Kulübe Güncesi: Everett Ruess

 


 Beni her zaman büyüleyen bu masalsı fotoğraf yirmi yaşında Utah'taki Davis Kanyonu'nda kaybolan ve bir daha haber alınamayan genç Everett Ruess'in. Bıraktığı son iz taşlara kazıdığı son ismi: Nemo. (Lat. Hiç kimse)

"Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor... Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim. " ( 11 Kasım 1934 tarihli son mektubundan)


Everet Ruess için bak: 

https://kaotikbenlik.blogspot.com/search/label/Everett%20Ruess

Kulübe Güncesi: Sivil İtaatsizlik

 Katie Fitzpatrick*

Bir mahalle kavgasının dünya-tarihine geçen bir olay olarak hatırlandığına pek sık rastlamayız. 1846 yazında, Henry David Thoreau yerel vergi memuruna kelle vergisi ödemeyi reddettikten sonra, Massachusetts’te bulunan Concord hapishanesinde bir gece tutuklu kaldı. Bu küçük ölçekli meydan okumanın ardından, Thoreau’nun 1849’da yayınladığı ölümsüz eseri ‘Sivil İtaatsizlik Görevi Üzerine’ adlı denemesi ortaya çıktı. Bu eserde, özellikle de kölelik ve Meksika-Amerika savaşı nedeniyle, kitlesel adaletsizliği devam ettiren bir federal hükümete maddi destek sağlamak istemediğini ortaya koyuyordu. Makale, kendi yaşam süresince büyük oranda okunmamış olsa bile, Thoreau’nun sivil itaatsizlik teorisi, daha sonraları Leo Tolstoy ve Gandi’den Martin Luther King’e kadar dünyanın en önemli politik düşünürleri için bir ilham kaynağı olacaktı.

Öte yandan, onun muhalif teorisinin de muhalifleri olacaktı. Politik kuramcı Hannah Arendt, 'sivil itaatsizlik' konusunda, Eylül 1970’de The New Yorker dergisinde yayınlanan bir makale kaleme aldı. Thoreau’nun, bir 'sivil itaatsiz' olmadığını öne sürdü. İşin gerçeği, Arendt, (Thoreau’nun) ahlaki felsefesinin tamamının, kamusal eylemlere rehberlik etmesi gereken kolektif ruhu aforoz ettiği hususunda ısrarcıydı. Sivil itaatsizliğin büyük bilgesi nasıl olup da bu denli yanlış anlaşılmıştı?

OLDUKÇA KİŞİSEL VE TAVİZSİZ BİR TAVIR

Kulübe Güncesi: WALDEN


Harika bir basım, kıymetli bir hediye. 
Mutlu ettiniz beni, çok teşekkür ederim*


"Sağlığı toplumda bulamaz, doğada bulursunuz. Ayaklarımız doğanın ortasına basmadığı sürece, yüzümüz sararıp solacaktır. Toplum hep hastalıklıdır, en iyi toplum en hastasıdır. Onda ne çamların esenlik dolu kokusu vardır, ne de yüksek çayırlardaki içe işleyip tazeleyen ölmezotu kokusu. Kendi adıma yanımda hep, bir nevi hayat iksiri olarak, okumam sayesinde bünyemi kendine getirecek olan bir doğa tarihi kitabı bulundururum."

Walden / Henry David Thoreau


  



 

Henry D. Thoreau Quotations

 

Kulübe Güncesi: Kulübe Penceresinden



Kulübe Güncesi: Whitman & Thoreau

 Whitman on Thoreau from

Horace Traubel’s With Walt Whitman in Camden
(New York: Mitchell Kennerley, 1914)

