ÇIĞLIK / Edvard Munch

Sick Mood at Sunset, Despair / 1892


“Yaşamın dehşeti, düşünmeye ilk başladığımdan bu yana yakamı bırakmadı.” 

“Birkaç yıl çıldırmanın eşiğinde yaşadım. Deliliğin korkunç suratı yaklaşmış, yamuk kafası dikilmişti. Çığlık adlı tablomu biliyorsun.Gerginliğin son sınırındaydım — doğa haykırıyordu kanımda — çatlama noktasına gelmiştim. Sonra...gülümsemesi bahar kadar taze, gencecik bir sarışın kız imdadıma yetişti.”

“Bir akşamüstü yürüyordum. Bir yanımda kent uzanıyordu, öbür yanımda fiyort. Yorgun ve hasta hissediyordum kendimi. Durdum, fiyorda baktım. Güneş battı. Bulutlar kıpkırmızı oldu — kana bulanmış gibi. Tüm doğa haykırıyordu sanki. Kulaklarımdaydı çığlık. Resmi yaptım. Bulutları sahici kan gibi boyadım. Renkler haykırdı.”

— Munch

Cehennemden Portre / Edvard Munch


1903


“Tüm yaşamım dipsiz bir uçurumun kıyısında, bir taştan bir taşa sıçrayarak yürümekle geçti. Zaman zaman dar patikamdan ayrılıp hayatın girdabının ortasına dalmaya çalışırım, ama her seferinde, kendimi gerisin geriye uçurumun kıyısına çekilmiş bulurum. Ve orada yürüyeceğim... sonunda boşluğa düşüne dek. Çünkü, hatırlayabildiğim ilk günden beri korkunç bir huzursuzluk duygusu içinde kıvrandım. Bunu sanatımda dile getirmeye çalıştım. Bu huzursuzluk ve maraz olmasa, dümensiz bir gemiye benzerdim.”

— Munch



“Her biri kendi yönünde uçan iki yaban kuşu gibi ruhum.”

— Munch



“Damda yürüyen bir uyurgezer gibiyim. Sakın ansızın uyandırmayın beni, yoksa düşüp paramparça olurum.”

— Munch



“Sanatım, ruhumu açığa vurmama olanak vermiştir.”


— Munch


Hasta Çocuk / Edvard Munch



“Hasta çocuğu ilk gördüğümde — soluk benzi, beyaz yastığa yayılmış kızıl saçları — gördüğüm şey, resmi yapmaya çalıştığımda uçup giden bir şeydi. Resmi bitirip tuvale baktığımda, sonuçtan hoşnut kalmakla birlikte, ortaya çıkanın gördüğüm şeyle pek az ilişkisi olduğunu farkettim. Bu resmi, bir yıl boyunca, tekrar tekrar yaptım — kazıdım, boyayı akıttım, ilk gördüğümü (keten çarşafın üstündeki o solgun, saydam teni, titrek dudakları, ürperen elleri) yeniden yakalamak için sürekli uğraştım.




Buluğ / Edvard Munch



“Ziyaretine gittiğimde, onu bir resim üzerinde çalışıyor buldum. Yatağın kenarında çıplak bir model kız oturuyordu. Pek meleğe benzemiyordu gerçi, ama yine de bir bozulmamışlığı ve masum bir çekingenliği vardı...bu niteliklerdi zaten Munch’u onun resmini yapmaya iten. Kız orada otururken, bahar güneşinin ışınları üzerine vurdu ve başının gölgesi, kaçınılmaz bir yazgı gibi, arkasına vurdu. İşte öyle resmini yaptı onun —bütün kalbiyle-— ‘Buluğ’ adını verdi ona. O resimde kalıcı, evrensel, hayatın sahici bir parçası olan bir şeyi yakaladı.”


Adolf Paul

Edvard Munch

Self-Portrait with a Bottle of Wine (1906)


Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944), modern ekspresyonizmin iki baba figüründen biri (diğeri Van Gogh) olarak kabul edilir genellikle. İlk natüralist resimlerinden sonra, 1890’larda sembolik/psikolojik bir evreden geçmiş ve daha sonraki yılların parlak renkli, dinamik tablolarına varmıştır.

Munch’un sanatını incelemek, çok canlı ve dokunaklı bir güncenin sayfalarını çevirmeye benzer. Munch yalnızca kendi yaşadığını, ya da en azından kendi deneyimi olanı resmetmiştir. Yaşamı resmine yansır. Kısacası, insan Munch’la sanatçı Munch birbirinden ayrılamaz.

“Yapıtlarımda, hayatımı ve hayatımın anlamını dile getirmeye çalıştım. Böyle yapmakla, başkalarının da kendi hayatlarını anlamalarına yardım edebileceğimi düşünüyorum.”

Bir sanatsal niyet, bundan daha açık seçik anlatılamaz sanırım.

Munch’un hayatını incelemek, tek bir günün geçişini izlemek gibidir: gençliğinin kasvetli şafağından sonra, sabah güneşinin iç ısıtan ışınlarıyla karanlık bulutlar yavaş yavaş dağılır ve hayatının günbatımındaki pırıl pırıl renklerle son bulur.


Munch, tüm yalnızlığına karşın, hayattaki nihaî misyonunu hemcinslerine uzanmak, onlara yaklaşmak olarak görüyordu: sanatının gücünü gayet iyi biliyor ve kendine bir tür “nebi” olarak bakıyordu. Bu nedenledir ki, yapıtları kendi hakkında uzun bir itiraflar dizisidir; Özünü tanıma gereksiniminin sonucudur.

Ama sanatçı Munch, insan Munch’ u açığa vursa bile, aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü korur ve düşgücümüzü büyüleyen gizemli yanını kolayca ele vermez. Bu “öz-incelemeleri” kendi söyledikleriyle birlikte, onun dünyasının kapılarını aralar bize. Bir dâhi ile karşı karşıya olduğumuzu duyumsarız. Öyle bir dâhi ki, tüm yalnızlığı içinde, bir kez olsun fildişi kulesine kapatmamıştır kendini.

