Queer Stickers




Manifesto: Neden Dönme?

"Dönme"; çünkü öğretilmiş, alışılmış kalıplara yüz döneniz. Dayatılan diretilen normlara başkaldıranız, reddedeniz. "Bana kim olduğumu benden başka kimse anlatamaz." diyeniz, kendimize geleniz. Tabuları ezberleri bırakıp, içimize, gerçeğimize döneniz. Kadınlığı erkekliği sorgulayanız, sorgulatanız, hiç sorgulanmadan yaşayıp gitmenin kırılma noktasıyız. "Kız başına kalkışma"lara, "Erkeksin sen!" edebiyatına karnımız tok, doyalı çok oluyor. Cinsellik ve cinsiyetin kontrol aracı olarak kullanıldığı bir hayata doğduk; özgürlük ve özgüvenin kaynağı olacağı bir hayata dönüştürülebilmenin hayaline pervaneyiz.

Kim olduğuma dair peşin hükmün varsa eğer yanlış yoldasın. Sandığın sanmadığın, bildiğin bilmediğin herkesiz biz, her yerdeyiz. Politik aktivist, tasarımcı, seks işçisi, parlamenter adayı, işsiz, memur, mühendis, sanatçı, sekreter, öğrenci, doktor, öğretmeniz. Alt kat komşun, okul arkadaşın, akraban, hemşehrin, çoluğun, çocuğun, kardeşin, midyecin bile olabiliriz. "Sen kadın mısın, erkek mi?" sorularına sığmayacak genişlikteyiz, çok çeşitliyiz... Kadın olanımız da var, erkek olanımız da, ikisi birden olanımız da var, olmayanımız da, ne fark eder? Sana öğretilen kalıpların ötesinde gerçekler, ihtimaller ve sandığından çok daha kocaman bir hayat var, biz şahidiz!

"Dönme" sözcüğü bugüne dek hep aşağılamak, ezmek için kullanıldı. Biz bugün, hayatlarımız üzerinde "söz sahibi olabilen" bireyler olarak bu sözcüğün "dönüşünü" ilan ediyoruz. Ve diyoruz ki; hayat hiçbir zaman kısır ön yargılara, dar tanımlara, kavramlara sığmadı, sığmayacak!.. Gözlerimize iyi bakın, göz bebeklerimizde ışıldayan; işte bu "farkındalık" ve bu farkındalığın yol açtığı yollarda ezberlerin üstüne basa basa yürüyebilmenin onurudur. 


Queer Tahayyül
kitabından alıntıdır.

The Most Beautiful Part of A Man’s Body (Duane Mıchals)




The most beautiful part of a man’s body
I think it must be there...

Duane Mıchals

We're Queer, We're Here

Bize cinselliğin, şehvetin ve duyguların tek biçimi olarak heteroseksüelliği dayattınız. Oğlanlar kızları sever ve kızlar oğlanları. Sizin aşktan anladığınız, dinin buyruklarınca, bedenlerin üremesiyle kısıtlanmış; bizim evrenimiz ise arzular, hazlar, sevgiler ve yıldızlarla dolu.

Queer nefretini, farklılığa nefreti yaymaya son vermediniz. Bizi yaktınız, kapattınız, avladınız, sürdünüz, gazladınız, ihbar ettiniz, deli ilan ettiniz, üzerimize dersler verdiniz, gettolaştırdınız, kobay kıldınız, yadsıdınız ve kanıtladınız, test ettiniz, görmezden geldiniz ve bizlerden nefret ettiniz.

Heteroseksüelliğimiz öfkemizi büyüttü, isyanımızı besledi. Nefretiniz aşklarımızı daha da güzelleştirdi.

Bugün ve hiçbir zaman, ne sizin cinselliğinizi, ne normalliğinizi, ne sıkıcılığınızı, ne akıl hastalıklarınızı, ne de tahakkümü besleyen bu erkek egemen, ırkçı kapitalist sisteminize entegrasyonu istiyoruz.

Size entegre olmamız tutkularımızdan vazgeçmemiz demektir.

Bizi bastıranları taklit etmeyeceğiz. Ne imajlarınız, ne klişeleriniz, ne potansiyel zevkleriniz, ne de tüccarlarınız bizi ilgilendiriyor. Aşklarımız ve duygularımız normalleştirilemez, bedenlerimiz pazarlanamaz.

Bizleri kapitalinizin içinde pazarlayamayacaksınız. Bizleri yönetemezsiniz.

QueerAge


My Own Private İdaho (1991, Gus Van Sant)











Kuir?

Queer'in Türkçesi yok. Bu yazıyı hazırladığım 2011 sonbaharında Pempe Hayat Derneği 1. Kuir Sinema Festivali'nin programını ilan etti. Günlük hayattaki kullanımı yazıya döküp resmileştirerek queer'in kuir olarak anılmasına öncülük edebilecek bir adım bu. Gelgelelim queer'in İngilizcede bir anlamı varken Türkçe'de bir anlamı yok. Düşünerek, konuşarak, yazarak adım adım queer'in anlamını kuir'e yamasak bile, queer'in çağrışımlarını kuir'e yamayamayacağımız kesin. Queer tuhaf, tekinsiz, sıra dışı, anormal, beklenmedik demek. Daha da önemlisi günlük kullanımda eşcinsel demek. Ama sakin sakin eşcinsel demek demek değil. Heteroseksüellerin eşcinselleri aşağılamak için kullandıkları saldırgan, agresif bir tonlamayla söyleyerek eşcinsel demek. Velhasıl kuir diye bir kelime uydurabilir, eşcinsellik de dahil olmak üzere tüm sıra dışı cinsellikleri anmak için bu kelimeyi kullanabilir, hatta zamanla kuir'in Türkçede de sıra dışı, tuhaf, alışılmadık olanı işaret etmesine yol açabiliriz. Ama bunları yaparak İngilizce konuşulan ülkelerde queer düşüncesinin ortaya çıkmasının ne anlama geldiğini tecrübe edemeyiz. Bir hakaretin sahiplenilmesinin, benimsenmesinin, üzerine düşünülmesinin, konuşulmasının, yazılmasının ve an be an bu kelimenin olumsuz anlamlarından uzaklaşarak dönüşmesinin ve elbetteki bu dönüşümün kelimenin işaret ettiklerine de sirayet etmesinin ne demek olduğunu bilemeyiz. Heteroseksüellerin eşcinselleri aşağılamak için kullandıkları sürüyle kelime bu dilde de mevcutken bunlardan birini queer'in Türkçe karşılığı olarak kullanabilseydik ve bu kelime etrafında düşünseydik ne değişirdi? Örneğin, ibne. Akademik ilgi alanlarımıza queer teori ya da kuir teori yazmak yerine ibnelikle ilgileniyorum yazmak mümkün olabilir miydi? 1. İbne Film Festivali adı üstünde tuhaf bulunur muydu? Ben de o zaman ibne sanat üzerine düşünüyor olurdum. Bu yazıda kaç kere queer kelimesi geçecek kim bilir? Her birinin yerine küfür gibi ibne yazmaktan bir süre sonra rahatsız olabilirdim. Bu rahatsızlığa rağmen yazmak elbette başka bir tecrübe olurdu.

Queer'i kuir olarak Türkçeleştirmek, en azından bir süreliğine bu rahatsızlıktan uzak kalmamızı sağlayabilir... (Seda Ergül'ün yazısından, Queer Tahayyül kitabından alıntıdır.) 

Moment of Perfection (Duane Mıchals)


Kaos (F. Pessoa)

Karakterimden söz etmek istiyorum.

Zihnim baştan sona tereddüt dolu. Benim için hiçbir şey olumlu değil, olamaz da. Her şey etrafımda salınıyor, ben de onlarla birlikte -tam bir belirsizlik içinde- salınıyorum. Benim gözümde her şey tutarsızdır, değişir. Her şey esrardır ve her şey anlam yüklüdür. Her şey "meçhul"dür; Meçhulün sembolüdürler. Sonuç, dehşet, esrar, fazla zekadan kaynaklı korkudur.

Doğal eğilimlerimin, çocukluğumun geçtiği ortamın, bu ayrı eğilimlerin beni yönelttiği öğrenimin etkisi sonucunda, bütün bu nedenlerle, içedönük bir karakterim vardır; kendi içine kapalı ve suskun bir karakter; kendine yeterli değil, daha ziyade, kendi içinde kaybolmuş. Pasifik ve hülya dolu bir yaşam benimkisi. Karakterimi bütünüyle niteleyecek olan şey, önemli eylemlere girişmekten ve fikirleri enine boyuna tasarlamaktan duyduğum tiksinti, dehşet, imkansızlıktır. Beni ben yapan her şeye, fiziksel düzlemde de zihinsel düzlemde de bunlar nüfuz eder. Asla özgür irademle bir karar alamadığım gibi, bilinçli bir irade sahibi olduğumu da gösteremedim. Yazdığım hiçbir şey asla tamamlanmadı; tek sınırı sonsuzluk olan olağandışı fikir çağrışımlarının, asla dışlayamayacağım yeni düşüncelerin hep araya girdiğini görüyordum. Herhangi bir şeyi tamamlama karşısında duyduğum tiksintiyi aşacak halde değilim. Tek bir şey, yalnzca tek bir şey on binlerce düşünce doğuruyor ve bu on binlerce düşüncenin içinden on binlerce çağrışım filizleniyor... Bunları ortadan kaldırma, kesintiye uğratma veyahut bunlardaki önemsiz ayrıntıların yitip gideceği tek bir ana düşünce halinde toparlama isteğim hiç yok. Bu fikirler beni baştan sona kat ediyorlar; onlara bana ait değil, beni kat ediyorlar. Ben düşünmüyor, düşlüyorum; esinli biri değilim, sayıklıyorum. Resim yapabilirim, ama hiç resim yapmadım; müzik besteleyebilirim, ama tek bir şey bestelemedim. Sanatın üç alanındaki tuhaf kavrayışlar, imgelemin büyüleyici atılımları beynime şöyle bir dokunup geçiyor; ama ben onları eceliyle ve huzur içinde ölene dek beynimde uyuklamaya bırakıyorum, çünkü onlara vücut verecek, onları dış dünyanın nesnelerine dönüştürecek gücüm yok.

Ebedi Döngü ve Oluş (Gilles Deleuze)

Oluş, olmaya başlamış olamaz, olup bitmiş bir şey değildir. Olup bitmiş bir şey olmadığı gibi, bir şey-oluş da değildir. Olmuş olmadığı gibi, bir şey olacak olsaydı, şimdiye dek olacağı şeyi zaten olurdu. Yani: geçmiş zaman sonsuz olduğundan, oluş, bir son durumu olsaydı, ona ulaşmış olurdu. Aslında şöyle de denebilir: eğer bir son durum olsaydı oluş ona ulaşmış olurdu, eğer bir ilk durum olsaydı oluş ondan çıkmamış olurdu. Eğer oluş bir şey oluyorsa, bu zamana kadar neden hala olmayı bitirmedi? Eğer olmuş bir şeyse, olmaya nasıl başlayabildi? "Eğer evren sürekliliğe ve sabitliğe muktedir olsaydı ve eğer onun akışı içinde tam anlamıyla tek bir varlık anı olsaydı, artık orada oluş olmazdı ve herhangi bir oluş ne düşünülebilir ne de gözlemlenebilirdi." İşte Nietzsche'nin antik yazarlarda bulduğunu ilan ettiği düşünce budur. Platon şöyle der: Eğer olan her şey asla şimdiden kurtulamıyorsa, şimdiye vardığı anda olmayı bırakır ve böylece olmakta olduğu şey olur. Fakat Nietzsche bu antik düşünceyi yorumlar: Onunla he karşılaştığımda, "genellikle başka teolojik artdüşünceler tarafından belirlenmişti". Çünkü antik filozoflar oluşun nasıl başlayabildiğini ve neden hala sonlanmadığını sormakta ısrar ederek "hybris" suç ve ceza kavramlarına başvuran sahte trajikler oluşturmuşlardır. Herakleitos dışında hiçbiri, saf oluş düşüncesine ya da onun olanaklarına varamamıştır. Şimdiki anın "tam anlamıyla" varlığın ya da şimdinin anı olmayışı, geçen an oluşu, bizi oluşu düşünmeye zorlar. Ama onu başlamış olmayacak ve olmayı bitiremeyecek bir şey olarak düşünmeye.

Saf oluş düşüncesi ebedi dönüşü nasıl temellendirir? Bu düşünce, varlığın oluştan farklı, ona karşı bir şey olduğuna inanmaktan vazgeçmek için yeterlidir; ama aynı zamanda oluşun varlığına inanmak için de yeterlidir. Olmakta olanın, ne olmaya başlayanın, ne de olmayı bitirenin varlığı nedir? Geri geliş, olanın varlığıdır. "Her şeyin geri geldiğini söylemek, oluş dünyasıyla varlığın dünyasını azami ölçüde birbirine yakınlaştırmaktır: tefekkürün doruğu." Bu tefekkür sorunu, başka bir biçimde de ifade edilmelidir: Geçmiş nasıl zaman içinde kurulabilir? Şimdi nasıl geçebilir? Geçip giden an, şimdiyle aynı anda geçmiş olmasaydı, şimdi gibi gelmekte olmasaydı, asla geçip gidemezdi. Eğer şimdi kendiliğinden geçmeseydi, eğer şimdinin geçmiş olması için yeni bir şimdiyi beklemek gerekseydi, genel olarak geçmiş asla kendisini zamanda kuramayacak, bu şimdi de geçmiş olmayacaktı: Bekleyemeyiz, anın geçmesi için (ve başka anlar uğruna geçmesi için), hem şimdi hem de geçmiş, hem şimdi hem de gelecek olması gerekir. Şimdinin geçmiş ve gelecek olarak kendisiyle birlikte varolması gerekir. Anın diğer anlarla ilişkisini kuran, onun kendisiyle şimdi, geçmiş ve gelecek olarak kurduğu sentetik ilişkidir. O halde ebedi dönüş geçiş sorununa cevaptır. Ve bu anlamda ebedi dönüş, olan, bir olan ya da aynı olan bir şeyin geri gelişi olarak yorumlanamaz. "Ebedi Dönüş" deyimini "aynının dönüşü" olarak anladığımız zaman onu yanlış yorumlamış oluruz. Geri dönen varlık değildir; ama geri dönüş kendisini oluşta ve geçmekte olanda olumlayarak meydana getirir. Geri dönen bir değildir; geri dönüş kendisini çeşitli ve çok olanda olumlayan bir'dir. Başka türlü söylenirse, ebedi dönüşte özdeşlik, geri dönenin doğasını değil, farklılaşanın geri dönme olgusunu ifade eder. İşte bu yüzden ebedi dönüş bir sentez olarak düşünülmelidir: Zamanın ve boyutlarının, çeşitliliğin ve onun yeniden üretiminin sentezi; oluşun ve kendisini oluşta olumlayan varlığın, ikili olumlamanın sentezi. O halde ebedi dönüşün kendisi, özdeşlik olmayan, ama bütün bu bakımlardan hakiki bir yeter sebebin beklentilerini karşılaması gereken bir ilkeye bağlıdır.

Mekanizm neden ebedi dönüşün bu denli kötü bir yorumudur? Çünkü dolaysız ya da zorunlu olarak ebedi dönüşü gerektirmez. Çünkü yalnızca yanlış bir sonuç olarak nihai durum fikrini doğurur. Bu nihai durum, ilk durumun özdeşi olarak düşünülür; ve bu biçimde, mekanik sürecin aynı farklardan yeniden geçtiği sonucuna varılır. Nietzsche tarafından çok eleştirilen döngüsel varsayım da bu şekilde biçimlenir. Çünkü bu sürecin, bir kez bile herhangi bir farktan geçme yetkinliği olmaksızın nasıl ilk durumdan çıkabildiğini, nasıl son durumdan tekrar çıkabildiğini ya da nasıl aynı farklardan geçebildiğini anlayamayız. Döngüsel varsayımın farkına varmakta aciz olduğu iki şey vardır: Eşzamanlı döngülerin çeşitliliği ve özellikle de çeşitlinin döngünün içindeki varlığı. İşte bu yüzden ebedi dönüşün kendisini yalnızca, çeşitliliğin ve onun yeniden üretiminin, farkın ve onun tekrarının sebebi olan bir ilkenin ifadesi olarak anlayabiliriz. Nietzsche bu ilkeyi felsefesinin en önemli keşiflerinden biri olarak sunar. Ve buna bir ad verir: güç istenci. Güç istenci ile "mekanik düzenin kendisi saf dışı bırakılmaksızın, bu mekanik düzenden dışlanması mümkün olmayan özelliği ifade ediyorum." 


