Günümüzde Camus’yü Okumak


Günümüzde Camus’yü Okumak

Pierre Louis Rey

Camus felsefeciden çok sanatçı olmak istemesine karşın bir biçim yaratıcısı olarak ortaya koymadı kendini. Düşüş konusunda, kendisiyle yapılmış son söyleşide şöyle der: “Biçimi konuya uyarladım, hepsi bu”. İçerikle biçim arasındaki farkı geçmişte kalmış bir şey gibi gören her modern akademisyenin elini kolunu bağlayacak bir ifade. 1938 ile 1941 arasında Camus aynı anda üç yapıt birden ortaya koydu: bir deneme (Sisifos Söyleni), bir roman (Yabancı) ve bir tiyatro oyunu (Caligula). Aslolana, ‘saçma’ düşüncesine daha emin bir yoldan ulaşmak için biçimleri -ya da türleri- çeşitlendiriyordu adeta. İyi niyetli kimseler Yabancı'nın Sisifos Söyleni’nin ışığında okunmasına üzüldüler. Ama Camus’nün bundan incinmesi için bir neden yoktu: Daha 1936’da Defterler'ine şöyle yazıyordu:

 “Filozof olmak istiyorsan roman yaz”, 

sonra, Sartre’ın Bulantı'sı hakkında şöyle yazacaktı:

 “Bir roman imgelere dökülmüş bir felsefeden ibarettir daima.”

Roman türünün düşüncelere göre biçimlenme eğilimde olması onun gözünde bir düşüklük göstergesi değildir, tam tersine: 

“Birçok kişiyi romana çeken şey, romanın görünüşte üslup taşımayan bir tür olmasıdır. Aslında en zor üslubu gerektirir roman, bütünüyle konuya boyun eğen bir üslubu. Böylelikle, her romanını değişik bir üslupta kaleme alan bir yazar hayal edilebilir” (Defterler, Mart ya da Nisan 1943). 

“Hayal etmeye” hiç gerek yok: Bunun en güzel örneği Camus’nün kendisidir. Yabancı'daki yalınlık, Düşüşteki virtüözlük, İlk Adam'daki liriklik, her defasında farklı bir Camus okuruz. Aiskhylos’tan yirmi yüzyıl, Racine’den üç yüzyıl sonra “modern bir tragedya” kurma tutkusu tek bir biçime dökülmemiştir: Roma’da geçen tiyatro oyunu Caligula henüz tamamlanmadan Camus Yanlışlık ile “takım elbiseli trajik” deneyine girişir, sonra da Sıkıyönetim’deki “gösteride totalitarizmi eleştirir. Böylesi bir esneyip uzama özelliği, edebiyatta akrabalıkları zor fark edilir hale getirir. Camus’nün retorik ve yergi nitelikleri taşıyan yapıtı Düşüş'te “yeni roman'ın arayışlarından esinlenir gibi görünmesine şaşarız; bu türden bir yakınlık kurma, Yabancı için daha uygun düşerdi. Yabancı Düşüş'ten on dört yıl önce yayımlanmıştı, oysa Düşüş Alain Robbe-Grillet’nin başarı kazandığı ilk dönemin ürünüydü. (...) Gerçekten de, Meursault’nun kayıtsızlığının önce nesneleri ve olayları eş düzeye getirdiği Yabancı'nın, trajik bir bilincin yansıdığı bir “insanbiçimcilik”e doğru kaydığını gösterme şerefine Alain Robbe-Grillet erişecekti (Pour un nouveau roman, Editions de Minuit, 1963). Yabancı'nın Fransa’daki ve dünyadaki şansı, hem “biçim”i hem de “konusuyla açıklanabilir. Bazı “yeni romancılar” tarafından taklit edildiği düşünülebilecek bu “beyaz yazı”ya (Roland Barthes) bıkıp usanmadan hayranlık duyarız. Ama yeni romancılarda şeylere yapışıp kalma hali roman kişisini “anlatısal bilinç'e indirgerken, Meursault bizi duygulandırmayı sürdürür (eleştirmen Gaetan Picon, Meursault'nun, Chateaubriand’ın “Rene”si kadar kendi çağını temsil ettiği kanısındaydı). Amerika Birleşik Devletleri'nde Albert Camus'ye ilişkin bir internet sitesinde, “Jüri üyeleri Meursault'yu idam cezasına çarptırmakta haklı mıydı?” cümlesini okuruz. Bir edebiyat uzmanının gözünde gülünç olabilecek bu soru, Yabancı'daki yanılsama gücünü onaylamaktadır. Benzer biçimde, Gustave Flaubert’in elyazılı metinlerini incelemenin yanı sıra, Emma Bovary'den yana ya da ona karşı tavır alarak da yazarın dehası diri tutulmaktadır.

Camus Yaşasaydı...



Bernard - Henri Levy / 14 Ağustos 1993

Camus yaşasaydı... 

80 yaşında olacaktı. Levi -Strauss’tan beş, Julien Green’den on, Ernst Jünger’den yirmi yaş genç. 4 Ocak 1960’daki korkunç araba kazasından sağ kurtulacak ve Bodard, Robles ya da Jules Roy ile ruhen aynı yaşta olacaktı.

Onu saçları ağarmış olarak düşlüyorum. Onurdan ve utkudan hafifçe palazlanmış. Ama aynı gür saçlarla. Aynı serserice bakışla. Yürüyüşünün heybetini vurgulayan düşünceli filozof cüssesiyle. Paradoksal biçimde onu gençleştiren kara - ayak aksanının dönüşü. Gönüllü olarak “antika” rolü oynasa da, zamanla, bir tür ulusal anıta dönüşme düşüncesinden - o, ki uzun süre çamur atılmış, küçük düşürülmüştü - nefret etmese de, eminim, dünya ve insanlara tutkusu el değmemişliğini koruyordu.

Bu hafta, örneğin. Bu gürültüsüz patırtısız 15 Ağustos haftasını, her yıl olduğu gibi Lourmarin’deki evinde geçirecekti ve ilke olarak, kendini Anılar’ına adaması gerekecekti. Birleşme ve sakıncaları üstüne “bir Alman dosta mektup” göndermek; Bosna’da “ateşkes”e çağrı yapmak için uygun aracı buldu. Marsilya’da, bir Albert Camus lisesini törenle açma önerisini reddetti. Biyografi Jean Lacouture’le uzun uzun görüştü, özellikle kadınlarla ilgili bölümler üzerinde durdu. Aşırı sağın dönüşüne karşı uyanık olma çağrısını imzalamayı reddetti -“ben asıllarını tanıdım! Müsveddelerinden mi sakınma mı istiyorsunuz?”; buna karşın, sevgili Cezayir’ini yasa boğan bir dizi cinayete dikkatini çekmeye gelen Oranlı entelektüellerden oluşan delegasyonu hararetle kabul etti - “içinizdeki Fransa’dır, öldürülen; Fransa, ben yaşadığım sürece sizi terk etmeyecek”.

Çünkü bu sorun onu açıkça altüst ediyor. Öyle çok görüntü birdenbire...öyle çok anı ve yüz... Ona gösterdikleri bu fotoğraflar takip edilen ya da öldürülen bu yazarlar - bunlar “onun” Cezayirlilerinin çocukları; bazıları torunları; ama bu hep aynı Öykü değil mi? Sürüp giden aynı dram? Güneşli yüzü her zaman vardı Cezayir’in. Evrenselle yakınlığı. Grekoromen Avrupa için hala gözlerinden yansıyan “Tipasa” kıyısı var. Ama cinleri de var. Korkutucu taşkınlıkları ki tatlı anılara dönüverir. Söylemekten çekiniyor biraz, çünkü yeniden alay edecekler onunla: “Camus ve sabit fikirleri! Camus ve saplantıları!” Ama onun için kozlar Fransızların boşalmasından bu yana oynandı ve o, kozmopolit tohumlardan vücuda geldi. Öyleyse özünde tutuculuk mu? Bu değişmeyenin takıntısı! Saflığın manyak tadı! Eh iyi, bu mani, “adalet” kisvesi altında, Cezayir topraklarını sözde yabancı gövdelerinden arındırdıkları zaman başladı.

Aynı hafta Le Point tarafından, günümüz dünyasını tehdit eden temel tehlike sorulduğunda şöyle yanıt verdi: Yeni tehlike, tutuculuktur. Oh, sadece dinsel tutuculuk değil. Daha güçlü bir nedenle Müslüman tutuculuğu da değil. Hayır. Genelde tutuculuk. Bu nitelikte bir saflık isteği. Robespierre’cileri, daha sonra komünistleri ve Nazileri silahlandıran. İran ya da Kamboçya ya da Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de eyleme geçen. Çünkü bu başkaldırı gibi, saflık gibi. Kesinlikle başkaldırı gibi. Rimbaud’nun gözleriyle görüldüğünde müthiş. Onu ele geçiren Netchaievler ya da Saint -Justler olduğunda korkunç. Komünizm öldü, kuşkusuz. Ama Netchaiev yaşıyor - barbarlıkların değişmezi - politik anjelizmiyle.

Camus, komünizmin ölümünden sevinç duyuyor, dile getirilmese de böyle. Duvar’ın iyi zamanlarına ve “düzen”ine ağlayacak olan o değil. Ama, gerçekten bayraklar asmaması herkesi şaşırttı. Düşmanları, dostları gibi bir utku metni bekliyordu. Sartre ve diğer Jeansonlara, otuz yıl sonra, “Size söylemiştim” türünden bir taşı gediğine oturtma. Ama tıs yok. Buna karşılık şaşırtıcı olan yorumlarının ölçülü, melankolik tonu - orada da, Avrupa’nın olağandışı özgürlüğü için ödeyeceği bedeli tahmin eder gibi. “Tehlikenin ortaya çıktığı yerde kurtarıcı da ortaya çıkar.” der her zaman sevdiği Hölderlin’in bir dizesi. Zaman geçtikçe bu sözü dönüştürür: “Barışın geldiği yerde tehlikeler de ortaya çıkar.”

Ulusçuluk, örneğin. Ona çok güzel anlatıldı dönüşün, komünizm tarafından aşağılanmış, köksüzleştirilmiş halklar için kaçınılmaz olduğu: Onda şaha kalkan bir şey var - dünyanın eski vatandaşı, Gary Davis’in arkadaşı her şeyden elini eteğini çekmedi.

Popülizm. Onun da bildiği gibi popülizmin içinde o güzel “populus” (halk) sözcüğü var. Ya populus’un “izm”i? Halkın kültü, dini mi? 50’li yıllarda bildirdiği ve tüm tiranlıkların anası olarak gördüğü Tarih’in bu idolleştirmesi gerçekten yeğ midir?

Ve sonra ruhların düzensizliği. Toplumsal ahlakın çöküşü. Gevşeyen toplumsal bağlar, her yerde sallanıyor. Camus, her zaman ahlakı ahlakçılıktan ayırmayı savunmuştur. Ama şu paranın saltanatı! Devletin yüreğindeki çıkarcılık. Göz boyayıcılar tarafından doğallığı bozulmuş ideal sportif kendisi! Daha ne diyordu? Evet... futbol sahası, tiyatro sahnesiyle birlikte, masumiyet duygusuna kapıldığı tek yerdir dünyada...Eh iyi! Ne acı alay... Ne kadar uzak şimdi, Cezayir kentinde, Belcourt Mahallesi’nde centilmence maç saatleri.

Tapie diye biri onu görmeye gitti geçen gün. Ne istiyordu hakikaten? Kendini anlatmayı herhalde. Bir tür destek arama. Sonuçta antipatik değil çocukcağız. Serseri yanı onu rahatsız etmedi. Ve her şeyden önce bu haliyle ona verilen şöyle dedi (neredeyse kelimesi  kelimesine onun sözlerini aktardığını biliyor muydu?): “Karl Marx’tan değil, sokakta öğrendim ben yoksulluğun ne olduğunu.” Ama kendini savundu tabii bu sempatiden. Ve diğeri ona OM’nin (0lympique Marseille) onursal başkanlığını önerdiği zaman, nazikçe ama katılıkla onu savdı.

Camus, seksen yaşında. Ünlü kazadan beri pek felsefe yapmadı. Daha çok romanlar. Bir tiyatro. Sinema. Yeni tutkusu.  "Yabancı"nın uyarlanma hakkını kimseye bırakmayacaktı ya da daha kötüsü Jean Luc Godard tarafından. Casablanca'nın yeniden çevriminde Bogart'ın rolünü  üstlenecekti. Ama bu noktada, benzer bir bozgun karşısında, kimsenin karışıklıkları ve verilen sözleri tutmadığı bir dünyanın tükenişi karşısında, son bir kez daha felsefe yapma riskini göze alma zorunluluğuna ve seçme hakkına sahip olmadığını hissediyor. Hiç sahip olmayan birine anlam vermek mi? Dar zamanlar için bir politika, bir etik icat etmek mi? Şimdiden ilkbaharla eksikliğini duyacağımız kitabı duyuruyorlar: İlk insan mı, son insan mı? Başkaldıran İnsan'ın dönüşü?



Camus, bugün

Enis Batur



Albert Camus 1913'te doğmuş, 30’una varmadan "Yabancı'yı ve “Sisyphos Efsanesi”ni, 35’ine varmadan “Veba"yı, 40’ından önce “Başkaldıran Adam'ı yazmış. 44 yaşında Nobel ödülünü kazanmış, 46 yaşında bir araba kazasında ölmüş:

4 Ocak 1960.

Şanslı bir yazar: Yolunu çabuk bulmuş, yolunu genç yaşta açmış, bunu pek önemsememiş olsa bile üne, saygınlığa ve yaygınlığa kavuşmuş, yapıtının dünyanın dört bir yanında yankı topladığına, etki alanı kurduğuna tanık olmuş.

Şanssız bir yazar: Genç sayılacağı bir yaşta pisipisine ölmüş! daha da olgun yapıtlar vereceği bir döneminde (peşpeşe yayımladığı “Yaz” ve “Düşüş” bunun açık kanıtları) kalemi durmuş.

Adirondack



Adirondack’ların ortasında, kuş uçmaz bir bölgede küçük bir han. Odaya girerken şu garip duygu: İş gezisine çıkmış bir adam, önceden düşünmeksizin, yabanıl bir ülkeye, uzak bir hana geliyor. Ve bu doğanın sessizliği, odanın basitliği, her şeyden uzaklık, ona, orada kesin olarak kalma, yaşamını oluşturan şeylerle bütün bağlarını koparma, geride kalanlara asla yaşamda olduğuna ilişkin en küçük bir haber göndermeme kararı verdirtiyor.




*
Yolculuk Günlükleri
Kuzey Amerika Güncesi
Albert Camus

MELANKOLİ & CAN SIKINTISI & BLOG & ZAMAN



"Dünyada gizli bir topluluk olduğunu, Melankolikler Topluluğu olduğunu bilmiyor musunuz siz? Bunlar, ta doğuştan beri diğerlerinden farklı bir tabiata ve mizaca sahip kişilerdir: Kalpleri daha büyük, kanları daha tutkun, arzuları daha yoğun, emelleri daha doyumsuz, özlemleri daha yabani ve yakıcıdır.."  

Jacobsen

Şeyleri değerinden eden, imge ve değerlerin içini boşaltan, her şeyi öylesine uçup kaçıcı kılan ve böylelikle de, boşluğa ve bezginliğe sevk eden, insanın kendi varoluşunun temellerini altüst eden, dolayısıyla da umutsuzluğun yol açtığı anlam kaybına düşüveren bu melankolinin -işte tam da bu melankolinin içinden Dionysosçu olan geçer. Melankolik kişi, hiç kuşkusuz, varoluşun dolu doluluğuyla daha derin bir ilişki içindedir.

Romano Guardini



CAN SIKINTISI ÇÖLÜ VE MELANKOLİ

 Melankolinin sınırında can sıkıntısı vardır. Bu ikisinin varoluşsal özellikleri, birbirleriyle diyalektik şekilde kıyaslandıkları takdirde daha iyi kavranmaktadır.

 Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

 “Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır” ve gene şöyle demektedir: “Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”

Öyle hisler ve öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in (düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

 “Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, "her şey" üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzerek Can sıkıntısı,.. “Hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. Ama bu çalışmada, her halükârda, her ikisinin de ruh hali ve varoluşsal bir durum olarak can sıkıntısına dair söyledikleri şeylerin radikal yönlerine değinilmiştir.

CAN SIKINTISI İLE MELANKOLİ ARASINDAKİ İÇERİKSEL İÇ İÇELİK


Melankoli, sadece klinik bir gerçeklik değildir; tıpkı kaygı gibi, varoluşu kendi varlığıyla- kaplayan bir ruh halidir de (Stimmung-dur). (Öte yandan, kaygı ve melankoli, anksiyete ve depresyon psiko(pato)lojik olarak birbirleriyle bağlantılıdırlar). Melankolide, sürekli, ölüm ve ölme konularına değinilir; bu, sadece olası olan ya da olmayan ölüm konusundan ibaret değildir, ölüm ve ölmek, elbette ki birbirleriyle özdeş değillerdir çünkü biz ölmenin deneyimine sahibizdir (ölmeyi yaşarız) ama ölümün deneyimine sahip degilizdir (ölümü yaşamayız): ölüme dair rasyonel ve soyut bir bilgimiz vardır.

Melankoli, içeriksel olarak, gerek ruh hali (Stimmung), gerekse de psikotik hayat biçimi olarak can sıkıntısı ile iç içedir. Her ruh halinde olduğu gibi, bir ruh hali olarak melankolide de, Almanca Stimmung kelimesini yankılandıran ve temellendiren bir ses vardır. Stimmung’daki bu kayıp ses, bu Stimme, Giorgio Agamben tarafından muhteşem bir şekilde ele alınmıştır: “ ‘Duygulanımsal renk tonu’ olarak çevrile gelen Stimmung sözcüğü, burada her türlü psikolojik anlamından soyulmak, ona Stimme ile olan etimolojik bağlantısı ve özellikle de, akustik-müzikal asli boyutu geri verilmelidir: Almancada Stimmung, Latince concentus’un, Grekçe aqquofa’nın çevirisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısından bakılınca aydınlatıcı olan şey, Novalis’in Stimmung’u psikoloji olarak değil, ‘ruhun akustiği’ olarak görmesidir.”

Psikolojik deneyim olarak can sıkıntısı ve ruh hali (Stimmung) olarak melankoli, birbirlerini izleyen hayat biçimleridir ve her insanın hayatında iç içe geçerler: Elbette ki bu, klinik her kategorinin dışında ve günlük hayatın sıradanlığından uzak olunması şartıyla böyledir; zira gündelik hayat düşünüme ve gerçekliğin diyalekleştirilmesine yer vermez ve bunlar olmadan da can sıkıntısı ve melankoli olmaz.

Can sıkıntısı psikolojisi (elbette ki) can sıkıntısının psikopatolojisi değildir; ve ruh hali olarak, belki de Weltanschauung* olarak melankoli de, klinik bir gerçeklik olarak melankoli değildir.

Can sıkıntısının psikolojik ve insani boyutta nasıl oluştuğu, melankoliyle ne şekilde iç içe geçebildiği ve zaman zaman melankolinin onu nasıl istila edebildiği, psikolojik ve psikopatolojik araştırmaların felsefi ve edebi metinlerle harmanlanması halinde daha iyi kavranır ve betimlenir. (Melankoli, klinik melankoli ve modern edebiyat arasındaki bağlantılarla ilgili olarak, Anna Dolfi tarafından muhteşem bir özenle hazırlanmış bir kitaba göndermede bulunmak isterim.) Melankoli ile, zaman zaman ölümcül can sıkıntısı ve zaman zaman da taedium vitate olan ama her halükârda benin dünyayla ve kendinden-başkalarıyla olan ilişkilerinde radikal bir değişiklik yaratan, can sıkıntısı arasındaki birbirinden farklı ve birbirine yakın duygulanımsal tonların derinliği ve hassaslığı belki de ancak bu şekilde kavranabilecektir.

Kierkegaard’ın bazı sayfalarında melankoli, kendi varoluşuna eşlik eden ve can sıkıntısını dönüşümlü olarak izleyen bir ruh hali, bir Stimmung olarak, diğer bazı sayfalarda ise gelgit misali, bir ortaya çıkan bir ortadan kaybolan psikopatolojik bir deneyim olarak yaşanmıştır.

Kierkegaard’da melankolinin klinik bir gerçeklik olarak değil de, bir ruh hali olduğu sayfalar kendisinin Enten-Eller adlı eserinde geçer: 

“Sayısız tanıdık çevremden ayrı, son bir mahrem, güvenilir kaynağım var: O da melankolim. Sevincimin ortasında, işimin arasında o bana işaret eder, fiziksel olarak olduğum yerde kalsam da beni yanına alır. Melankolim, bugüne dek tanıdığım en sadık sevgilimdir. Benim de onu sevmemde şaşılacak ne olabilir ki?” 

ve melankoli, içeriksel ve duygulanımsal olarak sürekli ve karşılıklı yer değiştirdiği can sıkıntısına dönüştüğünde kendisi şöyle demektedir: 

“Can sıkıntısı ne de korkunçtur, ne de korkunç şekilde can sıkıcıdır! Bundan daha kuvvetli, daha gerçek bir ifade kullanamam çünkü benzer ancak benzerle kavranabilir. Ah keşke daha yüksek, daha güçlü bir ifade olsaydı, o zaman bir hareket, bir hamle daha kalmış olurdu!.. Ben uzanmış, olduğum yerde kalıyorum; gördüğüm tek şey boşluk, yaşadığım tek şey boşluk, içinde hareket ettiğim tek şey boşluk. Acıyı daha az hissediyorum.”

Günlük'ünde ağırlık ve karaltıya dönüşecek olan Kierkegaard’ın sözleri, burada hafifliğe ve aydınlığa sahiptir; ama her halükârda can sıkıntısının anahtar kelimesi boşluk deneyimi olarak belirlenmiş ve bununla ifade edilmiştir.

Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçaglıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”

Konunun halkaları genişleyerek, ayrı kültür ve zamanlara bağlanır; ve işte, Blaise Pascal'ın en meşhur penseeslerinden birinde getirdiği can sıkıntısı tanımı, zamana meydan okumaktadır:

"Can sıkıntısı. İnsan için hiçbir şey tamamen dinlenme halinde olmak, tutkusuz, işsiz güçsüz, eğlencesiz, meşgalesiz olmak kadar çekilmez değildir. O zaman kendi hiçliğini, terk edilmişliğini, acizliğini, bağımlılığını, güçsüzlüğünü, boşluğunu hisseder. Kabına sığmayarak ruhunun derinliklerinden can sıkıntısını, kasveti, hüznü, kederi, rahatsızlığı, umutsuzluğu çıkaracaktır."

CAN SIKINTISI PSİKOLOJİSİ



Daha doğrudan bir şekilde psiko(pato)lojik söylemin alanına kayarak, can sıkıntısının yapıtaşının, rasyonelliğin egemenliği ile duygulanımsal çölleşme arasındaki uyumsuzluk (denge-siz-lik) olduğunu söylemek mümkündür sanırım. Bir diğer deyişle, rasyonelliğin vurgulanması ve şiddeti (radikalleşme), duygulanımsal çölleşmeye ve duygulanım eksikliğine: hayatın irrasyonel alanlarındaki erozyona eşlik eder gibidir.

Can sıkıntısı, o taşkın fenomenolojisiyle belirdiğinde, Leopardi’nin sözlerinde öylesine net olarak altı çizilmiş boşluk duygusu deneyiminin anlamını doldurmaya yönelik sahte teşviklere dair dur durak bilmeyen arayışlara şahit olunabilir ancak bunlar bir netice getirmez.

Can sıkıntısının psikolojik yapısında, sadece bedende ve zamansallıkta değil, içinde yaşanılan mekânda da değişiklikler görülür. Bir diğer deyişle, can sıkıntısı, mekânın yaşanmışlığında: mekânda yer alan ve can sıkıntısıyla anlamlarından soyunan ve hareketsizleşen nesnesel ve kişisel gerçekliklerde değişiklikler yaratır. Mekânla ilgili bir metafor olan ve can sıkıntısının asli fenomenolojik yönlerinden birini barındıran çöl metaforu, anlamım yitiren ve çorak bir anlamsızlıkta yekpareleşen: her tarihselliği yutan bulanık ve boş uzaklıklarda kaybolan mekân sonsuzluğuna atıfta bulunmaktadır. Can sıkıntısında anlamlı olarak yaşanmış yerler (mekânlar) bulunmamaktadır: Kişisel belleğe kazınmış kişisel bir tarihe ve vatana (Heimata) tanıklık eden yerler yoktur. Mekânlar, içerdikleri kayıtsızlıklarıyla ve niyetsel daha başka ufuklara göndermede bulunmaktan yoksun oluşlarıyla, birbirlerinin yerine geçebilmektedirler, ayrıca, can sıkıntısında manzara (Landshaft) da, bellekte (belleklerde) yaşamayan, donmuş ve çölleşmiş öznelliğimizin sahnesinde hareket etmeyen ruhsuz bir coğrafyaya dönüşmektedir.

Bu; can sıkıntısının olumsuz psikolojisidir, ancak can sıkıntısının, A de Garanderie’nin altını çizdiği olası bir değeri (de) vardır; can sıkıntısındaki aşikâr çatışkılara ise, Vladimir Jankelevitch’in imgelemi kuvvetli söyleminde rastlanmaktadır: Can sıkıntısı, ağın ortasındaki örümcek misali, gri renkli ve kayıtsızlık kuşanmış şeffaf bir tülle şeyleri ve insani gerçeklikleri sarar. Buradaki can sıkıntısı fenomenolojisi radikaldir ve yer yer bilinmez ve özgün psikolojik alanları ele almaktadır. Can sıkıntısı, değişkenliğin (çok yönlülüğün) zirvesinde görünmektedir: Karşıt bin bir çehresi vardır, bin bir dil konuşur, kararsız ve elden kaçıcıdır: Sonsuz sayıda şeyin parçası olmaya girişmesi nedeniyle, elle tutulur gibi değildir. Can sıkıntısının daha da beklenmedik yönleri vardır: O (katıksız can sıkıntısı denebilecek can sıkıntısı), hiçbir hissi bulunmayan histir ve bu, onun tüm hislerin olanaklarını kendi içinde barındırdığı anlamına gelmektir: Bir diğer deyişle can sıkıntısı bulutsusunun içinden, en farklı ve en uyumsuz duygulanımsal durumlar geçmektedir. Ama sadece psikolojik can sıkıntısı yoktur: Bir mevsimlik olmayan, (mesela) sonbahar gibi tek mevsime has olmayan metafizik can sıkıntısı da vardır ve bu, kesinlikle temelsiz can sıkıntısıdır. Metafizik can sıkıntısı, hem varoluşun uçurumsal derinliklerini, hem de bilincin bu derinliğin bilincine varacağını varsayar. Vladimir Jankelevitch’in söyleminde yatan eşsiz anlam, her halükârda, zannımca, can sıkıntısının felsefi yönlerinin tespitinde değil de, psikolojik ve empresyonist yönlerinin tespitinde kavranmaktadır:

 “Can sıkıntısına her renk, ama öncelikle ve özellikle gri uyar: Bunun tek nedeni grinin sanal çok renkliliği değildir; grinin, her solmuşluğun sınırı ve çok renkli uyuşmazlığın nötrlüğe geri dönüşü olmasıdır da. Külün ve sisin rengi, solmanın rengi olan gri, renksel düzensizliğin ve amaçsız uzun günlerin de rengidir.. ”

Ludwig Binswanger, can sıkıntısı psikopatolojisini şizofreni ile ilgili çalışmalar bağlamında incelemiştir, ama bu değerlendirmelerin tersi alınarak, melankolik deneyim alanına aktarabilmektedir.

Kendisinin belirttiği gibi can sıkıntısını anlamak için, can sıkıntısında zamanın nasıl olduğunu anlamak asli bir önem taşımaktadır; bu zamanın nasıl olduğunu kavramak için de anahtar kelime boşluktur. Bir diğer deyişle can sıkıntısında, zaman “adıma işaret eder” (ileri adım atmaz); yaşanmış zaman ile dünyanın zamanı arasında radikal bir uyumsuzluk (asimetri) gösterir ve bu, hızla klinik melankoliye kayarak, zamanı yaşamanın iki şekli arasında mutlak bir ayrılık yaratma noktasına dek varır. Öte yandan sıkıldığımız zaman beklemeye yönelik içsel zaman deneyimimize ayrım getiren, onu yelkovan ve akrebin hareketinden ayıran zamansal bir boşluk hali doğar. Zamansal boşluk şiddetlenince, can sıkıntısı yaşayan (sıkılan) kişinin boşluğu doldurmak için geçici ve uçucu denemelerle beden dünyasına (Leibwelt) geri döner: Can sıkıntısı durumunda yapılan beden hareketleri (elleri ovuşturmak, ellerle minik minik vuruşlarda bulunmak, sürekli duruşunu değiştirmek, esnemek) de bunu göstermektedir. Dolayısıyla can sıkıntısının zamansal biçimi, özgün (varoluşsal) zamansallık ile özgün olmayan (dûnyeyileşmiş) zamansallık arasındaki şiddetli ayrılıktan ibaret zamansal bir boşluk uçurumudur.

Bmswanger’in söylemi burada son bulmamaktadır: Kendisi, bir başka açıdan yola çıkarak, hiçbir zaman sıkılmayan: can sıkıntısının çölselliğine kapılmayan kişilerin kimler olduğunu da sormaktadır. Soruya verdiği cevap şudur: Hayal gücünün, düşüncenin ve yaratıcılığın kanatlarıyla öylesine yoğrulmuş, öylesine zengin varoluşlar vardır ki, onlar için özgün bir zamansallık, bir diğer deyişle varoluşsal zamanın doğrultusunda meydana gelen bir kendini gerçekleştirme daima mevcuttur ve özgün olmayan (dünyaya ait) zamanın decadence'ına kaymazlar, bu nedenle de sıkılmazlar. Tüm özgün varoluşsal olanaklarını yitirmiş, dolayısıyla bununla eş zamanlı olarak özgün zamansallık ile özgün olmayan zamansallık; arasındaki uyumsuzluğu yaşamaya (içsel olarak deneyimlemeye); dair her olanağı kaybetmiş kişiler de vardır ve bu kişilerin de canı sıkılmamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu son durumda, elbette ki, ilk durumun tam tersi söz konusudur: Bu durumda kişinin can sıkıntısı deneyimine kapılmamasının tek nedeni, düşünüm ve içsellik boyutlarını yitirmiş olması: her ikisinin de düzleşmiş olması ve niyetsel nesnelerinden boşalmış bulunmasıdır.

Elbette ki Binswanger’in söylemi, Leopardi’nin söyleminin hafifliğine ve umutsuz zarafetine sahip değildir ama her ikisinde de can sıkıntısına ve melankoliye atfedilen anlam ufuklarına dair ipucu niteliğindeki yakınlıklar kavranmaktadır.

CAN SIKINTISINDA ZAMANININ SONSUZLUĞU


Bu noktada Binswanger’in düşüncesinin izinden giderek, can sıkıntısının yapıtaşı olan zamanın anlamına (zaman sorununa) derinden ve farklı farklı açılardan bakmamız gereklidir. Can sıkıntısını, psikolojik ve fenomenolojik radikalliğiyle anlamamız ancak varoluşun zamansal boyutundan yola çıkmamız halinde mümkün olacaktır.

Psikiyatride, zamanın (zamansallığın) fenomenolojik anlamı Ludwig Binswanger’in, Victor Emil von Gebsattel’in, Eugöne Minkoswski’nin ve Erwin Straus’un devrim niteliğindeki çalışmalarında vurgulanmıştır ve ardından, kalan boşlukları dolduran ve zaman (yaşanmış zaman) meselesini kati olarak her psikiyatrinin kapsamına katmış olan pek çok çalışma daha gelmiştir.

Elbette ki felsefenin psikiyatri üzerinde belirleyici bir etkisi olmamış olsaydı, bu gerçekleşemezdi: Heidegger’in, Husserl’in, Sartre’ın, Scheler'in eserleri ve de zamana ve zamanın içselliğine dair olağanüstü sezileriyle bu söylemin kapsamına tam olarak giren Augustinus’un ve Pascal’ın sözleri, bu anlamda, (daha başka eserlere göre) tarihsel olarak belirleyici rol oynamıştır,

 Augustinus’un meşhur sorusunu, bu noktada, yinelememek olanaksızdır: “Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum, ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı.”

Dolayısıyla can sıkıntısıyla ilgili psikolojik düşünümün ucu, kaçınılmaz olarak, zaman (zamanın sonsuzluğu) konusuna dokunacaktır, zira zaman, bu bağlamda bertaraf edilemeyecek ve kaçınılmaz bir anahtar sözcük niteliğindedir.

Derin can sıkıntısına kapıldığımızda, zamanı öznel olarak, baş döndürücü bir hızla kendi etrafında dönen ve zaten gerçekleşmiş: zaten vuku bulmuş olanın üzerinden şiddetli bir tekrarla yinelenen bir deneyim olarak yaşarız. Ağır ağır ve zahmetli zahmetli sürünen bu zamanda plan ve beklenti yoktur; bu durumda zaman, sadece monoton bir süreçtir ve içsellikte (öznellikte) hiçbir iz bırakmadan geçen saatlerden ibarettir, Rilkeci anlamda, olgunlaşma ve gelişim bakımından kayıp zamandır; sonsuzluğunda hiç sonlanmayan bir zamandır; niyetliliği olmayan bir tekrar girdabıdır, hiçlikte dağılan bir zamandır. Elbette ki burada, gene, süreçleri olmayan zaman, tarihi ve kişisel kimliği olmayan zaman, boş zaman metaforu doğmaktadır.

Eugene Minkowski, ince dokunuşlu ve parlak sözlerle, psikolojik bir hal olan can sıkıntısını ve özellikle de can sıkıntısında zamanın teşkil ettiği asli önemi ele almaktadır. Kendisi, zaman deneyiminin çok yönlü ve sınır tanımayan özelliklerini çözümlemiş ve sahip olduğu o olağanüstü yetenekle, psikopatolojik olguların gizli ve radikal yönlerini kavramıştır. Can sıkıntısını, varoluşun pathosçu (duygulanımsal) bir göstergesi olarak görmüş, nedensiz ortaya çıkması ve zaman içinde sürmesi halinde de patolojik bir anlam edinebileceğini belirtmiştir; Eugene Minkowski bunları belirtirken kendisine has o renkliliğiyle, can sıkıntısının nasıl da karaltılı olduğunu ve üzerimizde nasıl da ağırlık yaptığını, hayat ufkunu nasıl da umutsuz bir karanlığa boğduğunu vurgulamaktadır. Ancak can sıkıntısının fenomenolojik nihai temelini belirleyen şey, yaşanmış zamandaki dönüşümdür: Alışıldık zaman deneyiminde kesintisiz olarak geçmişten geçerek ortadan kaybolan ve başka bir geleceği yutuveren şimdiki zaman (anın şimdi ve buradası) can sıkıntısında yayılır ve buzlu ve hareketsiz bir sonsuzluğa uzanır. Zaman, yaşamsal içeriklerinden soyunur ve durur; can sıkıntısında bunun yanı sıra dilsel sorunlar da saklıdır. Almancada can sıkıntısına Langweile denir ve bu, gerçekten de, derhal can çekişmeye göndermede bulunan uzun bir andır (lange Weiîe’dir). Bunlar, Bütün can sıkıntısı deneyimlerinin yapısal (zamansal) öğelerinin ortaya çıkmasını sağlayan, dil ipi üzerinde yapılan cambazlıklar, etimolojik arkeolojilerdir.

Can sıkıntısı, ucu melankoliye dokunan duygulanımsal ve varoluşsal bir durumdur ama melankoliden daha hassas ve uçucu, daha belli belirsiz ve elden kaçıcıdır. Can sıkıntısı hayat ufkuna hâkim olduğunda duyulan öznel zaman hissine ilişkin olarak, psikolojik olarak da olağanüstü bir tanıklıkta bulunan Giacomo Leopardi'nin parlak ve delip geçici söylemine bir kez daha dalmakta tereddüt etmiyorum:

 “Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte; geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır." 

Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungda yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır: 

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından vs üretilir.”

Can sıkıntısının ve melankolinin psikolojik ve insani gerçekliğini ortaya koymak ve bunlardaki zamanın anlamını kavramak konusunda Jens Peter Jacobsen’in Marie Grubbe ve Niels Lyhne romanlarının can alıcı, önemli bir rol oynayabilecekleri kanaatindeyim: Bunlar, empresyonist ve akıcı olmakla birlikte, acılı bir varoluşla da dokunmuş romanlardır. Danimarkalı yazar, özellikle de Niels Lyhne'de duyguların ve şeylerin dağılmasını, can sıkıntısının canlı fenomenolojisini hafif ve yürek paralayıcı bir zarafetle betimlemiştir. Can sıkıntısı, her şeyi gömen ve birleştiren, iri ve düşman bir dağa benzetilip ele alınmıştır: Dağ imgesi, elbette ki, cismani olmayan, hassas yapıdaki can sıkıntısına (geçmişin ve geleceğin arasına yerleşen, belirsiz ve elle tutulmaz olan bu duygulanıma) şiddetle karşı duran bir imgedir ama can sıkıntısının sonsuzluğuna ve yekpareliğine işaret etmektedir. Can sıkıntısında insan, durmuş bir zamana dalmıştır. Bu durumda yaşamak; saatlerin boşa akmasıyla ya da ateşli bir hızla akmasıyla ağır ağır ölmek anlamına gelir; hızla geçen ve kaçan zaman duygusu ise tiz ve çığırtkandır: Saatler, haftalar ve aylar geçip gider ve insan bu sırada, oturur, havaya bakar ve hiçbir şey yapmaz. Zamanın akışı ve siyah beyaz saatlerin (ruh halinde birbirlerine bağlanan ve birbirlerinden kopan ışıkların ve karaltıların) elden kaçışı zamanın tamamen kayıp olduğu hissiyle ve kalan saatlerin de: her günün on iki beyaz ve on iki siyah saatinin de, çözülmekte olan bu zaman uçurumundan dur duraksız kayacağı izlenimiyle pekişir.

Geleceğini yitiren ve geçmiş girdabına kapılmadan şimdiki zamanda duran bir deneyim olarak can sıkıntısı deneyimine Thomas Mann’ın en büyüleyici ve derinliğine inilmez romanında rastlanmaktadır. Romanda bu deneyim, can sıkıntısı tarafından yutulan ve onda boğulan insan hayatı benzetmesi (metaforuyla) ifade edilmiştir. Zamanla ve can sıkıntısıyla ilgili bu olağanüstü sayfalarda, sadece edebi değil, kaçınılmaz olarak psikolojik de olan deneyimlerin ölü dalgaları görülür gibidir; bunun yanı sıra, bu sayfalarda, Leopardi’nin aynı konuyla ilgili yapmış olduğu saptamalarla benzerlikler de seçilmektedir:

“Bu gevşeme, bu tembellik neye bağlı? Kaide uzun zamandır ne zaman askıya alınmadı ki? Bu, hayatın gerekliliklerinden doğan bedensel ve psikolojik yorgunluktan, yıpranmadan değil de (öyle olsaydı, güç toparlamak için dinlenmek kâfi gelirdi); daha ziyade psikolojik bir olaydan, kesintisiz yekpareliğiyle yitme tehlikesine giren zaman deneyiminden kaynaklı olmalı ve bu deneyim, bizzat hayat duygusuna öylesine yakın ve öylesine bağlı bir şey ki, bunlardan biri hafifledi mi, diğeri de ister istemez korkunç derecede zarar görüyor. Can sıkıntısının doğasına ilişkin pek çok yanlış fikir var" 

ve roman parlak bir anlatımla devam etmektedir: 

“Can sıkıntısı dediğimiz şey, daha ziyade monotonluk nedeniyle zamanın hastalıklı bir şekilde kısalmasıdır; Eğer bu tekdüzelik kesintiye uğramazsa uzun zaman dilimleri dehşet verici derecede kısalır; eğer bir gün her günkü gibiyse, her gün de bir gün gibi olur; ve kati bir tekdüzelikte en uzun hayat bile kısacıkmışçasına yaşanır ve aniden yok oluverir’’.

Zamanın anlamındaki bu sapma, soyut bir kavramsallaştırma değildir; zamansal boyutlarıyla kavranmış ve ayrıştırılmış olan can sıkıntısının radikal fenomenolojisidir. Böylelikle, kanaatimce, can sıkıntısının farklı yönlerini ele almak ve konunun derinliklere inmek konusunda, psikolojik ve psikopatolojik araştırmalar ile edebi ve felsefi araştırmalar (dûşünümler), beraberce, zorlanmaksızın ve çatışmaksızın birbirleriyle yarışmaktadırlar (Ludwig Binswanger, zaman zaman, edebiyatın ve felsefenin psikiyatriyle kaynaşmasına dair inanılmaz göstergeler sunmuştur). Can sıkıntısını melankoliden ayırt etmek, bu ikisinin arasındaki ortak öğeleri ve onları birbirinden ayıran öğeleri (özellikle de zamanı yaşama şekillerini saptamak, kanaatimce, açık ve diyalektik bir psikiyatri yapmak demektir; böylesine yaygın ve böylesine karmaşık olan depresyon hali bağlamında ve alanında, Stimmung olarak can sıkıntısını melankoliyle, reaktif (nevrotik) depresyonu psikotik (endojen) depresyonla, mizacı (mizaçsal özellikleri) depresif döngüye kapılmış kişilikle birbirine karıştırmak, belirsiz genelleştirmeler yapmak mümkün olabilmektedir.

MELANKOLİDE ZAMANIN ÇÖZÜLMESİ



Depresyonda, iletişimin yitimi ve bunun uzantısı olarak da, yaşayabilmenin yitimi öyle bir yoğunluk gösterir ki, kişinin varoluşunun tamamı kansız, cansız ve boş olur, insanın karşısındaki her gelecek engelli gibidir, hayatın yerini yıkım ve umutsuzluk gerçekliği almıştır. Girişimcilik ve doğallık can çekişmektedir; kaygı, yitmişlik hissi ve zayıflık artmıştır; hayatın bir-parçası-olmayı-istemez-olmak, hatta hatta artık-hayatın-bir-parçası-olamamak, melankolinin anahtar kelimesi olur. Scheler’e göre zamansallıgın yaşanmışlığını oluşturan program ve planlarla yaşanmaz olur; hayat geçmişe dönüktür, sadece yitmişlik deneyimlerinin etrafında dönüp durmaktadır. 

V.E.Von Gebsattel


Melankolik tutukluğun uçurumundan inmek demek, ya-pa-ma-ma deneyimine yakalanmış olmak (bu deneyimin meydan okuyuşuna maruz kalmak) demektir: Hüzünlü-olamama, yaşayamama ve öle-meme demektir. Tutuk melankolinin hali, anlam taşıyıcı olan bedenin hafızasını silecek kadar ileri gidebilir; bu durumda, oluşumun (her türlü geleceğin) taşlaşmasına şahit oluruz, anlam yokluğu mahiyetinde ve kendi savaşında niyetten yoksun kalmış, şey-beden haline gelmiş yaşanmış beden mahiyetinde ölüm deneyimine ilişkin bir şeyler görürüz.

Melankolide geçmiş sınır tanımaz, can sıkıntısında ise sınırlıdır. Can sıkıntısında suçluluk deneyimi yoktur, oysa melankolide suçluluk deneyimi: keskin, acı, can yakıcı, yıkıcı ve ölüm istemine varacak derecede dayanılmaz ve yaygın, telafisi mümkün olmayan derecededir. Melankolideki yıpranmış ve ayrışmış zaman bilinci, insanın yaşanmışlık alanını can sıkıntısından çok daha derin bir şekilde etkilemektedir. Melankolik deneyim, öznel can sıkıntısı deneyimine yabana kalan uçurumlardan aşağı iner ve bu uçurumlar, depresyon deneyimini diğer her bir insani deneyimden koparır (uzaklaştırır). Fazla yoğun karanlık ya da ışık, insanın uçurumlara bakmasını engelleyebilir ya da gözünü kamaştırabilir ama condition humaine’de yer alan sorunsallığın anlaşılmasını sağlayacak varoluşsal kesitlerin seçilir gibi olmasını da sağlayabilir. Ancak, farklı özellikleri ve farklı derinlik dereceleri olabilen ve sıradan (gündelik) varoluşları ya da yaratıcı (dâhiyane) varoluşları vurabilen depresyon halini yaşamak, yaşanmış zamanla (frenin zamanıyla) dünya zamanının (nesnel zamanın) arasındaki süreksizliğin ve yer değişikliğinin (asimetriyi) yaşanmasını (kendi saklı içselligimizde deneyimlememizi) sağlar.

(Elbette ki her melankolik varoluşun, hayat hikâyesini katetmek ve birbirini izlemiş zamansal halkalarını ortaya çıkarmak mümkündür. Yelkovan ve akrebin akan zamanında birer birer gerçekleşmiş olayları yeniden katetme ve hatırlama becerisi baki kalır. Çözülme ve kesinti, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bütünsel bağlantısını yitirmiş olan zamanın yaşanışıyla ilgilidir.)

]ean Starobinski, Charles Baudelaire’in bir şiiri ve melankolisi hakkında yazdığı bir metinde, zamanın melankoli sırasındaki dönüşümüyle ilgili olarak çok güzel şeyler kaleme almıştır. 

“Melankolik kişi, kendi içsel zamanıyla dışsal şeylerin hareketi arasındaki bağlantı hissini yitirir. Zamanın yavaşlığından şikâyet eder. Ama melankolik kişi, sıklıkla, dünyaya geç yanıt verdiğini hisseder. Baş döndürücü bir şekilde hızlanan dışsal gösteri karşısında, o, kendi içinde, kendisini hareketsiz kılan bir nevi engel hisseder.”

*
Eugenio Borgna'nın
Melankoli kitabından

Pasolini








*
Joseph Lally
model: wil aleman

MAVİ


Derek Jarman ve son filmi Mavi (1993)'de filmin başından sonuna dek, beyazperdeye kesintisiz olarak mavi rengi yansıtılır. Ses ise, müziğin eşlik ettiği bir tür şiir günlüğü olup, ölümcül AIDS hastası Jarman, bu günlüğe giderek ilerleyen görme kaybını ve hızla kötüleşen sağlık koşullarını kaydeder. Tam anlamıyla belgesel bir film olan Mavi, yaşam ile sinema, hastalık ile sanat özdeşleştirmesi üzerine kuruludur ve kâh ironik kâh yürek burkucu bölümlerle doludur; gene de film, salt bir ıstırabın tutanağı gibi değil, bir yapıt gibi değerlendirilmeyi talep eder. Son yıllarda, görsel antropoloji bağlamında, yönetmenin müdahalesi ne kadar azsa, çekimi bilimsel olarak o kadar ilginç bulma eğilimi yaygınlık kazandı. Böylece, saf bir tutuma düşme riskiyle karşı karşıya kalınıyor: Bilimcilik ile doğallığı birleştirerek, kayıt cihazında ya da kamerada hiçbir dolayım olmadan gerçekliğin bütün çıplaklığıyla aktarılabileceğini hayal eden bir saflık bu. Oysa Jarman’ın filmi, tam da etkileyici özyaşamöyküsellik niteliğinden ötürü, en kişisel ve en öznel iç dökmenin bile, gene de bir filmde (bir kitapta olduğu gibi) hep bir staged authenticity (kurgulanmış sahicilik-bir gerçeklik efekti) olduğunu gösterir. Ama bu, yapıtın sınırı değildir; aksine, onun büyüklüğüdür. Önemli olan, doğrudanlığı içinde belgelenmiş olan ölme değildir; Jarman’ın ölümünden üretmeyi başardığı şeydir. Varsayalım ki, Jarman ölmemiş olsun; hatta hasta bile olmasın ve bütün film hayal gücünün bir ürünü olsun: bir belgesel değil, kurmaca bir film. Bir şey değişir miydi? Kanımca, değişirdi. O durumda, Jarman’ın bir AIDS hastasının hissettiklerini zihninde nasıl canlandırdığını görürdük, Jarman’ın kendi hastalığından ürettiği şeyi değil. Kısacası, Mavi ile, hem kurmacadan, hem tutanaktan farklı olan, gerek düş gücüne gerek yaşanmış hayata göre merkezsiz olan (ikisiyle de ilişki içinde olsa bile) bir bölgede dururuz.


   Mavi, son derece bütünlüklü bir filmdir; dünyanın büyük çeşitliliğini çok küçük kendiliklere indirgeme şeklindeki felsefi tutumu tam olarak yerine getirir. Bu durumda başlık deneyimin hem gerçek hem mecazi yönlerini birleştirir: Görüşün puslanması ve aşamalı görme kaybı (bu seyirciye hem söylenir hem gösterilip kabul ettirilir); Jarman’ın imgeleminde merkezî bir yer işgal eden denizin rengi; sanatçının içine gömüldüğü depresyon ve keder hali (blue [mavi] sözcüğünün, Amerikan kültüründeki blues sözüne de kaynaklık eden mecazi anlamı geçerlidir burada) ve son olarak, hastalığın kaynağı olan ve bir yazgı oluşturduğu için bağlı kalınan norm dışı cinsel deneyimler ufku (blue movie, pornografik film demektir). Görüntülerin kaldırılması, engin bir yaşama duygusu, haz ilkesinin ötesi, sapkın cinsellik: “Mavi deneyiminin" dört boyutu bunlardır. Uzun bir gelenek, biri tasvir yasağı ile pederşahi tektanrılı dinsellik arasında sıkı bir bağ kurmaya alıştırdı: Tanrının mutlak aşkınlığına, kutlu tasvirlerin yapılması yasağı eşlik eder. Oysa Jarman’daki tasvirsizliğin bambaşka kuramsal ve duygusal temelleri belirsiz bir varlığın, ilksel okyanusun, büyük ürobonik ananın içinde, bireysel varoluşumuza göre zihinden önce ve sonra olarak canlandırılan dişil bir arketipin içinde bireysel kimlik ve biçimin yitirilmesinin bir sonucudur. Büyük cinsellik psikologu Henry Havelock Ellis, “undinizm” terimiyle, üretral erotizmde suların çekiciliğini tanımlamıştır. Gerçekten de, Jarman’ın duyarlığı, Ellis’in terimini devşirdiği kaynağa -Friedrich de la Motte-Fouque'nin romantik öyküsü Undine'ye- çok yakın görünmektedir. Mavi’de olduğu gibi bu öyküde de, cinsellik, suyun çağrısı ve ölüm, geçmişteki aşkın silinmez iziyle birleşir.


*
kitap:
Mario Perniola
Sanat ve Gölgesi

Hoffman’ın Vedası

Philip Seymour Hoffman öleli dört yıl olmuş. Aldığım en üzücü haberlerden biriydi. Hatırı sayılır bir Hoffmansever kitle olduğunu ve benim de onlardan biri olduğumu ölümüyle birlikte öğrendim. Ölüm haberinden birkaç ay sonraydı yanılmıyorsam, oynadığı son film (A Most Wanted Man) Türkiye'de de gösterime girdi, sinemaya gittim hemen, herhalde bütün Hoffmansever'ler gibi, Hoffman'a son kez doymak için. 

Bir oyuncu olarak çok kıymetli bir filmografi bıraktı ardında.  Kuşkusuz yaşayan en büyük oyunculardan biriydi. Yukarıdaki video'da yer alan A Most Wanted Man'ın son sahnesi sinemaya da vedası niteliğinde.

Philip Seymour Hoffman'a, ölümüne giden sürece ve sonrasında yaşadıklarına dair eşi Mimi O'Donnel bir yazı yazmış:


Melankoli ve Hiç


Melankoli hem varlığın handiyse karşı konulmaz çekiciliğini hem de hiçliğin acılığını duyumsar. ... Hiçlik, demek ki var olanın saltık yitimi içinde varlığın saltık yıkımı: var olmayan - hiçlik. O görmüştür ki var olan her şey hiçliğe doğru gider. Güzel olan her şey yok olur. Zevk kalıcı değildir. Seyir halinde bir lütuf anında tadına bakar o yalnızca - sonra günün birinde gül solar...


Melankoli'de Hiç konuşur. Önce yıkıcı negatif olarak ki zorla öyledir. Dünyanın görünümlerini ve her türlü insan çabasını anlamsız kılan şey olarak. Gravürün açıkça sölediği budur işte. Ama melankoli yalnızca bu saptamadan oluşmaz. Onda bir gece çekiciliği, hafif bir büyüleyicilik de vardır. Var olanın öngörülebilir yitirilişi, sonuçtaki yıkımı, her şeye karşın varlık zemini üstünde, dolayısıyla da bir bölümüyle pozitif olarak duyumsanır. Yararsızlık, bu zemini etkiler, gizlice işler, ama bir yandan da özgürlüğüne kavuşturur. Sağlamlığını sarsar, ama hafifleştirir de onu, akışkan hale getirir, biraz uçucu, bu nedenle de daha az sarp, istediğinde daha az ısrarlı kılar. Hoyrat zorunluluğunu yumuşatır. Yok olacağını bildiği için, bambaşka -daha şimdiden madde dışı- bir ağırlık verir onun orada oluşuna. Gerçekte ne olmaktadır melankolide? Büyük olasılıkla şudur olan: Söylediğim o sınanmış boşluk, yalnızca varlık ufkundan yola çıkarak manzaranın içine sızar, ansızın birleşir onunla. Var olandan başka hiçbir şey’in hiç'i, kendinden başka hiçbir şey olmayanın-ki, başka hiçbir şey’e sıkı sıkıya bağlıymış duygusunu verir, neredeyse elle tutulabilir ya da en azından kendi içinde yaklaşılabilir duruma gelir. Üstelik yalnızca kıyılarında değil, doğrudan iç yapısında. 

Melankoli, dünyanın yok olacağını bilir ve bu boyutta yaklaşır ona. Görünüşte çok sıradan bir şey bu. Ama dünyanın yok olacağını bilmek ve bunu bilerek onun üstünde yaşamak, sanıldığı kadar çok görülen ve basit bir şey değil. Dünyanın yok olacağını biliyoruz bilmesine, ama şu an değil bu, şimdi’nin içinde değil. Geçip gideceğini biliyoruz, ama sonra olacak bu; her şeyden önce olasılığı az bir sonra; tıpkı kendi ölümümüz gibi. Açılmış, tüm güzelliğini takınmış güle solacak, buruşuk, solgun yaprakları günün birinde yerlerde sürüklenecek güle gittiğimiz gibi gitmeyiz. Gülün geçici olduğunu, sonrası için değil şimdi ve hemen önünde olduğunu bilmek, bambaşka ve çarpıcı bir bilgidir. işte buna davet eder bizi melankoli, kendi kendinin ucuna dek gidersek.


Gül'ün ölümlü olduğunu bilmek ne demektir? Öncelikle ve kuşkusuz, onu bütün güzelliği içinde, herhangi birinin bildiği gibi, gül olarak bilmek demektir. Ama -nasıl söylemeli?- istemeden bilmektir bu. Sevmek, ama onu var olmaya bırakarak düşünsel düzeyde bile olsa kopartmadan sevmek. Onu seyretmek; ama istek duymadan, tüm başka güzelliklere baktığımız gibi seyretmek. Melankoli’yse her türlü isteği ortadan kaldırır. Erk’in doymak bilmez, durmak bilmez işlevini de askıya alır böylece. Ölümlü gülün bilgisi, Erk’in söylemi dışında bir bilgidir. Onun işlemediği bir alanda ortaya koyar kendini. Onun egemenliğinin, o aldatıcı egemenliğinin dışında, gözü açılmış... Evet gözü açılmıştır melankolinin, uyanıktır; öncelikle bu anlamda ve onu gerçekliğine taşırsak, yalnızca bu anlamda.

Böylece, bu var olmaya bırakma zemininde kendini Erk’ten belirgin biçimde ayırırken onun maskesini de düşürür ve aynı zamanda hem güle hayranlıkla bakar, hem de yok olacağını bilir. Gülü gül olarak var olmaya bütünüyle bıraktığı ölçüde daha kolay bilir ve duyumsar bunu. Böylece Erk’i iki kez mat eder. Ne olduğunu bilerek uzakta tutar onu: Evet erktir o, güzellik ve güç içinde devinen, ama günün birinde negatifin eline düşecek işleriyle tehlikede bir erk; aynı zamanda hem hayranlık verici, hem geçici, ve yalnızca yazgısal; Erk’tir, çünkü yazgısaldır.

Sonuna dek götürüldüğünde, son siperlerinde -doğru seçilmiş bir sözcük bu- melankoli. başka bir uzamı açmaktadır artık: Dürer’in gravüründe yarıda bırakılmış o soldaki boşluğu. Yapıt bu boşluğa doğru açılmaktadır ve hiçbir şeye bakmayan Melek’in gözleri, her şeye karşın bu boşluğa dikilmiştir.


*
Roger Munier

*
İlgili Okuma:

Cinsellik ve Melankoli





Melankoliklerin çoğu kafalarını cinsellikle bozmuşlardır 
(başka bir çeviride: karasevdalılar biraz kösnüldür.)

Aristotales

Melankoliklerin kişiliği iki testisinin arasındadır.

S. Freud

Melankoli özünde aşk özlemidir. Burada aşkla, en temel kösnüllükten en yüce ruhsal sevgiye kadar her biçimiyle, her derecesiyle aşk kastedilmektedir. Melankolinin itkisi Eros'tur, aşk ve güzellik arzusudur. 

Romana Guardini 


*


*

Richard Long / Arazi Sanatı

 Basit, pratik, duygusal, sessiz ve etkin sanat hoşuma gidiyor.

    Yürümenin sadeliği,

    Taşların sadeliği...





 İnsanın elinin altında bulabileceği sıradan malzemeler, özellikle de taşlar hoşuma gidiyor... Dünyayı oluşturan malzemenin taş olması düşüncesi hoşuma gidiyor.

    Sıradan şeylerin sanat olarak algılanması hoşuma gidiyor. 

    Bir tekniğe bağlı olmayan duyarlılık hoşuma gidiyor.





Sanatımın görünürlüğünün ve ulaşılabilirliğinin koşullara bağlı oluşu, ayrıca aynı anda hem kamusal hem özel olabilmesi, hem sahip olunabilmesi hem de olunamaması hoşuma gidiyor.

    Yerlerle zamanlar, mesafeyle zaman, taşlar ve mesafe, zaman ve taşlar arasındaki şekillerin simetrisini kullanmak hoşuma gidiyor.

Bruce La Bruce

Kişisel olanın kesinlikle politik olduğunu düşünüyorum; cinsel olan politiktir, hatta tuvalet bile politiktir, her şey politiktir. 

Seksi açık seçik kullanmaya ilk deneysel filmlerimde başladım, bir deney yapar gibi hatta. Beni nereye götüreceğini merak ederek temsilin sınırlarını zorladım. İlk filmlerimde yer alan müstehcen gey seks, insanlara eşcinselliğin özünü, o yokmuş gibi davranamayacakları hatta görmezden gelemeyecekleri bir şey olarak, suratlarına fırlatmama yardım eden politik bir araçtı.

Bruce La Bruce


Fotoğraf / Ölüm


River Phoenix, My Own Private İdaho'da


Bir filmde öldüğünü bildiğim oyuncuları gördüğümde ya da yeniden gördüğümde bir tür melakoliye kapılırım hep: Fotoğrafın kendisinin melankolisidir bu... Töremlerin gerilemesiyle çağdaş olan fotoğraf bizim çağdaş toplumumuzda simge, din ve törem dışı bir ölüm'üm, birdenbire ölüm'e dalışın karşılığıdır belki de." 

 Roland Barthes / Camera Lucida


*
ilgili okuma: 
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/04/olum.html

Sonnet du trou du cul (Kıç Deliği Sonesi)





Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

another dream






David & Saul

David and Saul (Rembrandt)

O günden sonra, Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, 
Davut liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı
(Samuel, 16,23.1)



 Ressam Hugo van der Goes lanetli olduğunu, sonsuz bir lanete Uğradığını söylüyordu, kendini öldürmek istiyordu; Başrahip Thomas çağrıldı; onunla konuşup muayene ettikten sonra, hastanın Saul’un hastalığına tutulduğunu söyledi. Ardından Davut kitarasını çaldığında Saul’un rahatladığını hatırlayıp, Hugo’ya hemen bol bol müzik çalınmasını ve başka dinlendirici gösteriler düzenlenmesini istedi, bunlar aracılığıyla onun aklındaki çılgınlıkları kovmayı umuyordu.


*
ilgili okuma:


Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

Experimental Self: Edvard Much