*
Ragna Stang

Sanat / Edvard Munch

“Resimlerimizi gördüklerinde gülenlere, ya da sadece kafalarını kaşıyanlara bir konuşma yapmak hoş olurdu. Yaşamın bu anlık izlenimlerinin gerisinde bir mantığın yattığını düşünmekten âciz bu adamlar. Bütün bildikleri, bir ağacın kırmızı, bir suratın mavi olamayacağı; çünkü çocukken, yaprakların yeşil, insan derisinin tatlı bir ten rengi olduğunu öğrenmişler. Sanatçının bu garip renkleri bilerek, isteyerek kullandığını akılları almıyor. Onların gözünde bu, boş bir entellektüel saçmalık, ya da dengesiz bir kafanın ürünleri. Bu resimlerin ciddi düşüncelerden, acılardan, uykusuz gecelerden, bedensel ve zihinsel azaplardan doğduğunu kavramaları olanaksız.”


“Fotoğraf makinesi hiçbir zaman fırça ve paletin yerini alamayacak — Cehennem ya da Cennet’te fotoğraf çekilebilene dek.”

— Munch


“Hayat yolculuğuna çıktığımda, kendimi eski, çürük tahtalardan yapılmış bir kayık gibi hissettim. Yapımcısı onu fırtınalı denize atarken şöyle demişti: ‘Eğer batarsan, suç senindir ve cezan Cehennem’in sonsuz ateşinde kavrulmak olur’.”

— Munch’tan, K. E. Schreiner’e

GOYA


Savaşın Felaketleri adlı aside yedirme baskıların 1820'lerde yapıldığı sanılmaktadır. Metal üzerine yaptığı bu gravürlerine kaynaklık eden ve kendisinin de hazır bulunduğu tüyler ürpertici olayların hemen ardından yapılmış oldukları anlaşılan çok sayıda desen elimizde bulunuyor.

Goya çok hızlı düşünmektedir ve eli biçimin ayrıntıları üzerinde zaman kaybetmek istemeyecek kadar ateşli ve hareketlidir. Biçimi, ezbere hacimler ve tasarlanmış çizgilerle kısaltılmış çizimler anlamında kabul eder ve böylece korkunç bir anlatı yeğinliği kazanır.

Eğer-“kurgu” sözcüğü hiç bulunmamış olsaydı Goya’nın yapıtlarını tanımlamak için bunu yaratmamız gerekirdi. Ve eğer “gerçekçilik” yalnızca bir “sözcük” olsaydı onu kendi sözlüğümüze almamızı zorunlu kılan da Goya olurdu. Hiç şüphesiz Goya “gerçeğin” gelmiş geçmiş en büyük kurgucusudur.



"Ben buna tanık oldum" / GOYA

 Cinleri başından defetmek, kendini acılardan kurtarmak için az resim yapmamıştır Goya. Zaman zaman Engizisyonun işkencesinden geçen kişileri konu alan desenlerinde ise daha korkunç bir sonuç çıkar: Çifte işkence söz konusudur artık bu desenlerde.


Kırmızılı ve kanlı bir kadın çalışmasını düşünüyorum Goya’nın. Kadını ayaklarından duvara zincirlemişler. Ayakkabıların altı delik. Yana dönmüş yatıyor. Eteği dizlerine kadar sıyrılmış. Koluyla başını ve gözlerini kapamış. Nerede olduğunu görmek istemiyor. Desenle doldurulmuş kâğıt kadının yattığı taş döşemenin üstünde bir leke sanki. Hiç çıkmayacak bir leke. Bu desende parçaları bir araya getirme çabası yok; ne de belli bir görüntüyü sergileme kaygısı. Görüneni irdeleme de yok. Resim bize yalnızca şunu söylüyor: 

Ben buna tanık oldum. 

Di'li geçmiş zaman.


*

John Berger

*

Goya'nın tanık oldukları için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Goya

Goya / Picasso (Uğur Kökden'in günlüğünden)

Madrid, 1964

Prado Müzesi’nde Goya’nın geçen yüzyıldaki İç Savaş’ı yansıtan kimi resimlerinin sergilenmesi yasak. İç Savaştan Dehşet Tabloları.


İstanbul, Ocak 1963

Bayramın ikinci günü,

Dışarıda renksiz, yapışkan, berbat bir yağmur.

Sinematek’de özel gösteri: Bunuel’in Endülüs Köpeği, Resnais’nin Guernica’sı. Umulmadık bir olay. Olağanüstü boyutta.

Endülüs Köpeği’ni, gene böyle bir yağmurlu gecede, ilk kez Paris’te seyretmiştim. Los Olvidados ile birlikte. Bunuel, çağımızın ve sürgün İspanya’sının asi çehresi. Ülkesi ve ona benzeyen ülkeler için yasak isim.

Guernica.

Endülüs Köpeği’ne karşılık, Guernica’yı ilk kez göreceğim. Ses araçları bozuk, kopya eski. Salonun olanakları sınırlı ve ilkel. Fakat ne önemi var?..

Eluard’ın şiirli dilini Maria Casares seslendiriyor. Casares, Garcia Lorca’dan kalan son canlı anı. Perdede, Picasso’nun vatanından ve halkından esinlenerek gerçekleştirdiği “tipler”. Gözü kör ana. Palyaço. Ütü yapan kadın. Mavi dönemin öteki kişileri. Ve sonunda Guernica’nın kendisi.

Korkunun kasılışın, dehşetin ve tiksintinin yansıması. Acılar halkı, çizgi çizgi ışığın altında belirip yok oluyor. Sessizce, yakınmasız gölgelere ve geçmişe karışıyor.

İç Savaş. 1937. Alman bombardıman uçakları. Guernica, kuzeyde küçücük bir kasaba. Yahut köy. Matematik bir kesinlik ve dikkatle atılan bombalar. 

Bilanço: iki bini aşkın ölü. Hepsi sivil. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar...

Dışarıda yağmur durmaksızın gene yağıyor.

Sorumsuz, sınır tanımaz ve leke bırakan bir yağmur.

Guernica'dan detay

LEOPARDI (1798-1837)

"Neydi zaman içinde kaybolan 
Adına hayât denen o acı an?"

Leopardi on his deathbed, 1837.


Hiçbir şair, hiçbir düşünür Giacomo Leopardi (1798-1837) 'den daha büyük bir açıklıkla kötümserliğini dile getirmemiştir. Açıklıkla, diyorum, çünkü örneğin Kafka gibi kendine acıyan bir kötümserlik göremeyiz Leopardi’de. Düzyazılarında da hiçbir kavram kargaşası yoktur. Bu yazılar her şeyi korkunç bir biçimde aydınlatır — tıpkı Picasso’nun Guernica'sındaki elektrik ampulü gibi.

Leopardi İtalya’nın Bataklıklar Yöresi’nden orta halli soylu bir ailenin oğluydu. Belki de olumlu tek mirası, babasından kendisine kalan zengin kitaplıktı. On yaşına geldiğinde, kendi kendine İbranice, Yunanca, Almanca ve İngilizce öğrenmişti. Bunun dışında yalnızlık, hastalıklı bir beden, gittikçe artan görme bozukluğu ve yüz kızartıcı parasal bağımlılıklarla geçti ömrü. Yazılarındaki yargıların okurlarınca özel hayatındaki acı olaylardan kaynaklandığı yolunda yorumlanmasındansa, onların yakılmasını yeğlediğini söylüyordu. Sanırım böyle düşünmekte de haklıydı.

Leopardı, olağanüstü bir biçimde, kendi mutsuzluk çukurundan geçmişteki, yaşadığı çağdaki ve gelecekteki insanların hayatlarını ve gökteki yıldızları inceleyebileceği bir kule oluşturmayı başarmış bir yazardır. İtalyan ya da İtalyanca uzmanı olmayan birinin Leopardi’nin şiirinin niteliği konusunda tam bir yetkiyle konuşması çok güç. Birçokları onun Dante’den sonra gelmiş geçmiş en büyük İtalyan şairi olduğuna inanıyorlar. Leopardi’nin yazdığı her şiirde hayatın tümünü kapsayan dünya görüşünü destekleyen ve bu görüş içinde kendi yerini alan özgün bir düşünce vardır. Bu açıdan, o da Vergilius gibi klasikler arasına girer. Bununla birlikte, hem kullandığı dili, hem de ele aldığı konuyu (bu bir köy, bir düğün ya da bir marangoz olabilir) aynı zamanda hem büyük bir yumuşaklık, hem de uzaya varan bir uzaklık duygusuyla işler. Bir yavru kuşun yumuşak göğüs tüyleriyle bir göktaşının madensi katılığı yan yana gelerek benzeri olmayan bir lirizm, bir şiirsellik yaratır.

Leopardi’nin düzyazıları da var. Bunlardan en önemlileri, Zibaldone adını verdiği ve 1817-1832 yılları arasında tuttuğu bir çeşit düşünsel günlükle Ders Alınacak Öyküler adını verdiği bir derlemedir. Günlüğü ölümünden sadece altı yıl sonra yayımlanmış. Derlemedeki parçaların çoğu ise Leopardi’nin sağlığında yayımlanmıştı.

Nietzsche, Öyküler’i okuduktan sonra, Leopardi’nin yüzyılın en büyük düzyazı ustası olduğunu öne sürmüştü. Gerçekten, biz de günümüzde Leopardi’nin tam anlamıyla bir çağdaşımız olduğunu görüyoruz. Anlatımında ince alaycılığa yer vermesi, konuyu abartmaktan kaçınması, konuşur gibi yazması, kendi kişisel önemini öne sürmeden ağırbaşlı olmayı başarması, Pasolini, Brecht ve Bulgakov gibi birbirine benzemeyen çağdaş yazarların birçok özelliklerini muştular.

Where Do We Come From?.. / GAUGUİN



Burada, tamamen sessizliğin hakim olduğu küçük atölyemin yanında, doğanın zehirlenmeyen kokularının ortasında, göz alan harmonileri düşünüyorum. Kutsal korkunun ne olmadığını bilmemle artan bir hazzı sonsuzlukta hissederim. Şimdilerde soluduğum, uzun vadede kaybolan neşenin korkusu. Tuhaf hareketsizliklerinde, duruşlarının ritminde anlatılmayacak şekilde heybet ve dinsellikle, heykeller kadar katı olan hayvan figürleri. Gözlerde düşlenen, anlaşılmaz bir muammanın bulanık yüzeyi. Gece burada. Her şey uykuda. Sonsuz uzayda, önümde gözden kaybolan rüyayı gerçekten anlamaksızın görmek için gözlerim kapalı ve umutlarımın kederli ortaya çıkışından kaynaklanan, bitkinlik veren o hissi tadıyorum.

Mallarme’nin söylediği gibi, ‘O ahenkli bir şiir, opera metnine ihtiyacı yok.’ Sonuç olarak bir çalışmanın özü, cisimsiz ve erişilmez; tamamen ifade edilmez şeyden oluşur; mısralardan ima yoluyla akar, maddi bir yapı değildir. Tahiti resimlerimden birinin önümde duran Mallarme şöyle dedi: 

"Birisinin bu kadar ihtişamın içine bu denli çok gizem koyabilmesi hayret verici."

Nereden Geliyoruz... resmime gelince, oradaki put, bir edebiyat sembolü gibi değil, bir heykel gibi fakat belki de hayvan figürlerinden daha az heykel, aynı zamanda daha az hayvan; kalbimin önünde tüm doğasıyla hayalimi bir araya getiren, ilkel ruhumuza hükmeden, kaynağımızın ve geleceğimizin gizeminden önce belirsiz ve anlaşılmaz olan ıstıraplarımızın müthiş tesellisi.

Görüş alanım içinde gerçek olmayan bir kinaye ile aynı anda resim yaparken ve hayal kurarken, ruhumdaki ve fikrimdeki tüm bu hüzünlü terennümler belki de edebi eğilim eksikliği yüzünden.

Biten çalışmamın uyanışıyla, kendime soruyorum; Nereden geliriz? Neyiz? Nereye gidiyoruz? Tuvalle artık daha fazla yapacak bir şeyi olmayan, onu çevreleyen duvarda oldukça ayrı, kelimelerle ifade edilen düşünce. 

Başlık değil.

Bir İmza. 

*
Paul Gauguin


*
İlgili Okumalar:

Van Gogh / John Berger

Van Gogh’un mektuplarında, kendisinin kalıplaşmış kavramları ne yoğun bir biçimde bilincinde olduğunu görüyoruz. Bütün hayat öyküsü sonsuz bir gerçekliği yakalama özleminden başka bir şey değildir. Renkler, Akdeniz iklimi, güneş onu bu gerçekliğe götüren araçlardı; bunların hiçbiri onun için yalnızca amaç değildi. Bu özlem, gerçeği kurtarmayı hiç başaramayacağını sandığı zamanlarda daha da yoğunlaşırdı. Bu bunalımların bugün şizofreni ya da sara olarak tanımlanması hiçbir şeyi değiştirmez; onların patalojik özellikleri dışındaki içeriği gerçekliğin kendi kendini bir çeşit anka kuşu gibi yok etmesiydi.

Van Gogh’un mektuplarından onun çalışmasından daha kutsal bir şey tanımadığını da biliyoruz. Van Gogh çalışmanın fiziksel gerçekliğini, aynı zamanda hem bir zorunluluk, hem bir haksızlık, hem de insanın özü olarak görüyordu. Sanatçının yaratma eylemi, onun için, eylemlerden yalnızca
biriydi. Gerçekliğin kendisi bir üretim biçimi olduğu için, gerçekliğe en iyi yaklaşım yollarından biri de çalışmaydı.

Resimleri bunu sözcüklerden daha açık seçik anlatıyor. Resimlere yakıştırılan kalın ve kaba çalışma yöntemi, tualin üstüne boyayı sürerken aldığı tavır, paletteki renkleri seçip karıştırırken yaptığı, bizim görmediğimiz, ama kolayca kafamızda canlandırabileceğimiz hareketleri, görüntüyü yaratırken ellerini kullanışı, resmini yaptığı şeylerin varoluş etkinliğine benzer. Van Gogh’un resimleri betimledikleri şeylerin bir varolma uğraşıdır.

Kargalar'dan. (detay)

Van Gogh'un Son Günleri

Hastaydı» yoksuldu, dertliydi. Ama her zamankinden daha büyük bir coşkuyla çalışıyordu: Canına kıymadan önceki son durağı olan Arles kasabasında tam 82 tablo yapmıştı.

1890 yılının ya 20 ya 21 Mayısıydı. 37 yaşındaki Vincent van Gogh Auvers-sur-Oise kasabasında on hafta sonra duvarları arasında son nefesini vereceği çatı katındaki odaya yerleşiyordu. Gene de otuz kiloyu bulan eşyasıyla gelen sanatçının ne hastaya benzer bir durumu vardı, ne de yaşamından bezmiş gözüküyordu. Yengesi Jo bir keresinde onu “iri yapılı, geniş omuzlu, neşeli bakışları olan yüzü sağlıklı bir renkte ve davranışlarında kararlılık sezilen genç bir adam...” olarak tanımlamıştı. Rahatça resim yapmaya elverişli çevreyi inceliyor, saz damlı evlere sevinçle bakıyor ve büyük bir kararlılıkla resim yapmaya başlamak, istiyordu.

Bunu yapmaya da hemen koyulmuştu. Sabah saat beşte kalkıyor, resim takımlarıyla araziye çıkıyor ve başka zaman aynı sürede üreteceğinden iki kat fazla resim yapıyordu. İstatistiklere göre 840 yağlıboya tablosu vardı, bunun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapmıştı — ve Auvers’de geçirdiği 69 gün içinde yaptığı tabloların sayısı ise 82’yi buluyordu. Hem de hiçbir resim türünü geri bırakmadan: Her gün yeni portreler, natürmortlar, ırmakları, köyleri, ormanları, tarlaları konu edinen manzaralar birbiri ardına kurumak üzere karanlık bir ahıra bırakılıyordu. “Bütün bu resimleri hâlâ görür gibi oluyorum...” diye anlatıyordu tanıklardan biri aradan yıllar geçtikten sonra, “şimdi büyük bir özenle el üstünde tutulan bu yapıtlar renkli bir yığın gibi insanın düşünebileceği en pis köşeye atılıyorlardı...”

Van Gogh’un yaşam öyküsü yazarı Marc Edo Tralbaut onun bu aşamasını “sanat açısından en formda olduğu zaman” olarak nitelendirmektedir. Tüm yaşamı boyunca para sıkıntısı çekmiş, kişiliğini bulma bunalımları içinde olmuş olan bu yalnız sanatçının buradaki günlük yaşamının da güney Fransa’dakinden daha rahat geçtiği anlaşılıyor. Orada çok içiyordu, güneşli Arles’de arkadaşı ressam Paul Gauguin’le aralarındaki bir tartışmadan sonra kulağıyla ilgili o olay başına gelmişti. (Bunun da bugüne kadar niteliği bilimsel olarak saptanamamıştır — sanatçı kulağının tümünü mü, yoksa kulak memesinin ucunu mu kesmiş, belli değildir.) Tam sağlığına kavuşmuşken bu kez de seksen bir yurttaşın topladığı imzalar tehlikeli olduğu gerekçesiyle yeniden göz altına alınmasına neden olmuştu. Gene burada klinik özellikleri belirlenememiş yedi ruhsal bunalım geçirmişti, son üçü de 1889’da kendi isteğiyle yattığı Saint-Remy Akıl Hastanesinde olmuştu. Bir yıl sonra iyileştiği gerekçesiyle taburcu edilmiş ve Auvers’e gitmişti.

RAINER DYING




Today, 
I work colors 
blue, yellow, green
Today
I work colors
and ı paint my face
blue, yellow, green
and ı dont understand
so ı paint my face
blue, yellow, green
...

Arnulf Rainer


1973

Eski tahıl ambarının duvarları önünden ayakları birbirine dolaşırcasına yürüyordu. Bir yandan da “Ben bir işkenceciyim...” diye söyleniyordu. 250 metre karelik bir alanı çevreleyen duvarlar üstünde 20 tane haç biçiminde kesilmiş kontrplak resim altlığı asılıydı. Bunlardan birinin, üstünde birdenbire bir avuç boya patlayıveriyordu. Kesim altlıkları aynı zamanda palet görevi de görüyordu. Ressamın eli boyaları, bunların üstünde yoğuruyordu.


Arada bir duruyor, soğuktan kabuk tutan boyaların üstünde parmaklarını dolaştırarak onları inceliyordu. İçleri renkli bulamaçlarla dolu kovalar koca salona yayılmıştı. Sıcaklık biraz daha yükselince zorbanın çırağı yeniden işe koyulacaktı. Ressam Arnulf Rainer korunmasız resim altlıklarına saldıracak, bunların üstüne gerili resim kâğıtlarına kovalardan aldığı boyaları savurmaya başlayacaktı. Vıcık vıcık elleriyle bu boyaları onların üstüne yayacak, parmaklarıyla boyayı dağıtacaktı. Tırnaklarıyla üstlerini çizecek, tokatlar atacaktı. Tıpkı bir vucudu aşağılamak ister gibi.

“Ben bir bakıma çarmıha gerilişi yineliyorum!..."

Van Gogh / Arnulf Rainer



Nietzsche's Death Mask / Arnulf Rainer

1978


*
Blog'da Nietzsche:

Sonsuzluğa Yaklaşımlar / M. C. Escher



İnsan, zamanın bir an gelip de duracağını düşleyemez. Dünya kendi ekseninde ve güneşin çevresinde dönmeye son verse bile, gündüzler ve geceler, yazlar ve kışlar olmasa bile zaman sonsuza kadar akacak gibidir.

Aynı şekilde bir yerlerde, gökyüzünün en uzak yıldızlarının da ötesinde uzayın son bulacağını, ötesine geçildiğinde “hiçbir şey”in olmadığı bir sınır çizgisinin varlığını düşlememiz de güçtür. “Boş” kavramı, bizim için iyi kötü bir anlamı taşır, çünkü boş bir mekânı gözümüzün önüne getirebiliriz, ama “mekansız” anlamına gelen “hiçbir şey”, bizim düşgücümüzün ötesindedir. Bu nedenledir ki, insanoğlu şu yeryüzümüzde emeklemeye ve yürümeye, yelken kullanmaya, ata binmeye, yeryüzü üzerinde uçmaya (bugün artık ondan da ötelere uçmaya) başladığından bu yana; hep yanılsamalara sarılmışızdır — ölümünden sonra öbür dünya, cennet ve cehennem, yeniden doğuş ya da nirvana... bunların hepsi de zamanın ve mekânın içinde sonsuza kadar vardırlar.

Acaba bir besteci, üzerinde çalıştığı temel, zaman olan bir sanatçı, hiç sonsuzluğa seslerin aracılığı ile yaklaşma isteğini duymuş mudur? Bilmiyorum, ama eğer duymuşsa, elindeki araçların bu isteğini doyurmaya yeterli olmadığını da farketmiş olmalı, Bir besteci, sonu gelmeyen bir şey telkin etmeyi nasıl başarır? Müzik, başlamadan önce ya da bittikten sonra yoktur. Müzik, sadece kulaklarımız onu oluşturan ses titreşimlerini aldığı sürece vardır. Hiç durmaksızın bütün bir gün boyunca süren hoş sesler, bize sonsuzluk telkin etmekten çok, bizi yorar ve sinirimizi bozar. Sanırım, en tutkulu dinleyici bile, radyosunu sabahtan akşama kadar açık bırakmak suretiyle — yüksek düzeyli klasik müzik dinlese bile — sonsuzluk duygusuna kapılmaz.

Hayır, bu sonsuzluk problemini dinamik aracılığıyla çözmek, statik aracılığıyla çözmekten daha zordur. İkincisinde, basit bir çizim kâğıdının yüzeyi üzerinde statik, gözle görülebilen imgeler aracılığıyla sonsuzluğun derinliklerine nüfuz etmeye çalışırsınız. Günümüzde, böyle bir istek duyan çok sayıda grafik sanatçısının, ressamın ve heykeltraşın olduğundan kuşkuluyum. Bugün onları yönlendiren dürtüler kendilerinin tanımlayamayacağı ya da tanımlamayı istemediği şeylerdir, bunlar entellektüel olarak kelimelerle dile getirilemeyecek, ancak bilinçsizce ya da bilinç altında hissedilecek şeylerdir.

Gene de, pekâlâ biri çıkabilir —fazla öğrenim görmemiş, kafasında geçmiş kuşakların biriktirdiği bilgilerin pek azı bulunan biri, günlerini öteki sanatçılar gibi şu ya da bu ölçüde fantastik resimler yaparak geçirirken, günün birinde kendi düşlediği imgelerle sonsuzluğa olabildiğince saf, olabildiğince içten yaklaşmak isteğinin içinde olgunlaştığını hissedebilir.

Derin, derin sonsuzluk! Sükûnet.

Günlük hayatın gerilimlerinden düşlere binip uzaklaşmak; durgun bir denizin üzerinde, sen yaklaştıkça o uzaklaşan bir ufka doğru bir yelkenlinin burnunda süzülmek; dalgalara dalıp gitmek, tekdüze yumuşak mırıltılarını dinlemek; düşlerle bilinçsizliğe kaymak...

Her kim, zamanda ya da mekânda, sonsuzluğa dalar, hiç durmaksızın dalar giderse, mutlaka sabit noktalara, nişan-taşlarına ihtiyaç duyar, çünkü aksi taktirde hareketliliği hareketsizlikten ayırdedilemez olacaktır. Yanından ok gibi hızla geçtiği yıldızlar, geride bıraktığı mesafeyi ölçebileceği işaret ateşleri olmalıdır.

Sonsuzluğa dalan kişi, evrenini belli uzunlukta mesafelere, sonsuz diziler halinde tekrar tekrar beliren bölümlere ayırmak zorundadır. Bir bölümle öteki arasındaki sınır çizgisini her aştığında, saatinin tiktağını duyar. Her kim iki boyutlu bir yüzeyde bir evren yaratmak isterse (kendini aldatıyordur, çünkü üç boyutlu dünyamız, iki boyutlu bir gerçekliğe izin vermez), yarattığı şeyin üzerinde çalıştığı sırada zamanın geçtiğini farkeder. Ama işini bitirip de yaptığına bakacak olursa, karşısında statik ve zamanı olmayan bir şey görür; yaptığı resimde saat tiktakları yoktur, sadece düz, hareketsiz bir yüzey vardır.

