Aura

Çoğaltılmış sanat yapıtının şimdisinin ve burada-oluşunun, yitip gittiği, böylece 'aura'sının silindiği, Benjamin'in ünlü savlarından biriydi. İş fotoğrafa gelince ayırıyordu ama: Çoğaltma tekniğine dayalı bir ifade aracı olarak ortaya çıkan fotografi'de, çıplak gözün erişemediği, erişmekte güçlük çekeceği ayrıntılara ulaşma olanağının doğması, bu yeni sanatın 'hale'sini farklı bir zeminde ele almamazı sağlayabilirdi.

Röprodüksiyonun indirgeyici gerçekliği, ondan geniş ölçüde yararlanmamızı engellememiştir; tam tersine, sayısız yapıtla tanışmamızı ona borçlu olduğumuzun bilincindeyiz: Saymadım, saymak olanaksız, bir karşılaştırma yapmak bile, şunu kolaylıkla söyleyebilirim: Röprodüksiyonundan tanıdığım sanat yapıtı sayısı, yıllar içinde sahicisini görebildiğim yapıtların binbir katı olsa gerektir; 'aura'ya gelince, bendeki bir 'kopya'ya zamanla yüklediğim büyü miktarını, o 'kopya'nın 'aslı'yla karşılaştığımda bulamadığım olmuştur - Zaman, 'kopya'yı tek örnek kılası bir vurgu biçimi yaratmayı biliyor, imgelemimizde.


Bu kaymanın benim yaşamımdaki örneklerinden biri Füssli'nin Karabasan'ı olmuşsa, bir başkası da Arnold Böcklin'in Ölüler Adası'dır: Otuz yıldır bir kopyasından, daha doğrusu boyutları enikonu küçültülmüş bir röprodüksiyonundan tanıdığım o resmin kendisiyle ilk kez geçen yıl, Orsay Müzesi'nin düzenlediği bir retrospektif Böcklin sergisiyle karşılaştığımda, bir çırpıda açıklanamayacak, karmaşık duygular içinde ikidebir yer değiştirmeye başlamıştım.




En önemlisi müzenin bu son salonunda (sergiyi onunla bitirmeyi seçmişti küratör), resimle aramda bir tür ışık kırıcı perde varmışçasına hareket etmeye zorlanmıştım. Çoğaltım esnasında renklerin enikonu değiştiğine, ışık ayarının hepten başkalaştığına, pek çok örnekte (sözgelimi Las Meninas'ta) tanık oldum daha önce: Bırakın 'aura'sını yitirmesini, başta boyutları olmak üzere pek çok karakteristiğinin dönüşmesine izin verir çoğaltım tekniği; gelgelelim, sahici bir resmin şimdi ve burada-oluşunun sergilenme mekanı ve koşullarıyla ilintili 'aura' yitiminin söz konusu olabileceğini de bilmek gerekir. Kaldı ki Benjamin bu olguya dikkat çekmiştir.



Orsay'de, Ölüler Adası'na düşen ışığı uzmanlar şüphesiz belli ölçütlere dayanarak seçmiş olmalıydılar; ne var ki, içeriden bildiğim bir konu bu, doğal ışıkta çalışmış bir ressamın yapıtında eriştiği renk-ışık dağılımları, yapay ışıkaltına girdiklerinde siliniveriyorlar: Yapıtın canalıcı özelliklerinden birinin sırra kadem basmasına yol açan bu koşul, dönüp ona bir defa daha, kimbilir kaçıncı kez, röprodüksiyonundan bakmamıza neden olabiliyor.

Ölüler Adası'nın konusu: Karanlık ve Işık. Evet, dileyen, bütün resimleri o yolu kolaylaştırdığı için, bir öykü yazmaya, kurmaya yönelebilir bu resmin de karşısında: Böcklin'in yapıtı, tepeden tırnağa Mitologya'ya, Tarih'e, yazınsal metinlere ve izleklere göndermeler yaparak gerçekleşmiştir ya, ondan sonsuz sayıda öykü çekip çıkarmakta kimsenin güçlük çekeceğini sanmam.


Karanlık ve Işık, başlıbaşına bir öyküleme kesiti çıkarmıyor mu önümüze? Bir ada duruyor resmin orta yerinde, bir kayıkçının adaya usul usul yaklaştırdığı kayıkta ayakta duran ışıktan gövde belki yakın zaman içinde sönmüş ve adasına dimdik gitmeye hak kazanmış bir ölü can, belki de bir ölüsünü ziyarete gelen bir başka ölümlü - Ressam ne düşünmüşse düşünmüş resmi yaparken, burada bizim bakarken düşüneceklerimizi bağlayacak bir yanı yok bunun, üstüne üstlük, o çoktan yerleşmiş bu adaya, biz henüz yoldayız, yolun başında, bir yorumdan ötekine ilerleyerek az ya da çok vaktimiz var.

Ölüler Adası, Böcklin'de yıllar yılı oyalanmış. En ünlü versiyonun, otuz yıldır tanıdığım bildiğim tablonun önünde duruyorum, sırtımı döndüğüm duvarda Ölüler Adası'nın beşinci versiyonu asılı. İçimde ışıkla karanlık yer değiştirdiği an çıkıp gidiyorum salondan.


E.B.
Ada Defterleri'nden

(bkz: Yapıtın Halesi - Enis Batur)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder