Equus (Peter Shaffer'ın oyunundan)
Peter Shaffer'ın Equus adlı oyunundan uyarlanan aynı adlı filmi (Sidney Lumet, 1977) izler izlemez oyun üzerinden ayrıntılı bir Bataille okuması yapılabileceğini fark ettim. Çünkü oyun Bataille'in mistik ve erotik felsefesine ait pek çok şeyle ilişkili. Oyunun teorik arka planını oluşturuyor Bataille'a dair kavramlar. Aynı zamanda Martin Dysart ve Alan Strang karakterlerinde Nietzsche'nin Apollon Dioynsos ikiliğinin bir temsilini görmek de mümkün. Filmi izledikten sonra sıcağı sıcağına oyunu da okudum. Uzun zamandır bir metin beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Equus'un öyküsü Bataille'ı da cezbederdi.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir. Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini, normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar.
Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış) Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.
Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,
Equus (Sidney Lumet, 1977)
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir. Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini, normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar.
Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış) Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.
Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,
Equus (Sidney Lumet, 1977)
Martin Dysart - Çok tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, Homer dönemi Yunanistan'ında bir baş rahiptim. Altın bir maske takıyorum, sakallı, soylu biriyim. Maskem, Miken'de bulunan Agamemnon'un maskesi gibi. Büyük, yuvarlak bir taşın yanında duruyorum, elimde keskin bir bıçak var. Aslında çok önemli bir kurban törenini yönetiyorum burada. Ekinlerin ya da askeri bir harekâtın kaderi buna bağlı. Argos ovasında, uzun bir sıraya dizilmiş yaklaşık 500 kız ve erkek çocuğu kurban ediyoruz. Argos olduğunu biliyorum, çünkü toprak kızıl. İki yanımda iki yardımcı rahip duruyor. Onlar da Miken'de bulunan yamuk yumuk, patlak gözlü maskelerden takmış. Bu rahipler muazzam kuvvetli ve yorulmak nedir bilmiyorlar. Her çocuk bir adım öne çıktığında, yakalayıp taşın üzerine atıyorlar. Daha sonra, beni bile şaşırtan bir cerrahi beceriyle bıçağı çocuğa saplıyorum ve karnına kadar ustaca yarıyorum, kumaş kesen becerikli bir terzi gibi. İç organları ayırıp, bağırsakları söküyorum ve yere attığımda, bağırsaklar sıcak sıcak tütüyor. Sonra diğer iki rahip, hiyeroglif okur gibi, kesikleri inceliyor. Görünen o ki, ben başrahibim. Bu konumda olma nedenim ise, parçalama sanatındaki eşsiz becerim. Diğerlerine yabancı olan şey ise Onlardan farklı olarak, büyük bir tiksinti hissetmem. Ve hissettiğim bu tiksinti, her kurbanda artıyor. Maskenin ardındaki yüzüm gittikçe soluyor. Tabii ki, profesyonel görünmek için, iki misli çabalıyorum. Benim için tek önemli olan, parçalamak ve kesmek çünkü biliyorum ki, eğer diğer iki rahip rahatsızlığımdan kuşkulanırsa ve ben herhangi bir şekilde, bu tekrarlanan, kokuşmuş işin hiç bir iyi tarafı olmadığını ima edersem bir sonraki kurban ben olurum. Sonra, tabii ki, kahrolası maske yüzümden kaymaya başlıyor. İki rahip de dönüp solgun yüzüme bakıyor. Sarı renkli patlak gözleri, ansızın kanla doluyor. Bıçağı elimden kapıyorlar ve uyanıyorum.
Etiketler:
Equus
Nihilist Penguin (Werner Herzog)
Sürüden ayrılan bir penguenin 70 km. uzaklıktaki dağlara doğru
gittiğini görüyoruz. Dr. Ainley eğer onu yakalayıp sürüye geri götürsek
bile tekrar dağlara doğru gideceğini söyledi.
Ama neden?
Kafası karışmış veya uyumsuz penguenlerden biri New Harbor dalış
kampında ortaya çıkıyor, olması gerektiği yerden 80 km. uzaklıkta.
Kurallar insanların onları rahatsız etmemesi veya engel olmamasını
söylüyor. Olduğunuz yerde durun ve gitmesine izin verin.
İşte, kocaman kıtanın içlerine doğru gidiyor. Önündeki 5.000 kilometre boyunca kesin olan ölümüne doğru yol alıyor.
Werner Herzog on Filmmaking
"Read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read...
if you don't read, you will never be a filmmaker."
if you don't read, you will never be a filmmaker."
Etiketler:
Sinema
Başlıyor yeni yaşam!
Hesse'nin Nietzsche izleri çok açık olan öyküsünde olduğu gibi insan korkusuzca en uca gidebilir
ve bir dönüşümü talep edebilir..
Başlıyor yeni yaşam!
HERMANN HESSE
ve bir dönüşümü talep edebilir..
Başlıyor yeni yaşam!
HERMANN HESSE
INCIPİT VITA
NOVA
Almancadan
çeviren : Oruç ARUOBA
Yaşamımda, çoğunluk insanların
yaşamındaki gibi, bir özel başkalaşım noktası, bir korku, karanlık,
yalnızlaşmışlık yeri, bir görülmemiş körelme ve boşluk günü var; bugünün
akşamında ise, gökyüzünde yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.
O zamanlar, titreye titreye,
gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler,
kopuk, dağınık düşler üstünde; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu.
Yanımdan, tanımaktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, sanki
yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış
düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıldı, kaydı gitti, korkunç
bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne
sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her
ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik
aşılmıştı. Sanki bütün temizlik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları
kırılmış, ayaklar altına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık,
tapınacak, nefret edecek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne
kaldıysa, bakışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri
uyuyakalmıştı. Bütün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden
soyulmuştu.
Çekici, sevmeğe değer ne varsa
böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin,
anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilliğimin bilincine vardığımda,
gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacaklarım ağır, kalktım, geçmişimin bütün
alışkanlıklarını bırakıp uzaklaştım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı
kapatmadan evini bırakıp giden bir hükümlü gibi.
Yalnızlığın dibini gören kim var?
Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun
üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma
ülkesini gezindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önümde
uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.
Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu
ve rahatlatıcı, kubbelendi üzerimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan
dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler
sırtımdan.
Hiç kazazede olup karayı
gördüğün, yüzerek sana yaklaşan birini gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta
olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı
kıpırtısını hissettiğin oldu mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir
şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana
dostça yaklaştıklarını anladığımda.
Gökyüzü, daha önceleri hiç
görmediğim bir görünümdeydi. Yıldızların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım
arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça
ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş
yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu
billurlar gibi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları
ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim
bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.
Incipit vita nova. Yeni birisi
oldum artık, kendi kendime bir mucize gibi geliyorum daha, hem dingin hem
etkin, kabul eden ve bahşeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha
bilmediği değerlerin sahibi.
***
Çevirenin Notu:
Metin, Hesse’nin 1897-99
yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince
(Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene
Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan
Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9
parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.
Kitabın ilk farkına vararak
üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet
satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni
bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500
nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı
derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi
«yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının
yaygın okur kitlelerini ilgilendirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler
çevresine yeniden ulaştırılmaları gerektiğini söyler.
Burada aslı ve çevirisi verilen
metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).
Parçanın (son paragrafın ilk
tümcesi olarak yinelenen) Latince başlığı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da
«dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni yaşam») demektir. Bu, akla hemen
(metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte)
Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının
(1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya.
Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik görmeksizin) Nietzsche’nin bir sonraki
kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en başında yer alan parçadır.
"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4
Between Birds of Prey (Blood Axis & Nietzsche)
YIRTICI KUŞLAR ARASINDA..
burada aşağıları isteyeni
nasıl da çabucak
yutuyor derinlikler..
ama sen , zerdüşt ,
seversin uçurumu gene de,
çama mı benziyorsun..-
o kayaların bile
derinliklere titreyerek baktığı yerlerde
salar köklerini – ,
her şeyin çepeçevre
aşağıyı istediği
uçurumlarda dikelir
vahşi heyelanların , çağlayan çayların
sabırsızlığı ortasında
sabırla sebatlı , sert , sessiz ,
yalnız..
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün
Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.
Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:
Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.
Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.
...