Thoreau had his own odd ways. Once he got to the house while I was out — went straight to the kitchen where my dear mother was baking some cakes — took the cakes hot from the oven. He was always doing things of the plain sort — without fuss. I liked all that about him. But Thoreau’s great fault was disdain — disdain for men (for Tom, Dick and Harry): inability to appreciate the average life even the exceptional life: it seemed to me a want of imagination. He couldn’t put his life into any other life — realize why one man was so and another man was not so: was impatient with other people on the street and so forth. We had a hot discussion about it — it was a bitter difference: it was rather a surprise to me to meet in Thoreau such a very aggravated case of superciliousness. It was egotistic — not taking that word in its worst sense…. We could not agree at all in our estimate of men — of the men we meet here, there, everywhere — the concrete man. Thoreau had an abstraction about man — a right abstraction: there we agreed. We had our quarrel only on this ground. Yet he was a man you would have to like — an interesting man, simple, conclusive…. When I lived in Brooklyn — in the suburbs — probably two miles distant from the ferries—though there were cheap cabs, I always walked to the ferry to get over to New York. Several times when Thoreau was there with me we walked together. Thoreau, in Brooklyn, that first time he came to see me, referred to my critics as ‘reprobates.’ I asked him: ‘Would you apply so severe a word to them?’ He was surprised: ‘Do you regard that as a severe word? reprobates? what they really deserve is something infinitely stronger, more caustic: I thought I was letting them off easy.’

*****

Kulübe Güncesi: About Thoreau’s Life & Writings


 https://www.walden.org/what-we-do/library/about-thoreaus-life-and-writings-the-research-collections/

Kulübe Güncesi: Sükunet

 


"Bazen bir yaz sabahında (gölette) alıştığım gibi banyomu yaptıktan sonra, güneş vuran kapının ağzında güneşin doğuşundan öğlene kadar oturup huşu ile çamlar, ceviz ve sumakların arasında rahatsız edilmediğim yalnızlık ve sükûnet içinde, etrafta kuşlar şakırken evin içinden uçarlarken ancak batıdaki penceremden güneşin batınca ya da uzaktaki karayolunda bir yolcunun yük arabasının gürültüsünü duyunca zamanın geçtiğinin farkına varırdım. Bu mevsimlerde geceleri mısır gibi büyüdüm ve bütün bunlar elle yapılabilecek işlerden çok daha iyiydi.




Elimde çok iş olduğu günlerde çok az okuyordum; ama yerde serili duran kağıt parçaları, tutucum ya da masa örtüsü de gönlümü okumak kadar hoş ediyordu; ve aslında İlyada'nın amacına hitap ediyordu"

Thoreau'nun toplamda iki yıl iki ay süren 
Walden deneyi(mi)nden.

Kulübe Güncesi: Emerson'dan Thoreau



 THOREAU'NUN YAŞAMÖYKÜSEL

PORTRESİ


RALPH WALDO EMERSON




Sanki onu rüzgarlar getirmişti,

Sanki onu serçeler eğitmişti,

Sanki herkesten gizli bir işaretle

Orkidenin büyüdüğü uzak kırı bilirdi.


Emerson'ın "Ormanda Cıvıltılar"

 (Woodnotes) şiirinden.


Henry David Thoreau, bu ülkeye Guernsey Adası'ndan

gelmiş olan Fransız kökenli bir ailenin en küçük erkek evladıydı.

Karakteri, kaynağını bu kandan alan özgün niteliklerle çok

güçlü bir Sakson dehanın eşine az rastlanır birleşimini ortaya

koyuyordu. 12 Temmuz 1817'de Concord, Massachusetts'te doğmuştu. 

1837'de Harvard'dan mezun olduğunda herhangi bir edebiyat yeteneği 

sergilemiş değildi. Edebi bir putkırıcı olarak,

okuduğu okulların kendisine olan katkısına pek nadiren şükran

duymuş, onlara fazlaca itibar atfetmemişti; ama gene de onlara

çok şey borçludur. Üniversiteyi bitirince, özel bir okulda ağabeyiyle

öğretmenliğe başlamış, ancak kısa sürede bırakmıştı.

Babası bir kurşun kalem üreticisi olduğundan Henry de bu

mesleğe bir süre kendini adamış, kullanımdaki kalemlerden daha

iyisini yapabileceğine inanmıştı. Deneylerini tamamladıktan

sonra eserini Boston'daki kimyacı ve sanatçılara göstermiş, ürününün

mükemmelliği ve Londra' daki en iyi ürüne olan denkliği

konusunda onlardan sertifikalar aldıktan sonra, evine memnun

bir şekilde dönmüştü. Arkadaşları, servet yolunda attığı bu adım

için onu tebrik ettiyse de o, bir daha asla kalem yapmayacağını

söylemişti: "Neden yapayım? Bir kere yaptığım şeyi tekrar yapmam

ben." Sonu gelmez yürüyüşlerine ve çok yönlü araştırmalarına

devam etmiş, Doğa ile her gün ayrı bir tanışıklık kurmuş,

ancak doğal verilere son derece meraklı olmasına rağmen teknik

ve ansiklopedik bilime ilgi duymadığından, zooloji ve botaniğin

adını anmamıştı.