Nietzsche ve Felsefe
kitabından sf. 69 - 71

No End (1985, Krzysztof Kieślowski)


No End filminden etkileyici bir kare


Kieslowski'nin yapıtında, Mavi'nin öncülü No End'dir: No End ve Blue çok farklı filmler olsa da, ikisi de, kocasının ölümünden sonra, umutsuzca geçmişinden kurtulmaya ve anılarını silmeye çalışan bir kadının öyküsünü anlatır. Her iki örnekte de, (kocanın) geçmişi kadına tamamlanmamış bir görev kılığında musallat olur. (No End'de genç muhalif Urszula'dan davasını devralmasını ister, Olivier Julie'den  kocasının bestesini tamamlamasını ister). Aynı şekilde,  No End bizi Urszula'nın kocasının mesleki başarısının arkasındaki asıl itici kuvvet olduğuna inandırırken, Mavi'de Julie'nin kocasının müziğinin edimsel yazarı olmasa da, asıl yaratıcı tini olduğunu ima eder. No End'de geçmişi silme çabası hatta komik ölçülere varır, Urszula, bilincinden Antek'in anısını silmeye, yani onun hayaletimsi varlığını yok etmeye çabalarken, bir hipnozcu aramaya koyulur. Bu çaba sonuç vermez, Urszula Antek'in varlığının ona yaşamının sonuna dek musallat olacağını anlar, kocasına sonsuzlukta kavuşmak üzere intihar eder. Burada sonuç Mavi'nin tam tersidir: toplumsal uzamla başarılı yeniden bütünleşme yerine intihar - bu da No End ve Mavi'nin birlikte okunması gerektiğini, farklı sonuçların bir başka örneği olduklarını gösterir.

S. Zizek  

Dekalog (1989, Krzysztof Kieslowski)




Dekalog (2)




*
Dekalog (1)

Pessoa'nın Evreninden Parçalar


İşte oturmuş masamda yazıyorum, kalem elimde, vb. ve aniden evrenin gizemi paldır küldür üzerime çullanıyor, duruyorum, ürperiyorum, korkuyorum. O an artık hissetmemek istiyorum, kendimi öldürmek, başımı duvarlara vurmak istiyorum.

Derin düşünebilen insanlara ne mutlu! Ama bu derinlikte düşünmek bir lanettir. Bunu nasıl tarif etmeli? Dehşet üzerine dehşet.

Müzikte bir parça vardır bundan; müzikte bu olumlu bir şey olur, onun dişi parçasıdır.




*


Asla bulunamayacak olsa da, hakikate erişmek için en ateşli mücadelenin yürütülmesi benim felsefi arzumdu. Ben bir kuşkucuydum. Hiç materyalist olmadım, çünkü materyalizm kuşkuyu inkar eder.

Esrara, gerçekdışına, düşe olan ateşli sevgim, hakikat sevgimle birleşerek, bu dünyanın bütünüyle dışında olan bir şeyi, tamamen öz olan, öz ile öz niteliğin [...] olduğu şeyi hakikat ve öz olarak tahayyül etmemi sağlamıştı. Ama hakikatın bir yerlerde, hatta burada bulunabilir olması bana mümkün geldiğinde, bu hakikat ne kadar uzak olsa da, korktum ve  [...]




*
     

Ben Heraklitos'u şefkatle sevmedim mi? Şeylerin var olmadıklarını ama ezelden beri oluştuklarını ilk kez okuduğumda büyük bir sevince kapılmadım mı? Evet! Ama ben Platon'un Theatetus'ta bu fikri çürütüşüne de aynı derinlikte ve aynı samimiyetle değer verdim. Hakikat karşısında insan aklının zaaf ve güçsüzlüğünü kanıtlayarak insan aklına karşı ileri sürülen kanıt ve argümanlara hayranlık besledim, onların tadını çıkardım. Bunları neden bu kadar güçlü bir şekilde arzuladım? Herhangi bir Tanrı'yı yüceltmek için mi? İnsana kendi haysiyetsizliğini hissettirmek için mi? Onun başka bir yaşamı, daha iyi bir yaşamı arzulamasını sağlamak için mi? Hayır, hiçbiri değil. Neden o halde? Geç dönem sofistleri arasında yaşamıyordum ve bende Protagoras'ın zekası yoktu.

Dünya benim için neydi? Hiç, sıfır. Ama yine de esrar dolu bir sıfır. Bir hiçlik, ama adsız bir hiçlik. Dünya bana böyle belirdiğinden, onu belirsiz, bilimi ise imkansız bir şey gibi göstermeyi her şeyden çok arzuluyordum.

Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse, bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil, bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.


Kieslowski ya da Maddeci Teoloji (Slavoj Zizek)

I'm So So Belgeselinden, 1998.


Kieslowski, Red’i tamamladıktan sonra günlerini balık tutup okuyarak geçirmek üzere kıra çekildi –kısacası sakin bir emeklilik yaşamı fantezisini gerçekleştirmek, mesleğin yükünden kurtulmak istiyordu. Fakat, trajik bir şekilde, iki açıdan da kaybetti: “meslek ya da sakin yaşam” boş çıktı, kısa süre sonra artık çok geçti, huzur ve emekliliği seçtikten sonra öldü – ya da ani ölümü sakin kır yaşamındaki emekliliğin sahte bir konu olduğunu, aslında ölümün metaforu işlevini gören bir fantezi ekranı olduğunu mu işaret eder; yani Kieslowski için hayatta kalmanın tek yolu film çekmeye devam etmek, hatta bu sürekli ölümle kurlaşmak anlamına gelse bile çekmek miydi? Kieslowski, en azından bizim geriye dönük bakışımızla, tam bir momentte ölmedi mi: erken bile olsa, ölümü – Büyük İskender ya da Mozart gibi – tam da yapıtı tamamlanmış gibi göründüğü zaman olmadı mı? Bu da filmlerinin hep konu ettiği o mucizevi rastlantıların başlıca örneklerinden biri değil mi? Sanki öldürücü kalp krizi serbest bir rol, tam vaktinde gelen, bir daha film çekmeyeceğini ilan ettikten sonra gelen sahnelenmiş bir ölümdü.



Kieslowski Sineması

Söyleşilerde çoklukla hangi yönetmenlerin beni etkilediği sorulur. Ben bunun cevabını bilmiyorum. Belli bir mantığı yok ama birçok farklı sebepten dolayı, galiba etkilendiğim bir sürü yönetmen var. Gazeteler bu soruyu sorduklarında, ben her zaman Shakespeare, Dostoyevski, Kafka diye cevaplıyorum. Şaşırıyorlar ve bu saydıklarımın yönetmen olup olmadığını soruyorlar. "Hayır," diyorum. "Bunlar yazar." Ve bu da benim için bir filmden çok daha önemli.   



Amator, 1979


 Benim ilk filmimden son filmlerime kadar hepsi, pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilemeyen, doğru ve yanlışı ayırt edemeyen ve umutsuzca bir arayış içinde olan insanlar hakkındadır. Bütün bunlar neden? Neden sabah kalkıyoruz? Neden akşamları yatıyoruz? Sonra yine neden kalkıyoruz? Bir uyanışla diğeri arasındaki vakti nasıl geçirmeli? Sabahları huzur içinde tıraş olmak ya da hazırlanmak için zamanımızı nasıl değerlendirmeliyiz gibi çok temel sorulara cevap arayan insanların öyküsü.



No End, 1986


Amaç içimizde yatanı yakalamak, ama bunun filmini çekmenin imkanı yok. Buna sadece yaklaşabiliriz. Edebiyat için bu çok uygun bir konu. Belki de, dünyadaki tek konu. Büyük edebiyat eserleri ona yaklaşmakla kalmayıp onu tanımlamaya da çalışıyor. İçimizdekini tanımlamayı başarmış bir kaç yüz kitap vardır. Camus böyle kitaplar yazmıştı. Dostoyevsky de. Shakespeare bu konuda oyunlar yazmıştı. Yunanlı tiyatro yazarları, Faulkner, Kafka, çok sevdiğim Vargas Llosa da böyle kitaplar yazdılar. Vargas Llosa'nın yazdığı Katedralde Konuşma bunu başarabilmiş kitaplardan.

İÇ DENEY(İM)


Yaşam ölümün, ırmaklar denizin ve bilinen bilinmezin içinde kaybolacaktır. Bilgi bilinmezin girişidir. Anlamsızlık, olabilir her anlamın sonucudur.

Ariane'ın ipinin koptuğu saatler vardır: sadece güçsüz ve boşun, artık ne olduğumu bilmiyorum, açım, üşüyorum, susuyorum. Böyle anlarda istence başvurmanın anlamı olmayacaktır. Geçerli olan yaşayabilir davranışa olan tiksintidir, söyleyebildiğim, yazabildiğim şeye, beni bağlayan şeye olan tiksintidir: Bağlılığımı yavanlık olarak hissediyorum. Beni harekete geçiren çelişkili kararsızlıklarda çıkış yok ve işte bu nedenden beni tatmin ediyorlar. Kuşkulanıyorum: İçimde sadece çatlakları, güçsüzlüğü, faydasız çalkantıyı görüyorum. Kendimi çürümüş hissediyorum, dokunduğum her şey çürümüş. Depresyona yenilmemek ve devam etmek için -ne adına?- özel bir cesaret gerekiyor. Bununla birlikte karanlığımın içinde sürdürüyorum: İnsan içimde sürüyor ve içimden geçiyor. İçimde bağıra bağıra BU NEDİR dediğim zaman, buna uygun yanıt alamadığım zaman, nihayet içimdeki bu insanın beni öldüreceğini ve bu noktada kendisi olup aptallığımın beni gülünç duruma düşürmekten vazgeçmesini sağlayacağını zannediyorum. (Az bulunan gizli tanıklar belki sezmişlerdir), onlardan tereddüt etmelerini istiyorum: Çünkü insan haline gelmeye mahkum olmuş ben (veya daha fazlası) şimdi ölmem (kendi kendime) ve kendimi doğurtmam gerekiyor. Olaylar uzun süre eski durumlarında kalamazlar, insanın olabiliri, kendinden değişmez bir tiksintiyle, ölmekte olanın yinelenen yadsınmasıyla kendini sınırlayamaz. Amaçsız olarak şimdi olduğumuz gibi olamayız: Birbirini yok eden sözcükler, aynı zamanda kendimizi dünyanın dayanağı zannederken yerinden oynatılamayan küçük kirişler. Uyandım mı? Kuşkuluyum ve ağlayabilirdim. İnsan güçsüzlüğünün beni delirttiğini hisseden ilk insan ben mi olacağım?



Her şeyin unutuluşu. Varoluşun gecesine derin iniş. Bilgisizliğin sonsuz yakarışı, korkudan boğulmak. Uçurumun üstünde kaymak ve tamamlanmış karanlıkta onun dehşetini hissetmek. Yalnızlığın soğuğunda, insanın sürekli sessizliğinde titremek, umutsuzlanmak (her tümcenin aptallığı, tümcelerin aldatıcı yanıtları, sadece gecenin duyarsız sessizliği yanıtlar). Tanrı sözcüğünden yalnızlığın özüne ulaşmak için yararlanmak, ama artık bilmemek, sesini duymak. Onu bilmemek. Tanrı, her sözcüğün biraz ileride yok olacağını söylemek isteyen en son sözcüktür: Kendi inandırıcılığını görmek (kaçınılmaz) ve buna bilgisiz sersemliğe kadar gülmek (gülüşün artık gülmeye gereksinimi yoktur, hıçkırığın hıçkırmaya). Daha ileride kafa patlar: İnsan temaşa değildir, (sadece kaçarken huzuru vardır) yakarıştır, savaştır, korkudur, deliliktir.

İyi havarilerin sesi: Her şeye yanıtları var, sınırları, cenaze töreninde olduğu gibi kibarca izlenecek yolu, seremonilerin yöneticisini belirlerler.

Umutsuzlukta, delilikte, aşkta, yakarışta, suç ortaklığı duygusu. İletişimin dağılmış, insanlıkdışı sevinci çünkü umutsuzluk, delilik, aşk, boş mekanın hiçbir noktası yoktur ki umutsuzluk, delilik, aşk olmasın ve üstelik: Gülüş, baş dönmesi, bulantı, ölüme kadar kendini kaybediş. 


Gülünç! bana ister panteist, ister tanrıtanımaz, ister tanrıcı deyin!.. Ama göğe doğru haykırıyorum: "Hiçbir şey bilmiyorum" Ve komik bir sesle yineliyorum: (bazen göğe bu şekilde haykırıyorum) "hiçbir şey, mutlak olarak hiçbir şey"




*
 
Georges Bataille

'Bu kitap bir umutsuzluğun öyküsüdür. Bu dünya insana çözülecek bir bilmece
gibi verilmiştir. Tüm yaşamım -derin düşüncelere dalışlarım kadar kuraldışı tuhaf zamanlarım- bilmeceyi çözmekle geçmiştir.'