Ben Philippe Gresigne'im,
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi,
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.
... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim!
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu,
Maldoror'un geceleri gibi,
Rimbaud'nun geceleri gibi.
Benim gecem.
*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE
SARTRE
Etiketler:
Sartre
Everett Ruess'in Son Mektubu
Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor...
Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim.
EVERETT RUESS’İN KARDEŞİ WALDO’YA YAZDIĞI,
KENDİSİNDEN ALINAN SON MEKTUP
11 KASIM 1934
DOSTLUK
Dünya tarihi, doğa yasalarının aceleci biçimde unutulması ve “haz uçurumlarına” dalınması şeklinde değil, ilkel gereksinimlerin giderek artan biçimde gevşemesi olarak görülmelidir; insan, kökeninde gereksinimin zorlamasıyla sıkıştırılmıştı; teknikler ve bilgiler (tekhnai ve epistemai) ona bu zorlamaların elinden kurtulma ve onlara daha iyi karşılık verme olanağı sundu; giysi, dokuma, ev yapma öğrenildi. Ancak dokumacının emeği hayvan postu karşısında neyse, mimarın sanatı korunmak için girilen mağaralar karşısında neyse, oğlanlara duyulan aşk da kadınlarla ilişki karşısında aynı konumdadır. Kadınlarla ilişki, başlangıçta, türün yok olmaması için elzemdi.
Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...
*
Foucault
Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...
*
Foucault
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Sokrates
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Sokrates! Nereden böyle? Sanırım yine avlanıyordun. Ama söylemeliyim ki Alkibiades'i geçenlerde gördüm, halen yakışıklı bir çocuk gerçi artık büyümüş, sakalları çıkmış.
SOKRATES:
Ne olur ki? Hem Homeros'un insanın en etkileyici yaşının bu sakalların çıktığı dönem olduğunu söyleyen düşüncelerine katılmıyor musun?
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Peki şimdi aranız nasıl?
Onun yanından mı geliyorsun? Sana nasıl yaklaşıyor?
SOKRATES:
Aramız iyi. Bugün diğer günlerden de daha iyiydi. Çünkü bugün ilk defa tüm tartışmalarda benimle aynı fikirdeydi. Fakat ilginç bir şey daha var, bugün sürekli onun yanında oturdum ama çoğu zaman yanımda olduğunu bile unuttum.
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Peki ne oldu aranızda? Hem burada ondan daha güzel bir delikanlıyla karşılaşmış olamazsın diye düşünüyorum.
*
Platon - Şölen'den
bir diyalog
*
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Effeminatus
XIX. yüzyıl metinlerinde eşcinselin ya da ters ilişkide bulunan kişinin tipik bir portresi vardır. Davranışları, duruşu, süslenme biçimi, abartılı şıklığı, ayrıca yüzünün biçimi ve ifadeleri, anatomisi ve tüm bedeninin kadınsı biçimi gözden düşürücü bir betimlemenin içinde yer alır. Bu betimleme ise, hem cinsel rollerin tersine dönmesine, hem de bu durumun doğaya yapılan saldırının doğal bir damgası olduğu ilkesine gönderme yapar. İnsanın “doğanın kendisinin de cinsel yalana suç ortağı olduğuna”' inanası geldiği söylenir. Karmaşık bir tümevarım ve meydan okuma ilişkisi aracılığıyla fiili davranışların tekabül etmiş olabileceği bu imgenin uzun bir tarihinin yapılması gerektiği su götürmez.
Bu stereotipin son derece olumsuz yoğunluğunda, toplumlarımızın üstelik birbirinden farklı iki olguyla, yani cinsel rollerin değişmesi ve aynı cinsten olan kişiler arasındaki ilişkiyle bütünleşmesindeki kadim güçlüğü görebiliriz. Oysa, çevresindeki itici atmosferle birlikte bu imge yüzyılları aşmış durumdadır, bu imge, daha imparatorluk dönemi Yunan-Roma yazınında gayet güçlü bir biçimde belirginleşmişti. IV. yüzyılın anonim bir Physiognomonis’inin yazarının çizdiği Effeminatus portresinde bu imgeye rastlanır; Apuleius Lucius, Dönüşümler'de alay etliği Atargatis papazlarını betimlerken, Prusalı Dion Khrysostomos monarşi üzerine konferanslarından birinde sözünü ettiği aşırılık daimon'unu simgeleştirirken, Gpiktetos sınıfının arka sıralarından çağırıp kadın mı erkek mi olduğunu sorduğu güzel kokulara bürünmüş kıvırcık saçlı retorik öğrencilerine kaçamak atıflarda bulunurken”, Hatip Seneca çevresinde iğrenerek baktığı çöküş içindeki gençliğin portresini çizerken (“Efeminelerimizin yüreğini sağlıksız bir şarkı söyleme ve dans etme tutkusu sarıyor, saçlarını kıvırmak, kadın sesinin okşayıcılığıyla rekabet edebilmek için seslerini inceltmek, davranışların yumuşaklığı konusunda kadınlarla yarışmak, çok müstehcen şeylerin arayışı içinde olmak; İşte yeniyetmelerimizin ideali... Doğuşlarından itibaren gevşek ve sinirli olan bu gençler, isteyerek böyle kalıyor ve kendi ar ve namuslarıyla ilgileneceklerine, başkalarının ar ve namusuna saldırmaya hazır bulunuyorlar”) karşımıza çıkan yine aynı imgedir. Ama temel çizgileriyle bu portre daha da eskidir. Sokrates, Phaidros’taki ilk söylevinde, nazikâne bir biçimde gölgede yetiştirilmiş, boyalı ve ziynetler takan yumuşak oğlanlara duyulan aşktan söz ettiğinde aynı şeye değinir. Thesmophoria Bayramını Kutlayan Kanunlarda Agathon da bu görünümdedir, solgun bir ten, tıraşlı yanaklar, kadın sesi, safran rengi bir elbise ve fileyle tutturulmuş saçlarıyla belirdiğinde, karşısındaki muhatabı onun kadın mı erkek mi olduğunu düşünür.”
Bunda oğlanlara duyulan aşkın ya da daha genel olarak tanımladığımız biçimiyle eşcinsel ilişkilerin suçlanmasını görmek tamamen yanlış olur. Ama ortaya çıkanın eıkeklerarası ilişkinin bazı olası görünümlerine ilişkin oldukça olumsuz değerlendirmeler ve erkek rolünün saygınlık ve göstergelerine gönüllü olarak karşı çıkanların tümüne karşı duyulan güçlü bir iğrenme olduğunu kabul etmek gerekir. Erkeklerarası aşk alanı Antik Yunan’da, en azından modern Avrupa toplumlarına oranla çok daha “özgür” olmuş olabilir, ama yine de oldukça erken bir dönemde yoğun olumsuz tepkilerin ve uzun zaman sürüp gidecek olan dışlama biçimlerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir.
Cinselliğin Tarihi
Cinselliğin Tarihi
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Gymnasium'da Çıplaklık
Thukydides iö 5. yüzyılda Lakedaimonyalılar hakkında şunları söylüyor:
"Beden hareketlerinde ilk soyunanlar, herkesin önünde giysilerini çıkartanlar ve yağ sürünenler de onlardı. Başlangıçta Olimpiyat Oyunları’nda yarışmacıların edep yerlerinde örtüleri vardı, buna ancak birkaç yıl önce son verildi."
Thukydides herhalde burada iö 448’de sona eren Pers Savaşları dönemini kastediyor, o dönemde kendisi henüz küçük bir çocuktu ve Platon daha doğmamıştı.
Platon da bir süre sonra, kızların sporunu itici bulanların “şimdi barbarların çoğuna utanmazca ve komik görünen şeyin, yani erkeklerin kendilerini çıplak göstermesinin, Yunanlılar’ın da öyle görünmesinin üstünden henüz çok zaman geçmediğini anımsamaları gerektiği görüşünü bildiriyor ve ekliyor: “Ve ilkin Giritliler, sonra Lakedaimonyalılar (Spartalılar) spor sahalarına çıktıklarında o dönemin tüm alaycıları, tüm bunlarla dalga geçerdi.”
İlyada ve Odyssea'da yarışmacıların giyinik olduklarını onaylayan bir tek Homeros değildir. Geç 5. yüzyıl siyah vazo resimlerinde de atletler, Pertioma, takarlardı, bu bağ İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japon sporcuları tarafından takılmıştır ve bugün bile "çıplak şenlikler" şenliklere katılan erkekler tarafından takılmaktadır.
Yunan erkeklerinin atletik çıplaklığının arkaik bir töre değil, bir uygarlık ürünü olduğu gerçeği bir yana, Klasik Yunanlılar'ın erkek çıplaklığı gerçekten de ayıp yüklü müydü?, çıplak Yunanlı atletlerin kendi aralarında kaldıklarını, başka bir deyişle kadın cinsinden olanların antrenman ve yarışma yerlerine girmesinin kesinlikle yasak olduğunu saptamak, pek de önemsiz sayılmaz. Olimpiyat Oyunları’nda hazır bulunabilen biricik kadın Demeter Khamphyne'nin rahibesiydi. Bir mermer sunağın üzerinde yarışmaları izlemesine izin verilirdi. Bunun nedeni de elbette bir zamanlar şerefine doğurganlığı teşvik edici düğün koşusu olarak stadyum koşusunun düzenlendiği tanrıçayı temsil etmesiydi.
Ancak sıradan kadınların oyunları izlemesi yasaktı ve Pausanias'a inanılacak olursa, gizlice araya karışan ya da sadece yarışma yerinin yakınına gelen bir kadını Eleer’ler Tympaion’un yüksek ve dik bir kayasından aşağıya atmışlardı.
Ancak, Helen delikanlılarının bu sınırlı kamusal çıplaklığı, Elias'ın öne sürdüğü gibi, sorunsuz değildi.
Bir yandan penis başının çıplaklaştırılması, yani sünnet derisinin geri çekilmesi, anlaşıldığına göre son derece ayıptı ve bu yüzden sanatta bile penis başının hemen hemen hiç görülmemesi şaşırtıcı değildir: hatta erekte olmuş penis başı bile tamamen sünnet derisiyle örtülü kalır. Ama Gymnasium’da genital organları gelişmiş sünnet derileri doğal bir biçimde geri çekilmiş bulunan gençler, biraz daha büyük penis başlarını başkalarının bakışlarından korumak için iki teknik uygulamış gibi görünüyorlar. Ya sünnet derisini penis başının üstüne çekip önden bağlıyorlar ve böylece penis bir sosis ucu gibi görünüyor; ya da -sözlükbilimci Phrynikes’in betimlediği gibi-penis arkaya doğru kıvrılıp, yukarıya doğru bağlanıyor.
İlk yöntemin avantajı, pedofil ideale uygun olarak, genç erkeğin penisini daha çocuksu göstermesiydi, bu yüzden vazo resimlerinde de sünnet derisi genellikle çok uzundur, kimi zaman penisin yarı boyu kadardır. Öte yandan, terbiyeli bir çıplak atlet asla bacaklarını açarak oturmaz ya da edepsiz bir biçimde çömelmezdi. Böyle davranan biri, böylelikle Platon'un betimlediği gibi— kendisine bakan erkekleri cinsel tahrik etmek isteyen ahlakı bozulmuş biriydi. Satyrler de hep bacaklarını açmış bir halde resmedilir; uygarlaşmamış varlıklar olarak, dizginsiz cinsel azgınlığın ve terbiyesizliğin cisimlenişi olarak genellikle -Yunan sanatında ender rastlanan bir biçimde- cepheden görülürlerdi.
Aristophanes’in eski göreneğin avukatını konuştururken, bazı Atina yurttaşlarının hislerine tercüman olduğu kabul edilebilir:
"Ve güreş meydanında, kumun üzerine dinlenmek için oturduklarında, edeplice / bacaklarını öne eğmeleri gerekirdi ki, ayıp yerleri dışarıda çevredekilere görünmesin / Ve ayağa kalktıklarında, kumdaki izleri özenle ortadan kaldırırlardı / çiçek açan biçimleri, kalıp halinde, kirli hevesleri uyandırmasın;”
Oysa bugünlerde genç adamlar kendilerini şehvetli erkeklere sergiliyorlardı.
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Cyril Collard (1957 - 1993)
Janelas Verdes Sokağı’nı tırmanıyorum. Eski Sanatlar Müzesi’ne giriyorum. Karanlık ve serin. Koridorları dolaşıyorum. Büyük bir merdivenden çıkıyorum. Nuno Gonçalves’e atfedilen birkaç parçadan oluşmuş bir resmin önünde duruyorum; Kilise görevlileri, askerler ve burjuvalar Aziz Vincent de Fora’nın önünde diz çökmüşler.
Gideceğim ama tablonun yanında, bir çukurda, Aziz Vincent’i gösteren başka bir resim görüyorum. Aziz Vincent siyah bir sütuna dayanmış, sol bacağı öbürünün önünde, elleri arkasında, saçları koyu kestane, kulaklarında ve ensesinde uzuyor; hepsinin üstünde altın çizgili bir hale var.
Saint Vincent, belinden sarkıp cinsel organını saran bir kumaş dışında çıplak. Vücudu kuru, kaslı, adanmış, içeri doğru hafif kıvrılmış. İki gözü sanki aynı yöne bakmıyor. Ağzı açık, alt dudağı dolgun ve çekici.
Bir başkentin kaldırımındaki jigolo gibi şiddet ve şefkati, günahı ve anlığı birleştiriyor.
Dışarıda her şey değişti. Yağmur durdu. 9 Nisan Parkı’nda eski bir tahta sıraya oturuyorum. Güneş yüzümün sağ kısmına vuruyor. Rıhtım orada; aşağıda, Estoril’e doğru kıyı boyunca giden tren ve tramvay yolundan sonra; ardından Tago nehri, açık yeşil dalgacıklarla bezeli; karşı kıyıda yükselen dev İsa heykelini tamamıyla kaplayan vinçler; bacalar, gemi gövdeleri.
İki adam Panama bandıralı küçük gri bir gemiden iniyorlar: geminin adı Sambrine; bir tanesinin omuzundan sarkan palamar çıplak göğsüne vuruyor yürüdükçe.
Gözlerimin önünde yeşile boyanmış bir demir parmaklık var. Hava hiç olmadığı kadar güzel. Yaşıyorum; dünya' yalnızca oraya, benim dışıma konmuş bir şey değil: ona katılıyorum.
Bana sunulmuş. Büyük bir ihtimalle AIDS’den öleceğim, ama bu artık benim hayatım değil: ben hayatın içindeyim.
Bir araba tutuyorum ve güneye doğru gidiyorum. Geceyi Sagres yakınında Fortaleza do Beliche’de geçiriyorum. Otel, Saint-Vincent burnunun iki kilometre ötesinde, denize tepeden bakan eski bir kalenin içinde.
Ertesi sabah, öğle üzeri biterken, uluyarak konuşan Hollandalı turistlerden oluşmuş bir duvarı aşıyorum ve Avrupa'nın en uç kısmına doğru gidiyorum: Saint-Vincent burnundaki fenere. Bazı azizlerin vücutlarından Öldükten sonra çok tatlı bir kokunun yayıldığı söylenir, kutsanmışlığın kokusu. Kale siperiyle fenerin binasının birbirine ulaştığı yere doğru iniyorum: ulaşabileceğimiz en batı noktası. Ama o noktaya doğru ilerlerken, giderek keskinleşen bir koku havayı dolduruyor. Güçlü rüzgârın kovmadığı bir sidik kokusu. Yırtıcı gecelerin kokusu.
*
*
Etiketler:
Cyril Collard
Ölüm
Sıçrayarak uyandım, Ölüm oradaydı; yatağımın ucunda, karanlığın içinde ayışığının belirginleştirdiği iskemlenin üstünde, üstüste atılmış giysilerden oluşma korkunç bir biçime bürünmüştü. İki yıldır, gün gün, dakika dakika oradaydı; beni dünyadan ayırıyordu. Beynim lapalaşmıştı. Kararmış, kanlı bir sığır ciğeri gibi yumuşak, biçimsiz bir kütleye dönüşmüş, kafatasımın içine sıkıştırılmıştı.
AIDS’le ilgili ilk yazıları okuduğum andan beri oradaydı. Hastalığın milyonlarca diğer lanetli gibi beni de götürecek olan gezegen çapında bir felaket olduğunu hemen kavramıştım. Hemen cinsel tavrımı değiştirdim. Eskiden sokakta hoşuma giden oğlanlar arardım; kolay kolay beğenmezdim. Kendimi arkadan düzdürürdüm. O anda, bir daha içime sokturmamaya, yatakta aşk yapmamaya karar verdim. Benzerlerimi aramak için şehre gidiyordum: bir bedenin içinde tatmin olmak istemeyenlerin, spermi kendiliğinden fışkırıp yeraltındaki toza karışanların yanına.
Mastürbasyon kısa sürede bana yetmez oldu. Yeniyetmeliğimin saplantıları geri döndü: organların biçimine bürünen dar pantolonların önleri, donları ıslatan sidik...
Etiketler:
Cyril Collard
yırtıcı geceler
...içtik ve dansettik. Tekila aynı anda hem şeffaf hem de madeni bir içki. Kanımızdan süzülmüş, terimize karışmış bu maden tişörtlerimizi ıslatıyordu. Spotların ışığıyla havada asılı gibi duran bu maden parçaları yüzünden olsa gerek, dil geçidinden çıkmış, bir altın ve amber halesine bürünmüş tek başına ilerleyen bir kelime bana doğru geliyormuş gibi hissettim, “yırtıcı” kelimesi.
Samy bir yırtıcıydı. Ve kelimenin çevresindeki ışıklı hale kutsallığı çağrıştırıyordu.
Samy bir yırtıcıydı. Ve kelimenin çevresindeki ışıklı hale kutsallığı çağrıştırıyordu.
Ayakları üzerinde dikilen büyük yırtıcıları düşünüyordum, benim yırtıcılarım küçük, sağlam, bir bacağı kıvrılmış ayağı betona dayanmış, baş dönük, hafifçe eğik, sabit, bakışı yukarı doğru kalkmıştı. Kızlar daha az sayıdaydı ve hareket halindeydiler. Benden uzaklaşırlar, yürüyüşlerinin ortasında dönüyorlar, başlarını çeviriyorlar, bakışlarını hâlâ hareket eden saç perçemlerinin arasından yakalayabiliyorum.
Yırtıcıların şiddeti yoğunlaşmış, kenetlenmiş, karışmış, kendi içine dönüktür. Bu, şiddet yeleleridir. Nereye yanağını dayayabilirsen, gücünü de orada hissedersin.
Alkolün buğusu ve dansın ritmi arasında şiirsel bir etkiyle “yırtıcı” sözcüğünü felaket gecelerimle birleştiriyordum.
Cehenneme yaptığım ziyaretler gölge oyunlarından başka bir şey değildi; kıçlar, memeler, cinsel organlar, yoklanan karınlar kimseye ait değildi. Özellikle sözcükler yasaklanmıştı, tek istisna bir arzunun derhal tatminini buyuran emir sözcükleriydi. Diğerleri kulağıma sahte geliyordu, yüzeydeki konuşmaların kötü kopyaları gibi.
Gölgelerin arasındaki gölgeler olarak kendimizi yeniden orada bulabilmemiz için, dokunma duyumuzun ötesinde, cehennem mekânının karanlığında gövdelerin nerede bulunduğunu da seçmek gerekiyordu. Yani vücutlarımızın gölgelerinin gecenin kendisinden de karanlık olması gerekiyordu. Bu gerçekleştiği anda, herkes arzuladığı vücutta, yoğun karanlığın gölgesini, kendi vücudunun yansımasını görüyordu. Ama bir gölge yansıyabiliyorsa, demek ki orada, yüzeyde, yukarıda, bir ışık kaynağı vardı. Benim için güneşle aynı anlama gelen bu ışık bize yırtıcılar tarafından veriliyordu.
Samy ve onun ırkı ışık saçıyordu. Işık yiyici olarak onlara tapıyordum.
Yırtıcı yıldızlar söndükleri, yani yoruldukları ya da çekip gittikleri zaman, sapıklık geceleri dönemsel olarak geri geliyordu. Ama onlar, Samy ve yırtıcılar, onların da bir güneşi var mıydı; yoksa sıcaklığı kendi yaydıkları, benim de onlara geri yansıttığım ışıkta mı buluyorlardı? Hedefledikleri bir kaçış noktası, beni de peşlerinden sürükledikleri bir yer var mıydı?
Etiketler:
Cyril Collard
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)