ISIDORE DUCASSE

1850: Montevideo

Lautreamont Dört Yaşında

Isidoro Ducasse, Montevideo Körfezinde dünyaya gelmiş, çifte sıralı surlar, kuşatılmış kenti kırlardan ayırıyor. Isidoro top ateşlerini duymaktan, her Tanrının günü atlarının üstünde ölüp giden askerleri görmekten sersemlemiş olarak büyüyor.

Ayakkabıları denize götürüyor onu. Kumların üstünde, yüzünü rüzgâra vermiş durduğu yerden çocuk denize soruyor: müziğin, kemandan çıktıktan sonra nereye gittiğini, gece olunca güneşin nereye gittiğini, ölenlerin nereye gittiğini, Annesinin nereye gittiğini soruyor denize, anımsayamadığı, hayalinde nasıl canlandıracağını bilemediği, adını anması yasaklanmış olan o kadın. Birileri ona öteki ölülerin, annesini mezarlıktan kovduğunu söylemişti. Her zaman o kadar çok konuşan deniz şimdi yanıt vermiyor ve çocuk, gözlerinden yaşlar akarak yamaçtan yukarı koşuyor, koskocaman bir ağaca var gücüyle sarılıyor, ağaç devrilmesin diye.




1870: Paris

Lautreamont Yirmi Dört Yaşında


Konuşma özürlüydü ve durduk yerde yoruluverirdi. Gecelerini piyano başında, notalarla sözcükleri örerek geçirir ve sabah olduğunda gözleri kan çanağına dönerdi.


Isidore Ducasse -hayali Lautreamont Kontu- ölmüştür. Montevideo savaşı sırasında-doğup büyüyen, ırmak-denize sorular soran o çocuk, bir Paris otelinde öldü. Yayımcısı onun Kanto’larını kitapçı dükkânlarına yollamaya cesaret edememişti.

Lautreamont bitleri ve kulamparaları öven şiirler yazmıştı. Şarkılarını genel evlerin kırmızı fenerlerine ve kanı şaraba yeğleyen böceklere söylemişti. Bizleri yaratmış olan sarhoş Tanrıyı azarlamış, dişi bir köpekbalığının dölü olmanın insanlığa yeğ olduğunu ileri sürmüştü. Uçurumdan aşağı atıvermişti kendini, sırasında delirmeyi ve güzelleşmeyi de bilen bir leş parçası. Ve dibe inerken yırtıcı imgeler, şaşırtıcı sözcükler keşfetmişti. Yazdığı her sayfa, yırttığınız zaman çığlık koparır.

Eduardo Galeano


filozof-şair

Psikiyatrinin, daha insani bir şekilde yaşanması için, sadece şiire değil felsefeye de ihtiyacı vardır; felsefenin de şiire ihtiyacı vardır. Felsefi düşünce ile şiirsel yaratıcılık, düşünme ile şiir yazma arasındaki ilişki, dili baş döndürücü bir karmaşıklık barındırmakla birlikte, özgün hermeneutik yönleri açısından okunması ve incelenmesi ihmale gelmemesi gereken Heidegger'in bir kitabında ustalıkla ortaya konmuştur. Filozof şöyle yazmaktadır:

Düşünmek ile şiir yaratmanın ortak kökeni o kadar yakın görünmektedir ki, bazı düşünürler kendi düşüncelerini şiirsel öğeyle ifade ederler ve bazı şairler, sadece, düşünürlerin özgün düşünme şekillerine yakın olduklarından dolayı şairdirler. Batı felsefesinin son filozofu, Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt'teki "şair"e istinaden seve seve "filozof-şair" olarak adlandırılmaktadır.

Nietzsche'den Hölderlin'e, filozof-şairden şair-filozofa; Heidegger sözünü şöyle sürdürmektedir:

Öte yandan, biliyoruz ki şair Hölderlin, derin düşünmesinin kapsamlılığını, sahip olduğu potansiyeli ve de ziyadesiyle sezdiklerini, felsefeyle olan eşsiz yakınlığına borçludur - böylesi bir yakınlığın, Yunan şairleri Pindarus ve Sophokles haricinde, eşi benzeri yoktur, kaldı ki Hölderlin bu iki şairle daimi bir diyalog içindedir.

Heidegger, Nietzshe'ye ve Hölderlin'e, onların hayranlık uyandıran şiirsel düşüncesine atıfta bulunarak, bir kez daha şunları söylemektedir:

Nietzsche düşünürün bir şekilde şair olduğunu, Hölderlin de şairin bir şekilde düşünür olduğunu söylemekte bir yerde haklıdır, şiir yaratmak ile düşünmek birbiriyle eşsiz ve harika bir şekilde bağıntılı - hatta belki de birleşiktir.

Böylesine keskin ve kökten olan bu çıkarımlar, çok farklı tarihsel ve biyografik bir bağlama sahip olsa da, Giacomo Leopardi'nin takdire şayan şiirsel ve felsefi söylemi için de geçerli olamaz mı?


*
Eugenio Borgna

Herve Guibert (1955 - 1991)


"Yeterince kitap okudum mu yaşamda, yeterince yazdım mı?"


Hastane Günlüğü (Herve Guibert)


Yazar ve Fotoğrafçı Herve Guibert'in Aids'ın ardından, bir virüs nedeniyle kör
olma tehlikesine karşı yattığı hastanede, 17 Eylül - 8 Ekim 1991 günleri boyunca tuttuğu 
günlük: Hastane Günlüğü (Cytomegalovırus) 






***

Bu hastane günlüğünü tutmakla iyilik mi, kötülük mü ediyorum, bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, iyilik eden yazarlar var, Handke, Walser, hatta, çelişkin olarak yazma dehasının canlılığı içinde Bernhard, bir de kötülük edenler var, Sade var kuşkusuz, ya Dostoyevsky? Şimdi birinci ulamda yer almayı yeğlerdim doğrusu.

...

Sağ göz çok bozuk; okumak zor. Müzik dinleme: henüz sağır değilim.

...

Karın ekografisinden önce, bir camın arkasında bekliyorum: hastanenin ziyaretçilerinin bir yürüyen merdivenden inip şu ya da bu servise yöneldikleri görülüyor. Kendi kendine, ateşli ateşli konuşan, her yaştan bir sürü adam. Pijama ve robdöşambrlı yaşlılar. 

Gençlerin gövdeleri çoğu kez iliklenmemiş bir gömlek ya da bir ceket altında çıplak.

...

Eskiden "Gözleriniz güzel," derlerdi bana, ya da "Dudaklarınız güzel," derlerdi; şimdi hastabakıcılar, "Damarlarınız güzel," diyorlar. Hekim, karın ekografisi yapan, yabancı gibi konuşan genç kadın, arkasından ekrana doğru eğilen asistanına: "Şuna bak, ne kadar güzel!" diyor. Bana da şunları söylüyor: "İçeriden olağan dışı ve ender rastlanan bir yapınız var. Birkaç film de kendimize çekeceğiz." 

...

T. pencerelerimden neler gördüğümü sordu, ona yanıt verirken odada yürüyorum: "Bir çevre yolu, küçük bir orman, kamyon kiralayıp kamyon onaran bir işyeri, hastanenin otoparkı, birkaç ağaç. Sonra, uzakta, Paris.

...

Yazma zamanı uyumlandırma ve geçirme biçimidir de. 

...

Bugün belki içinde öleceğim odayla tanışmışımdır. 
Henüz onu sevmiyorum.

Tropik Düşler / Gauguin


“Umarım ki pek yakında, gün gelsin ki kendimi bir okyanus adasının ormanlarına gömeyim, haz, huzur ve sanatla yaşayabileyim. Avrupa’daki o para mücadelesinden uzakta, yeni bir ailenin mensubu olarak. Tahiti’nin o güzelim tropik gecelerinde, çevremdeki gizemli varlıkların sevgi dolu ahengine ritm tutan kalp atışlarımın o tatlı tatlı homurdanan müziğini dinleyebileyim. Para sorunundan uzakta, sonunda özgürleşmiş olarak sevebilmek, şarkı söyleyebilmek ve ölmek mümkün olacak.” (Karısı Mette’e, 1888)


“Tropikleri atölye yapacağım kendime. Cebimdeki parayla, Uluslararası Sergi’de gördüğümüz evlere benzer bir ev alabiliyorum.” (Emile Bernard’a, 1890)



“Ben kararımı verdim. Yakında Okyanusya’da küçük bir ada olan Tahiti’ye gideceğim. Orada yaşamın maddi gereksinimleri para olmadan da karşılanabiliyor. Geçmişin tüm talihsizliklerini unutmak, başkalarının gözünün yargısıyla kazanacağım zaferlerden uzakta özgürce resim yapabilmek, orada ölebilmek, burada unutulmak istiyorum. Çocuklarım da gelebilse, benimle olabilse tümüyle kopmuş olurdum buralardan. Avrupa’da gelecek nesiller için korkunç bir çağın suyu kaynamaya başladı: altın krallığının. Her şey çürümeye yüz tutmuş, insanlar bile, sanat bile. Orada, sonsuz bir yaz göğünün altında, olağanüstü bereketli topraklar üzerinde, Tahitililerin yemek yiyebilmek için elini toprağa uzatması yetiyor, ayrıca çalışmaları gerekmiyor. Avrupa’da insanlar soğuk ve açlık içinde bitmez tükenmez bir çalışma ve sıkıntısıyla mücadele verirken, Tahitililer, Okyanusya’nın bilinmeyen o cennet adasında yaşayan mutlu insanlar, hayatın yalnızca hoş taraflarını biliyorlar. Onlar için yaşamak, şarkı söylemekten ve sevmekten ibaret. Hayatımı bir düzene koyduktan sonra, bütün o sanatsal kıskançlıklardan ve ucuz ticaretten uzakta başyapıtlar üretmeye adayabileceğim kendimi. Sanatta zamanın dörtte üçü ruhun durumunu düşünmekle geçer, o halde büyük ve kalıcı işler yapabilmek için insan kendine iyi bakmalıdır.” (J.F. Willumserie'e, 1890)

Paul Gauguin

GAUGUİN (Akıl Çağı - Sartre)


"Bu Gauguin," dedi..
Üzerinde “Otoportre” yazılı bir etiket bulunan dört köşe bir tabloydu. Gauguin solgun ve dağınık görünüyordu, iri çenesiyle yüzünde rahat bir zekâ ve biraz çocuksu, kederli bir kendini beğenmişlik vardı. Ivich yanıt vermedi, Mathieu yan gözle ona baktı: Ancak ışığın yanıltıcı parlaklığıyla yaldızlarını kaybetmiş saçını görebildi. Geçen hafta, bu tabloyu ilk gördüğü zaman Mathieu çok güzel bulmuştu. Şimdi tablonun karşısında duygusuzdu. Zaten tabloyu görmüyordu: Mathieu gerçekle ağzına dek doluydu. Üçüncü Cumhuriyet ruhuyla sarmaş dolaştı; gerçek olan ne varsa hepsini görüyordu; hepsini, bu klasik ışığın aydınlattığı her şeyi, duvarları, duvarlardaki tabloları, tablolardaki kabuklaşmış renkleri. Yalnızca resimleri görmüyordu; resimler sönmüş, kapanmıştı ve bu aklı başında dünyada, çizecek ve boyayacak, tuvallerin üzerinde var olmayan şeyleri canlandıracak insanların yaşadığını düşünmek, korkunç bir şeydi.

Bir erkekle bir kadın salona girdi. Erkek potin düğmelerine benzer gözleri, yumuşak, beyaz saçları olan bembeyaz, iriyarı bir adamdı; kadın, daha çok bir ceylana benziyor, kırk yaşlarında görünüyordu. Girer girmez, evlerindeymiş gibi rahatlamışlardı: Böyle yerlere alışık olmalıydılar, onlardaki gençlik iddiasıyla bu seçilmiş ışık arasında inkâr edilmez bir yakınlık vardı: Bu çeşit gençlik, en kolay, bu sergilerin aydınlığında korunabiliyordu. Mathieu karşı duvarın ortasındaki büyük, küflü lekeyi gösterdi:

“Bu da Gauguin.”

Gauguin, fırtınalı bir göğün altında, beline kadar çıplak, delilerin sert ve aldatıcı gözleriyle, dimdik, bakıyordu. Yalnızlık ve gurur yüzünü kemirmişti, bedeni, içi su dolu, yumuşak ve etli bir tropik meyvesi olmuştu. Kendine saygısını ve onurunu yitirmişti. O insanoğluna özgü onur ki, Mathieu, ne işe yarayacağını pek de bilmeden korumuştu hep ve gururunu yitirmemişti. Gauguin'in arkasında karanlık birtakım varlıklar, simsiyah şekillerden bir karmaşa vardı. Bu çılgın ve korkunç bedeni ilk gördüğü gün Mathieu heyecanlanmıştı, ama o gün yalnızdı. Bugün yanında kin dolu bir küçücük insan vardı ve Mathieu kendinden utanıyordu. Utançtan da öte: Duvar dibinde bir kocaman çamur yığını.

Adamla kadın yaklaşmışlar, tablonun önünde iddialı bir dikkatle duruyorlardı. Ivich bir adım çekilmek zorunda kaldı, çünkü önünü kapamışlardı. Erkek biraz arkaya eğilerek tabloya hoşnutsuz bir ciddiyetle baktı. Buna yetkiliydi, rozeti vardı.

Başını sallayıp dilini hoşnutsuzluğunu belirtmek için damağında şaklatarak, “Bundan hiç hoşlanmadım,” dedi. “Kendini Hazreti İsa zannediyormuş galiba. Hele şu siyah meleğe bak, arkada, arkasında, yakışıksız, laubali...”

Kadın gülmeye başlamıştı; kuş cıvıltısı gibi bir sesle, “Tanrım,” dedi. “Gerçekten, o melek pek uyduruk bir şey!”

Adam ciddi bir tavırla, “Düşündüğü zaman Gauguin'i sevmiyorum,” dedi. “Gerçek Gauguin süsleyen Gauguin'dir.”

Gri flanelden iyi dikilmiş giysisi içinde dik ve kuru, o çıplak bedenin karşısında durmuş, Gauguin’e bebek gözleriyle bakıyordu. Mathieu tuhaf bir fıkırdama duyarak döndü: Ivich gülmekten katılmak üzereydi, dudaklarını ısırarak umutsuz gözlerle ona bakıyordu. Mathieu, bir sevinç fırtınası içinde, “Bana küsmemiş,” diye düşündü. Kolundan tutarak onu, iki büklüm, salonun ortasındaki deri koltuğa sürükledi. Ivich gülerek kendini koltuğa bıraktı: Saçları karmakarışık yüzündeydi. 
Yüksek sesle, “Müthiş, harika,” dedi. Ne diyordu; Gauguin'i düşündüğü zaman sevmiyorum” mu diyordu? Ya kadın! Aman Tanrım! O kadın o adama ne kadar yakışıyor ama...

Adamla kadın, tereddütle bakınarak duruyorlardı: Gözleriyle, hangi tarafa gideceklerini birbirlerine sorar gibiydiler.

Mathieu, usulca, ‘Yandaki salonda başka tablolar var,” dedi. Ivich gülmekten vazgeçmişti, keyifsiz bir sesle, “Yok,” dedi. “Kalabalık oldu şimdi...”
“Çıkalım isterseniz.”

“Evet, çıksak fena olmaz, bu tablolar başımı ağrıttı. Biraz dolaşıp hava almak istiyorum.”

Kalktı. Mathieu, sol duvardaki büyük tabloya üzgün gözlerle baktıktan sonra arkası sıra yürüdü, o tabloyu Ivich’e göstermek isterdi. İki kadın çıplak ayaklarıyla, yerde, pembe otlara basıyorlardı. Birinin başında bir kukuleta vardı, o büyücüydü. Öbürü kolunu peygamberlere özgü bir rahatlıkla, ileri uzatmıştı. İkisinde de cansızmışlar gibi bir görünüş vardı. Sanki tam maddeye geçiştikleri, canlıdan eşyaya doğru değiştikleri anda yakalanmışlardı.

...

Ivich, “Deli miydi acaba?” diye sordu.

"Gauguin mi? Sanmam. O tablo için mi soruyorsunuz bunu?” “Gözleri için. Sonra, o arkasındaki siyah şekiller vardı, kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı sanki.”

Sesinde gizli bir özleyişle:

“Güzel adammış,” diye ekledi.

Mathieu, şaşırmıştı.

Flora Tristan


1896: Papeete


Tuval çıplak ve kocaman, kendini bir meydan okuyuşla sergiliyor. Paul Gauguin resim çiziyor, çevresinde bir şeyler aranıyor, sonra renkler,  dünyayla vedalaşırmışçasına tuvala dağıtıyor ve umarsızlıkla, "Nerden geliyoruz biz?" diye yazıyor. Neyiz, nereye gidiyoruz?


Yarım yüzyılı aşkın bir zaman önce Gauguin’in büyükannesi de aynı soruları sormuş ve bunlara yanıt bulmak uğruna ölmüştü. Flora Tristân’ın Perulu ailesi bundan hiç söz etmezdi, uğursuzluk getirirmiş gibi, ya da Flora deliymiş ya da bir hayaletmiş gibi. Paul, Lima’daki çocukluğunun o uzak yıllarında büyükannesini sorduğunda evdekiler,

"Yatak vakti geldi, saat geç oldu," diye karşılık verirlerdi.

Flora Tristân kısa yaşamını devrim düşüncesini yayarak tüketmişti: proletarya devrimi; baba, koca ve patron kölesi olan kadınların devrimi. Hastalık ve polis onun işini bitirdi. Flora Tristân Paris’te öldü. Tabutunu Bordeaux’lu işçiler satın aldılar ve sehpa üstünde mezarlığa taşıdılar.


Edouarda Galeano

MARGUERİTE YOURCENAR / Hadrianus'un Anıları


Hadrianus'un Anıları'nda insanlar Antinous’un öyküsünü, bir aşk serüvenini görmek istediler, ancak aşk yalnızca kitabın beşte birinde yer oluşturur, elbette ki en heyecanlı bölümünü. Elbette çok değerlidir, çünkü Hadrianus’un yaşamında da değerli olmalıdır. Ancak hiç de yapıtın tümünü simgelemez. Aşksız Hadrianus’un Anıları imgelenebilir; bu eksik, ancak yine de büyük bir yaşam olacaktır.


Hadrianus'da, yaşamının sonuna doğru onu çevrelemeye başlayan bir tür dinsel coşku vardır. Dönemle ilgili belgelerde bu açıkça görülebilir. Günümüzdeki tanrıbilimsel jargon'un dediği gibi, insanlar bir güce, bir büyüleyime inanıyorlardı. Bunu onun dışında kimse için söyleyemeyiz, bu ister büyük bir oyuncu, ister büyük bir müzisyen, isterse de halkını ölüme sürükleyen Reverend Jones olsun. Bu bir yetenektir, zorunlu olarak, güçlü yanı olmasına karşın, Hitler gibi bir “Lider'de olmayan özel bir yetenektir. Yaşamının sonuna doğru, pragmatizmine karşın, Hadrianus esinli ya da sanrılı bir insan olur.

Başlangıçta, çok yetenekliymiş gibi görünmez; Hadrianus'un ilk dönemleri yavaştır ve bu onda beni ilgilendiren şeylerden biri. Çünkü on beş yaşından kırk yaşına kadar, tüm aşamaları yavaş yavaş geçer. İyi bilmediği Latince’yi öğrenir (Sevilla aksansıyla konuşur), Yunanca'yı öğrenir, kendisini yetiştirir; tüm askeri ve sivil görevlerden geçer; barbar ülkelerle ilgili deneyim kazanır; Domitius'un yönetimi altında ortaya çıkan kriz döneminde, olaylara karışmadan, önlemli bir şekilde davranır, genç olduğu için akıl hocası bilgeler tarafından frenlenir. Roma barışının insanı, on beş yılını savaşlarla geçirir. İmparator olur olmaz, Parth savaşını durdurur. Daha sonra, istemese de -Filistin savaşıdır bu- ancak yıllar sonra, farklı gereksinimleri olan iki uygarlık arasındaki ezeli yanlış anlama yüzünden, kuşkusuz savaşmak zorunda kaldı. Bu yüzden, ona bu savaşın yenilgilerinden biri olduğunu söylettim.

Hadrianus bir dehadır. Günümüzdeki birçok tarihçi benimle aynı düşüncededir. Çünkü ender bir zekâyla, sürekli olarak yenilik ya da durmadan düzeltim yapar. Borca batmış bir İmparatorluk devralır ve hayran olunası bir yetenekle, ekonomiyi yeniden ayaklandırır; demagojik sözbilime düşmeden, köleliğin koşullarını iyileştirir; paralarının üzerinde de dediği gibi, “ülke sınırlarını kesinler". Bununla birlikte. Roma birliğini tehlikeye sokmadan, illeri "eski durumlarına kavuşturur". Kanunları inanılmaz ölçüde esnektir, hayranlık uyandıran bir görgücülükle, Yunan felsefecilerin düşüncelerini uygular ve Helenizm’i kendisini zorla kabul ettirmez; Yunan sanatında kendisiyle birlikte sona eren, yeni bir gelişme dönemi başlatır, ne Praxitele ne de Scopas onun hizmetinde çalıştı, ancak Yunan sanatı kısmen de olsa o çalışma sayesinde bu güne ulaştı. Her konuda çok zekiydi. Geçmişle ilgilense de, geleceği o kadar da unutmadı. Bize, Sueton'un, büyük gösterili filmlerin ve romanların tipik imparatorundan, daha yakındır; bir anlamda, bir Rönesans insanıdır.

Ancak çok daha eski bir dünyaya. Yunan dünyasına yönelmiştir. Rönesans insanlarının yaptıkları gibi. Ancak, onunla karşılaştırılabilecek bir Yunan politika adamı tanımıyorum; onlarda eksik olan yetkinliktir. Yunanistan kendisini önemsiz çekişmelerle öldürdü. Bir ayrık vardı elbette ki. Büyük İskender, ancak o da kayan bir yıldızdı.



Marquis de SADE




Kim ki içgüdülerine karşı çıkmamıştır, kim ki kendine uzun bir cinsel yoksunluk devresi dayatmamıştır, ya da imtinanın bozukluklarını hiç yaşamamıştır, o kişi cinayetin diline de vecdin diline de kapalı kalacaktır: Marquis de Sade’ın saplantılarını da, Aziz Jean de la Croix'nın saplantılarını da hiçbir zaman anlamayacaktır.

Cioran

Bazen


Okumak / Susan Sontag


Okumak benim eğlencem, kafa dağıtma yolum, tesellim, benim küçük intiharım. Dünyaya katlanamadığım zamanlar bir kitap alıp battaniyenin altına kıvrılırım. Beni her şeyden uzaklaştıran küçük bir uzay gemisi gibidir. Ama sistematik bir okuyucu değilim. Çabuk okuduğum için şanslıyım: Çoğu okuyucuya kıyasla hızlı okuduğum söylenebilir; bu da çok okuyabilmek gibi büyük avantajları beraberinde getirir, ama dezavantajları da vardır çünkü hiçbir şeyin üzerinde durmam. Hepsini okur ve kafamda pişmelerini beklerim. Çoğu kişinin sandığından daha cahilim. Yapısalcılığın veya semiyolojinin anlamını açıklamamı istesen söyleyemem. Barthes'ın bir cümlesindeki bir imgeyi hatırlayabilir veya aşağı yukarı anlayabilirim ama tam çözemem. Yani bu konularla ilgileniyorum ama CBGB'ye de gidiyorum ve başka bir sürü şey de yapıyorum...

Bazen


Savaşın Felaketleri / Goya



Goya'nın taşbaskılarındaki dehşet dehşet olarak kalır, 
ama aynı zamanda dehşetin dehşetini ebedileştirirler.

Herbert Marcuse


Savaşın Felaketleri'nde iğrenç zalimliklerin sergilenmesiyle hedeflenen, besbelli ki o görüntülere bakanları uyandırmak, sarsarak şok etmek ve derinden yaralamaktır.

Goya'nın sanatı, Dostoyevski'ninki gibi, ahlâki duygular ve kederin tarihinde (eserlerinin derin, özgün, ilgi ve merak çeken niteliğiyle) bir dönüm noktasında duruyor görünmektedir. Goya'yla birlikte sanata, acıya duyarlılık açısından yeni bir standart gelmiştir. (Ve benzer duyguları hisseden sanatçılar için de yeni konular: örneğin, Goya'nın, bir inşaattan taşınan yaralı bir işçiyi çizdiği resminde göze çarpan türden.) Savaşın zalimliklerinin dökümü, izleyicinin duyarlılığına bir saldırı şeklinde tasarlanmıştır. Her resmin altındaki yazılı açıklayıcı ifadeler, resmin bıraktığı izlenime kışkırtıcı bir boyut katarlar. Resimler, her görüntü gibi, "bakma'ya çıkarılmış bir davetiye iken, resimlerin altındaki yazılar çoğunlukla sadece bakmanın güçlüğü ve yetersizliği üzerinde dururlar. Bir ses -muhtemelen sanatçının sesi- izleyiciyi kızdırıp köşeye sıkıştırır:  Bu resme bakmaya dayanabilir misiniz?

Bir resmin başlığında açıkça şu bildirilir: "Buna bakılamaz" (No se puede mirar)




Başka bir resim yazısı şunu söyler: "Bu kötüdür" (Esto es malo)



Başka bir resim yazısı anında kestirip atar: "Bu daha kötüdür" (Esto es lo peor!)


Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag

Fotoğraf Üzerine, bir fotoğrafçının yazacağı bir kitap değil; fakat fotoğrafçılar kitabın içeriğinin büyük bir kısmına elbette aşinalar. Konunun nirengi noktası, bunu önceden açıkça ifade etmemeleri veya bu konunun üzerine konuşulmanın onların lehine olduğunu düşünmemeleri. Henri Cartier-Bresson veya Richard Avedon gibi şahsen tanıdığım fotoğraf sanatçılarıyla konuştuğumda kitabımdaki gerçeklerin farkında olduklarım gördüm. Elbette bunları kaleme almazlardı ve zaten işleri de bu değil. Bazı eleştirmenler bana "sen fotoğrafçı değilsin ki" dediler; çok doğru bir tespit ve çok kötü bir eleştiri. Bu kitabı yalnızca fotoğrafçı olmayan ve parasını fotoğraf çekerek kazanmayan biri yazabilirdi. Benim işim bakmak ve fotoğraflardan keyif almak; fotoğraf çekseydim Fotoğraf Üzerine'yi asla yazamazdım.

Susan Sontag


Son-uç


E.B.

YA ŞİİR YA HAYAT

"Şiirin içine edeyim"
 demişti Rimbaud ömrünün sonunda.
 "Şiir önemli değil"
 der bir dizesi Eliot'ın.
Ve Larkin: "Neden yazamıyorsun?
 Sen de benim gibi 
edebiyatın ne kadar önemsiz
 olduğunu mu kavradın yoksa?"


"Yazmadan yaşayamam" diyor
 karıştırdığım bir dergide
 gözlüklü, şişman bir budala:
"Ya şiir ya ölüm "

Marketten getirdiğim torbaları
 boşaltıyorum mutfakta 
Dışarıda tanıdık boz sincap 
bahçeye gömüyor fındıklarını,
daha kaç ay yaşayacağını 
merak etmeden hiç; 
çiçekler saksılarında duruyor.
Kuzey Denizi'ne doğru 
kayıyor yavaşça bulutlar.
Her şey tam, kararlı, dingin
ve ötesinde sözcüklerimizin.

*

Yol notları kitabından
Şavkar Altınel

Buz Denizi (Caspar David Friedrich)




Caspar David Friedrich'in doğasında karamsarlık varmış. Ünlü tablolarından Buz Denizi'ni, insanın yerküreden kaybolacağı gelecek bir çağın görünümü olarak tasarladığını ileri sürenler olmuş. Daha gerçeksi yorum, kendisini kurtarayım derken boğulan kardeşinin silinmez anısıyla Baltık Denizi'ne baktığı yolunda.

Tek kelime barındırmayan bir tablo, birini ya da ötekini söylüyor olabilir mi? Anlam'dan, resim sanatını o yükten kurtarmayı hedefleyen birkaç ressam kuşağı, durumu geri-dönüşsüz biçimde dönüştürmeye yetmedi. Tersine, 'çağdaş sanat'la birlikte Anlam yeniden yüksek kata tırmandı sanat yapıtlarının dünyasında.

CDF, klâsik bir ressam. Bu türden kaygılara kapalı bir çağın ürünü resimlerinde hem Anlam ve türevleri kol geziyor, hem de onlara kenetli bir kavram, sanatçının dünyası diye tanımlanagelmiş bir gerçeklik tabakası biçimleniyor.

Gene de. Buz Denizi’ni ayıran, asıl resimsel kudreti.

E.B.


***

Caspar David Friedrich:

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/ask-acs.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/sis-denizi-uzerinde-bir-gezgin.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/yalnz-agac-caspar-d-friedrich-1822.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/ks-manzarasndan-ayrnt-1811-caspar-david.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/sabah-ogle-ogleden-sonra-aksam-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/deniz-kenarndaki-kesis-1808-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/caspar-david-friedrich-1774-1840.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/pus-denizindeki-gezgin-1818-caspar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/romantizm-ve-yucelik.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/05/selfie-taking-wanderer-above-sea-of-fog.html

Ya hakikat?


Ya hakikat?, diye soruyor Virginia Woolf, yazıda var kılıyor onu. 



Yedi Yaşındaki Şairler (Sait Faik / Rimbaud)


Arthur Rimbaud'nun bu şiirini bana hatırlatan yedi yaşında bir mahluk oldu. 23 Nisandaydık... Millet sokaktaydı. Bir aralık ortalık karardı ve tenhalaştı. Herkes sinemalara girmişti. Sinemadan çıktığım zaman kapıda elinde bir "Son Dakika" gazetesiyle, "Bir tane kaldı!" diye bağıran bir çocuk gördüm. Birbirinden küçük bir sürü yavru bağırıyorlardı:

- Son Dakika, Son Dakika!..

Taksim'den Harbiye'ye çıkan -hadi söyleyelim kelimesini- bulvarda Rimbaud’nun "Les Poetes de sept ans" ismindeki şiirini hatırladım.

Bana bu şiiri hatırlatan o "Bir tane kaldı!" diye bağıran çamurlu elli, sarı kalem bacaklı, kıvırcık saçlı çocuktu.

Üzerinde oldukça temiz bir esvabı, üstleri yamalı olmakla beraber sabahleyin boyanmış ve hatta tabanının etrafına kuvvetli bir vernik sürülmüş ayakkabıları bile vardı.

Çorabının bir tanesi düşmüştü. Ötekisi; çok fakir, fakat muntazam bir ananın sabahleyin çektiği ve yerleştirdiği şekilde duruyordu.

ileride ve etrafımızda birçok çocuklar daha bağrışıyorlar. Yüzlerinden işi çok ciddiye aldıkları anlaşılıyor: Halbuki bu küçük, bir şairden başka bir şey değildi. Anası pekâlâ çamaşır yıkıyor, küçüğünü mektebe gönderebiliyordu. Nazik, iyi bir hatundu... Elinden iş gelirdi. Mahallede ise oldukça itibarı vardı.

Hele çocuğunun gazete satmasını hiç istemiyordu.


Paddle to the Sea (1966)



Amerikalı yazar  Holling C. Holling'in 1941 tarihli çocuk kitabından uyarlanan ve 1966 yılında en iyi kısa film dalında oscar'a aday gösterilen Paddle to the Sea'yi izledim bugün. Bir çocuk yolculuk hayalini gerçekleştirsin diye sedir ağacından oyarak yaptığı kayığı bir tepede bahar günü eriyerek göle akan karların üzerine bırakır.



"Nereden gelmişti o? Küreksiz Kayık adlı bu küçük yaratık buraya kadar nasıl gelebilmişti? Kayığın, deniz kıyısındaki bu Deniz Fenerine ulaşana kadar binlerce millik yolu katettiğini nereden bilebilirdi. Gaspé'yi geçmişti. Quebec'i geçmişti. Montreal'in ötesinden. Toronto'nun ötesinden. Huron Gölü'nün ötesinden. Ta Nipigon eyaletindeki Superior Gölü'nün kuzeyinden gelmişti. Kayık, bir kış günü orada ormanın derinliklerinde yer alan bir kulübede doğmuştu. Ormandaki bu kulübede yaşayan çocuk sedir ağacından bir parça aldı ve Küreksiz Kayığı oymaya başladı. Çocuğun adı Kyle Apataigan idi. Çocuğun bir hayali vardı. Tek başına gerçekleştiremeyeceği bir yolculuğun hayaliydi bu. Ama belki de Küreksiz Kayık onun yerine, bu hayali gerçekleştirebilirdi."





Hell or High Water

hell or high water filminde jeff bridges'ın canlandırdığı şerif son zamanlarda sinemadaki favori adamım... kieslowski diyordu, filmler buralarda bir yerlerdeler. içimizde bir yerlerde kalıyorlar. hayatlarımızın, iç dünyalarımızın bir parçası haline geliyorlar. gerçekten olmuş olaylar kadar bize aitler diye. hell or high water'ı daki şerifi de ekledim ben onlara..






yüksek düzeyde günlükler listesi

Değindim, seçecektim, bir gayret ‘yüksek düzeyde günlükler listesi’ için onluk bir öneri dökümü yapayım hiç değilse:

1. Gustave Herling
2. Max Frisch
3. Franz Kafka
4. Werner Herzog
5. Tomris Uyar
6. Virginia Woolf
7. Thomas Mann
8. Musil
9. Goethe/îtalya Yolculuğu
10. Kierkegaard

Hayır: Bu liste kesin bir görünüş taşıyor diyemem. Goethe sayılmazsa, şair günlüğü yok listede. Coleridge’in Notebooks’u, Valery’nın Cahiers’sı önem verdiğim toplamlar ama onları günlük saymak ne kadar doğru olur?

Konuyu tartmayı sürdürmemin kestirme yolu ikinci onluk desteyi düşünmekten geçiyor sanıyorum. Deneyeceğim:

11. Paul Klee
12. Ataç
13. Gombrovvicz
14. Seferis
15. Jean Clair
16. Strindberg
17. Montherlant
18. Pessoa
19. Benjamin
20. Brecht


E.B.

1835: GALAPAGOS




Denizle sislerin içinden kapkara adalar yükseliyor. Kaya üstlerinde, şekerleme yaparcasına, inek büyüklüğünde kaplumbağalar kıpırdanmakta, aralıklarda da iguanalar süzülüyor, kanatsız ejderhalar.

"Cehennem başkenti," diye fikir yürütüyor, Beagle gemisinin kaptanı.

Demir atıldığı sırada Charles Darwin, "Ağaçlar bile kötüymüş gibi geliyor insana," diyor.

Galapagos Adalarında Darwin ‘gizemler gizeminin’ aydınlanmasına iyice yaklaşıyor. Burada, yeryüzündeki hiç sonu gelmeyen değişimlerin anahtarının kokusunu alıyor. Burada, ispinozların gagalarını nasıl kusursuzlaştırmış olduklarını görüyor: iri, sert tohumları kıran gagalar birer fındıkkıran biçimini alırken, kaktüslerden özsuyu çıkaran gagalar birer kerpetene benzeyip gitmiştir. Darwin aynı değişimin, karınlarını yerdeki bitkiler ya da yükseklerdeki meyvelerle doyurmalarına bağlı olarak, kaplumbağaların kabuk ve boyunlarında da meydana gelmiş olduğunu ayrımlıyor.

Sonradan,"Bütün düşüncelerimin kökeni Galapagos'larda," diye yazacaktır. Şimdi, "Şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyorum"

Dört yıl önce, Beagle gemisi bir İngiliz limanından ayrıldığı sırada Darwin hâlâ Kutsal Yazıların her sözcüğüne inanmaktaydı.

Tanrının dünyayı şimdiki biçimiyle, altı günde yarattığım ve çalışmasını, Başpiskopos Usher’ın direttiği üzere, İ.Ö. 4004 yılının 12 Ekim'i Cumartesi günü, sabah saat 9'da tamamladığını düşünüyordu.


*
 Eduardo Galeano
Yüzler ve Maskeler


Planet Earth








Galapagos Adaları






"Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı."

Charles Darwin




Lima'dan ayrılalı bir hafta olmuş, Beagle 960 km uzaklaşmış, Galapagos Adaları'na yaklaşmıştı. En yakın ada olan Chatham’ı ilk kez gördüklerinde, takvim 15 Eylül’ü gösteriyordu. FitzRoy seyir defterine, “Kara, kapkara, kasvetli bir görünümü olan kırılmış lav yığınlarının üzerine çıktık; bütün şeytanların burada bulunmasına uygun bir liman oluşturuyorlardı, diye kayıt düşmüştü. “Biz o kayadan bu kayaya atlarken, sayılamayacak kadar çok yengeç ve çirkin iguana her yöne kaçışmaya başladı.” Daroin de aynı ölçüde şaşırmıştı; siyah cürufların üzerinde yürümek zordu, bunlar kızgındı. Tepelerindeki güneşin altında “bir ocak gibi parıldıyorlardı" ve girintili çıkıntılı elverişsizlikleri, neredeyse hiç hayat belirtisi göstermeyen bodur ağaçlarla iyice meydana çıkıyordu. Her büyük lav kıvrımı “sanki en fırtınalı zamanlarında taşlaşmış gibi görünüyordu,” hava boğucu, koku çirkindi ve bunların hepsi de “cehennemden farkı olmayan bölgelerin gelişmiş yöreleri hakkında hayal edebileceğimiz şeylere benziyordu." Bu “kızgın adalar, koca bir sürüngenler ailesinin cennetiydi.” Koyda kaplumbağalar süzülüyor nefes almak için kafalarını yukarı çıkarıyorlardı; karanın iç kısımlarındaki devasa kaplumbağalar, su dolu çukurların başında toplanıyorlardı. Kara kumlara yerleştirilmiş bir termometre 51 dereceyi gösteriyordu. Bu ısı “iğrenç, hantal kertenkele” gruplarıma kıyıdaki kayalar üzerinde uyuması için mükemmel bir sıcaklıktı. İçlerinden biri onlara “karanlığın habis ruhları” ismini taktı, gerçekten de tuhaf, deniz yosunları yiyen yaratıklardı. Fakat müzelerdeki deniz iguanaları yanlış etiketlendiği, Güney Amerika’dan geldikleri belirtildiği için, Darwin gördüğü iguanaların Galapagos’a özgü olduklarını fark etmemişti.

Kuşlar insanları tanımıyorlardı, herhangi bir yırtıcıyı da tanımıyorlardı ve “evcil” görünüyorlardı. Darwin bir şahine yaklaştı ve onu tüfeğinin namlusuyla dürtükledi. Burada nasıl avlanacaktı ki? Kıyım iğrenç derecede kolay olacaktı. Her biri 35 kilo çeken 18 tane dev kaplumbağa, taze et olarak güverteye taşındı. Alaycıkuşlar, Şili türlerine benziyorlardı; canlı, meraklı, hareketliydiler ve hızla kaçıyorlardı; kurutulması için bırakılmış etleri yuvalarına taşıyorlardı, ama şakımaları farklıydı. Çiçekler çirkindi, başka her şey gibi. Kuşların Güney Amerika’ya özgü bir yönü varsa, bu çiçeklerin de vardı.

Volkanlarla karşılaşmayı bekliyordu, hayal kırıklığına da uğramadı. Atıl koniler; genelde altmış tanesi birden, on beş metre yukarıya yükseliyor, buraya bir sanayi çöplüğü ya da “ Wolverhampton yakınlarındaki demir ocaklarının görünümünü veriyordu.” Antik bacaların bazıları bitkilerle kaplanmıştı; diğerleri çırılçıplak, saf, lav akıntılarıydı; katılaşmışlardı, üstlerinde yaşam gelişmemişti. Bütün bu ilkel manzarayı ortalıkta dolaşan kaplumbağalar tamamlıyordu; kaplumbağaların çevresi yaklaşık iki metreydi ve dikenli armutlar seviyorlardı. Darwin, Avrupa’da olduğu gibi burada da bir çökelti tabakasıyla karşılaşmayı bekliyordu. Ama hayır, burası yeni bir dünyaydı, yalnızca bu dünyanın toprak altındaki eriyik kökenlerini yansıtıyordu; o kadar yabancıydı ki Darwin “pekâlâ başka bir gezegende bulunuyor da olabilirdi.”

 Bu tuhaflığı böcek sürülerinin bulunmaması tamamlıyordu. Darwin’in aklına gelen ilk şey, okyanusta çok açıklarda bulunan bu adaların, “göçmen koloniler almaktan etkin bir biçimde yalıtılmış olduğuydu.” Bunun sonucunda, kuşların çoğunluğu tohum yiyen ispinoz kuşlarıydı, bunlar alçak kesimlerde yetişen çalılıklara uyarlanmıştı ve demire benzer lavların içinden tohum çıkarmak gibi işlere uygun kısa gagalara sahip -şakrak kuşunun gagası gibi- kuşlardı.

Galapagoslar bir gulagtı, ayın 23’ünde Charles Adası’na geçtiklerinde, mürettebat Ekvador’dan sürülmüş 200 sürgünün kurduğu bir yerleşime ayak bastı. Burası İngiliz bir vali vekili tarafından yönetiliyordu. Ada sakinleri en iyi yeri seçmişlerdi. Burada, kıyının altı buçuk kilometre içerisinde, 330 metre yukarıda güneyden esen alizeler ortalığı serinletiyor, muz bahçeleri de “bahar zamanı Ingiltere’nin olduğu kadar yeşil” görünüyordu. Fakat bu yine de taze su kaynaklarından yoksun olmak, gelip geçen balina tekneleri dışında dış dünyadan uzak olmak gibi talihsizliklerin gölgelediği, riskli bir “Robinson Crusoe hayatıydı.” Başlıca et kaplumbağa etiydi, bunlar altı kişinin zor taşıdığı devasa sürüngenlerdi. Fakat artık o kadar da bol bulunmuyorlardı. Bir keresinde bir firkateynin mürettebatı 200 kaplumbağayı kıyıya kadar sürükleyebilmişti; ama artık bu kadar bile yakalanamıyordu. Kaplumbağa mevcudu hızla tükeniyordu; valinin hesaplarına göre, bir yirmi yıl daha dayanamayacaklardı.

Mahkûmlar her adanın kendine özgü bir kaplumbağası olduğuna, kaplumbağaların kısmen kabuklarının şekli itibarıyla farklılık gösterdiğine inanıyorlardı. Vali bile, kaplumbağalara bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebileceğiyle övünüyordu. Darwin’in bunu gösteren numuneler toplaması kolaydı: Charles Adası’nda bile her yer içi boş, sırtı çukur kaplumbağa kabuklarıyla doluydu; bunlar bir alçaklık örneği olarak, çiçek saksısı niyetine kullanılıyordu. Fakat Charles buna hiç dikkat etmedi ve hiç kaplumbağa toplamadı. Bu sürüngenlerin dışarıdan geldiğini düşünüyordu. Korsanların bu kaplumbağaları Hint Okyanusu’nda bulunan, anavatanları olan adalardan yiyecek kaynağı olarak getirdiği varsayımında bulunuyordu. Oysa tersine, buradaki alaycıkuşların Chatham’dakilerden farklı olduğunu fark etmişti. O andan itibaren de alaycıkuşlarını ayrı tutup onları adalara göre etiketledi.

Ayın 28’inde takımadaların en büyüğü olan Albermarle’a demir attılar. Darwin’i burada çok daha fazla kömürleşmiş uzun bacalarla kaplı bir manzara karşıladı. Lav konilerinden ıslıklar çıkararak buharlar tütüyordu. Darwin ıssızlığın iç kesimlerine doğru yürüyüşe çıktı, bir tatlı su kaynağı arıyordu. Bu “kıraç ve kısır” fundalıklarda devasa tırtıklı kertenkeleler, 7 kilo çeken kara iguanaları, çabuk ve hantal bir yürüyüşle yuvalarına doğru kaçıyorlardı. Sarı ve kırmızı iguanaların “çirkin” olduğunu, yalnızca tencereye yakışacağını düşünmüştü; bir gün “kırk tane birden toplandı” (bu benzersiz kertenkelelerle ilgili olarak FitzRoy’dan gelen en tatminkâr yorum, “Hiç de fena bir yemek değil,” olmuştu). Su artık tayına bağlanmıştı, Darwin kavurucu güneşin altında, yalnızca bir galon ya da ona yakın miktarda suyun bulunduğu çukurlar bulabiliyordu. Bu su çukurları bütün ispinozları çekiyor, böylece ispinozları karşılaştırmak kolaylaşıyordu, Fakat kavurucu sıcakta bu kuşlardan birini yakalama zahmetine girmedi. Birbirine benzemeyen alaycıkuşların tersine, ispinozlar her adada aynıydı.