Melankoli Nesneleri









fotoğraflar: yalnızinsan


*
 bak:


İNTİHAR


Ben, nihilizmimin en karanlık derinliklerinde bile yalnızca nihilizmi aşmanın yollarını aradım.


Kendimde en temelli olan şeyin ne olduğunu aradığım zaman bunun bir mutluluk tatmak isteği olduğunu gördüm. Benim yazılarımın kökünde yok edilemeyen bir güneş ışığı vardır.


Eğer hayata karşı işlenmiş bir günah varsa o da öteki dünyadaki umuda bu dünyadaki umutsuzluktan daha çok bağlanmaktır; bu durum insanı bulunduğu yerin ve şimdinin zorunlu güzelliklerinden alıkoyar. 


Ben bu rüzgarım, bu rüzgarın altında duran bu sütunlarım ve kemerim. Bu ısı veren döşeme taşlarıyım ve yıkılmış kenti çevreleyen solgun dağlarım. 


Ölüm karşısında duyduğum tiksinti yaşam kıskançlığından geliyor.


"Saçma ona razı olmadığımız ölçüde anlamlıdır."

Camus başkaldırmaya başlangıçtan karar vermiştir, onun için intiharı yadsıyacaktır. Camus'nun intiharı yadsıması, onun hayat özlemi, saçma ile bir dereceye kadar yapılmış bir uzlaşmadır. 

Hayatın saçmalığına varmak bir son değil, sadece bir başlangıç olabilir.


 İntihar olsa olsa genel bir geçerlikten uzak özel bir cevaptır! İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile bir çürütme yolu hiçbir zaman olamaz. Camus, Düğünler'de önce çekinerek ortaya attığı yaşamın anlamı olmadığı yargısı ile yaşamaya değmediği kararı arasında bir ayrılık gözetilmesi gerektiğini düşünür. Varlıkta bir anlam aramaya çalışan eylemin karşısında hayatın sadece saçma olabileceğini söylemenin — Camus’nün mantık anlamında -— elbette bir gücü vardır. İntihar saçmaya boyun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır, ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki intihar saçma ile bir çatışma olabilir, ama saçmanın çözümü olamaz. Sonra intihar saçmayı ortadan kaldırmak şöyle dursun onu uygular ve yoğunlaştırır. Ölüm önce de gördüğümüz gibi saçmanın yönlerinden biridir. İntihar ise isteyerek atılan bir adım ve ölümün önceden görülmesidir. Oysa saçmanın insanda yarattığı başkaldırma kısmen ölüm olayına karşı bir başkaldırmadır. Bu çeşit bir başkaldırma insanı intihar yoluyla bile bile kendini ölüme atması şeklindeki başkaldırma ile uzlaşamaz. ölüme mahkûm -bir insanın doğal duygusu hayatı daha yoğun olarak yaşamak istemek olur. Ve bilinmeyen bir suç için metafizik olarak mahkûm edilmiş bir insanın kendi felâketini hazırlaması mantıksal değildir. Camus, intihar eden bir insanla ölüme mahkûm bir insanın durumları tastamam birbirinin tersidir, derken herhalde bunu söylemek istiyor.


*
John Cruıckshank
Albert Camus ve
Baskaldırma Edebiyatı

Dalış



Bilinmezliklere dalmak isterim!
Eziyor beni, boğuyor beni bütün bu rahatlıklar!
Yanıp tutuşuyorum, açlık duyuyorum yeniliklere!
Yeni dostlar, yeni yüzler,
Yeni yerler!
Ah uzaklarda olmak isterdim,
Burada istediğim herşey var
— yeni şeylerin dışında.
Ve sen,
Aşk, çok, herşeyden çok istenen sen!
İğreniyorum bütün duvarlardan, sokaklardan, taşlardan, 
Nefret ediyorum çamurlardan, sis ve puslardan,
Bu dolaşımdan
Su gibi dökünmek isterdim seni.
Ah, ama buradan uzaklarda!
Otlar ve tarlalar ve tepeler,
Ve güneş.
Ah, hele güneş, hele güneş,
Buralardan uzaklarda, yabancılar arasında.

Ezra Pound

Absürd Ölüm




Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe, Villeblevin yakınlarında, bisikletli bir köylüyü bir Facel-Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu: arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir İkincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: iki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücüsü, dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard.



Mektup (Rene Char'dan Albert Camus'ya)


Rene Char'dan Albert Camus'ya

Paris
23 Ağustos 1952


Sevgili Albert, 

Birkaç günlüğüne gittiğim Eure'den dönüşte aldım mektubunuzu. Orada, Paris'in gözümüzde canlandırdığı ve bize arkadaşlarımızdan yalnızca kırıntılar veren o sahte parıltılardan. arkadaşlarımıza beceriksiz yüreğimizin hafifletemediği ya da en azından daha katlanılalabilir kılamadığı “bir ağırlık" kazandıran parıltılardan uzakta sizi düşündüm... İnsan ininin yalnızlığına çekilip pek yardımcı olamadığı can dostlarını düşününce kendinden öyle hoşnutsuz oluyor ki - “dinsel anlam'da söylemiyorum bunu, gizli meyve bahçesinin ellerimize, gözlerimize bölüştürülmüş ve canına yandığım atalarımızın tek değerli kalıtı olan kaynaklarıyla zaman zaman.




Size sesiz bir mektup yazmak isterdim, hani Nietzsche'nin sözünü ettiği Parmenides levhası gibi, bir tek onun gibiler uygun olanla doludur. Olmasın bir gıdım dil... Sanırım, Albert, birkaç yıldır birlikte enikonu ilerledik... Tabanlarımız bir sürü gereksiz sözcüğü ezdi geçti. Bakın şöyle bir. Duygularla havai fişekler attığımız da yok. En içten sevgilerimi yolluyorum size. Francine, çocuklar hep aklımda.

Görüşmek üzere

Rene Char


Son Mülteci



Lie with me now
Under lemon tree skies
Show me the shy, slow smile you keep hidden by warm brown eyes

Catch the sweet hover of lips just barely apart
And wonder at loves sweet ache
And the wild beat of my heart

Oh, rhapsody tearing me apart




And I dreamed I was saying goodbye to my child
She was taking a last look at the sea
Wading through dreams, up to our knees in warm ocean swells
While bathing belles, soft beneath
Hard bitten shells punch their iPhone
Erasing the numbers of radon done lovers
And search the horizon

And you'll find my child
Down by the shore
Digging around for a chain or a bone
Searching the sand for a relic washed up by the sea
The last refugee

Roger Waters



DEĞİŞEN SARTRE






İlk Sartre’ ya da ‘genç Sartre’ ama öncelikle Bulantı’nın ve Varlık ve Yokluk’un Sartre’ı. Gençliği sadece bir dönem olarak almamak ve çok ileri yaşlardaki yankılanmalarına kulak vermek koşulu ile. İlk, dolayısıyla genç Sartre, antihümanist, iyi insan söylencesine kapılmayan radikal ve karamsar Sartre, hâlâ Bergsonizmine ve Gidizmine takılı ama onlardan kopmaya çalışan Sartre. Nietzsche ve Celine’in hiç aklından gitmediği ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen anarşist ve salt
 erkinlikçi Sartre. En kutsal vergisi olan kendine ihanet eden Sartre, öncesinin Sartre’ı; Eleştiri döneminin henüz lerici büyün bilinci olmamış Sartre -şu işe bakın ki o, ona yakıştırıldığı gibi totaliter bir entelektüel değildir, bunun tam zıddı olduğu görülmüştür: Totalitarizm karşıtı Sartre; bir özgürlük sergüzeşti; kötümserliğinden, antihümanistliğinden ötürü, bu antihümanistliğinin felsefi ve siyasi bütün sonuçları azıcık göz önüne alınsa, düşünmek, sorunsallaştırmak, zorbalığı; faşizm ve Stanlinizm de dahil her türlü zorbalığı yadsımak için en iyi donanmış entelektüellerden biri olurdu.


1940 yılı.

Bu, tam tamına Nazizim değil ne Fransa’nın bozguna uğraması ve toplu göç, ne Paris sokaklarındaki sarı yıldız, ne de riski, heyecanı ve pişmanlıklarıyla Direniş ama 1940’ta, Treves tepelerinde Stalag XII D.’de, daha yavan, özellikle de daha tuhaf bir biçimde geçen yedi aydır.

John Gerassi’ye içini dökerken söylediklerini dinleyelim: “Ecole Normale’den beri bir daha tatmadığım bir tür ortaklaşa yaşamı Stalag’ da yeniden buldum”; ‘kampta’ hoşlandığım ‘kitlenin bir parçası olma duygusu’ idi; ‘özetle’ orada ‘mutlu’ olduğumu söyleyebilirim.


Onu Sözcükler'de dinleyelim -daha Madam Mancy olmamış annesi ile yalnız, anonim, nemli, hararetli bir ‘kalabalık’ içinde kaybolup gitmenin tadını çıkarmayı öğrendiği semt sinema salonlarının ‘adil konforsuzlugu’ üzerine o hafifçe nostaljik ünlü sayfa: O “çıplaklık, o erkek olma tehlikesinin bulanık bilincini bir daha ancak ‘1940’ta, Stalag XII D.’de buldum."

Çok daha sonra, Victor ve Gavi ile söyleşilerinde, bu defa tutsaklığını değil ama savaşı anımsarken dinleyelim onu: “Tertemiz, güzel, küçük bir atom olduğuma inanıyordum, egemen güçler onu yakaladılar ve fikrini sormadan onu başkalarıyla birlikte cepheye gönderdiler”; savaş, sonra tutsaklık “benim için içinden çıktığıma inandığım, aslında hiç terk etmediğim kalabalığın içine sürekli dalma fırsatı” oldu; sınav “gözlerimi açtı.”

Onu, 1975’te, Autoportra.it â soixante-dix ans'da dinleyelim. Açıkça Stalag’dan değil, ama ‘seferberlikten, ‘savaş’tan, ‘Nancy Kışlasından, tanımadığı ama kendi gibi ‘döneleyip duran’ ve yazgısını paylaştığı binlerce ‘uşak’tan söz eder: Olay “gerçekten hayatımı ikiye böldü; orada bireycilikten ve savaş öncesinin saf bireyinden sosyale, sosyalizme geçtim”; bu ‘hayatımın gerçek dönüm noktası: Önce ve sonra; bu, ‘toplumsal ilişkinin metafiziksel olduğu Bulantı gibi önceki eserleri, ‘ağır ağır geldiğim’ Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi sonraki eserlerden ayıran bir çizgidir.

Simone de Beauvoir’ı Anılar'ında dinleyelim: “Tutukluluk deneyimi onda derin izler bıraktı” ve “ona dayanışmayı öğretti”; kendini “horlanmış” hissetmek şöyle dursun, “ortak yaşama sevinçle katıldı”; pirelerden, tahtakurularından çekmek, eşyaları karıştırma, bitleri ayıklama seanslarında, kapıları sürgüsûz helalardan, angaryalardan, hayvan vagonlarından, kıçına yediği tekmelerden dolayı kendini aşağılanmış olarak hissetmek şöyle dursun, kendini “kitle içinde kaybolmuş, bir sürü numara içinde bir numara olarak” hissetmekten, “girişimlerine sıfırdan başlamayı başarmaktan büyük bir baz duydu”; “dostluklar kazandı”; “fikirlerini kabul ettirdi”; “Almanlara karşı yazdığı oyunu Bariona'yı Noel’de sahneye koymak ve -alkışlatmak için bütün kampı seferber etti”; “arkadaşlığın sağlamlığı ve sıcaklığı antihümanizmasımn çelişkilerini çözdü.”



Sartre Stalag’a bireyci olarak girmişti.


Onu terk ettiğimizde anarşist, dandi, Stendhalcı idi.


Kalabalık onun için Bouville ya da Havre tepelerinden, uzaktan bakmayı yeğlediği şekilsiz, hafifçe iğrenç bir kitle idi.



Kitle, hatta kitle düşüncesi ona ancak insanları köleleştiren ya da başkaldırma cesaretlerini kıran uğursuz bir makine biçiminde işlenmiş gibi gelirdi.



Yeni olan şu: Bu genç Nietzscheci, bu atılgan ve kuşkucu, bu çokluk yasasına düşman, bu küçümseyici, grupların, özellikle de mutlu olduklarını ileri süren grupların gerisindeki baskıcı ve onur kırıcı koca hayvanın kokusunu alan bu kökten bireyci Nietzscheciliğini bırakır ve dediği gibi ‘sosyalizm’i ve ‘dayanışma’yı keşfeder -olay şu ki (din değiştirmeden, ikiye bölünmüş bir yaşamdan, bir önceden, bir sonradan, vb. söz ettiği anlaşılır) bu düşkün, düşük kamp hayatından, hem bir topluma hem bir sürüye benzeyen bu yığın içine dalıştan, horlanma ve kötü muamele günlerinden topluluk değerleri diyebileceğimiz şeylere bağlanmış olarak çıkar.


Roquentin olarak giden Sartre Alaylı olarak bana dönüyordu, 
diyor 'Simone de Beauvoir’ın tanıklığı.


DEĞİŞEN SARTRE: BULANTI'DAN SÖZCÜKLER'E




Sözcükler kitabı ile Edebiyat artık bir düşlemden başka bir şey değildir, bir nevrozdur.

Bu bir nevrozdan da öte, bir hastalık halidir -bütün gerçek hastalıklar gibi tedavi ile iyileşebilir.
Sartre, uzun zaman bunun hastalığa bir cevap, bir tedavi, bir ilaç olduğuna inandı. Hatta Bulantı'da şunları yazdı: ‘İyileştim, yazmayı bırakıyorum.” Ya da “Bulantı geçirecek gibi oluyorum ve bunu yazarak geciktiriyormuşum gibi geliyor.” Artık buna inanmaz. Hatta tersine inanır. Sözün kısası, bunun belirtilerini daha yeni sınıflandırdığı ve acilen iyileştirmesi gereken ‘uzun, acı ve tatlı bir delilik’ olduğuna inanır.

Sözcüklere karşı Sözcükler’i yazar.

Sözcükler'in adı, Shakespeare’in “Words, words, words!”undan dolayı -bunlar sadece sözcükler- Sözcükler’dir... Bu, sadece sözcük olan şeylerin saçma büyüsünden kurtulmak gerekir...

Sözcüklerde, Hugo’nun kendisine ‘etli kanlı’, çok ‘yoğun’, çok ‘gerçek’ tüm yetkisiyle “Sen de yeteneklisin... Sende yazma yeteneği var...” diyen Hoederer’e cevabının yankısını - güzel ruh Hugo’nun çaresizlikten öfke ile “Bunlar laf! Hep laf!” diye bağırmasını da işitiriz. Bir yazarın ilk yıllarının büyülü anlatısı olmadan önce, üstadın siyasette fazla uzun kalmaktan nadim olup bir Fransız çocuğun gerçek romanını verdiğini gösteren bu masum özkurgu, hatta ego-öykü çalışması olmadan önce, Sözcükler, yolunu şaşırma ile, ruh sapkınlığı ile hayata ve akla karşı bir suç ile, kısaca suçla bir tutulan edebiyatçılığa bir saldırıdır. Üstü kapalı ya da öndeyişte açıkça söylediklerini işitmezsek: Edebiyat bitmiştir:-bu kitabi  yazdımsa, bu edebiyata bir daha dönmemek üzere elveda demek içindi. Sözcükler'in davranışından hiçbir şey anlamayız, anlamlarını ve| belki gerçek güzelliklerini kaçırırız; bunları yazmanın yazara neden en az on yıl, bunca kuşkuya, kaygıya, şaşkınlık ve korku anlarına ve öyle görünüyor ki ilk defa uzun kalem tutukluklarına mal olduğunu anlayamayız.

Hem ayrıca, Sözcükler politik bir kitaptır. bütünüyle politik. Sartre: “Delilik, kişilik bozuklukları, düşlem” der. Edebiyatın ‘gerçek’ten ve dünyadan kopuk olmasını ayıplar. Fakat, gerçek alt anlam, kitabın örtük iletisi, metnin bizzat bütünü içinde örtülü biçimde söylenen, ama yan metinde, yayımlanması nedeniyle verdiği söyleşilerde çok daha içtenlikle ortaya çıkan ileti şudur: Yazarlar, hatırlarsanız Sartre’ın Edebiyat Nedir? döneminde hiç istemediği, çalışmasını anın siyasal zorlamalarına uydurmaktan, onların emrine vermekten ibaret olan yasaya uymalıdırlar. Bundan böyle, insanlar acı çekiyorlar der. Etrafımızda, çocuklar açlıktan ölüyorlar. Ve:

‘Açlıktan ölen bir çocuk karşısında Bulantı ‘hafif kalır!’


Sözcükler... Bulantı... 

Büyük ayırımın, Sartreçı kitlede büyük kopma çizgisinin burada olduğunu hep hissettim. 


Sartre & Beavuoir


Çalıkuşu Sokak

Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç

Orhan Veli





Jean Paul Sartre Playing Chopin


Cunda Yürüyüş Yolu

Deniz Mezarlığı / Valery


Rüzgar çıkıyor!.. Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çevirir,
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular!
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar!
Yıkın dalgalar! renkli sularınızı akıtın!
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!


Çeviren: Cemal Süreya

Rüzgar uyandı. .. Artık yaşama zamanıdır!
Kitabımı bir geniş meltem açıp kapatır,
Su kayadan toz olup görünür kıyı kıyı!
Pırıl pırıl sayfalar uçuşarak gidiniz!
Yık dalga! Yık keyifli sularında ey deniz,
Yelkenin yem yediği şu asude çatıyı!

Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil



“Deniz Mezarlığı şiiri benim bir parçam; ben neysem, ona onu koydum. Benimkiler, oradaki tüm boşluklar. Taşıdığı ışık da, doğduğum zaman görmüş olduğum ışık.! Dizelerimin anlamı onlara verilen anlamdır, başka değil!"


DENİZ MEZARLIĞI 

Yeni Kitap:



Fotoğraf & Resim

Yeni anlatım biçimleri yumuşak bir biçimde dünyaya geliyor. Fransız ressamı, oyuncusu ve bulucusu Louis Jacques Mande Daguerre 1839’da bulunuşuna yardımcı olduğu fotoğrafı tanıtırken ondan zenginlerin eğlenebileceği bir oyuncak olarak söz etmişti. Onu tanıtan bir afişte: “Yüksek sınıf,” diye yazıyordu, “Daguerreotypie’de çok çekici bir boş zaman değerlendiricisi bulacaktır.” Herkes, herhangi bir resim çizme becerisine sahip olmadan bile, konağının ya da köşkünün resmini çıkarabilirdi. Laboratuar çalışmasının kolaylığı göz önüne alınırsa, bu uğraş hanımların da ilgisini çekecek nitelikteydi.

Bu afişte sanattan hiç söz edilmiyordu. Ama bütün Avrupacı sanatçılar hemen onun olanaklarını sezmişlerdi. Çok eski çağlardan beri yalnız onlar her türlü resimsel görüntü üretimini tekellerinde tutuyorlardı. Görsel olarak herhangi bir şeyi anlatmak ya da araştırmak isteyen biri onları es geçemezdi. Şimdi ise bir aygıt çıkmış, uğraşlarını tehdit etmeye başlamıştı. Bu araç ilk kez en otantik bir biçimde gerçeği yansıtma yeteneğine sahipti ve Daguerre afişinde belirtildiği gibi, “resmedilmeğe değer bir görüntüyü en ince ayrıntısına kadar birkaç dakika içinde kâğıda” aktarabiliyordu.

Oysa ressamlar, özellikle de 19.yy sanatçıları ta Rönesans’tan beri süren bir geleneğe uyarak kendilerine işkence edercesine bu konu, yani gerçeği en doğru biçimde yansıtma konusu üstünde çalışıyorlardı. İleri gelen ressamlar alçıdan yontular ya da çıplak modeller kullanıyorlar, hatta doğa karşısında çalışarak gerçeğe en yakın benzerliği yakalamaya çalışıyorlardı. Şimdi bunların hepsi boşa gidecekti. Birdenbire binlerce ressam ve sanatçı kendilerini Johannes Gutemberg’in 1450’de baskı makinesini bulmasından sonra el yazmalarını kopya etmekle geçinen uzmanların işsiz kalmasındaki gibi bir durumla karşı karşıya bulmuşlardı.

 Onlar da 7 Şubat 1839’da tepelerine inen bu kültür şokuna karşı kimi zaman şaşkınlık, kimi zaman boyun eğme, kimi zaman da saldırganlıkla tepki gösterdiler. Bu tarih önde gelen fizikçi Dominique François Arago’nun Paris Bilimler Akademisi’nde Daguerre ile ortağı Joseph Nicephore Niepce’nin uzun deneyler sonucu gümüşle kaplanarak ışığa karşı duyarlı kılınmış bakır plaklar üstüne düşürdükleri görüntülerle kalıcı resimler elde edebildiklerini anlattığı tarihti.

Aynı yılın 19 Ağustosunda Bilimler Akademisi’nin bir başka oturumunda ki buna Güzel Sanatlar Akademisi üyeleri de çağrılıydılar — Arago yeni yöntemin üretim biçimine ilişkin ayrıntıları anlatıyordu. Daguerre ile Niepce’ye bağlanan bir aylık karşılığı onların buluşunu satın alan Fransız Hükümeti, onun bütün dünyaya yayılmasını sağlayacaktı.

Teslim bayrağını ilk çekenlerin arasında Parisli tarih konulan ressamı Paul Delaroche vardı. Akademinin tarihsel oturumundan sonra, “Resim sanatı ölmüştür," diye bağırmıştı. İngiliz meslektaşı William Turner de optik çağın açılışına sert tepki gösteriyor, “Bu, sanatın sonudur,” diyordu. ABD'de ozan Edgar Allan Poe ilerlemeyi övenler arasındaydı. 1840’da, "Daguerretyp-plağı gerçekten nesneleri büyük bir keskinlikle yansıtmaya yarıyor. Bunu bir insanın elle çizerek başarmasına hiçbir zaman olanak yoktur,” diyordu.

FRANCİS BACON


Şiddetli olan resmim değil; şiddetli olan hayatın kendisidir.

Fiziksel şiddete maruz kaldım, dişlerim bile kırıldı. Cinsellik, insan duyguları, günlük hayat, kişisel aşağılanma (sadece televizyonu seyretmeniz yeterli) - şiddet insan doğasının bir parçasıdır. En güzel manzarada bile, ağaçlarda, yaprakların altında böcekler birbirini yer; şiddet hayatın bir parçasıdır.

Francis Bacon 
(1909 - 1992)

Doğarsın, düzüşürsün, ölürsün. Bundan daha şiddetli ne olabilir? Bir çığlık ile bu dünyaya gelirsiniz. Düzüşme özellikle erkekler arasında çok şiddetli bir olaydır ve ölüm onu söylememize gerek bile yok. Arada kendimizi korumamız için kavga ederiz, para kazanmak için her gün aptalca sebepler yüzünden aptallar tarafından aşağılanırız. Bunların arasında severiz veya sevmeyiz. Sonuçta hepsi aynıdır; zamanı ilerletirler sadece.

Resimlerim, her şeyden öte oldukça çetin geçen hayatımın bir gösterimidir. Dolayısıyla belki resmim çok şiddetli olabilir, ancak bu bana doğal geliyor. Tutkum ile hayatımı kazanacak kadar şanslıydım. Bu benim tek başarımdır. Ne verecek ahlaki dersim, ne de söyleyeceğim öğüdüm var. Nietzsche şunu söylemiştir:

"Her şey o kadar saçmadır ki, bizler olağanüstü bile olabiliriz”.

Sıradan olmaktan memnunum.

PİCASSO / Francis Bacon

Çığlık ile doğarız, yaşama bir çığlık ile gelir ve belki de bende bu, aşk, yaşama korkusu ile ölüm korkusu arasındaki bir sinek ağından ibarettir. Bu benim esas takıntılarımdan biriydi. Resmettiğim erkeklerin hepsi en uç durumlardaydılar ve çığlık onların acılarının adeta bir transkripsiyonuydu. Hayvanlar korktuğunda veya acı çektiklerinde çığlık atarlar, çocuklar da öyle. Lâkin erkekler daha ketum ve daha ürkek bu konuda. Aşırı acı durumları hariç ağlamaz veya çığlık atmazlar. Bu dünyaya bir çığlık ile geliriz ve sık sık bir çığlık ile ölürüz. Belki de çığlık insan durumunun en doğrusal sembolüdür.



francis bacon

Picasso benim resim yapmamın nedenidir. Bana resmetme dileği veren baba figürüdür. 1929’da tamamıyla devrimsel eserler gördüm; “Le Baiser” ve “Les Baigneuses”. 

le baiser, 1929

Figürler organik. Onlar “The Crucifixion”da benim ilham kaynaklarımdı. 

Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion


Picasso görünüş kurallarını tersine çeviren figüratif resimler yapan ilk kişiydi; geleneksel kodları kullanmadan, biçimin temsili gerçeğine saygı duymadan, biçim beyne girmeden, doğrudan gözden mideye insin diye gösterimi daha kuvvetli ve daha doğrusal yapmak için yeni bir irrasyonalite kullanan bir görünüm dile getirdi.




Bacon'ın Kütüphanesi



Bacon'ın kişisel kitaplığında yer alan kitaplar:

Author Surname Author Names Title of Publication
- Adrienne German in No Time. The Basics - in 32 Lessons
- Adrienne Spanish in No Time. The Basics -in 32 Lessons
Adachi Kenji Selected Masterpieces of Japanese Art
Adams William Howard A Proust Souvenir
Aeschylus The Oresteia. Agamemnon, The Libation Bearers, The Eumenides
Alcolea Blanch Santiago The Prado
Aldred Cyril Egyptian Art
Allain Marie-Françoise The Other Man. Conversations with Graham Greene
Allshouse Robert H. Photographs for the Tsar
Alonso Bartol           Chaves Chavarría        O'Donnell                           Terrell Carmen                   Róger                Hugh                   Peter Spanish at your Fingertips
Amis Martin The Moronic Inferno
Anastassiou Nicolaos Greek Self-Taught (Modern)
Ansen                               Jenkins (Ed.) Alan                                  Nicholas The Table Talk of W.H. Auden
Aragon Louis Paris Peasant
Archer Jeffrey A Matter of Honour
Aron                                   Schueren Van der (coordinators) Paul                       Eric Michel Leiris. Revue de l'Université de Bruxelles,  nr 1-2
Aronson Steven M. L.  Hype
Assouline Pierre L'Homme de l'Art. D.H. Kahnweiler 1884-1979
Auld (introduction)              Various authors. Alistair Glasgow Art Gallery and Museum
Austen Jane Emma
Austen Jane Persuasion, with A Memoir of Jane Austen
Avedon                               Baldwin Richard           James Nothing Personal
Ayer A.J. Ludwig Wittgenstein
Balzac de Honoré Lost Illusions
Balzac de Honoré Une Ténébreuse Affaire
Balzac de Honoré A Harlot High and Low
Barnes                                   Eliot Djuna                          T.S. Night Wood
Barthes Roland Roland Barthes par Roland Barthes
Barthes Roland Mythologies
Bartholomew John C. The World Atlas
Bataille Georges Somme Athéologique. L'Expérience Intérieure
Bataille Georges Literature and Evil
Bataille Georges La Part Maudite                                               précédé de                                                                    La Notion de Dépense
Baudelaire Charles Les Fleurs du Mal
Baudelaire Charles Curiosités Esthétiques et autres Écrits sur l'Art
Baudelaire Charles Ouvres Complètes de Baudelaire
Baudelaire Charles Écrits Intimes
Beard

Colony Room Club / Francis Bacon



Muybridge / Francis Bacon



Her zaman fotoğrafa çok ilgiliydim. Yaptığım resimlerden çok daha fazla fotoğrafa baktım. Çünkü onların gerçekliği, gerçeğin kendisinden daha kuvvetlidir. Bir olaya şahit olduğunuzda çoğunlukla onu detaylı açıklayamazsınız. Ayrıca, polis soruşturmalarında bütün şahitlerin olaya dair farklı görüşleri vardır. Hâlbuki olayı sembolize eden bir görüntüye bakarsanız; olay sanki o anda oluyormuşçasına durdurabilir ve onu daha kuvvetli bir şekilde hissedebilir, daha şiddetli bir şekilde özümseyebilirsiniz.

Benim için fotoğraf, esas olaya daha açık ve daha doğrudan ulaştırdığı için önemlidir.



 İzleme (Görülmeye değer şeye hoşlanarak bakma) kendi gerçekliğimi hayal etmeme izin verir ve bu gerçekten çıkardığım düşünce, başka düşünceleri keşfetmeme yardım eder ve bu böyle devam eder... Çalışmam bakıp aklıma kazıdığım ve sıklıkla karşıt konuları içeren birçok görüntü tarafından yaratılan bir düşünce zincirine dönüşür. Bir görüntü diğeriyle ilişki içindeyken önerilere bakarım.

Görsel bilgi hakkında esas kaynağını insan ve hayvan hareketlerini fotoğraflayan 19. yüzyıl fotoğrafçısı Muybridge'tir. Çalışmaları inanılmaz derecede kesinliklidir. Hareketin görsel bir sözlüğünü; adeta canlı bir şekilde oluşturmuştur. Orada her şey, hiçbir yetenek veya sahne olmaksızın insanların ve hayvanların hareketleri üzerine ansiklopedik bir dizge gibi sunulmuştur. Modelsiz çalıştığım için bu inanılmaz kullanışlı bir ilham kaynağıdır.


Resmin modeli: Fotoğraf




Fransız ressam Henri Toulouse-Lautrec (1864-1901),  At the Cafe Lamie (1891) resmini 
Paris’li fotoğrafçı Paul Sescau'nun bir fotoğrafından yola çıkarak yapmıştı.






Cezanne “Fontainebleu’da Eriyen Karlar” (1880) 
resminin konusunu bir fotoğraftan alır.

Portre / Francis Bacon




Study for George Dyer


 Francis Bacon: Bir şeyden resimleme (illustration) olmayan bir görüntü yaratma olasılığından söz ederken, sanırım fazla konuştum. Çünkü, kuramsal olarak, imgenin us-dışı (irrational) imlerden oluşmasını arzulamama karşın, kafanın ve yüzün bazı bölümlerini yapmak için resimleme, kaçınılmaz olarak, işin içine giriyordu. Aksi halde, yalnızca soyut bir desen elde edilirdi. Belki de söylediklerim, gerçekleştirilmesi olanaksız kuramlarımdan biri. Göz, kulak gibi şeyleri koymak gerekiyor kuşkusuz. Ama, yine de elden geldiğince us-dışı bir biçimde. Ve bu usdışılığın tek nedeni şu: eğer başarıya ulaşırsa, salt görünüşü resimlemekten çok daha güçlü bir biçimde aktarılıyor imge. Görünüşün resmini dünyanın her yanındaki milyonlarca sanat-okulu öğrencisi de yapabilir. Ama bu dediklerimin gerçekten aşırı ve olanaksız bir kuram olduğunu kabul etmeye hazırım.

David Silvester:  Örneğin, o sevdiğin “Isabel Sokakta” tablosuna baktığımda, apaçık resimleme olan imlerle, çağrıştırıcı us-dışı imlerin başarılı bir karışımını görüyorum gerçekten. O resimde her iki amaca da hizmet eden imler var değil mi?

FB: Evet, kesinlikle öyle: ikisinin karışımı.

DS: Peki, portre kadar modele bağlı (specific) bir şeyde, bundan başkası mümkün mü?

FB: Birisi çözümü bulana dek, mümkün değil.

DS: Portre çalışırken, resmin son derece canlı ve güzel geliştiği, ama bu arada portrenin modele benzerliğini yitirmeye başladığı olur mu bazen?

FB: Çoğu kez olan budur.





Study for a Portrait of Francis Bacon (John Maybury, 1998)

Love Is the Devil: Study for a Portrait of Francis Bacon (1998)


*
bak: