzel bir arkadaşlık kurdunuz. Belki arkadaşlıktan da öteydi. Size imreniyorum. Benim yerimdeki çoğu ebeveyn tüm bunların unutulup gitmesini ister. Oğullarının bu durumdan kurtulmasını ister ama ben o ebeveynlerden değilim. 


We rip out so much of ourselves to be cured of things faster, that we go bankrupt by the age of 30. And have less to offer, each time we start with someone new. But to make yourself feel nothing so as not to feel anything. What a waste.

Yaralarımız daha hızlı iyileşsin diye kendimizi hırpalayıp dururuz. 30 yaşına geldiğimizde de çökmüş oluruz. Ve yeni biriyle her başlangıcımızda, kendimizden sunacağımız daha az şey kalır. Ama kendini bir şey hissetmemek için zorlamak veya hiçbir şey hissetmemek çok büyük kayıp olur.

Aile


...benim edebiyata, güncelere, genel olarak günlüklere duyduğum ilgi, aileye karşı tipik, sterotipik bir isyana da işaret ediyordu. O zamanlar çok okuduğum Nietzsche, Rousseau ve ayrıca Gide'e tutkum başka şeyler yanında şu anlama da geliyordu: "Aileler, sizlerden nefret ediyorum". 

Edebiyatı ailenin ve onun temsil ettiği toplumun sonu olarak düşünüyordum.

J. B.

Schiele

1911

Kendi görüntüsüne kafayı takmıştı... Zihinsel durumlarını göstermek, kendisini çirkinleştirmek, cinsel organlarına ve memelerine dikkat etmek, bunları yara gibi göstermek için çılgın ve gayri tabii renkler kullanıyordu. Çizim ya da resimlerinde kendi kendisini... bedensel olgular ve defalarca vurguladığı gibi bedenin (Schiele için) doyurulamayan gereksinimleri çerçevesinde işliyordu.

*
Janet Hobhouse


Sorbonne'un Duvarları


Marx ve Edebiyat

... Marx’ın üslûbu gerçekten Marx’ın kendisidir. Olabilecek en büyük içeriği olabileceği kadar az yere sıkıştırmaya çalışmakla suçlanmıştır, ama Marx işte budur.

Marx arı ve doğru anlatıma olağanüstü değer verirdi ve her gün okuduğu Goethe, Lessing, Shakespeare, Dante ve Cervantes’i en büyük ustalar olarak seçmişti. Dilinin arılığı ve doğruluğu için titiz bir merak gösterirdi.

Marx kesinlikle arılıktan yanaydı — çoğu zaman tam yerinde deyimi bulmak için uzun uzun düşünürdü. Gereksiz yabancı kelimelerden nefret ederdi; kendisi de yabancı kelimeleri sık kullanırdı belki — konunun gerektirmediği yerlerde — ama yurt dışında, özellikle İngiltere’de, ne kadar uzun sûre kaldığı unutulmamalıdır bu konuda. Hayatının üçte ikisi yurt dışında geçen, gene de Alman diline çok emek veren ve Alman dilinin en büyük ustalarından ve yaratıcılarından olan Marx’da, özgün, gerçek Alman kelime şekillenmeleri ve kelime kuruluşlarının tükenmez bir zenginliğini buluruz.

Hampstead Heath’den eve dönüşümüz, hatırlanan zevkler, bekleyişler kadar şen düşüncelere yol açmadığı halde, her zaman çok neşeli olurdu. Acı mizahımız bizi, kolaylıkla içine düşebileceğimiz melankoliden kurtarıyordu. Sürgünlerin kederi yoktu bizde. Biri yakınmaya başlayacak olsa, toplumsal ödevleri kendisine kesin bir dille hatırlatılırdı.

Geri dönüşümüz, gidişimizden farklı olurdu. Çocuklar oraya buraya koşmaktan yorulur, sepet boşaldığı için yükü hafifleyen Lenchen’le artçı gücü meydana getirirlerdi. Çoğu zaman bir türkü tuttururduk, ama politik şarkı pek söylemezdik, daha çok halk türküsü, özellikle duygulu türküler ve — masal değil bu — «Anayurt»dan «yurtseverlik» türküleri söylerdik; O Strassburg, O Strassburg, du umnderschâne Stadt en sevdiğimiz şarkılardandı. Ya da çocuklar bize Zenci türküleri söyler, hattâ dans da ederlerdi — bacaklarında derman kalmışsa. Yürüyüş sırasında, sürgünlük acıları kadar politikadan konuşmak da yasaktı. Öte yandan, sanat ve edebiyat konularında çok şey konuşurduk, Marx da inanılmaz belleğinin gücünü gösterirdi. Nerdeyse bütününü ezbere bildiği İlâhî Komedya'dan uzun bölümler, Shakespeare'den de sahneler okurdu ve Shakespeare’i çok iyi bilen karısı da çoğu zaman ona katılırdı...


Wilhelm Liebknecht




Edebiyatla zihnini dinlendirmeye, tazelemeye çalışırdı ve hayatı boyunca edebiyat hep onu avutmuştu. Bu alanda, övünmeden, çok şey bilirdi.

 Vogt’a karşı polemiğinden başka, o konu için doğrudan doğruya gerekli okumaları dışında, geniş okumasının izi pek görülmez, ama Vogt kitabında, sanatsal amacı için, bütün Avrupa edebiyatlarından çok sayıda alıntılar vardır. Kendi bilimsel eseri nasıl bütün bir dönemi yansıtıyorsa, edebiyatta da dönemlerini yansıtan eserleri severdi: Aeskhilus, Homeros, Dante, Shakespeare, Cervantes ve Goethe; Lafargue'a göre, Marx, Aeskhilus’u Yunanca aslından en az yılda bir kere okurdu. Eski Yunan’ı çok severdi ve işçileri klâsik dünyanın kültürünün tadına varmaktan alıkoymak isteyenlere çok kızardı.

Alman edebiyatını, Orta Çağdan başlayarak, çok iyi bilirdi. Daha modern Alman yazarları içinde en çok Goethe ile Heine’yi severdi. Alman filistininin Schiller’in az çok yanlış anlaşılmış «idealizm»ine karşı taşkın sevgisi daha genç yaştayken Marx’ın gözünden düşürmüştü bu şairi ve bu «idealizm» Marx’a, bayağı bir yoksulluğu yüksek raflarla örtme çabası gibi geliyordu. Almanya’dan iyice koptuktan sonra modern Alman edebiyatına pek aldırış etmedi, ilgisini hakedecek değerde olan Hebbel ve Schopenhauer gibi yazarları bile anmadı; Richard Wagner’in Alman mitologyasını didiklemesiyle de alay etti.

Fransız edebiyatçıları arasında Diderot’ya önem verir, Rameau’nun Yeğeni'ni bir başyapıt sayardı. On sekizinci yüzyıl Fransız aydınlanma edebiyatını da beğenirdi. Engels de bu edebiyat için gerek biçim, gerekse içerikte Fransız aklının en yüksek başarısını temsil ettiğini, çağdaş bilimin durumuna göre içeriğin son derece üstün, biçimin ise o günden beri aşılmamış olduğunu söylemişti. Fransız romantiklerini toptan yadsıyordu Marx, özellikle de, yalancı derinliği, Bizans tarzı abartmaları, ucuz duyguculuğu — sözün kısası, eşi görülmedik ikiyüzlülüğü — için Chateaubriand’a hep kızıyordu. öte yandan, Balzac’ın, sanat aynasında bütün bir çağı kucaklayan Comedie Humaine’ini çok severdi. Aslında kendi büyük eserini bitirdikten sonra Balzac üzerine bir inceleme yazmak niyetindeydi, ama başka birçok tasarısı gibi bundan da bir şey çıkmadı.

Marx Londra’ya sürekli yerleşince, İngiliz edebiyatı başa geçti ve yüce Shakespeare egemenliğini kurdu; aslında bütün aile neredeyse tapıyordu Shakespeare’e. Yazık ki Marx, Shakespeare'in çağının büyük soruları karşısındaki tutumunu ele alacak zaman bulamadı...

Edebî yargılarında, bütün politik ve toplumsal önyargılardan uzaktı. Shakespeare’i ve Walter Scott’u çok sevmesi de bunu gösterir. Ama, çoğu kere politik kayıtsızlıkla hattâ uşaklıkla yan yana giden «sanat için sanat»ın «katıksız estetikçilik» fikrine kapılmadı. Bu bakımdan da aklı, hiçbir kalıplaşmış formülle ölçülemeyecek kadar bağımsız ve diriydi. Aynı zamanda okuduğu şeyleri seçmekte hiç titiz değildi ve bilimsel estetleri dehşete düşürecek şeyleri okumaktan kaçınmazdı. Darwin ve Bismarck gibi yutarcasına roman okurdu ve serüven, mizah hikâyelerine çok düşkündü. Bunları ararken Cervantes, Balzac ve Fielding’den Paul de Kock’a ve vicdanında Monte Kristo Kontu’nu taşıyan baba Dumas’ya da inerdi.

Franz Mehring

Jean-Leon Gerome / Yılan Terbiyecisi


Jean-Leon Gerome'un son derece fallus merkezli oryantalist imgesi Yılan Terbiyecisi, o zaman için, çocukların özellikle sorunlu bir şekilde cinselleştirilmesine, yani homoerotikleştirilmesine
gönderme yapıyor. Bir oğlan çocuğu dimdik -hatta, bacakları sıkıca birleştirildiği için dingil gibi- ayakta duruyor ve eril cinsel iktidarın en basmakalıp ruhsal fantezilerinden biri olan kocaman bir yılanı tutuyor: sütunlu formların, düz ve keskin çizgilerin hakim olduğu bir kompozisyonda gerçekleşiyor bu olay. Hepsi de erkek olan resimdeki figürlerin neredeyse tamamının elinde ya bir değnek ya bir kılıç var ya da üflemeli bir çalgı. Arkadaki duvarın ortasına ise erkek cinsel organlarının ana hatlarını çağrıştıracak şekilde bir kalkan ve mızrak yerleştiriyor Gerome: birlikte çizilen bu iki figür, resmin konusunu haykıran sözel olmayan bir etiket hizmeti görüyor
adeta.


 Bir istisna -ayaktaki oğlan- dışında erkeklerin tamamı koyu esmer tenli. Onlara göre açık renkli olan ve dolayısıyla da dikkatimizi çeken bu istisna, resimdeki figürler içinde tam anlamıyla cinselleştirilen tek figür. Oğlan cinsellik demek; ayrıca. duruşundaki ve tuttuğu yılandaki fallikliğe rağmen, kadınsılaştırılmış. Oğlanın kalçaları görsel bir fetiş haline getirilmiş. Resimde sağdan giren ışığı en iyi alan yer olan çocuğun kalçaları dikkatin odaklandığı ve gözlerin mıhlandığı yer hal ine geliyor.


Ladybird



18

*
yazan ve yöneten
Greta Gerwig

Blue Room / Picasso

Picasso’nun “ Mavi Oda” adlı resmi ile onun Boulevard de Clichy'deki odasını tanıyoruz: Sade mobilyalı odanın arka planında, duvarda Toulouse-Lautrec’in bir afişi asılıdır. Wilhelm Uhde, 1901 yılında yapılmış resmi dört yıl sonra nasıl ele geçirdiğini anlatmıştır: 

“ Boulevard Rocheouart’ın ve Rue Martyr’nin köşesinde yaşlı, şarap içmeye düşkün bir adamın, yatak ve yatak takımları sattığı bir dükkanı vardı. Resimsever olan bu adam dükkanın kapısı önünde tanınmamış genç ressamların resimlerini ucuz fiyatlarla sergilemişti. Orada sarı saçlı çıplak bir kadının resmedildiği bir tual buldum. Son derece hoşuma giden resim için istenen 10 Frankı ödedim. Ressamın adının P ile başlayan imzasını kesinlikle tanımıyordum. Cafe du Dome’deki arkadaşlarım resmi kötü bir Cezanne taklidi olarak buldular ve ressamın hiçbir özel yeteneğe sahip olmadığını  söylediler. Bundan birkaç gün sonra resmin sahibi ile, Lapi Agile’nin tenha, kötü aydınlatılmış, Montmartre’nin tepesinde tek başına duran küçük meyhanesinde tanıştım. Hepimiz ortadaki büyük masanın çevresinde oturuyor ve şarap içiyorduk. Bizler yani birkaç ressam, şair ve edebiyatçı. Verlaine, genç bir adamı tanıştırdı. O sırada yanımdakine satın aldığım resimden bahsettim. Bu adam ressamın kendisi olduğunu ve adının da Picasso olduğunu söyledi. Gece yarısından sonra hepimiz aşağıya indik. O sırada dar duvarlar arasında aniden bir tabanca patladı. Picasso ateşlemişti tabancayı, sanatından hoşlanan birini bulma sevincinden.”


Uhde'nin 1905 yılında satın almış olduğu resim, Picasso’nun arayış dönemine veda ettiği resimdi. Bu resim tüm önceki yapıtlardan daha fazla bütünlüklü bir bağlam içine getirmişti çeşitli etkileri. Bazı yönleriyle hâlâ başka sanatçıları anımsatır. Banyo teknesindeki genç kız motifi ya da arka plandaki, başka bir sanatçıya saygı olarak asılmış grafik ama aynı zamanda perspektife dikkat etmeden resmin yüzeyine nesnelerin yerleştirilişi, çıplak figürün dağınık taslağı ya da alacalı boya lekelerinin resim yüzeyi üzerinde halı deseni gibi dağılışı vb. üslup araçları da Picasso’nun Cezanne ve Manet, Van Gogh ve Degas, Vuillard ve Bonnard gibi sanatçıları ne kadar incelemiş olduğunu gösterirler. Ama Picasso’nun resminde yine de kendine özgü birşey, biraz yeni türde birşey gö rülebilir: Hakim olan bir renk tonu ile (burada açık mavi) oluşturulan bütün bir ruh hali. Picasso bu ilkeyi 1901 yılı sonbaharında daha da geliştirmiştir: Mavi dönemin ilk resimleri oluşmaktadır.

Wilfried Wiegand 


İlgili okumalar:

Gerhard Richter / Sils

Sils-Maria, 12. April 1993






bkz:

Thomas Chatterton (1752 - 1770)

Chatterton'ın ölümü, Henry Wallis (1856)


“Kesildi, bırakılsa göklere kadar uzayacak bu ağaç dalı, 
Yandı, bir zaman bu bilge adamın içinde yeşermiş olan 
Apollo’nun defne yapraklı bilgelik tacı”







On yedi yaşındaki genç şair Thomas Chatterton, Londra’da, Holborn mahallesindeki odasında kendini zehirler. On yaşından beri şiirler yazan genç yetenek, başta çok beğenilmiş Ortaçağ üslubunda yazılar yazar. Çok istediği hızlı şöhreti yakalamayı başaramayınca, büyük bir yoksulluk içine düşüp kendini öldürür ve hemen çağı tarafından anlaşılmamış ve reddedilmiş dehanın simgesi olur...

ilgili okumalar:

Phone Call






Everett Ruess




"I kept my dream"


Hayatım boyunca yabanda yalnız bir gezgin olacağımı her geçen gün daha da çok düşünüyorum. Tanrım, patikalar beni nasıl da çekiyor. Bunun üzerimdeki karşı konulamaz cazibesini idrak etmeniz mümkün değil. Her şey bir kenara, yalnız başına yolda olmak en iyisi... Hiçbir zaman durmayacağım. Ve dünyadan göçme vakti geldiğinde, bunun için en vahşi, en yalnız, en ıssız yeri bulacağım.




Bu diyarların güzelliği artık benim bir parçam haline geliyor. Kendimi hayattan iyice kopmuş ve bir şekilde daha yumuşak başlı hissediyorum... Burada birkaç iyi arkadaşım olsa da aralarında neden burada bulunduğumu ya da ne yaptığımı gerçekten anlayan yok. Ama dar sınırlara sahip bir anlayıştan daha fazlasını taşıyan birileriyle de karşılaşmış değilim. Yalnız başıma çok ilerlemiş durumdayım. Çoğu insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. Her zaman için çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim.



Bu seneki yolculuklarımda çok daha fazla riske girdim ve hiçbir zaman yaşamadığım denli vahşi maceralar yaşadım. Nasıl da büyülü bir ülkeydi gördüğüm; uzayıp giden heybetli, çorak topraklar, gözlerden ırak ve yüksek platolar, parlak kırmızı kum çöllerinin üzerinde yükselen mavi dağlar, dip noktası ancak bir buçuk metre genişliğinde olan yüzlerce metre derinliğe sahip kanyonlar, isimsiz kanyonlar üzerinde yakalandığım ani sağanaklar ve sarp kayalık sakinlerinin bin yıl önce terk edilmiş evleri.


everett ruess