RİMBAUD / Thomas Bernhard


Fransa’nın şairi gerçek bir temeldi, mısraları kanlı canlıydı. Bu söz üstadı için, çevrilmesi imkânsız Rimbaud için yüz yıl dediğiniz hiçbir şeydir. O konvansiyonel olmayan bir usulle hayatı köküyle birlikte pençelerine taktı, aynı zamanda da onu saygı ve ölüme düşkünlüğüyle kavradı. Rimbaud’nun şiiri tamamlanmıştır, o yirmi üç yaşındayken kitabını kapattı, “Sarhoş Gemi”sini, “Esinlenişler'i, “Cehennemde Bir Mevsimini. Bir daha asla şiir yazmak için kalemine dokunmadı, içini edebiyattan tiksinme almıştı. Ama işini tamamlamıştı, bu kadarı yeterdi. “Absürde! Ridicule! Degoûtant! - mısralarından hayranlıkla bahsettiklerinde ve onu Fransa’daki edebiyat âlemine geri kazanmaya çalıştıklarında Rimbaud lafı işte böyle geçiştiriyordu.

Rimbaud 20 Ekim 1854’te Charleville’de doğdu. Babası subay, annesi başka her kadın gibiydi, oğlunun iyiliğini düşünüyordu ama hamuru mayalanmaya başladığında, dokuz yaşındayken ilk mısralarını, ilk “denemeler”ini, hayallerini, Fransa’nın en iyilerinden sayılan ilk şiirlerini okuldan eve getirince annesini bir şüphe ve çekingenlik aldı. Rimbaud, 1870 Temmuzunda “Sancho Pansa’nın Eşeğine Hitabesi”ni anlattığı mükemmel Latince mısraları için ilk ödülünü alır. Daha üniversitedeyken Ardenler’deki bir gazete için yazılar yazar ve hem Napolyon’a hem Bismarck’a aynı şiddette saldırır. insanların fakirliğini görmek ve derdini çekmek için Paris’e yayan gider, insanların ıssızlığının ve insanlardan korkusunun içine dalar ve her bir bulvarın arasındaki canından bezmişlerin ve beşparasızların koynuna atılır. Anlatıldığına göre o sıralarda saçları at yelesi kadar uzundur, yanından geçen biri berbere gitsin diye ona dört sou sunar, “Charlevilleli Şair” de tutar parayı tütüne yatırır. Sonra Babylon Kışlasında, ırkların ve sınıfların bu yoğun karışımında, ihtilale tanık olur ve hararetle haykırır: “Ben işçi olmak istiyorum! Mücadeleci olmak!” - Sekiz günlük bir mücadeleden sonra hükümetin birlikleri başkente hücum eder, esir alınan ihtilalcilerinin, yani Rimbaud’nun dostları ve yoldaşlarının kanı akar. Hayatının ilk büyük sarsıntısını atlatmış olan kendisiyse mucize eseri oradan kurtulur. Ama Charleville artık yuvası olmaktan çıkmıştır.

Rimbaud bir şehitti, “sosyal” birisiydi ama asla politikacı değildi. Politikayla da, sanatın yabancılaşmasıyla da ne ilişkisi ne ortak noktası vardı. Bir insandı, ne eksik ne fazla ve insan olarak zihnin uğradığı tecavüz onu asabileştiriyordu. Charleville’de bir köşeye oturup hararetli şiirleri “Sarhoş Gemi”yi -halbuki henüz denizi tanımıyordu- ve bir cümbüş, nefret uruna karşı bir itham ve Paris insanının günahlarının şiiri olan “Paris Tekrar Nüfuslanıyor” şiirini yazdı; içini öfke sarmıştı, nehir boyu yürürken “manen sükuna ermesi saatler sürüyordu.” O muhteşem “Kilisedeki Zavallılar” isimli manzum yapıtını “kalbi güm güm atarak, tahtadan meleklere durmadan bakıp arkalarında tanımın olduğunu sanan pasaklı çocukların yanında...” yazdığında Rimbaud on yedi yaşındaydı, Rimbaud komünistti, evet ama Champs-Elysees’de sarayları ateşe vermek isteyen değil, bir zihin komünistiydi, şiirinin ve sembolik düzyazısının komünistiydi.

Fransa’da saygı duyduğu yaşayan tek şair olan Verlaine’e mısralarını gönderdiğinde Verlaine ona, “Venez, chere grande âme! ” gibi klasikleşmiş bir cümleyle cevap verir. Sarhoşluğa doymuş salonlara bir tanrı gibi girip çıkan “Paris’in şairi” evinin kapısında “vakur” bir adam yerine on yedisindeki üstü başı perişan jean’ı bulunca nasıl da hayrete kapılır. İşte bu adam “Sansasyon’ü, o büyük ve yakıcı şiiri ardında bırakmıştır. Heyhat, ne devirlerdi onlar!

GENÇ YAZARLARA / Thomas Bernhard


Siz genç yazarların ihtiyacı olan, hayatın kendisinden, yeryüzünün güzelliği ve düşkünlüğünden başka bir şey değildir; bu, babamın tarlası ve annemin duyulmamış dayanıklılığıdır, ruhunuzun mücadelesidir, bu mücadeleye sizi kendi açlığınız ve kendi düşkünlüğünüz itmelidir; bu, bir Verlaine’e ve Baudelaire’e “ilahi tarlalarda” eziyet eden şöhrete duyulan susuzluktur. Sahip olmanız gereken, sağlık sigortaları ve burslar, ödüller ve teşvik ikramiyeleri değildir; ruhunuzun ve bedeninizin vatansızlığıdır, her gün yaşayacağınız umutsuzluktur, terk edilmişliktir, soğuktan titremenizdir, her gün geri dönmenizdir; vaktiyle Wolfe, Dylan Thomas ve Whitman kadar muhteşem ve zavallı yaratıkları meydana getiren sadece o günlük bir ekmektir, şehirlerdir, manzaralardır, tozlanmaya karşı kazanımlarıdır; yeni, devasa nazımların yaratılması için saatbesaat kendini yiyen, eziyet görmüş, uslanmaz bir ömrün mesajıdır. İhtiyaç duyduğunuz şey; birinin ayağa kalkıp ölüp gittiği, yağmurun taşı yıkadığı ve güneşin işkenceye döndüğü her yerdedir.