Kulübe Güncesi: Birds Lives

Kulübe Güncesi: Gece ve Ayışığı


Salah Birsel bir denemesinde gerçeğe, ayışıklı gerçeğe bağlıydı diyor Thoreau için.




 

Kulübe Güncesi: Thoreau ve Komşuları

 John Kaag & Clancy Martin*

O, Walden Gölü'nün hemen üstünde bulunan, bir dönümlük arazide yaşıyordu. Kendisine burada  küçük bir ev edindi. Burada yaşamayı başardı ve 19. yüzyılda Massachusetts eyaletindeki Concord kentinin etrafında hâlâ mevcut olan yabani elmaların tadını çıkardı. Walden’ın dışında, özgürlüğünü kazanan eski kölelerle birlikte yaşıyordu; çünkü burada kendini özgür hissediyordu.

O'nun adı Henry David Thoreau değildi. Brister Freeman, Walden Woods’un burada doğmuş sakinlerinden biriydi ve bir siyahiydi. Laura Walls’un “Thoreau” adlı yeni biyografi kitabında aktardığı kadarıyla, Freeman (Özgür İnsan) Devrimi’nde savaşmıştı ve ardından, “soyadından ötürü (Freeman/Özgür İnsan) kendi özgürlüğünü” ilan etmişti; ancak Concord kenti haricinde özgürlüğünü kanıtlayamadığından, Walden Gölü'nün  kuzeyindeki Brister adlı tepede bir dönümlük arazi satın aldı. Günümüzde, Walden bir devlet parkı olarak korunuyor ve tescilli bir Ulusal Tarih parkı. Ziyaretçiler rahat bir yer bulabildikleri sürece, (Henry David Thoreau’nun da yaptığı gibi) gelip giderler; ancak Thoreau’nun komşularının çoğu bunu yapamıyordu.

Bu yılın temmuz ayında, yani Henry David Thoreau’nun 200. doğum gününde, dünyanın bu cennetvari köşesine sıkışmış olan şeyleri ve tarih bazında büyük oranda kabul görmemiş olan erkek ve kadınları hatırlamamız gerekiyor. Gerçekten de burası bir çeşit sığınaktı; fakat Thoreau’nun dostlarının çoğu açısından, özgürlük sadece bu kentle sınırlıydı. Tarihçi Elise Lemire’a göre, tüm dünyaları, pek de kabullenmedikleri bir çaresizliğin kenti olan “Black Walden”dan (Kara Walden) ibaretti.

Sıradan tarih okuyucularının gözünde, Thoreau’nun Walden'da yaşayan tek insan olduğuna, bölgenin el değmemiş vahşi bir alan olduğuna ikna olmak kolaydır. Oysa gerçek böyle değildi. Walden, o dönemdeki "medeni standartlar"ın dışında kalmıştı; bu da sistem dışında kalanlar için bir yaşam alanı olduğu anlamına geliyor. Thoreau da bu durumun farkındaydı ve aralarında Boston’ın zengin banliyö hayatından dışlanan insanların bulunduğu bu toplumla birlikte yaşamayı seçmişti.

Thoreau’nun tabiata dört elle sarılma eğilimiyle sıkça ilintilendirdiğimiz durum, aslında, toplumun dışına itilenleri, yetersiz bir hayat yaşamak zorunda kalan bireyleri anlama aracıdır. Bu gerçek, Thoreau’yu bir aziz kılmaz elbette; ancak Thoreau’nun ormanda inzivaya çekilmesi ve zulüm altında acı çekenleri anlaması arasındaki samimi uğraşı gösterir.

ESKİ KÖLELER, GÖÇMENLER GECEKONDU SAKİNLERİ...

Kulübe Güncesi: Gece

 


"Gecenin sessizliğini işitmeyi arzuluyorum, 
zira sessizlik kulak vermek gereken olumlu bir şey. 
Bazen sessizlik düpedüz olumsuz; hazin, 
çorak ve verimsiz bir toprak; hiçbir yayla çiçeğinin bitmediği 
o yerde ürperiyorum. Sessizlik çınlıyor; müzikalliği büyülüyor beni. 
Sessizliğin işitilebilir olduğu bir gece. Anlatılmaz olanı işitiyorum.”




*


Kulübe Güncesi: Ay Işığı

 



O yüksek dalların arkasındaki ayışığı
Bütün şairlere göre daha çok bir şeymiş
O yüksek dalların arkasındaki ayışığından.

Ama ne düşündüğünü bilmeyen bana göre-
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olan şey
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olmasından
Fazla birşey değildir aslında.

Kulübe Güncesi: Thoreau'nun Günlüğü Üzerine

 1862’de ölen, sivil itaatsizliğin teorisyeni ve radikal kölecilik-karşıtı Thoreau, kısa süre önce tekrar basımı yapılan günlüğünde bir şair, bir doğa bilgini, ama aynı zamanda da sessiz sedasız bir peygamber gibi beliriyor. Thoreau’nun doğayla tensel ve şiirsel ilişkisinin ardında, doğal dünyanın köleleştirilmesi ile azınlıklara baskı arasındaki çıkışsız bağı sezmesi var.

“Açık havada yaşıyor olmam, içimdeki mineral, bitkisel ve hayvansal için.” Henry David Thoreau’nun (1817-1862) günlüğünü ve onun çevrecilik düşüncesi için kurucu tavır alışını bundan iyi hiçbir amentü özetleyemezdi.

İnsanla doğanın ortakyaşarlığını kutsayan, 4 Kasım 1852 tarihli bu formül, Le Mot et le Reste Yayınları tarafından yeniden yayımlanan günlüğü baskıya hazırlayan Thoreau uzmanı Michel Granger tarafından sık sık zikrediliyor. Michel Granger, 1837-1861 yılları arasını kapsayan bu seyir defterindeki parçalı ve içten gelen düşünce kaynaşmasını korumaya özen göstererek derlemenin metinlerini özenle seçmiş. Kopuk kopuk görünen ama tutarlı biçimde bir araya getirilmiş bu metinde, Thoreau’nun ömrünün büyük kısmını geçirdiği Concord ve Massachusetts çevresindeki doğada çıktığı keşif seferlerinin titiz öyküleriyle filozof akıl yürütmeleri iç içe geçiyor. 

ABD’de bir demirbaş kıymetinde olan Henry David Thoreau, son yıllarda yapılan bir dizi çevirinin (bilhassa Brice Matthieussent’in kusursuz çevirisinin) ve yeniden basımların yardımıyla Fransa’da da ün kazandı ve zamanın havasıyla uyuşan klasikler kategorisine yerleşti. Hayattayken tanınmayan Thoreau, dalga dalga tekrar keşfedilmiş ve sonunda neredeyse atadan kalma pürüzsüz bir kurumsal çehreye dönüşmüştür. Amerikan kültürünün bir nevi mecburî istikametlerindendir bu.

Köleci eyaletine vergi ödeyerek mâlî kaynak sağlamayı reddettiği için hapishanede bir gece geçiren sivil itaatsizliğin yıkıcı teorisyeni (“Sivil Hükümete Direniş”, Resistance to Civil Government, 1856), kölecilere karşı düpedüz silahlanma çağrısında bulunduğu son metni “Yüzbaşı John Brown İçin Bir Müdafaanâme”yi (A Plea for Capt. John Brown, 1856) tarihin gözünden kaçırmak pahasına, tepeden tırnağa barışçı bir bilge olarak yüceltilmiştir. Çevre için kaygı duymanın öncüsü olup kendi paragöz uygarlığına karşı çıkan Thoreau, Walden Gölü kıyısındaki köyüne iki kilometre mesafede bir ormanda kendi elleriyle inşa ettiği bir kulübede iki yıl (1845’ten 1847’ye) geçirmiş olduğu için, çoğu zaman zararsız bir münzeviye indirgenmiştir. 

