Pessoa'nın Evreninden Parçalar


İşte oturmuş masamda yazıyorum, kalem elimde, vb. ve aniden evrenin gizemi paldır küldür üzerime çullanıyor, duruyorum, ürperiyorum, korkuyorum. O an artık hissetmemek istiyorum, kendimi öldürmek, başımı duvarlara vurmak istiyorum.

Derin düşünebilen insanlara ne mutlu! Ama bu derinlikte düşünmek bir lanettir. Bunu nasıl tarif etmeli? Dehşet üzerine dehşet.

Müzikte bir parça vardır bundan; müzikte bu olumlu bir şey olur, onun dişi parçasıdır.




*


Asla bulunamayacak olsa da, hakikate erişmek için en ateşli mücadelenin yürütülmesi benim felsefi arzumdu. Ben bir kuşkucuydum. Hiç materyalist olmadım, çünkü materyalizm kuşkuyu inkar eder.

Esrara, gerçekdışına, düşe olan ateşli sevgim, hakikat sevgimle birleşerek, bu dünyanın bütünüyle dışında olan bir şeyi, tamamen öz olan, öz ile öz niteliğin [...] olduğu şeyi hakikat ve öz olarak tahayyül etmemi sağlamıştı. Ama hakikatın bir yerlerde, hatta burada bulunabilir olması bana mümkün geldiğinde, bu hakikat ne kadar uzak olsa da, korktum ve  [...]




*
     

Ben Heraklitos'u şefkatle sevmedim mi? Şeylerin var olmadıklarını ama ezelden beri oluştuklarını ilk kez okuduğumda büyük bir sevince kapılmadım mı? Evet! Ama ben Platon'un Theatetus'ta bu fikri çürütüşüne de aynı derinlikte ve aynı samimiyetle değer verdim. Hakikat karşısında insan aklının zaaf ve güçsüzlüğünü kanıtlayarak insan aklına karşı ileri sürülen kanıt ve argümanlara hayranlık besledim, onların tadını çıkardım. Bunları neden bu kadar güçlü bir şekilde arzuladım? Herhangi bir Tanrı'yı yüceltmek için mi? İnsana kendi haysiyetsizliğini hissettirmek için mi? Onun başka bir yaşamı, daha iyi bir yaşamı arzulamasını sağlamak için mi? Hayır, hiçbiri değil. Neden o halde? Geç dönem sofistleri arasında yaşamıyordum ve bende Protagoras'ın zekası yoktu.

Dünya benim için neydi? Hiç, sıfır. Ama yine de esrar dolu bir sıfır. Bir hiçlik, ama adsız bir hiçlik. Dünya bana böyle belirdiğinden, onu belirsiz, bilimi ise imkansız bir şey gibi göstermeyi her şeyden çok arzuluyordum.

Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse, bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil, bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.





*


Kusursuz bir idealist olan benim için dünyanın kendisi, bütün evren, koşuşturan bir gürültüden, bir şayiadan, sahte bir söylentiden başka bir şey değildir.(...)
Yaşam, bütün yaşam, ezeli bir şayiadır ve ölüm, bütün ölüm bu şayianın ezeli inkarıdır. Umut, aşk, yanılsama, geleceğe kaygılı inanç, şimdiki zamana duyulan ürkek güven... Bütün bunlar yaşamın nesnesi ve kendisi içinde varlığına son verir. Benim için şeylerin yüzeyinden başkası yoktur - gerçekliklerin içinde oluşan bu yüzey-

 Düşüncenin bütün bu yolları, kederlerin bu Roma'sına çıkar; buradaki papa akla başvurmaz, kutsal fermanlarda duyguya başvurmaz.

Bana aşina gelen, ama pek az sayıda başka insanın ancak ender ve korkunç vesilelerle, o da belli belirsiz bilebildiği bir olgu var: Dünyanın temsil ettiği entelektüel gizem ve dehşet duygusu. Evrenin içi boş bu duyumunun korkunç bir yanılsama olarak algılandığı, en gündelik, ruhumda ve kanımda hissettiğim yakın düşmandır bu. Bu korkunun tesadüfi olduğu ve bir şimşek gibi, ürkütücü bir an sürdüğü dönem geçti. Bu korku bugün benim manevi yaşamımla aynı tözden; öyle ki, dünyanın gizemine dair bu bilinçten kurtulmayı bir anlamda başardığım ruhsal anı kendime yabancı hissediyorum.

Yaşam, tadı çıkarılması gereken bir kötülüktür.



*


Bu dünyaya dair tek gerçek saptama, düşünen öznenin varlığını saptayandır - cogito ergo sum.

Hiçbir şey anlamıyoruz, kulak kabartmış yürüyoruz.

Bütün bunlar havasızlık gibi boğuyor beni. Bütün bu satırları ya da başka herhangi bir satırı - tüm dünyada yazılmış ve birbiri ardına gayet iyi dizilmiş bütün satırları- yazmak ne işe yarar diye kendi kendime soruyorum... Evren kapalı bir kapıya çıkan yarı aralık bir parmaklıktır. Bu eşiğe dair mitler yaratıyoruz, kilitlere dair teoriler yaratıyoruz - ama anahtarımız yok, asla içeri giremeyen hayali çilingirleriz.

Biz, anlama manyaklığımızın kurbanıyız az çok. Oswald'ın talep ettiği güneş gölgesinin etkisi bu. İşte, insan binlerce yıldır güneşi istiyor, tıpkı Oswald gibi ve belki de aynı nedenle. Ama güneş henüz ona verilmedi. Işık, biraz daha ışık, dedi Goethe; bütün insanlık gibi. Ve aniden yazgı, İnsanlığa verdiği gibi, ona da büyük karanlıklar verdi.


Esrarın, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'a indirgendiği kimselere ne mutlu! Talih kuşu konmuş başlarına! Onlar için uzam, evlerini bürolarından ayıran mesafedir; zaman, yemek yemeleri için gereken süredir; madde ise sivilcelerini sıktıklarında içinden çıkandır. Salaklık; senin adındır Mutluluk!

Ama esrarı hiçir şeye indirgemeyenler de mutludur, çünkü onlar bunu düşünmez bile
Ne mutlu onlara ki, Madde derken her şeyi söylerler.

Yaşam özünde elbette monotondur. Dolayısıyla mutluluk, makul bir ölçü içinde, yaşamın monotonluğuna uyum sağlamaktan ibarettir. Monotonlaşmak, yaşama benzemektir; kısaca tam anlamıyla yaşamaktır bu. Tam anlamıyla yaşamak ise, mutlu yaşamaktır.

Monotonluğa uyum sağlamak, her şeyin hep yeni olduğunu görmektir. Burjuvanın yaşama bakışı, bilimseldir; gerçekten de, her şey daima yenidir ve bugünkü bugünden önce bugünkü bugün asla olmamıştır.

Elbette burjuva bunların hiçbirini söylemez. Eğer söyleyebilseydi mutlu olmazdı. Benim saptamalarıma gülmekle yetinir; ve gelecek kuşakların üzerinde düşünmesi için benim burada ifade ettiğim düşüncelere bütün ayrıntılarıyla yol açan şey bu gülümsemedir.








*
"Kısa süre önce vefat etmiş Fernando Antonio Nogueira Pessoa
(hakkında yazıyorum size) Ölümü muhtemelen bir intihardır."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder