Sils Maria'da İlk Yaz


Bu göçebe -yazlar Sils'te, kışlar Nice'te- yaşam tarzının amacı, sağlığı için
en iyisi olduğuna karar verdiği ve üretken hayatının sonuna kadar devam
edecek "kalıcı, ılık kış" havasını yaratmaktı.




Tan Kızıllığı'nın yayımlanması neredeyse tam olarak Nietzsche'nin Temmuz 1881 'de Sils Maria'ya varışına denk geldi. Nietzsche burada 1 Ekim'e kadar kalacaktı. Böylece hayatının geri kalanındaki desen de belli olmuştu. İleride göreceğimiz üzere "Salome meselesiyle" alakalı travmatik olayların normal hayatını kesintiye uğrattığı 1882'yi saymazsak, 1888 sonunda tamamen çökene kadar her yıl yaklaşık üç yaz ayını Sils'te geçirecekti.

Sils Maria'daki (hala) küçük köy, Sils Gölü ile Silvaplana Gölü arasında kalan toprak parçasına kurulmuştur; Engadin vadisinin yukarı tarafında, 2.000 metre yüksekliktedir. Vadinin üstünde her yönde Alpler yükselir. En nefes kesici dağ olan Corvatsch Dağı'nın etekleri köyden yürüyerek sadece on dakika uzaktadır. Nietzsche daha ilk görüşte Sils'e sevdalanmıştı: 

"Manzaranın ihtişamı, köylülerin zor ve sade hayatı, ormanların düşünceli gölgeleri, göllerin turkuaz berraklığı, çevrelerindeki düz yürüyüş yolları, sadece sığırların ve kilise çanlarının bozduğu dingin sessizlik ve "fiziğinötesinde", dünya işlerinin üstünde ve ötesinde olma hissi."


Tek küçük penceresi bir köknarın gölgesinde kalan, koyu renkli, ışığı emen çam kerestesiyle kaplı Nietzsche'nin odası Durisch'in evinin ikinci katındaydı. Tek bir ispirto lambasıyla aydınlanan oda loş ve sobasızdı. Nietzsche bu odada her gün sabah beşte kalkar, bütün vücudunu soğuk suyla yıkar, bir saat kadar düşündükten sonra altı buçukta iki çiğ yumurta, küçük ekmekler, çay ve anasonlu galetayla kahvaltı ederdi.


 Üç-dört saat -havaya ve sağlığına göre- yürüyüş ve düşünmeden sonra et ve makarnadan oluşan öğlen yemeğini yer, zaman zaman bir bardak da bira içerdi. Hiç değişmeyen yemeğini kaldığı yerden yüz metre uzaktaki Alpenrose Oteli'nde yer, öğlen kalabalığından kaçınmak için de daima on bir buçukta oraya varırdı. Üç ya da dört saatlik başka bir yürüyüşün ardından altı buçukta yediği akşam yemeği -yine her gün aynıydı- çay, iki çiğ yumurta ve (yöre köylülerinin başlıca besinlerinden) polenta ve anasonlu galeta yiyordu. Anlaşılan Nietzsche bu yaz hemen hiç meyve ya da sebze yememişti; bunun zaten hep şüpheli sindirimine korkunç etkileri olması muhtemeldir. Akşamları tıpkı Cenova'da yaptığı gibi yediden dokuza kadar karanlıkta sessizce oturuyor, böylece "manevi güçlerini" koruduğuna inanıyordu. Ardından yatıyordu.

Nietzsche Sils'e "kurtarıcı-mekanı" olarak bakıyordu: "Daha önce hiç görmediğim kadar sakin ve yoksul hayatımın şartından hepsi yerine geliyor ... beklenmedik ve hak edilmemiş bir armağan". Duruma bakılırsa bu tuhaf bir yargıdır, çünkü sağlığının muhakkak "aylar boyu berrak gökyüzü" gerektirdiğine karar vermişti zaten -bulutların eksik olmamasıyla ünlü dağ tepelerinde en son beklenecek şey her gün berrak gökyüzüyle karşılaşmaktı.

Gerçekten de Sils'teki ilk yazda bulutlar hiç eksik olmadı. Temmuz sıcak geçti, sürekli fırtına çıkıyordu. Nietzsche atmosferdeki elektriğin nöbetlerini tetiklediğini düşünüyordu; bu yüzden her fırtınayla birlikte bitkin düşürücü bir baş ağrısı ve mide bulantısı nöbetiyle yataklara düşmesi şaşırtıcı değildir. Ağustos, Engadin standartlarına göre daha çok soğuk geçti ve sobasız odasında mayasıl ağrısı çekmeye başladı. Eylül de çok kötüydü, kah yağmur yağıyor, kah fırtına çıkıyor, kah kar yağıyordu. Nietzsche eve gönderdiği bir mektupta Sils'in karının Haziran'a kadar erimeye başlamadığını, Temmuz ve Ağustos'ta bile yağabildiğini, bu yüzden Cenova'daki pek çok kış gününün Sils'teki yaz günlerinden daha ılık olduğunu yazmıştı. Medeniyetin merkezine çok uzak olduğundan, eskisi gibi annesine alışveriş listesi göndermeye başlamıştı. Başka şeylerin yanı sıra ondan Alman sosisi, ispirto lambası için fitil, fırça ve tarak, çörek, iğne ve iplik (anlaşılan yemek yapabildiği gibi dikiş de dikebiliyordu) istemişti. Ama her şeyden önce sıcak tutan eldivenler ve çoraplar istiyordu, çoraplar gelmeyince dokunaklı bir tarzda, " Çok üşüyorum: çorap! Bir sürü çorap! " diye tekrar yazmıştı.


Nietzsche kendi kendine doktorluk etme çabalarını sürdürdü, çektiği dertlerin güç teşhis edilen bir beyin sorunundan kaynaklandığına ve kendi durumunu her doktordan daha iyi bileceğine inanıyordu. Ayrıca durumunu düzeltmenin anahtarının iklimin sağlık üzerindeki etkilerinde yattığını düşünüyordu -gittiği her mekanın yeni bir sağlık "deneyimi" olduğunu yazıyordu Elizabeth'e.8 Pierre Foissac'ın Meteoroloji (Meteorologie, 1 859; De La Meteorologie, 1 92 3 ) üzerine eserini okumuştu. Bu kitap başlığının aksine aslında hava basıncının ve atmosferdeki elektriği insan bedeni üzerindeki etkileriyle ilgiliydi, ama Nietzsche bu "bilimin" henüz bebeklik döneminde olduğunu üzülerek gördü. Katı günlük rejimine rağmen (ya da bu rejim yüzünden) sağlığı her zamanki gibi kötüydü. Sıklıkla günler boyunca mide bulantısı yüzünden hiçbir şey yiyemiyordu. Bütün yaz boyunca, "ölüm omuz başımdaydı" diye yazar Eylül sonunda Köselitz'e: Sadece on günü tahammül sınırları içinde geçirmişti ve nöbetler en az Basel'deki kadar kötüydü (orada bu nöbetler yüzünden profesörlüğü bırakmıştı elbette).


Nietzsche hiçbir başarı elde edememesine rağmen kendine doktorluk etmenin faydasına inanmayı sürdürdü: "İnsanlar iyi bir doktor olduğumu söyleyecek -üstelik sadece kendim için değil," diye ekliyordu, yeni çıkan Tan Kızıllığı'ndan bahsederken. Burada kastettiği şey, Sils'e yerleşmesinin kendi ruh doktorluğu bakımından büyük başarı olduğudur. Epikurosçu felsefenin öğrettiği gibi, bedensel acı, ruhun üstüne yükselecek, hatta hoş karşılanıp üretken bir hayata çevrilebilecek düşman kaderdir: 

"Kuvvetlenmenin ve kuvvetlice kanat çırpmanın pek çok yolu var: azla yetinme ve acı da bunlardandır, bunlar bilgelik tasarrufuna ait yollardır," diye yazar Marie Baumgartner'e. Önemli olan ruh sağlığıdır ve Nietzsche Sils'in ruh sağlığına iyi geldiğini fark eder. "Oehlerlerin en sevimlisi" olan dayısı Theobald'ın kendini Salle'ye atıp intihar ederek ölümünün ardından annesini teselli etmek üzere gönderdiği mektupta, kendine dönerek şöyle der: "'Bunalımda' sözcüğünün bu kadar alakasız olduğu başka biri daha yoktur ... [beden] sağlığından çok daha ağır meseleleri dikkate almalıyım. "

...

Julian Young / Nietzsche

Bu do­ğayla akrabayım


"Ama şimdi Engadin’i sahiplendim ve burada kendi unsurumda gibiyim, tamamen tuhaf! 
Bu do­ğayla akrabayım."


Doğanın Dublörlüğü. Kimi doğa yörelerinde, kendimizi keşfederiz yeniden, hoş bir ürpertiyle; en güzel dublörlüktür bu. - Nasıl da mutlu olabilmelidir, bu duyguyu tam da burada barındıran, bu sürekli güneşli ekim havasında, rüzgâr akışının sabahtan akşama kadarki bu muzip mutlu oyununda, bu en temiz berraklıkta ve en ılımlı serinlikte, bengi karın dehşetlerinin yanıbaşında hiç korkmadan konaklamış bulunan bu yaylanın sevimli ciddi tepe, gül ve orman genel karakterinde, burada, İtalya'nın ve Finlandiya’nın birlik oluşturduğu ve doğanın tüm gümüşlü renk tonlarının vatanı görünen bu yerde: - nasıl da mutludur, şunları söyleyebilen: “Elbette çok daha büyükleri ve güzelleri var doğada, ama burası içten ve tanıdık geliyor bana, yakın akraba, hatta daha fazla.”




Engadin

Et in Arcadia Ego



Et in Arcadia Ego. - Aşağıya baktım tepeciklerin üzerinden, sütlü yeşil bir göle doğru, yaşlı ciddi ladinlerin arasından: etrafımda her çeşidinden kaya parçaları, zemin çiçeklerden ve otlardan rengârenk, önümde bir sürü deviniyor, uzuyor ve yayılıyordu; inekler tek tek ve daha uzakta gruplar halinde, en keskin akşam ışığında, iğne yapraklıların yanıbaşında; ötekiler daha yakında, daha karanlık; her şey sakin ve akşam doygunluğu içinde. Saat beş buçuk sularındaydı. Sürünün boğası beyaz beyaz köpüren dereye girmişti ve yavaş yavaş direnerek ve boyun eğerek, derenin aşağı doğru akışını izliyordu: bundan kendince müthiş zevk alıyordu anlaşılan. Koyu kahverengi, Bergamo kökenli iki yaratık çobanlık ediyordu: kız hemen hemen bir erkek çocuk gibi giyinmişti. Solda geniş orman kuşakları üzerinde kayalık sırtlar ve karlı alanlar, sağda buz kaplı muazzam iki sivri, benden yüksekte, güneşin tütsüsünün örtüsünde yüzüyor gibi, — hepsi büyük, sessiz ve parlak. Tüm bu güzellik ürpermeye, vahyediliş anına sessizce tapınmaya neden oluyordu; ister istemez, sanki daha doğal bir şey olamazmış gibi, (özleyen, bekleyen, ileriye ya da geriye bakan hiçbir şeyi içermeyen) bu temiz, keskin ışık dünyasının içine Yunan kahramanlarını yerleştiriyordu insan; Poussin ve öğrencileri gibi duyumsamak gerekiyordu: kahramanca ve hem de pastoral. - Tek tek insanlar böyle yaşamışlardı da, dünya içindeki kendilerini ve kendi içlerindeki dünyayı sürekli böyle duyumsamışlardı ve aralarında en büyük insanlardan biri, kahramanca-pastoral bir felsefe yapma tarzını bulan kişi de vardı: Epikuros.


*
Gezgin ve Gölgesi


ALPLER





"Yukarı Engadin -benim topraklarım, o kadar hayattan uzak,
 o kadar fizikötesi (meta-fiziksel.)" 

"Bu do­ğayla akrabayım."

" İsviçre'de ben, daha fazla 'benim"

" Alpler'de yenilmezim, yani yalnızken ve kendimden başka düşmanım yokken".

"çevredeki Alp Dağları ve vadideki sık çam ormanı, "burayı benim sevdiğim bir doğa haline getiriyor"

"Artık Engadin'i elime geçirdim, burası adeta benim bir parçam, çok fevkalade bir yer. Bu yeryüzü parçasına bağlandım,"

...






Hayvanca Pek Hayvanca


Nietzsche, insanın dünyada ne anlama geldiğini sorarak bakar dünyaca.

— Organik olan şeyler için bile “dünyadaki bir damla hayatın varoluşun ve faniliğin büyük okyanusundaki karakter için önemsiz olduğunu” (3, 200) söyleyen Nietzscbe, evren karşısındaki önemsizliğine dair eski duyguları dile getirmektedir. “Dünya üzerindeki yaşam bir ân’dır, bir ara olaydır, sonucu olmayan bir istisnadır,” hatta insan “sınırlı zamanı olan küçük ve aşırı önem kazanmış bir hayvan türüdür” (15, 364).

 İnsanın evrendeki hiçliğini kibrine karşı dramatik bir biçimde hissedilebilir hale getirmek için Nietzsche şu düşünceleri kurar: “Tanrı dünyayı yarattıysa, insanı da fazla uzun süren ebediyetlerinde kendisini eğlendirsin diye Tanrı’nın maymunu olarak yaratmıştır” (3,199 vd). Halbuki bu role bir kontrast olarak tuhaf insani öz bilinç vardır: “En kibirli insanın kibri, en mütevazı insanın doğada ve dünyada kendini ‘insan olarak hissettiği için sahip olduğu kibrine kıyaslandığında nedir ki!” (3, 357).

Bu görüşler, Nietzsche'yi sonsuz evren karşısında paradoksal bir düşünceyi denemeye iter: Anorganik doğa fiili varoluştur, hiçbir aldatmacanın olmadığı sınırsız bir oluş...; böylece bu doğayla bir olmak insanı mükemmele götürür: “Hayattan kurtulmuş olmak ve tekrar ölü doğa haline gelmek bayram gibi hissedilebilir” (12, 229): “Gerçek oluyoruz... Ölümün farklı yorumlanması gerekiyor! Böylece gerçek olanla, yani ölü dünyayla barışmış oluyoruz!” (12, 229).

Canlı dünyada insan hayvanla karşılaştırılmalıdır. Gerçi sanki “hepimiz doğamızla birlikte bizim üzerimizde olan bir şey olarak insana uzanmaya çahşıyormuşuz” gibiyizdir. Ama ürpererek görmek zorunda kalıyoruz ki: “Orada süzülmüş yırtıcı hayvanlar yürüyor ve tam ortalarında biz... devlet kurmaları, savaş yapmaları... birbirlerini aldatmaları ve üzerlerine basıp geçmeleri, sıkıntıyla bağırmaları, zafer kazanınca ulumaları - tüm bunlar hayvanlığın devamıdır” (1, 435-436). Bu şekilde Nietzsche’nin insanı hayvana benzettiği deyimler oluşur: “İnsan en iyi yırtıcı hayvandır” (6, 307) ve “bu çılgınca üzüntülü insan canavarı... sadece birazcık hareketin canavarı olmaktan men edilecek olsa, fikrin canavarlığı anında ortaya çıkar” (7, 391). “İnsan en gaddar hayvandır” (6, 318), ayrıca “en cesur hayvan (6, 230) ve düşündüğünde yargılayan bir hayvan” (14, 21).

Ancak insan gerçekte hayvan değildir. Hayvandan farklı olması, bir hayvan olma veya olabilme korkusunu yaratır. Önemli olan bu korkunun kaynağı, insan ve hayvan arasındaki farkın sorgulanmasıdır. İnsanın, hayvanlarla tüm mücadelelerinde daima zaferi kazanmış olması, ona eşsiz bir Özel konum sağlamaktadır. Halbuki sadece atlayışta tespit edilebilen öz farklılığı, öncelikle nasıl olursa olsun ayırt edici bir öz bilinçte yatar. Nietzsche’ye göre insan kendini, örneğin belleğiyle (1, 283 vd) hayvandan ayırır. Nietzsche’ye göre insan yanlışlıkla kendini hayvandan özgürlüğüyle ayırmaktadır (3, 198); Kendinin bilincine vararak hayvana karşı çelişkili bir tutum sergilemektedir: Hayvanın talihi gibi görünen şeyden dolayı onu kıskanabilmekte (1, 283 vd) veya hayvan olmanın lanetini görebilmektedir “yırtıcı hayvanın alınyazısından daha ağır bir alınyazısı yoktur” (1, 434 vd).



Öz farkı, Nietzsche tarafından ikinci olarak, insanı henüz belirsiz olabilirliklerin kaynağı olarak gören bir düşünceyle ifade edilmektedir: Her biri kesin bir türe itaat eden hayvana karsın insan “henüz belirlenmeyen hayvan"dır. Yani insan artık sadece hayvan değildir, ama henüz kesin bir şey de değildir. Sınırsız olanaklarının belirsizliği onu tehlikeli bir düzensizliğe itmektedir. Bunun sonucunda insan, varoluşun bir hastalığı gibi görünmektedir: “Hayvanlarla mücadelede insanın zafer kazanmasını sağlayan şey, beraberinde aynı zamanda tehlikeli ve hastalıklı gelişimi de getirmiştir” (13, 276). Bu nedenle Nietzsche, “İnsanda temelde yanlış olan bir şey var,” demektedir (14, 204). Bunun bir hastalık olduğuna dair denklem sürekli olarak tekrarlanmaktadır: “Dünyanın bir derisi var ve bu derinin de hastalıkları. Bu hastalıklardan birinin adı insandır” (6, 192). Nietzsche’nin insanı bu şekilde henüz farkında olunmayan hayvan olarak yorumlaması çift anlamlıdır. Birincisi bu şekilde kavranan insan oluş, yani hastalığı temel bir hatadır; İkincisi bu temel hata aksine asıl değeridir:

“Hastalık,” insan gelişiminin radikal yanılgılara dayanmasıyla kendini göstermektedir; sadece illüzyonlar ve saplantılarla insan” olmuştur: “İçimizdeki canavar aldanmak istiyor... Ahlakın varsayımlarında yatan yanılgılar olmasaydı, insan hayvan olarak kalırdı” (2, 65). Yanılgılar ki bunlar olmasaydı insanlık da olmazdı, “insanın özgür olmayan dünyada özgür olduğuna, ebedi mucizeci... üstün hayvanın, neredeyse Tanrı’nın, özün anlamı, vazgeçilmez, kozmik bulmacanın çözümü olduğuna dair temel bir inançta” (3,199) biraraya getirilmektedir. Böylece insan “kat kat yalancı, suni ve içi görülmeyen bir hayvandır” (7, 269). “Mevcut tüm içgüdülerin belirli görevlere sahip olduğu hayvana karşın” insandaki hastalanmanın ifadesi, birçok olabilirliklere sahiptir. “Henüz farkında olunmayan” insanda “bir sürü çelişkili tahminlerin ve sonuç olarak çelişkili dürtüler” (15, 335) mevcuttur.

Ne var ki insanı hasta eden, aynı zamanda değerini de oluşturur. Hastalığın kendisi bir değerin taşıyıcısı olur. Örneğin Nietzsche için radikal bir biçimde hor gördüğü rahip türünü oluşturan spesifik insan hastalığında olduğu gibi, ki ancak insanın bu oldukça tehlikeli ruhani varoluş biçiminin zemininde, “insan ilginç bir hayvan haline gelmiştir ve ancak burada insan ruhu daha yüksek bir anlamda derinlik kazanmıştır ve kötü olmuştur - ki bunlar bugüne kadar insanın diğer hayvanlar üzerindeki üstünlüğünün iki temel biçimiydi!” (7, 311) diye ekler. Hasta olmanın nedeni ise her şeyden önce insanın büyüklüğüdür. Zira insanın herhangi bir hayvandan daha hastalıklı, daha güvensiz, daha değişken ve daha belirsiz olması nereden kaynaklanır? “Muhakkak ki tüm diğer hayvanlardan daha fazla cüretkârlık göstermiş, yenilemiş, inat etmiş ve kadere isyan etmiştir: Büyük deneyci, son hükümdarlık için hayvan, doğa ve Tanrı’yla mücadele eden tatminsiz, doyumsuz insan, yenilmemiş insan, ebediyen geleceğin insanı” (7,431).

İnsan hakkında “İnsan, hayvana kıyasla bir ilerleme değil” (15, 205) denebiliyorsa, Nietzsche’nin aslında insan olmayan insanla ilgili asıl üzüntüsü, insanın yine bir hayvan gibi olmaya başlaması (yani varoluşun belirli, belirlenmiş bir türüne itaat ettiği); “tür olarak insanın küçülmesi, sıradan oluşu’nun meydana gelmesi; medeniyetinde yükseldiğini sanması, ama gerçekte batması; “bir sürünün büyümesini sağlayan tüm erdemlerin geliştirilmesiyle sadece insanın içindeki sürü hayvanın” geliştiği ve “insan” hayvanının böylece belki de belirlenmesidir. (14,66 vd).

*
Karl Jaspers

MUTLULUK VE UNUTMA

Bizi baş döndürücü dönemeçlere sevk ederek, mutlu olmanın farklı türlerine, insanın ve hayvanın zamanı yaşama biçimlerini hayal etmeye götüren Nietzsche'nin parlak değerlendirmelerine değinmeden, karmaşık ve uçsuz bucaksız bir konu olan mutluluğu ele almak kanaatimce olanaksızdır:


  Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve acılarıyla bağımlı, an'ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir üzüntü ne de bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler; çünkü insan tıpkı hayvan gibi yaşamak ister yalnızca.


ve hayvanın mutlu olma şekillerindeki farklılık daha da daha da olağanüstüdür:

  İnsan bir ara hayvana, neden bana mutluluğundan söz etmiyorsun da yüzüme bakıyorsun öylece, diye sorsa hayvan herhalde, söylemek istediğim şeyi hemen unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti, ama işte o bu sözü bile unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı. İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendi kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.

...

  Şaşılacak bir şey: An, birden burada, birden yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir an'ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider -birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşte o zaman insan "anımsıyorum.." der ve hemen unutan, her an'ın gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve bütün bütüne söndüğünü gördüğü hayvanı kıskanır.

İnsan ve hayvanın zamanın, hatırlama zamanının içinde yer alma biçimlerindeki farklılıklar gökyüzündeki yıldızlara benzer parlak imgelerle bir kez daha tahlil edilmiştir:

           Hayvan işte böylesine tarihdışı yaşar: Çünkü hayvan, geriye hiçbir kesir bırakmayan bir sayı gibi, şimdinin içinde yitip gider, kendini başka türlü göstermeyi bilmez, hiçbir şeyi gizlemez ve hiçbir anda hiçbir zaman olduğundan başka türlü görünmez, imdi açık olmaktan başka türlü olamaz. Buna karşın insan geçmişin büyük yükü, gittikçe artan yükü karşısında direnir durur: Bu yük insanı ezer, bir o yana bir bu yana eğer, büker, bu yük onun yolunu, görünmez ve karanlık bir ağırlık gibi, tıkar, bu yükü görünürde bir kezcik yadsıyabilirse de, çevresindeki benzerleriyle (türdeşleriyle) bu ağırlığı hiç de tümüyle yadsımaz: Bunu da yalnızca onların kıskançlığını uyandırmak için yapar.

Bu görüşler, insanın mutsuz olmamasının ancak unutmayla mümkün olabileceği savma doğru akmaktadır:

           Ama en küçük mutlulukta da en büyük mutlulukta da, mutluluğu mutluluk yapan hep tek bir şey vardır: Unutabilme ya da, daha bilgince söylenirse, mutluluğun sürüp gittiği sürece tarih-dışı (Unhistorisch) olarak duyumlama yetisi: Tüm geçmişi unutarak kendini anın eşiğine bırakmasını bilmeyen bir kimse, bir zafer tanrıçası gibi başı dönmeden ve korku duymadan bir noktada durmasını beceremeyen bir kimse, hiçbir zaman mutluluğun ne olduğunu bilemeyecektir; daha da kötüsü, başkalarını mutlu kılan herhangi bir şeyi de hiçbir zaman yapamayacaktır.


*
Eugenio Borgna'nın
Ruhun Yalnızlığı kitabından

Bengi Dönüş (Sils Maria)


"Ağustos güneşi tepemizde, yıllar gelip geçiyor, dağlarda ve ormanlarda her şey daha sessiz daha huzurlu oluyor. Düşünceler bugüne kadar hiç görmediğim tarzda ufkumun üstüne çıktı -onları dile getiremiyorum ... duygularımın yoğunluğu hem titrememe hem kahkaha atmama yol açıyor ... dün yürürken ... duygusallıktan değil coşkudan gözyaşları döktüm, ağlarken bir yandan şarkı söyledim, saçma sapan laflar ettim, tüm diğer insanlardan önce yepyeni bir hayalle doldum."


Sözünü etmeyi reddettiği düşünceler (insanın aklına Yahudilerin Tanrı'nın adını zikretmemesi geliyor) "aynının bengi dönüşü" ana düşüncesinin (insanın hayatının ve kozmosun bütün tarihinin en ufak ayrıntısına kadar ebediyete kadar tekrarlanacağı fikrinin) barındırdığı düşüncelerdir. Bir başka deyişle, zamanın döngüsel olduğu düşüncesidir bu. Bengi dönüş İşte Böyle Dedi Zerdüşt'ün merkezi konusudur ve Nietzsche'ye göre aklına gelen en önemli düşüncedir. Olgunluk felsefesinin kalbini oluşturan iki ana temadan biridir -diğeri de "güç istencidir" . O halde burada, 1881 Ağustos'unun başında Nietzsche'nin pozitivist döneminin sona erişi ile olgunluğunun başlaması arasındaki birleşme noktasında duruyoruz.


Nietzsche, düşünceler düşüncesinin aklına gelişini Ecce Homo'da şöyle hatırlar:

Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana kavramı olan bengi-dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı Ağustos'una rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: "İnsan ve zamanın 6.000 ayak ötesinde". O gün Silvaplana Göl'ü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, haşmetli, piramit biçimli bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana.

Sonraki yıllarda Nietzsche yanında birileriyle (Sils'ten yarım saat yürüme mesafesindeki) piramit biçimli kayanın yanından geçerken, adeta kutsal bir yere giriyormuş gibi sessizleşecektir. Ona göre düşüncenin gelişi bir ziyaret niteliğindeydi.

 

Nietzsche her zamanki gibi hafızasına güvenerek kendini yanlış alıntılar. Aslında defterine başlık olarak "Aynının Dönüşü: Taslak " yazmış, sonra başına sayı koyarak beş noktayı not etmiştir. Ardından alta "Sils Maria'da Ağustos başı, deniz seviyesinin 6.000 ayak [ 1.828 metre-] yukarısı ve tüm diğer insanlardan çok daha yüksekte! " notunu düşer ve ondan sonra da beş noktadan dördü üzerine uzun bir yoruma geçer. Notlar o kadar şifrelidir ki neredeyse hiç anlaşılmaz -Köselitz'e gönderdiği mektupta, bu notları yazarken "saçma sapan" laflar ettiğini söylemesi şaşırtıcı değildir. Fakat görece berrak bazı noktalar su yüzüne çıkmıştır. Birincisi, bengi dönüşün doğruluğu hiçbir yerde ifade edilmez. Tartışmanın biçimi daha ziyade şöyle görünür: diyelim ki bengi dönüş doğru olsun, doğruyu kabul etmenin varoluşsal sonuçları ne olurdu? Bu konuda kararsız görünmektedir. Bir taraftan "kayıtsızlık" tavrının ortaya çıkabileceğini düşünür: Hayatın en nihayetinde hiçbir amacı ve anlamı olmadığını, son yargının gerçekleşmeyeceğini, öbür dünyada ya da yeryüzünde cennete  girilmeyeceğini, genellikle "tarihin sonunun" olmadığını gören insan, hayatı absürd bir "oyundan" ibaret görebilir. Nietzsche'nin bunu iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi saydığı açık değildir. Bir  taraftan, oyundan "estetik keyif almaktan" bahseder; bu da aklımıza Gezgin ile Gölgesi'ni tartışırken "absürdün terapi amaçlı kullanımı"nı getiriyor: varlığımızın anlamsızlığı üzerine tefekküre dalarak stresi azaltacak, Epikuros tarzında hayatın üstüne "yükselmeyi" ve böylece ruh huzuruna ulaşmayı sağlayacak bir manevi "jimnastik" yapmak. Ama diğer taraftan, bengi dönüş hakikatinin "yine de yaşamak isteyip istemediğimiz sorusunu" gündeme getireceğini söyler. Fakat bengi dönüşe çok farklı bir tepki de "hatalarımızın" ve "alışkanlıklarımızın" "sonsuz bir önem" kazandığı "yeni bir yerçekiminin" ortaya çıkmasıdır. Bu da bengi dönüşe Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde (Nesnesitelna lehkost byti, 1984) verilen tepkiyi gösteriyor gibi: İnsan bir sonraki hareketinin ebediyete dek tekrarlanacağına inanırsa, sonuçta her eylemine inanılmaz bir önem -"ağırlık", "çekim"- atfedecektir. Bengi dönüşe bu tür bir tepki verilirse, sonuçta her türlü korkaklık, taviz ve kaçınma ortadan kalkacaktır. İnsan inanılmaz bir yoğunlukla yaşamaya başlayacaktır.

Piramit biçimli kayanın yanında yazılan notta bengi dönüşe verilen farklı muhtemel tepkilerin tuhaf yanı, hiçbirinde bengi dönüşün niçin" [hayatı] olumlamanın en üstün formülü " olduğuna dair bir fikir verilmemesidir. Hayata "kayıtsız" olmak hayatı inkara daha çok benzerken, hayatını aşırı yoğunlukta yaşama kararı da hem hayatın olumlanması hem inkarıyla uyuşmaktadır. (İnsan en iyisinin hiç doğmamak olduğunu düşünebilir, ama bir kez doğduktan sonra da hayatı en yoğun şekilde yaşamaya karar verebilir. ) Kısacası, notun fiili içeriği bengi dönüşün niçin hayatı-olumlamakla bağlantılı olduğuna dair hiçbir ipucu vermez.

Bir ihtimal bengi dönüş ile hayatın-olumlanması arasındaki bağlantı aylar sonra Nietzsche'nin
aklına gelmiştir. Ama ben, notta herhangi bir şekilde geçmemekle beraber, bu bağlantının 1881 Ağustos'unda aklına gelmiş olduğunu düşünüyorum. Tahminime göre, aklına gelmesini sağlayan şey Spinoza'yı keşfiydi.


1881 Haziran'ında bir ara "içgüdüleri" 18 Nietzsche'ye on yedinci yüzyılın Portekizli-Yahudi-Hollandalı büyük filozofu Baruch Spinoza hakkında bilgi edinmesini söyledi. Neticede her zamanki gibi ikincil kaynaklarla kısayolu tercih ederek Overbeck'e Temmuz başında gönderdiği mektupta, Kuno Fischer'in Modern Felsefe Tarihi'nin ( Geschichte der neueren Philosophie, 1854-77) Spinoza'yla ilgili birinci cildini Sils'e yollamasını istedi. ( 1866'da Kant üzerine bilgi edinmek için de bu altı ciltlik eseri kullanmıştı. ) 30 Temmuz'da artık coşkulu bir Spinozacı olmuştu:

Kesinlikle afallamış durumdayım [diye yazar Overbeck'e], tam anlamıyla aklım başımdan gitti! Bir selefim varmış. Hem de ne selef! Spinoza'yı hemen hiç bilmiyordum ... Bütünüyle benim gibi eğilimleri olması -bilgi sayesinde en güçlü duyguyu üretme eğilimi var- bir yana, bu muazzam ve yalnız düşünürün beş merkezi noktasında kendimi onun öğretisinin içinde keşfettim: irade özgürlüğünü, amacı, dünyanın ahlaki düzenini, bencil olmayanı, kötülüğü reddediyor ... Özetle, sıklıkla yüce dağlarda olmak gibi beni nefessiz bırakan teklik hissim artık en azından bir ikilik hissi oldu.

Spinoza panteistti. Tanrı ayrı bir dünya-yaratıcısı değil dünyanın ta kendisidir. "Tanrı" ve "doğa" bir ve aynı bütünselliğin farklı veçheleridir sadece. Bu yüzden bir Spinozacı, "kötülüğü" reddetmek zorundadır: dünya ilahiyse içinde kötülük olamaz. Spinoza'nın felsefesinin, basitçe Etika (2004; Ethica Ordine Geometrico Demonstrata, 1 677) adı verilen büyük eserinde cisimleşen amacı, insanı ilahi bir dünyanın sevgisiyle mutluluğa ulaştırmaktır.

Nietzsche on dokuzuncu yüzyıl Amerikan mıstıgı ve Üniteryen Ralph Waldo Emerson'u çocukluğundan beri severdi. Sils'teki ilk yazında Emerson'u tekrar okuyordu. O sırada üzerinde çalışmakta olduğu Şen Bilim'in ilk baskısının giriş sayfasında Emerson'dan şu alıntı vardır: "Şair ve bilge için her şey dost ve kutsaldır, tüm deneyimler kazançlı, tüm günler kutsal, tüm insanlar ilahidir."

Bu bir Spinozacının panteist, dünyayı olumlayıcı vizyonudur -onu Spinoza'ya götüren "içgüdü" Emerson'un selefi olduğunu düşünmesi olabilir hatta. 

Demek ki 30 Temmuz 1881 'de Nietzsche artık Spinozacı olduğunu ilan ediyordu. Hemen sonrasında -"Ağustos başında"- bengi dönüş fikri piramit biçimli kayanın yanında aklına gelmişti. Bu yüzden bengi dönüş fikri aklına geldiğinde zihninin Spinoza-Emerson panteizmiyle epeyce meşgul olduğunu varsayabiliriz. Bu varsayımda bulunursak bengi dönüşün -bengi dönüşü arzulamanın- mümkün olan en yüksek hayat sevgisinin ifadesi için "en yüksek formül" olmasının niçin gerektiği ilk kez açıklığa kavuşacaktır. Şayet her şey (bir şekilde) "kazançlı'', "kutsal" ve "ilahi" yse, insan hiçbirinden uzaklaşmak istemeyecektir. Bengi dönüşün de eğer doğruysa sağlama aldığı şey budur. Daha doğrusu, zamanın ve geçiciliğin kaçınılmaz olduğu bir dünyada mümkün mertebe kalıcı mevcudiyete yaklaşmayı o garantileyecektir.

*
kitap: Julian Young / Nietzsche

Bengi Dönüş


"Şimdiden çok şey yaşadım -neşe ve keder, sevindirici şeyler ve üzücü şeyler ama Tanrı her şeyde tıpkı bir babanın aciz küçük çocuğuna yol gösterdiği gibi bana yol gösterdi ... Kendimi sonsuza dek onun hizmetine adamaya içimden katiyetle karar verdim. Sevgili Efendimiz hedefime ulaşabilmem için bana güç ve kuvvet versin, hayatımın yolunda beni korusun. Tıpkı bir çocuk gibi onun keremine itimat ediyorum: Hepimizi koruyacak, başımıza hiç talihsizlik gelmeyecek. Ama mukaddesliği hayatıma dolacak! Verdiği her şeyi sevinçle kabul edeceğim: mutluluk ve mutsuzluk, yoksulluk ve zenginlik; günün birinde hepimizi ebedi neşe ve saadette birleştirecek ölüme bile cesaretle bakacağım. Evet, yüce Tanrı'm, suretin sonsuza dek ışıldasın üstümüzde! Amin!" 


Burada önemli bir olumlama vardır: "Verdiği her şeyi sevinçle kabul edeceğim." Ergen yaşlarda yazdığı bu yazı Nietzsche'nin olgunluk dönemindeki öğretisinin neredeyse tıpatıp aynı formülasyonudur; bu öğretiye kimi zaman amor fati [kader sevgisi] der, kimi zaman "aynının bengi dönüşünü isteme" der: olup biten her şeye sevinçle "Evet" diyebilmek ve bu yüzden de bengi dönüşü istemek insan refahının ideal halidir. Nietzsche bu doktrini Hıristiyanların Tanrı'sına inanmayı bıraktıktan çok sonra formüle eder. Ama bu formülasyon ile Nietzsche'nin gençliğindeki dindarca Hıristiyanlığı arasındaki yakın benzerlik, onun olgunluk dönemindeki düşüncelerinin bağrında, tutkulu bir Hıristiyanın varoluşa bakışının ana unsurlarını Tanrı'nın yokluğunda yeniden keşfetme çabasının yattığı hissini uyandırıyor.



"Dindar insanlar," diye yazıyordu 1867 başında von Gersdorff'a, yaşadığımız tüm üzüntülerin ve başımıza gelen tesadüflerin, kendilerini ... aydınlatma amacıyla milimi milimine hesaplandığına inanırlar. Böyle bir iman için önvarsayımlardan yoksunuz. Ama her olayı, her küçük ve büyük tesadüfü kullanarak daha iyi ve usta olmak, onlardan yararlanmak bizim elimizdedir. Bireyin kaderinin belli bir kasıt gözetme özelliğini anlarsak masaldan ibaret olmadığını görürüz. Kaderi bir amaçla kullanmak bizim elimizdedir: Çünkü olaylar kendi başlarına boş kabuklardan ibarettir. Kader yaradılışımıza bağlıdır: Bir olaya verdiğimiz değer, onun bizim için bir önemi olmasından ileri gelir. (Olgunluk dönemi felsefesinde "takdirişahsi"yi insanın hayatına yansıtma olarak adlandırdığı şey budur: Öyle bir yorumlayacaktır ki her şey "en iyi sonuç için" olacaktır. Bunu yapmaksa, "bengi dönüşü istemenin" anahtarı olacaktır.)

Görü ve Bilmece Üzerine. Zerdüşt en sonunda büyük bir güçlükle "en dipsiz" düşüncesini dillendirmeyi başarır, fakat sadece onu bir "görünün içeriği olarak iletebilmiştir. (Şimdiki) "An " diye adlandırılan kapıdan iki yol çıkmaktadır, bunlardan biri geçmişe diğeri geleceğe gider. Ama aslında ikisi de bir ve aynı yoldur. Zaman bir "çemberdir". Her olay bir nedene "bağlı olduğundan ", şimdi olan her şey daha önce sonsuz kez olmuş olmalıdır -örneğin bu ay ışığındaki bu örümcek. Zerdüşt görüsünü anlatmayı bitirdikten sonra bir köpeğin uluduğu duyulur. Ardından sahne değişir. Boğuluyormuş gibi görünen genç bir çobanın ağzından kara bir yılan sarkmaktadır (Nietzsche'nin kusarkenki hali gibi). Çetin bir mücadeleden sonra çoban yılanın başını ısırıp kopartır ve ayağa fırlayarak "daha önce hiçbir insanın gülmediği gibi" kahkahalarla güler. "Görü"nün içeriğini anlamak için, pilleri asla bitmeyen bir oyuncak trenin çember şeklindeki ray üzerinde ebediyen hareket halinde olduğunu düşünün: "An" denilen köprünün altından şimdi geçen vagon, önündeki lokomotife  "bağlı" olduğundan, aynı köprünün altından zaten sonsuz kez geçmiştir ve gelecekte de sonsuz kez geçecektir. Bu söylev bengi dönüş fikrinin iki şekilde ele alınabileceğini gösterir: bu öncelikle bir köpeğin "ulumasının" ve kara safradan "yılanın" sebebi olarak düşünülebilir, fakat aynı zamanda üstinsanın neşeli kahkahasına ve Şen Bilim' in "bundan daha ilahi bir şey hiç duymamıştım" sözlerine yol açan düşünce olarak da ele alınabilir. Bengi dönüş -diyelim ki doğruluğu keşfedildiyse neden bu tepkilerin ikisini birden yaratma yetisine sahip olsun? Her şeyden önce niçin birisi -örneğin Zerdüşt, en azından eserin büyük bir kısmında- bengi dönüşü "dipsiz" bulsun? Açık söylersek, aynı hayatı tekrar  tekrar yaşamanın inanılmaz bezginliğinden değil. Çünkü önceki var oluşuma dair bir şey hatırlamadığımdan, tam olarak şu anki hayatım tekrarlansa yine önceki var oluşumu hatırlamayacağım.


Pek çok dünya dini gibi Hıristiyanlık da bireysel ya da dünyevi "kurtuluşu", tarihi sona erdiren, en azından sıradan anlamda sona erdiren bir saadet hali olarak görürler. Adeta zaman bir hedefe ulaşıp orada duran bir oktur. Fakat zaman bir çemberse o takdirde "zamanın sonu" yoktur. Bengi dönüşün potansiyel olarak "dipsiz" veçhesi şudur: Oku iptal eden çember, öteden beri inanılan kurtuluşu da iptal eder.

Hayat "bilmecesinin" "nihai bir çözümü" yoktur.

***

Panteist bilince yerleşmek, "varoluşa" hayatı olumlayan bir "minnet" yaratır der N.

**

İkinci nokta bu ontolojik içgörünün Tragedyanın Doğuşu'nu hakikaten ne kadar iyi özetlediğidir. "En çetin sorunlar karşısında bile hayata evet demek" egonun aşılmasını, hatta aşkınlaşarak "ilkel birliğe" ulaşılmasını gerektirir. Ancak şimdi, Schopenhauer metafiziği uzun zaman önce geride bırakılmışken, söz konusu "ilkel birlik" fenomenin arkasındaki bir şey değil, daha ziyade doğal fenomenlerin bütünü, bizatihi " hayatın ebedi ... sürekliliğidir".

Hayatın en korkunç veçheleri karşısında bile "hayata muzaffer bir evet" diyebilmek, bengi dönüşü istemektir elbette. O halde ilk soruna dönersek, "Goethe'nin inancını", bengi dönüşü istemeyi "Dionysosçuluk" diye adlandıran Nietzsche'nin kastettiği şey, buna ancak egonun aşkınlaşması, varoluşun bütünselliğiyle özdeşleşilmesi yoluyla ulaşılabileceğidir.

Peki, niye böyle olsun? Neticede, daha önce belirttiğim gibi, o zorlu ölüm problemi yüzünden. Hayatı seviyorsam en istemeyeceğim şey onu terk etmektir, dolayısıyla kendi ölümüm -güç istencimin katiyetle mağlup olması- bağrıma basmaktan en çok kaçacağım şeydir. Bu yüzden, egoma bağlı kaldığım müddetçe bengi dönüşü istemek, kavrayışımın dışında kalır. Ancak egoyu aşarak, ancak "kendim ebedi oluşun neşesi haline gelerek", "ebedi hayatı [kendim için] garantileye bilirim" . "Biz Hyperborealıların" .. mutluluğu, der Nietzsche Deccal'ın başında, "ölümün ötesinde" bir alemde yaşamaktan ibarettir.


*
Kitap: Julian Young 

The fall in Silvaplana (1907, Ferdinand Hodler)


Sils Maria'da

1900'ler

Sils'teki hava olağandışı ölçüde soğuk olmasına, köye kar yağmasına rağmen Durischlerin evine dönmek çok hoşuna gitmişti. Minik Adrienne Durisch dahil olmak üzere herkes onu evine dönen biri gibi karşılamışlardı. İhtiyacı olan şeylerin çoğunu -İngiliz bisküvileri, konserve et, çay, sabun- zemin kattaki bakkaldan almanın kolaylığından faydalanıyordu, ama yine de domuz pastırması, sosis ve bal (zaman zaman yolda sızdırıyordu) gibi yiyeceklere de ihtiyacı oluyordu -artık normal ilişkilere döndüğünden bunlar geliyordu elbette.

"Benim asıl yurdum ve tefekkür mekanım buradan başka bir yer olamaz."

 Sils Gölü'ne doğru çıkıntı yapan Chaste yarımadasında iki odalı ahşap bir "köpek kulübesine benzer" ev yapmaya heveslenmişti. Kaldığı yerden yürüyerek on dakika mesafedeki Chaste'nin "İsviçre'de de, Avrupa'nın geri kalanında da eşi benzeri olmadığına" inanıyordu. Temmuz başında yazdığı üzere, günün birinde ölünce Sils'e gömülmeyi umuyordu.


Bu idilik havayla, büyük ihtimalle Temmuz'un ilk on gününde Zerdüşt'ün ıv Bölüm'ünün son taslağını bitirdi. Bu metnin koca yılda yaşadığı her şeyi, Roma'daki zorunlu aylaklığı, ağrı ve uykusuzluk nöbetlerini, her şeyin üstünde de ilham kaynağı Engadin'e dönme kararını "meşrulaştırdığını" ve hepsine "yeni bir anlam" verdiğini söylüyordu.

Nietzsche's Moustache in Bed


Not Vidal

Sils Maria'da Üçüncü Yaz


Nietzsche en sonunda üçüncü yazını geçirmek üzere 18 Temmuz' da Sils Maria'ya vardı ve 25 Eylül'e kadar orada kaldı. Durisch onu Chur'dan gelen posta arabasının kapısında iki elini uzatarak karşıladı. Nietzsche de buna "nihayet eve geri döndüm" diye karşılık verdi.

Durisch ona "bizden biri" diyordu. Meta von Salis'in de gözlemlediği gibi, Nietzsche o kadar eğitimine göre "sadelik yeteneğine sahipti" (aynı şey Martin Heidegger için de söylenir), eğitimsiz taşra insanlarının hayatına gayet tabii bir şekilde giriveriyordu. Meta'nın anlattığı kadarıyla, ev sahibinin öküzü şap hastalığı salgınına kurban gidecek diye korkmasını gayet iyi anlamış ve yaklaşan hasat konusunda onunla canlı bir sohbete girişmişti. Engadin'in ekonomisinde başlıca olaylardan biri hasattı, çünkü hayvanlar için kışın yem bulmak tamamen hasada bağlıydı.

Nietzsche basık tavanlı "mağarasına", Durisch evinin ikinci katının arka tarafındaki loş, reçine kokulu, çam ahşabı kaplı odasına geri dönmüştü. Pforta'da içine işleyen Spartalı özdisipliniyle, tan ağarmadan kalkıyor, bir ibrikten döktüğü soğuk suyla yıkanıyor, biraz ılık süt içtikten sonra on bire kadar ara vermeden çalışıyordu. Göllerden birinin çevresindeki iki saatlik yürüyüşün ardından Alpenrose Oteli'nde tek başına öğlen yemeğini yiyordu. Nietzsche delirdikten uzun zaman sonra, tıpkı Durisch gibi Nietzsche'yi " bizden biri" sayan otel sahibi Herr Kramer, konuğunun çok fazla et yemek dışında hiçbir "kusuru" olmadığını hatırlıyordu.



Nietzsche yemekten sonra şık kahverengi ceketini giyip göllerden birinin kıyısında yaptığı ya da Fex Vadisi'nin baş döndürücü yükseklikteki buzuluna kadar çıktığı daha uzun bir yürüyüşe başlıyordu. Kimi zaman bir ziyaretçi ona eşlik ediyordu, ama çoğunlukla yalnız oluyor, ayrıca daima bir defter, bir kurşunkalem ve gözlerini korumak için gri-yeşil bir şemsiyeyle silahlanmadan yola çıkmıyordu. Dört-beş gibi eve dönüyor, derhal çalışmaya başlıyor, karnı acıktıkça da bisküvi, köy ekmeği, bal, sosis, jambon ve meyve yiyor, üst kattaki küçük mutfakta demlediği çaydan içiyordu. Akşam on birde yatıyor, geceleyin aklına bir şey gelince not alma düşüncesiyle daima başucunda defter kalem bulunduruyordu.

Nietzsche Sils'in yaz konuklarından çoğunlukla uzak dursa da (pek çoğu ruhsal ya da fiziksel bir hastalıktan sonra nekahet döneminde oluyordu), özellikle iki kadını bundan hariç tutmuştu. Bunlardan birincisi yaşlıca bir Rus kız kurusu, Kontes Mansuroff'tu. Geçirdiği sinir krizinin etkisinden henüz kurtulamamış, hafif kafadan kontak bu eski çariçe nedimesi, Paris'teki Rus elçisinin teyzesi, besteci, piyanist ve Chopin'in eski öğrencisi olan Mansuroff, gerek alışılmadık bir tip,gerekse iyi yetişmiş ve müzikle ilgili biri olduğundan Nietzsche'nin beğenisine o kadar hitap ediyordu ki Nietzsche ona aşırı şekilde bağlanmıştı.


Ağustos ortasında Resa von Schirnhofer, okul arkadaşı feminist Clara Wildenow'la birlikte Zürih'ten on bir saatlik yolculuk ederek Nietzsche'yi ikinci kez ziyaret etti. Alpenrose'de yer ayırtan Nietzsche iki kadını Silvaplana köyündeki posta arabasından aldı. Bir gün Resa'yı Silvaplana Gölü'nün doğu kıyısındaki sevdiği bir yürüyüş yoluna götürdü. Piramit biçimli "Zerdüşt Taşı"na geldiklerinde, Resa'nın hatırladığı kadarıyla, "dithyrambik ... düşünceler ve imgeler bolluğu" içinde Nietzsche "keskin bir duygusal ve entelektüel gerginlik" yaşadı - yine "öteki " Nietzsche belirmişti. Fakat "Zerdüşt sihri bölgesini" geçer geçmez sözleri "gizemli tınısını" yitirmiş ve rahatlayarak yine
doğal tavırlarına dönmüştü.


Bir gün Nietzsche'nin Alpenrose'ye gelmemesine şaşıran Resa onun nerede olduğunu bulmak için köşedeki Durisch evine gitti. Nietzsche Nice'te çok canlı ve sıhhatli göründüğünden, odasının yarı açık kapısına yaslanarak solgun ve bezgin bir suratla nihayet ortaya çıktığını görünce korkunç bir şoka uğradı. Nietzsche hemen ıstırabından bahsetmeye başladı. Uyuyamadığını ve gözlerini kapar kapamaz fantastik çiçek demetleri gördüğünü söyledi. Ondan sonra "dehşet içindeki kara gözlerini" kadına dikerek, bunun delilik başlangıcı olup olmadığını sordu ve babasının beyin hastalığından öldüğünü hatırlattı. Daha sonra Resa bu sanrıların sebebinin klorlu su ve diğer ilaçlar olabileceğini düşündü, muhtemelen reçetede Rapallo'dan aldığı haşhaş da vardı. Çoğunlukla bir reçeteyi "Dr. Nietzsche" diye imzalaması yetiyordu, kimse belge filan sormuyordu. Ayrıca donuk renkli, sert bir İngiliz (yoksa İrlanda mı? ) birası içtiğinden de bahsetmişti Nietzsche.

Çevresinde yine aynı kadınlar vardı: iki Emily Fynn, Kontes Mansuroff ve daha entelektüel bir düzeyde Helen Zimmern. Meta von Salis de annesi ve arkadaşı (aynı zamanda sevgilisi) Hedwig Kym'le birlikte iki günlüğüne ziyarete geldi. Ortak yemek masasında yerini alan Meta o akşamı şöyle hatırlıyor:

Çevreme baktığımda zayıf gözlerime rağmen masanın karşısında oturan kişinin Nietzsche olduğunu yavaş yavaş çıkardım. Bana ilk karşılaşmamızdakinden daha gençleşmiş göründü, sonraki gün tanıştığımda adının Bayan Helen Zimmern olduğunu öğrendiğim sağ yanındaki hanımla hararetli bir sohbete dalmıştı ... O akşam kadınlarla, özellikle yaşlı kadınlarla  yanıltıcı şöhretinin aksine- ne kadar iyi ve ihtimamlı bir iletişim kurduğuna şahit oldum. Herkes masadan kalkmadan kısa süre önce kartımı ona ilettim. Yanımıza geldiğinde ona annemi ve arkadaşımı tanıştırdım. Anneme karşı ... çok sevimli bir tavrı vardı. Kesinlikle yapmacık görünmüyordu ... sonraki gün Sils'te kalması için onu ikna etmeye çalıştı ... Ona yörenin iyi yerlerini göstermek istiyordu, bu yerlerin en çekici yönlerini anlattı, yarımada [Chaste], iki göl... Bana kalırsa Nietzsche ... yukarı Engadin'in sessiz dağlık dünyasından asla ayrılamaz ... yüzyılımızın en yalnız, gururlu, hassas adamı atalarının alemine girmiş gibi, kralın sürgünde doğmuş oğlu adeta.

Fakat her anı bu kadar krallara yaraşır değildi: Meta'nın not ettiğine göre, Silvaplana Gölü etrafındaki uzun bir yürüyüş sırasında duran Nietzsche, çevrelerinde otlayan ineklere monoton ve uzun bir söylev çekmişti (Zerdüşt'ün iV. Bölüm'ündeki "gönüllü dilenci "yi hatırlayın).

...

Sils Maria'nın Münzevisi

Nietzsche'nin Chaste yarımadasındaki anıtı. Üzerindeki yazıt Zerdüş'ün "Geceyarısı Şarkısı"ndan alıntı. 
Yazıt 1900'de Carl Fuchs ve Walther Lampe tarafından dikilir.


Nietzsche'nin Sils'teki son kalışına dair iki kayıt, mektuplarındaki bakış açısının dışına çıkmamızı ve yöre halkının ona nasıl baktığını görmemizi sağlayacaktır. 1938'de Frau Fümm şunları hatırlıyordu:

Cenevre'den üç kadın vardı, Fex vadisinde bizimle birlikte kalan Frau Choindron ve iki kızı. Nietzsche'nin Cenevreli hanımlarla dost olması bütün yaz taze süt içmek için haftada iki kez bize uğramasını sağladı. Nekahet dönemindeki bu dost canlısı adam asla çok konuşmazdı... Bizimle Schwyzerdütsch [Almanların çoğunun anlamadığı İsviçre lehçesi] konuşurdu. Sonunda daha da fazla yalnız kalmak istedi. Kalın kaşlı bu tuhaf adama büyük saygı duyuyorduk. Ardından, sürekli baş ağrısı çekmeye başladı. Başı ağrıdığında şapkasız gezer, alnına ve başına kocaman nemli yapraklar koyardı. Uzun süre hiç hareket etmeden, adeta bulunduğu yere kök salmış gibi gökyüzüne bakardı.  Sonra yürüdüğünde ellerini ve bacaklarını tuhaf bir şekilde salladığı için herkes zavallı adama gülerdi. Sonradan Chaste'de onun için bir anıt dikmek istediler ...  İşte böyle olur: İnsan ancak öldükten sonra şöhrete ulaşır. 


İkinci bir bakış da çocukların zalim gözlerinden: Yöredeki öğretmenlerden birinin oğlu Herr Zuan, yıllar sonra orayı ziyaret eden filozof Theodor Adorno'ya şunları anlatıyordu:

Onun [Zuan'ın] dahil olduğu çocuk çetesi Nietzsche'nin kapalı şemsiyesine taş atarak eğleniyordu. Şemsiye açıldığında taşlar Nietzsche'nin başına düşüyordu. Bunun üzerine şemsiyesini sallayarak çocukları kovalıyordu ama asla onları yakalamıyordu.

1938'de kaydedilen başka bir hatıraya göre Zuan şunu da hatırlıyordu:

Her gün çoğunlukla Chaste yönüne doğru saatlerce yürürdü. Orada bugün Nietzsche- taşı diye bilinen dev gibi bir kayanın üstüne oturur, düşüncelere dalarak önüne bakardı. Biz de onunla dalga geçer, onu kışkırtırdık, kırmızı şemsiyesini çekiştirirdik, fark ettirmeden cebine taş koymaya çalışırdık. Çünkü koca bıyıklı adam çevresinde neler olduğuna dikkat etmezdi. Ona kısaca "mankafa" derdik.

...


*
Geceyarısı Şarkısı için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/11/Geceyarısı Şarkısı

Sils Maria' da Altıncı Yaz


Chur'da sefil olan Nietzsche bulabildiği ilk fırsatta Sils'e doğru yola çıktı ve yaz mevsiminin ilk konuğu olarak 12 Haziran'da oraya vardı. Durisch evinin arkasındaki bir çığın kalıntıları ona ne kadar erken geldiğini gösteriyordu. Evine dönmüş olmanın sevincini hissetse de, sağlığı Zürih ve Chur'dakinden bile daha kötüydü. Vardıktan bir hafta sonra on iki saatlik bir baş ağrısı ve kusma nöbetiyle karışık uykusuzluk ve yüksek ateş yüzünden soğuğa rağmen terler içinde kaldı. "Sebebi ve yeri belirsiz derin, fizyolojik bir tıkanma yaşadığını, bu yüzden de ortalama his durumunun ... sürekli sıfırın altında olduğuna" karar verdi. "Hiç abartmıyorum," diye yazıyordu Overbeck'e ve "tek bir gün bile kendimi madden ve manen yenilenmiş ve hafiflemiş hissetmedim son bir yılda" diyor, "daimi bunalımdan " hiç kurtulamadığını belirtiyordu. Ama Haziran sonunda en azından erzağı düşünecek, annesine ve Overbecklere yardım çağrısı göndererek başka şeylerin yanı sıra bal, sosis ve " 12 düzine Roeder çelik kalem -no. 15 geniş uçlu" ve çay isteyecekti: "Güvendiğim tek çay Horniman İngiliz çayı ... 12 frank tutan kiloluk teneke kutularda satılıyor ... Bu çay çok güzel sayılmaz, ama (kırk yıldır) tadı hiç değişmedi, bu yüzden başka çaylarda olduğu gibi her seferinde yeni bir deney yapmıyorsunuz".

Haziran sonunda Nietzsche, Wagner çevresiyle arasındaki neredeyse son köprü olan Heinrich von Stein'ın ölüm haberini aldı. Von Stein Haziran' da, otuz yaşındayken ölmüştü. Nietzsche haftalarca perişan oldu:

İçten içe, kendimden geçmiş durumdayım [diye yazıyordu Köselitz'e]. Heinrich von Stein öldü ... aniden, kalp krizinden. Onu gerçekten severdim. Bana sanki sonraki bir tarihe, benim için ayrılmış gibi gelirdi. Varlığı bana neşe veren çok az sayıdaki insanlardan biriydi, ayrıca bana büyük inancı vardı . Yanında olduğum sırada asla yalnızken cesaret edemediği düşüncelerin aklına geldiğini söylerdi. Onu "özgürleştiriyormuşum". Birlikteyken ne çok gülerdik ... Wagnerciler arasındaki açık ara en güzel insan türü oydu.

Overbeck'e yazarken de ekliyordu: "Onun daha sonraki bir tarihte benim için ayrıldığından hiç şüphem yoktu: Onun gibi zengin ve derin insanlara, zorunlu olarak yavaş gelişenlere çok daha fazla zaman verilmeli. Ama bu zaman ondan esirgendi!" 

Wagnercileri kendi davasına ayartma umudunun odağında von Stein'ın olduğunu daha önce görmüştük. Artık Nietzsche, von Stein'ın yeterince vakti olsaydı Wagnercilik yolundan ayrılıp "özgür ruhlular" arasına katılacağını hissediyordu (von Stein'ın onu nasıl hüsrana uğrattığını unutup gitmişti, yani kör ölmüş badem gözlü olmuştu).

Temmuz ayı, Goethe'nin günlüklerinde genç şairin bir gönül macerası olarak bahsi geçen gizemli "Muthgen"in, Nietzsche'nin babaannesi Erdmuthe'den başka biri olmadığına ilişkin heyecan verici bir keşifle başladı. Ne yazık ki, araştırmalar Erdmuthe'nin kesinlikle "Muthgen" olamayacak kadar genç olduğunu gösteriyordu; Nietzsche bu sonucu kabul etmeye kesinlikle gönüllü olmamıştı. Goethe onun en büyük kahramanı olduğundan, onun ruh sağlığı açısından kişisel bir bağlantı -hatta belki de Goethe'nin kanının kendi damarlarında akıyor olma ihtimalini bile düşünmüştü- büyük bir sevinç kaynağı olacaktı.

Doğru iklimin yanı sıra sıkı ve şaşmaz bir günlük rutinin de esas olduğunu hissediyordu: 

Dokuzda yatmak, altı buçukta kalkmak, çay ve iki galeta, sabah bir saat yürüyüş, öğlen yemeği, öğlenden sonra üç saat yürüyüş, daima aynı yol, altıda akşam yemeği; şarap, bira, sert içki ya da kahve yok; daima aynı, her gün böyle.


Temmuz ortasında Emily Fynnler ve Kontes Mansuroff yine Engadin'e geldiler, ama bu sefer Sils'te değil Maloja'daki Grand Otel'de kaldılar. Burası Sils Gölü'nün karşı tarafta, güneydoğu ucundaydı ve yürüyerek bir buçuk saat çekiyordu. Nietzsche'nin otelin önündeki alanda dokuz yüz araç olmasının orayı çok "Nice'e benzettiği" ifadesi abartılı gelebilir, ama otelin yemek salonunun günümüzdeki fotoğraflarına baktığımızda kocaman masaların etrafına toplanmış üç-dört yüz kişi görüyoruz; bu da 1880'lerde kitle turizminin Engadin'e ulaştığını gösteriyor.


Yazın ortasında bütün Avrupa'ya yoğun bir sıcak dalgası gelince Nietzsche, Köselitz'e gönderdiği mektupta herhalde "insandan ziyade omlete benzediğini" yazmıştı. Nietzsche en az iki bin metre yüksekte olmaktan memnunsa da, Sils'te bile nem yüksekti ve sıklıkla fırtına çıkıyordu. Bunlar sağlığına da moraline de kötü geliyordu, ama yine de güzel geçen günler "küçük polemiğini" yani Ahlakın Soykütüğü'nü üç haftada bitirmesine müsaade etti.

Ağustos'un başında yine bir beslenme deneyine girişti. Maloja'daki kadar turist işgali altında olmasa da, Sils'teki Alpenrose'nin yemek salonunda da yaklaşık yüz kişi oluyordu ki bunların arasında pek çok çocuk da vardı. Nietzsche hem gürültü hem de yemeğin "tehlikeli" doğası yüzünden, kendisinin "sürüyle birlikte otlayamayacak kadar hassas bir hayvan" olduğuna karar verdi. Öğlen yemeğini kalabalık gelmeden yarım saat önce yiyecek, tabldot yerine de kapsamlı bir rejime girecekti: Her gün öğlen yemeğinde ıspanaklı biftek, ardından da büyük bir omletle elma reçeli; akşamları birkaç dilim domuz pastırmasının yanında iki yumurta sarısı ve iki küçük ekmek. Sabahları beşte içtiği bir bardak çayın yerine şekersiz kakao içiyordu (van Houten'in Hollanda kakaosunu tercih ediyordu, ama sonra İsviçre Sprügli'sini denemeye karar verdi). Ardından bir saat daha uyuyup kalkıyor, giyiniyor, bir bardak çay içiyor ve çalışmaya başlıyordu. Bu dumura uğratıcı, meyvesiz ve neredeyse sebzesiz beslenmenin sağlığına herhangi bir görülür katkısı olmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Ardından öğlen yediği ıspanağı da bırakıp bifteğin yerine domuz pastırmasını geçirince işler iyice kötüye gitti; o zaman artık rahmetli olmuş olan (ki hiç şaşırtıcı değildi bu) Dr. Wiel'in karın ağrılarına karşı "domuz pastırması tedavisini" uyguluyordu. 

Nietzsche Ağustos boyunca (artık Dr.) Meta von Salis'le düzenli olarak görüştü. Meta artık evini paylaştığı arkadaşı Hedwig Kym'le birlikte gelmişti. Meta hemen her sabah Nietzsche'nin iki dakika yürüyüş mesafesindeki odasından geldiğini, bazen öğlenden sonraları da uğradığını hatırlar. Eğer görünmüyorsa, bu hasta olduğu anlamına geliyordu. Hava çok sıcak değilse yürüyüşe çıkıyor, aksi takdirde Meta'nın odasında "samimi sohbetler" ediyorlardı. Nietzsche çoğunlukla çok neşeli oluyor ve zararsız şakalar yapıyordu -"kardeşçe" ilişkisi olan kadınlarla (daha önce de Elizabeth'le) birlikteyken hep böyleydi. İki kadın ona kürek çekmeyi öğrettiler ve Nietzsche rüzgar çıktığında hafiften tehlikeye düşmekten çok hoşlandı. Hiç kürek çekmediği bir yolculuğun ardından kendini suçlu hissedermiş gibi duran Hedwig'e, onu daima "denge için başının üstüne koyduğu bir taş" olarak hatırlayacağını söyledi. Meta'nın ziyareti Eylül başında sona erdi:

Ayrılışımızı asla unutamayacağım ... Corvatsch'ın [Dağ] eteğinde, Silvaplana Gölü'nün kıyısında yürüyorduk. Hava çok açıktı, güz renkleri gelmişti ki Nietzsche doğanın bu tonu için "öte dünyaya ait" diyordu. Göl hafiften dalgalıydı ve gül rengi akşam bulutlarını yansıtan küçük dalgalar kumsala hafifçe hışırdayarak vuruyordu. "Sanki veda etmek üzere elinizi sıkmak istiyorlar," dedi nedimimiz ahenkli sesiyle. Ardından, göl ile Sils'in yamacı arasındaki kasvetli bir yoldan eve doğru yürürken içini çekerek şöyle dedi: "İşte yine dul ve yetim kaldım."


Eylül başında son bir görüşmesi de eski okul arkadaşı Paul Deussen'le oldu. Nietzsche kısa süre önce Deussen'in yeni kitabının, yani Vedanta Sutraları (Die Sutra's des Vedanta, 1877) adlı geniş yorumlu tercümesinin protokol nüshasını almıştı. 45 Eskiden genellikle yaptığı gibi Deussen' e büyüklenmeyi aklına bile getirmeyen Nietzsche, onun Berlin'de felsefe kürsüsünü kazanmasını, bunu yapan ilk Schopenhauer'cı olmasını etkileyici bulmuştu. Ayrıca Deussen'in -hakikaten büyük- kitabından da çok etkilenmişti. "İncelikli ve özlü," diye yazıyordu. Bu kitap Deussen'i Avrupa'daki en önemli şarkiyatçı yapmıştı. Ayrıca, "modern Avrupa felsefesinin en zekice konumlarının (Kantçılık, atomculuk, nihilizm vb. ) hep birkaç bin yıl önce Hint felsefesinde ortaya çıktığını da fark etmemizi sağlıyordu. Deussen yarı yaşındaki Yahudi karısı Marie'yle birlikte 2 - 4 Eylül' de Yunanistan'a gidiş yolunda orada kalmıştı. Deussen ziyaretini şöyle hatırlıyordu:

On dört yıllık ayrılıktan sonra arkadaşımı ilk defa görünce kalbim hızla çarpmaya başladı, duygulandım ve ona sarıldım. Ama bu süre içinde ne kadar da değişmişti. Geçmişteki gururlu duruşu, esnek yürüyüşü ve akıcı konuşması gitmişti. Yavaş yavaş ve bir tarafa doğru yatarak sürükleniyor gibiydi. Konuşmakta zorlanıyor ve tereddüt ediyordu ... Ertesi sabah beni dairesine, ya da kendi deyimiyle "mağarasına" götürdü. Burası bir köy evinin sade bir odasıydı ve anayola üç dakika uzaklıktaydı. Bir tarafta kitapları duruyordu, eski zamanlardan çoğunu tanıyordum. Yanlarındaki gösterişsiz masanın üzerinde kahve fincanları, yumurta kabukları, el yazmaları, tuvalet malzemeleri rengarenk bir karmaşa halindeydi, bir çizme çekeceği ve üstünde bir çizme, son olarak da dağınık bir yatak vardı. Her şey gevşek hizmet ve hoşgörülü bir beyefendi getiriyordu akla ... Ayrılırken gözünde yaşlar vardı; daha önce ağladığını hiç görmemiştim. Bir daha onu hiç aklı başında göremeyecektim.

Güzle birlikte yine Sils'ten ayrılmanın vakti gelmişti. Nietzsche ayrılmadan birkaç gün önce Widmann'a (İyinin ve Kötünün Ôtesinde'ye "dinamit" yorumunu yapan kişi) bir mektup göndererek, Hayata Övgü'sünü (Hymnus an das Leben) dostu Johannes Brahms'a göstermesini rica etti. Belki de Wagnercilerden kopmuş olmasının, Wagner'in müzikteki karşı kutbu Brahms'ı doğal bir müttefik yapacağını düşünmüştü. Fakat Brahms sadece eseri aldığına dair resmi bir not gönderdi. Widmann'a gönderdiği mektupta (muhtemelen Widmann'ın tavsiye ettiği) İyinin ve Kötünün Ötesinde'yi aldığını, ama bir de İtalyan romanı aldığını, böylece "gri bulutların altında mı yoksa mavi göğün altında mı yürüyeceğine" karar verebileceğini yazmıştı. Anlaşılan Brahms "kaygan" esere en azından şöyle bir bakmıştı.


Nietzsche 21 Eylül'de Sils'ten ayrıldı ve bir kez daha iki "evi" arasında bir "perde arası" aramaya başladı. Bu sefer Venedik'te şansı yaver gitti, Calle Dei Preti 1263'te, yani çok sevdiği St. Mark Meydanı ve dostu Köselitz'e yakın bir yerde oda tuttu. Nice'te olduğu gibi burada da yatağının üstünde bir cibinlik vardı. Bu, Venedik'e son gelişi olacaktı, Köselitz'i de aklı başındayken son kez görüyordu. Ne yazık ki güneş çok yakıcıydı, bu yüzden de serin esintiyi ve berrak göğü sevmesine rağmen, iki aylık kalma planını bir aya indirdi. Cenova ile Milano arasındaki bir demiryolu tünelinde iki saatlik beklemeyi de içeren eziyetli bir yolculuktan sonra patlak bir valiz ve ağrıyan bir başla 23 Ekim'de Nice'e vardı.

...

kitap: Julian Young / Nietzsche

Nihai Geçiciliğimiz


Yeni Temel Duygu: Nihai Geçiciliğimiz, - Eskiden insanın tanrısal kökenine işaret edilerek ihtişam duygusuna erişilmeye çalışılırdı: Şimdi ise bu yasak bir yol oldu. Çünkü kapısında, diğer korkunç hayvanların yanında, maymun oturuyor ve bilmiş bir şekilde: Bu yöne devam etme! dercesine dişlerini gıcırdatıyor. Bu yüzden insan şimdi ters yöne gitmeyi deniyor: İnsanoğlunun gittiği yol, onun muhteşemliğini ve tanrılarla akrabalığını kanıtlamaya yardım etmeli. Ah, bununla da hiçbir şey olmuyor! Bu yolun sonunda son insanın ve mezarcının cesedine ait kül kabı var (Üzerinde nihil humani a me alienum vuto yazılı). İnsanlık kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin — ve belki de sonuçta başlangıçta olduğundan daha derinlerde olacak! - Karınca ve kulak biti »yeryüzü yolculuğunun« sonunda tanrı akrabalığına ve sonsuzluğa yükselemediği gibi onun için de daha yüksek bir düzene geçiş yok. Olacak, olmuşu arkasından sürüklüyor: Neden bu sonsuz tiyatro küçük bir yıldız ve diğer taraftan küçük bir tür için bir istisna teşkil etsin! Defolsun bu tür duygusallıklar! 

Exil Sils Maria / Klaus Schulze