Bu basmakalıplar ve sahiplenme denemeleri karşısında, Thoreau’nun düşüncesini inceliği ve kendiliğindenliği içinde keşfetmek için hatıra defterinden iyi bir giriş kapısı yoktur. Bu “zihnin meteorolojik günlüğü”nde, açık havanın ve binbir yaşamın filozofu, hayattayken yayımlanan eserlerindekinden (Walden, Marcher [“Yürümek”], Les Forêts du Maine [“Maine Ormanları”]) daha özgür ve dışarıdan bakanlara karşı daha serbest biçimde gerçek çehresiyle gösteriyor kendini; ama aynı zamanda daha pimpirikli, kuşkulara dûçar, daha seve seve içli dışlı. Bir araştırma destanı olan günlük, hem şair hem doğa bilgini bir filozofun saha notları gibi okunuyor.

Mesleği yer ölçümü olan (haritaların çiziminde kullanılmaya yönelik saha ölçüleri almaktaydı), günde en az dört saat yürüyen Thoreau, günlüğüne kuşlarla (ornitolojik) ve bitkilerle (botanik) ilgili tasvirlerini, hayvan krokilerini, ısı çizelgelerini, bitkilerin ve hayvan tüylerinin renklerini, kendi kendini yetiştirmiş bir tecrübe meraklısı ve Humboldt okuru olarak şaşmaz bir titizlikle kaydediyordu. Dryoptère [bir tür eğreltiotu], prêle fluviatile [ırmak boylarında yetişen bir atkuyruğu cinsi], salsepareille [saparna], séneçons dorés [altın kanaryaotu], jaseur d’Amérique [ardıç ipekkuyruğu], bédégars [mazı] ve ellébore [bohçaotu]: Nadir ya da unutulmuş kelimelere meraklı okur, bu günlükten öncelikle bir lugat hazzı alıyor.

Ama, her ne kadar günlüğü bugün değerli bir botanik ve biyoloji aracı haline gelmişse de, soğuk teknikliğini ve doğayı yağmalamaya eğilimliliğini kınadığı bilim karşısında duyduğu güvensizlik gereği, onun doğayla bağlantısı, bazen hayıflandığı bu nesnelleştirmeden başka yerde bulunur. Thoreau’nun doğayla yakın ilişkisi, 26 Ekim 1857’deki formülleştirmesine göre, “içindeyken insanın kendini evinde hissettiği, doğayla insanın kusursuz uygunluğu”ndadır.

Kulübe Güncesi: Yaban

 

Arture 631: Thoreau / Detay (2007)
Yüksel Arslan


"Dünya'yı yalnızca Yabanıllık koruyabilir. Her bir ağaç Yaban hayatı bulmak için salar köklerini toprağa. Şehirler ne pahasına olursa olsun Yaban'ı ithal eder. İnsanlar Yaban hayat için toprağı sürer ve Yaban hayata doğru yelken açar. İnsan soyunu zindeleştiren ilaçlar ve ağaç kabukları, ormandan ve Yaban'dan gelir. Atalarımız yabaniydiler. Romulus ve Remus'u bir kurdun emzirmesi manasız bir fabldan ibaret değildir.

Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum. Çayımızın içinde baldıran çamı ya da mazi aroması olmalı. Kuvvetlenmek için yiyip içmekle oburluk etmek arasında fark var. Hotantolar için, bir Afrika ceylanını ve başka antilopları iliğiyle beraber bir çırpıda çiğ çiğ yiyip bitirmek sıradan bir iş gibidir. Bizim kuzeyli Kızılderililerimizin bazıları da Arktik rengeyiğini iliğiyle beraber çiğ olarak yerler, hatta yumuşak oldukları sürece boynuz kısımları da buna dahildir. Tam da bu noktada, Paris'in aşçılarından bir adım önde oldukları söylenebilir. Zira ateşi harlamaya yarayan kısmı da midelerine indirmişlerdir. Bu muhtemelen insanı ahırda beslenmiş sığırdan ve mezbaha domuzundan daha çok besliyordur. Sanki çiğ Afrika ceylanı iliğiyle besleniyormuşuz gibi, hiçbir uygarlığın vahşi bakışlarına katlanamayacağı bir yaban hayat verin bana."

Kulübe Güncesi: Yabani Elmalar

 "Kasım ayının başında bir yamacın kenarından çıktığımda arsız ve genç bir elma ağacı gördüm. Kuşlar veya inekler tarafından ekilmiş, kaya ve seyrek ağaçlı ormanların arasından yükselmiş ve işlenmiş elmalar toplanırken bu ağaç hala soğuktan etkilenmemişti ve bolca meyve taşıyordu. Bu eski ve kuvvetli ağaççığın yanından geçtiğimde ve dallarında sallanan meyvesini gördüğümde, bu ağaca sonsuz saygı duyuyorum ve yiyemesem de doğaya bu armağan için minnettarım. Neredeyse tüm yabani elmalar güzeldir. Çıkıntı ve gamzelerinde akşam güneşinin kızıllığına rastlayacaksınız. Yaz güneşinin, elmanın kabuğundaki bazı yerlerinde lekeler bırakmadan geçip gitmesine ender rastlanır. Şahit olduğu sabahların ve akşamların anısını taşıyan bazı kırmızı lekeleri olacaktır; bazı lekeleri de bulutların ve gelip geçen sisli ve nemli günlerin hatırasına kararmış ve fazla olgunlaşmış olacaktır ve geniş, yeşil çayırlar doğanın özünü yansıtacaktır - yeşil çayırlar gibi dingin ve daha yumuşak bir tada işaret eden toprak sarısı ve de tepeler gibi kızıl kahverengine de rastlayacaksınız."


Thoreau / Yabani Elmalar


Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır. Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir. Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır.


Camille Paglia, Cinsellik ve Şiddet

 ya da Doğa ve Sanat başlıklı yazısından.

Kulübe Güncesi: Mevsimler

 "Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım. Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir? ... Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"


1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın alır.

5 Mart 1845’te Thoreau'ya yazar:

‘Bu dünyada senin için Funda adını verdiğim (Walden'daki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum: oraya git. kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.”



               

     
           
 


Kulübe Güncesi: "Kulübe, tercih edilmiş yalnızlıktır."


"Bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın sıkışıp büzüşmek istediği her küçük mekân, imgelem için bir yalnızlıktır, yani tohum halinde bir oda, tohum halinde bir evdir."

*
 Mekanın Poetikası
Gaston Bachelard
 

Kulübe Güncesi: Yabanmersini



"Yabanmersininin tadını öğrenmek istiyorsanız bir sığırtmaca ya da kekliğe sorun. Hiç yabanmersini toplamamış birinin bu meyvenin tadına vardığını sanmak genel bir hatadır. Ebedi Adalet hüküm sürdükçe, tek bir masum yabanmersini bile kırdaki tepelerden oraya, şehre taşınmayacaktır."

Thoreau'nun yabanmersini hakkında söyledikleri bana uzun bir süre önce Duvar isimli romanını okuduğum Marlen Haushofer'in (1920 - 1970) yediklerimiz (yedirdikleri) ve yumurtalar üzerine söylediği çarpıcı sözleri hatırlattı:

" Yediğimiz her şeyin tadı kaçtı. Tavuğun, domuzun ve dananın tadı, su emmiş sünger gibi. Her şey giderek pahalanıyor, giderek lezzetsizleşiyor ve buna karşılık cafcaflı paketlere konuluyor. Yakında kimsenin yemeyeceği şeftalileri neye dönüştürdüklerini düşünmeden edemiyor insan. Sosislerin ise sözünü bile etmeyelim. Tereyağlı, eski usül tek bir ekmek dilimi için bütün refahımı verirdim.

" Bayat bir tadı var yumurtaların, hep böyle yapıyorlar, kaldı ki keyifle eşelenen tavukların değil de, bir yerlere tıkılmış, uğursuz yaratıkların yumurtaları olduklarını öğrendiğimden beri hiç şaşırtmıyor bu beni. Bu yumurtalar, onların öcü. Elbette ben bu zavallı robotların tarafını tutuyorum. Utanç duyulası hareketimizi cezalandırmak için çok daha berbat olmalıydı yumurtaların tadı."

 

Kulübe Güncesi: "Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."

 



"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." 

Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."  Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı." 


Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)

Kulübe Güncesi: Balık Tutmak

 



" Balık tutmaya karşı olarak düşünebildiğim insaniyet tanımı bana yapay geliyordu ve bu durum duygularımdan ziyade felsefemi ilgilendiriyordu. Yalnızca balıkçılıktan bahsediyorum, çünkü uzun zamandır kuş avlama konusunda farklı düşünüyordum, ormana gelmeden önce silahımı satmıştım. Diğerlerinden daha az merhametli değildim, yalnızca balık tutmak kendimi kötü hissettirmiyordu. Ne balıklara ne de solucanlara acıyordum, böyle alışmışım.

... Son yıllarda, özsaygımı az da olsa yitirmeden balık tutamadığımı tekrar tekrar fark ettim. İnsanın etçil bir hayvan olması bir rezalet değil de nedir? Nasıl ilkel kabileler daha uygar insanlarla iletişime geçtiğinde birbirlerini yemeyi bıraktılarsa, insanlık da aşamalı gelişiminin bir noktasında hayvan yemeyi bırakacaktır."

*
Walden
Ormanda Yaşam

Kulübe Güncesi: Sivil İtaatsizlik



 Thoreau Meksika Savaşını mali açıdan desteklemek için çıkarılan vergileri ödemeyi reddettiği için tutuklanır. Emerson onu görmek için hapishaneye gittiğinde "içerde ne işin var?” diye sormuş, bunun üzerine Thoreau da 'Asıl senin dışarda ne işin var? karşılığını vermiştir.

Thoreau'nun Sivil itaatsizlik örneği beni Arendt'in tartışmaya açtığı vicdan sorununa bağladı ama çok sokulmayacağım şimdilik.

"Altı yıldır şahıs başına ödenen vergiyi hiç ödemedim. Bu sebepten bir defa hapse atıldım ve bir gece yattım; iki-üç fit (60-90cm) kalınlığındaki sağlam taş duvarları, bir fit kalınlığındaki tahta ya da demir kapıyı, ışığı süzgeçten geçiren demir kafesi inceleyerek ayakta dururken bana kilit altına alınacak etten ve kemikten ibaret bir canlı gibi davranan bu kurumun aptallığına şaşırmadan edemedim. Acaba beni buraya kapamanın yapılacak en iyi şey olduğunu iyice düşündü mü ve benden başka türlü yararlanmayı hiç aklına getirmedi mi diye düşündüm. Hemşehrilerimle aramda taştan bir duvar olduğunu gördüm; ama onların benim kadar özgür olmadan önce, önlerinde tırmanmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha zorlu bir duvar vardı. Bir an için bile içeri kapatılmış hissetmedim kendimi, duvarlarsa boşa harcanan taş ve çimento olarak göründü gözüme. Hemşehrilerim arasında vergisini veren tek kişinin ben olduğumu hissediyordum. Bana nasıl davranacaklarını bilmedikleri için iyi terbiye almamış biri gibi davrandılar. Her tehditte ve her komplimanda bir gaf yapıyorlardı; tek istediğimin duvarın öte yanına geçmek olduğunu sanıyorlardı. Düşüncelerimin üzerine kapıyı kapatıp kilitliyorlardı, ama düşüncelerim engel ya da izin tanımaksızın onları takip etmeye devam ediyordu ve tehlikeli olduğu sanılan sadece bu düşüncelerdi. Bana ulaşamadıklarından vücudumu cezalandırmaya karar vermişlerdi; tıpkı yaramaz erkek çocukları gibi, kin besledikleri adama bir şey yapamayınca köpeğine eziyet ediyorlardı. Devlet’in yarım akıllı olduğunu gördüm, gümüş kaşıklarıyla oyalanan yalnız bir kadın gibi ürkekti, dostunu düşmanından ayıramıyordu; Devlet’e olan tüm saygımı yitirip ona acımaya başladım."


Thoreau'nun Walden günlüğünde yer alan tutuklanış öyküsü:

Kulübe Güncesi: Gerçek



"En güzel elbiselerinizi bir bostan korkuluğuna giydirip yanında sünepe bir halde dikilirseniz, yoldan geçen herkesin sizi değil, korkuluğu selamladığını göreceksiniz

Sevgiden, paradan ve ünden ziyade gerçeği verin bana. Gerçek zenginliğin tadını çıkaran yoksulluğu verin bana."

Kulübe Güncesi: Orfe

 Davetler, eş dost ziyaretleri, kasabanın yılgınlık veren dedikodu ortamından uzaklaşmak ve yalnızlığını korumak için Thoreau'nun hoş bir tavsiyesi var: "Lirini çalıp yüksek sesle tanrılara övgüler söyleyerek sirenlerin seslerini boğan ve tehlikeden uzak duran Orfe gibi yüce şeyleri düşünüp zihni meşgul ederek bu tehlikelerden kaçmalı."