Ya siz, halkımızın şairleri diye şımartılmaktan hoşlanan, müstakbel Toplu Eserler halinde çatlayan asfalt üzerinde yürüyen sizler neredesiniz? Neredesiniz? Hem sizin hem bizim için yalnız bir kez ele geçen ve daha tadına bakmadan dil üstünde kayıp giden zamanla ne yaparsınız?

Çetin ve yaman hayatın olduğu yerde görmüyorum sizi, bilakis asık suratlı orta sınıf memurların fiş bekçileri olarak, çevrecilik dairesinin veya kırdaki yahut şehirdeki bir kültür dairesinin iyi maaşlı danışmanlarının ayakçıları olarak görüyorum. Gözyaşı ve mizah olmaksızın, kendinizden ve çevrenizden nefret ederek; hayatın, ormanların, dağların, komşuların çok uzağında, şiirlerin çok uzağında kahvehanelerde oturup duruyorsunuz... Karakterinizi satmışsınız, fakirliğe karşı dizgınlenemez bir korkunuz var, düşüncelerinizden korkuyorsunuz, kötücüllüğünüzden korkuyorsunuz, hakikatten, kendi aşağılığınızdan, kendi büyüklüğünüzden korkuyorsunuz. Küçüklük karşısında, doktor unvanı karşısında, parti karşısında teslim oluyorsunuz, bugün belediye binasında, yarın eyalet gazetesinin kültür sanat departmanında; kamburlarınız tasvir edilemez; “nüfuzu” olan her berduşun önünde başınızı yerlere kadar eğiyorsunuz. Aynı zamanda sigortaların ve pragmatikleştirmelerin de çağı olan şiir holdinglerinin ve düzyazı tröstlerinin büyük çağını böylece siz yarattınız. Ama pragmatikleşmiş şairlerden ne beklenebilir ki? Ya P. ve L. kâğıtlarıyla bir anonim şirkete girip de sanayiyle yaptıkları ve kendilerine akademiler arasındaki bütün ödülleri taahhüt eden bir anlaşmayı cebe indirmiş sizin gibi pragmatikleşmiş şairlerden ne beklenir?

Thomas Bernhard Buydu! (1994)

@umidgurbanov

Eva / Picasso

1916 yılının yazında Picasso orta boy bir resim defterine çıplak bir kadın gövdesi çizmiş. Ressamın özgün çalışmalarından biri değil bu desen çünkü belli bir yorum özelliği ve devinimi yok. Canlı bir modele bakılarak da çizilmemiş çünkü, böyle bir ilişkinin sonucu olan yalınlık duygusu ve öbür özellikler de yok.

Baş bir iki çizgiyle belirtildiğinden kadının yüzünü seçmek olanaksız. Buna karşılık, gövde bir çeşit yüz işlevini görüyor. Resim aşkın ta kendisi ama artık aşk ya acı çekiyor ya da kendini, esirgemeye kararlı. Bu desen duyarlılık açısından defterdeki öbür desenlerin hepsinden farklı. Öbür desenler kübist ya da neo-klasik yöntemlerle kaba birtakım numaralar deneyen çalışmalar. Bir bölümü Picasso’nun geride bıraktığı ölü-doğa dönemini anımsatıyor, bir bölümü ise bir yıl sonra Parade balesinin dekorlarını yaparken çizeceği Cambazlar serisini muştular nitelikte. Kadının gövdesi ise çok kırılgan. Picasso çizerken, genellikle, o denli yoğun ve temiz çalışır ki biz her çizgide resim yapma eylemini ve bu eylemin ressama verdiği doyumu görürüz. Picasso’nun resimlerinin bu denli meydan okuyan resimler olması işte bu özelliklerindendir. “Guernica” döneminde çizdiği ağlayan yüzlerin ya da Alman işgali süresince yaptığı kurukafaların bile dünyayı, bir çeşit meydan okuyuşları vardır. Başeğmek nedir bilmez onlar. Resim yapma eylemi bir yengiye dönüşmüştür.


Sözünü ettiğim desen ise bunların dışında kalıyor. Bitirilmemiş olan bu çalışmada— Picasso fazla zaman ayırmamış bu resme, biraz kadına, biraz vazoya benzeyen, biraz Ingres’in gözüyle, biraz küçük bir çocuk gözüyle çizilmiş bu desende, figürün görüntüsü her şeyi bastırıyor. Resimleme eylemi bile arkaya itilmiş. Burada önemli olan, varlığıyla kendini bize gösteren ressam değil, kadının kendisi.

Bana kalırsa Picasso’nun imgeleminde bu desenin kişisi şu ya da bu biçimde Eva Gouel olmalı. Eva resmin yapılışından yalnız altı ay önce veremden ölmüştü. Dört yıl birlikte yaşamışlardı — Eva’yla Picasso günümüzde ünlenmiş o ölü-doğa kübist resimlerine Eva’nın adını boyayla yazmış, o ciddi yüzlü tualleri aşk mektuplarına dönüştürmüştü Picasso. JOLİE EVA / TATLI EVA. Ama artık Eva ölmüştü ve Picasso tek başına yaşıyordu. Kâğıttaki görüntü Picasso’nun belleğinde anımsadığı Eva’nın görüntüsü ile eş.

Bu kendini göstermekten çekinen gövde apayrı bir yaşantıdan kaynaklanıyor: Uykusuz geçen bir gecenin içinden gelmiş ve de tüm yaşamın anahtarını elinde tutuyor.

*
John Berger

*
bak:

Erotizm

"Love looks not with the eyes but with the mind.” 

Bir Yaz Gecesi Rüyası, 
Perde I, Sahne 1.


Benim görüşüme göre eş, kişi ya da özne olarak değil, O (erkek ya da dişi) nesne olarak vardır, özü içinde taşır. O bir nesnedir, daha doğrusu bir nesneye dönüşmüştür.

 Gerçekte, eş yoktur. O (erkek ya da dişi) bir yaratımdır, maddeleştirilmiş erotik bir görüntüden başka bir şey değildir. Mastürbasyonda olduğu gibi, bizim kendi cinsel ben’imiz “eş”i (erkek ya da dişi) yaratır. Ama cinsel imgelem hiçbir zaman ne tamamen açımlanmış bir durum, ne de eksiksiz bir kişi yaratamaz. Düşlenmiş ve arzu duyulan erotik eşin yalnızca parçaları yaratılır ve algılanır. Kırılmış bir heykeli bulduğumuzu ve parçalarını bir bir incelediğimizi düşünelim: gövde, kollar, bacaklar, baş ya da karın — hepsi bağımsız nesneler.

Aynı şey cinsel bir eylemin tamamlanmış erotizmi için de geçerlidir. Karanlıkta, beden parçalara ayrılır, hepsi bağımsız birer varlık olan çeşitli nesnelere bölünür. Onları benim için var eden şey, dokunma duyumdur.

Dokunma, sınırlı bir duyudur. Görme duyusunun tersine, bütün kişiyi kuşatmaz. Dokunma duyusu her zaman parça parçadır, ayrıştırır. Dokunma duyusuyla keşfedilmiş bir beden hiçbir zaman bir bütün oluşturmaz, bir arada yaşayan, birbirine dokunan, ama birleşmeyen parçalar toplamıdır. Daha kesin olmak gerekirse, parçalar birbirleriyle ilişki içinde olmayı sürdürür, ama bir biçim ya da bir yapı oluşturmaz diyebiliriz.

Karanlıkta, beden parçalara ayrılır. Karanlık sözcüğünü eğretilemeli bir anlamda kullanıyorum. Erotizm karanlığa dalmak demektir, eylem güpegündüz gerçekleşse bile.


Eylem sırasında, görme ve dokunma duyuları parçalar halindeki duyulara dönüşür. Görme duyusu, bedenin bir parçası üzerine yoğunlaşır: Gözlere, ağıza ya da alına, enseye ya da karına. Eşin bedeni farklı bir perspektiften, alışılmadık açılardan, büyüleyici büyük planlardan gizlerini açığa çıkarır. Bu önemlidir, fotoğrafla büyütülmüş olarak gördüğümüz, parçaları bize yeni duyumlar veren iyi bilinen tablolarda olduğu gibi. Görme (ya da dokunma) duyusuyla kavranılan beden parçaları, aşk eylemi sırasında bağıntısız ve dağınık durumdadırlar. Gözler açılır, sonra kapanır: yaklaşınca büyüyen bedenîn bir parçası gözden kaçar.

Büyük bir ekranda olduğu gibi, görsel yakınlaşma, kendi bedenimizin ve eşin bedeninin boyutlarını değiştirir. Gulliver'in devler ülkesine ikinci seyahatinin kimi sahnelerinde rastlanan görüntüler de, yaklaşmanın neden olduğu biçim bozukluğuyla korkunç kılınmış bu tür görüntülerdir. Bu devler cinsel anlamlar taşımaktadırlar; Swift onlar aracılığıyla, insanın bedensel görünümüne duyduğu nefretin bir parçası olan kadınlara duyduğu tiksintiyi dile getirir. Büyük planlarda, dokunmanın o büyük bayramlarında, beden boyut değiştirir.


O sırada beden ayrıştırılmış, atom düzeyine indirgenmiş, istila edilmiş, içten dokunulmuş gibi olur. Beden yapışkan, kuru, pürtüklüdür; ıslaklığı ve sıcaklığı vardır. Dokunma duyusu kaslara ve dokulara, eklemlere ve kıkırdaklara değer kazandırır. İskelete, kemiklere işler, onları hiçlikten çıkarır, duyulara ve bilince teslim eder; kendi bilincimize ve eşin bilincine. Parmaklar derinin altına işler sanki. O ana dek bir taş gibi olan bedenin içi, artık varolmaya başlar. Dokunma duyusu ayrıştırır ve yaşam verir. Ama bu durumda bile, dokunma duyusu parçalı yapıyı değişikliğe uğratmaz, bütün kişiyi yaratmaz; daha iyisini de yapamadığından tamamen farklı bir kişi ortaya çıkarır. Dokunma duyusunun erotik “uzam”ı, görme duyusunun üç boyutlu alanı içinde değildir. Onun, kuşkusuz tat ve koku alma duyularının “uzman” larına en yakın olan ve görme duyusundan daha yoğun olan “uzmanın"da birçok duyu karşı karşıya gelir. Beden, ters çevrilmiş bir eldivene dönüşür; içerden keşfedilmiş ve algılanmıştır.

Ruhi Su


bak:


Saçma





Camus'nun saçma tanımlaması,insanın durumunu anlatan ilkçağ mitolojisinin kalıplarına uyan Saçma, su ile işkence yapılan ve çevresindeki ağaçlardan meyve koparamayan Tantalus’un, zincire vurulan ve akbabaların sonsuzluğa kadar yiyip duracakları Promete’nin, bir kayayı durmadan her seferinde gene aşağı yuvarlanacağı bir tepeye çıkaran Sisyphus’un durumlarına benzer. Bu temel biçimi ile saçma, insanın tanrılarla boy ölçüşmeye kalkması karşısında tanrıların kızmasını hatırlatır. Gerçekten de Camus saçmayı klâsik tragedyanın bütün yoğunluğu, zorlukları ve evrensellikleri ile işler. Ama saçmayı yine de sorgusuz sualsiz kabul etmeye hazır değildir. Saçmayı insan varlıkları tarafından katlanılamayacak, şu ya da bu biçimle ortadan kaldırılması gereken tutku olarak sunar. 


Valery bir keresinde, alaylı bir şekilde, Sisyphus’un saçma görevi sonunda yine de bir şey kazandığını söylemiş: kasları kuvvetlenmiştir demişti. Ama, Camus daha çok şeyler istiyor. Bir çeşit tinsel kas kazanılıp kazanılmayacağını, kazanılabilirse bunun nasıl olumlu olarak kullanılabileceğini öğrenmek istiyor...


kitap: 
Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı