İlk Sartre’ ya da ‘genç Sartre’ ama öncelikle Bulantı’nın ve Varlık ve Yokluk’un Sartre’ı. Gençliği sadece bir dönem olarak almamak ve çok ileri yaşlardaki yankılanmalarına kulak vermek koşulu ile. İlk, dolayısıyla genç Sartre, antihümanist, iyi insan söylencesine kapılmayan radikal ve karamsar Sartre, hâlâ Bergsonizmine ve Gidizmine takılı ama onlardan kopmaya çalışan Sartre. Nietzsche ve Celine’in hiç aklından gitmediği ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen anarşist ve salt
erkinlikçi Sartre. En kutsal vergisi olan kendine ihanet eden Sartre, öncesinin Sartre’ı; Eleştiri döneminin henüz lerici büyün bilinci olmamış Sartre -şu işe bakın ki o, ona yakıştırıldığı gibi totaliter bir entelektüel değildir, bunun tam zıddı olduğu görülmüştür: Totalitarizm karşıtı Sartre; bir özgürlük sergüzeşti; kötümserliğinden, antihümanistliğinden ötürü, bu antihümanistliğinin felsefi ve siyasi bütün sonuçları azıcık göz önüne alınsa, düşünmek, sorunsallaştırmak, zorbalığı; faşizm ve Stanlinizm de dahil her türlü zorbalığı yadsımak için en iyi donanmış entelektüellerden biri olurdu.
1940 yılı.
Bu, tam tamına Nazizim değil ne Fransa’nın bozguna uğraması ve toplu göç, ne Paris sokaklarındaki sarı yıldız, ne de riski, heyecanı ve pişmanlıklarıyla Direniş ama 1940’ta, Treves tepelerinde Stalag XII D.’de, daha yavan, özellikle de daha tuhaf bir biçimde geçen yedi aydır.
John Gerassi’ye içini dökerken söylediklerini dinleyelim: “Ecole Normale’den beri bir daha tatmadığım bir tür ortaklaşa yaşamı Stalag’ da yeniden buldum”; ‘kampta’ hoşlandığım ‘kitlenin bir parçası olma duygusu’ idi; ‘özetle’ orada ‘mutlu’ olduğumu söyleyebilirim.
Onu Sözcükler'de dinleyelim -daha Madam Mancy olmamış annesi ile yalnız, anonim, nemli, hararetli bir ‘kalabalık’ içinde kaybolup gitmenin tadını çıkarmayı öğrendiği semt sinema salonlarının ‘adil konforsuzlugu’ üzerine o hafifçe nostaljik ünlü sayfa: O “çıplaklık, o erkek olma tehlikesinin bulanık bilincini bir daha ancak ‘1940’ta, Stalag XII D.’de buldum."
Çok daha sonra, Victor ve Gavi ile söyleşilerinde, bu defa tutsaklığını değil ama savaşı anımsarken dinleyelim onu: “Tertemiz, güzel, küçük bir atom olduğuma inanıyordum, egemen güçler onu yakaladılar ve fikrini sormadan onu başkalarıyla birlikte cepheye gönderdiler”; savaş, sonra tutsaklık “benim için içinden çıktığıma inandığım, aslında hiç terk etmediğim kalabalığın içine sürekli dalma fırsatı” oldu; sınav “gözlerimi açtı.”
Onu, 1975’te, Autoportra.it â soixante-dix ans'da dinleyelim. Açıkça Stalag’dan değil, ama ‘seferberlikten, ‘savaş’tan, ‘Nancy Kışlasından, tanımadığı ama kendi gibi ‘döneleyip duran’ ve yazgısını paylaştığı binlerce ‘uşak’tan söz eder: Olay “gerçekten hayatımı ikiye böldü; orada bireycilikten ve savaş öncesinin saf bireyinden sosyale, sosyalizme geçtim”; bu ‘hayatımın gerçek dönüm noktası: Önce ve sonra; bu, ‘toplumsal ilişkinin metafiziksel olduğu Bulantı gibi önceki eserleri, ‘ağır ağır geldiğim’ Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi sonraki eserlerden ayıran bir çizgidir.
Simone de Beauvoir’ı Anılar'ında dinleyelim: “Tutukluluk deneyimi onda derin izler bıraktı” ve “ona dayanışmayı öğretti”; kendini “horlanmış” hissetmek şöyle dursun, “ortak yaşama sevinçle katıldı”; pirelerden, tahtakurularından çekmek, eşyaları karıştırma, bitleri ayıklama seanslarında, kapıları sürgüsûz helalardan, angaryalardan, hayvan vagonlarından, kıçına yediği tekmelerden dolayı kendini aşağılanmış olarak hissetmek şöyle dursun, kendini “kitle içinde kaybolmuş, bir sürü numara içinde bir numara olarak” hissetmekten, “girişimlerine sıfırdan başlamayı başarmaktan büyük bir baz duydu”; “dostluklar kazandı”; “fikirlerini kabul ettirdi”; “Almanlara karşı yazdığı oyunu Bariona'yı Noel’de sahneye koymak ve -alkışlatmak için bütün kampı seferber etti”; “arkadaşlığın sağlamlığı ve sıcaklığı antihümanizmasımn çelişkilerini çözdü.”
Sartre Stalag’a bireyci olarak girmişti.
Onu terk ettiğimizde anarşist, dandi, Stendhalcı idi.
Kalabalık onun için Bouville ya da Havre tepelerinden, uzaktan bakmayı yeğlediği şekilsiz, hafifçe iğrenç bir kitle idi.
Kitle, hatta kitle düşüncesi ona ancak insanları köleleştiren ya da başkaldırma cesaretlerini kıran uğursuz bir makine biçiminde işlenmiş gibi gelirdi.
Yeni olan şu: Bu genç Nietzscheci, bu atılgan ve kuşkucu, bu çokluk yasasına düşman, bu küçümseyici, grupların, özellikle de mutlu olduklarını ileri süren grupların gerisindeki baskıcı ve onur kırıcı koca hayvanın kokusunu alan bu kökten bireyci Nietzscheciliğini bırakır ve dediği gibi ‘sosyalizm’i ve ‘dayanışma’yı keşfeder -olay şu ki (din değiştirmeden, ikiye bölünmüş bir yaşamdan, bir önceden, bir sonradan, vb. söz ettiği anlaşılır) bu düşkün, düşük kamp hayatından, hem bir topluma hem bir sürüye benzeyen bu yığın içine dalıştan, horlanma ve kötü muamele günlerinden topluluk değerleri diyebileceğimiz şeylere bağlanmış olarak çıkar.
Roquentin olarak giden Sartre Alaylı olarak bana dönüyordu,
diyor 'Simone de Beauvoir’ın tanıklığı.