Ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek...



Aylaklık ediyorum ve davet ediyorum ruhumu, 
Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek.

Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum...



Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum—tahmin ediyorum ne demek istediğini,

Sahilden izliyorum davetkâr kıvrık parmaklarını, Biliyorum bana dokunmadan geri dönmeyi reddediyorsun, Sarmaş dolaş olmalıyız birlikte, soyunuyorum, acele ediyorum karadan uzaklaşmak için,

Altıma yastık koy yumuşacık, salla beni dalgalı uykunda, Şehvetli sularınla ıslat, karşılığını verebilirim sana.

Arzu, arzu, arzu,
Hep doğurgan arzusu dünyanın

Şu muğlaklığın ötesinde zıtlık ilerleme demektir; her zaman madde, çoğalma, her zaman cinsellik,
Her zaman kimliğin dokunması demektir, her zaman üstünlük, her zaman üremesi hayatın.


YAZ

"Ama işte gökyüzünün gülümsemesi.
 Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın?" 

Albert Camus



2018 / 2019

Satraplık


Nasıl bir felakettir ki böyle
güzel ve yüce işler için yaratılmışken sen 
her zaman destek ve başarıyı 
şu haksız yazgın esirgedi senden; 
hep engelledi seni bayağı alışkanlıklar 
küçüklükler ve ilgisizlikler...

Başka şeyler isterdi oysa ruhun, 
ağlardı onlar için; 
halkın ve Sofistlerin Övgülerini o
erişilmesi zor, o paha biçilmez alkışları,
Agora’yı, Tiyatro’yu ve Defne taçlarını.
Bunları nasıl verebilir Artakserkses sana, 
bulunur şeyler mi bunlar bir satraplıkta; 
ve yoksa bunlar, hayat mı denir yaşadığın hayata?

İstanbul Hatıraları "İşsizlik kötü şey vesselam!"


dönün açlıklarım, dönün...


"Soframda her zaman hava,
Demir, kömür ve de kaya!

Dönün açlıklarım, kemirin
Seslerin çimenini,
Kahkaha çiçeklerinin
Emin şen şakrak zehrini."

*
Rimbaud


Güneş


Eğer ölüm tek çözümse doğru yolda değiliz. Doğru
yol yaşama, güneşe götürür .... 

Albert Camus


Olmayacak Olan ve Olacak Olan

fotoğraf: Burhaniye / ören


Dilerim yeryüzünü ve onun üzerinde biten tüm evcil ve yabanıl, ölü ve diri örtüyü sonsuz sabırla ve benim gibi takınaklı bir tutkuyla ayıklamayı ve kendine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Dilerim karşılığında kendini denize, dalgalara, yaprakların uğultusuna, yağmur bulutlarına, dünyanın tüm seslerine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Bir şey olmayacak. (Rimbaud'nun sıçrama ve düşme noktası.) Bir şey olmayacak, her şey baş döndürücü biçimde olup biterken.
Her şey olacak. Olabilir.

Şeytan da bir melek ve belki meleklerin en güzeli, sadığı, dürüstü, yaratıcısı. (Sanırım lanetlenmiş bir soya bağlıyız.) Kimse anlamayacak olmayacak ve olacak olanı.

Merhaba genç dostum.

Z.

"İçimdeki Bartleby huysuzlanıyor"

Z. her huysuzlaştığında sözü Katip Bartleby'e getirir. Son iletisinde yine adı geçince Melville'in bu uzun öyküsünü bir çırpıda okudum ve tanıştım yapmamayı yeğleyen meşhur katip Bartleby ile. Bu küçük ama etkisi büyük olmuş öyküyü okumayı bu kadar geciktirmiş oluşuma da üzüldüm.

"Dörtgenin köşelerini nice bastırsam da kusursuz çembere ulaşamıyorum. Hadi çemberi yaptın ya sonra, sorusunu ise Kâtip gibi, şimdilik, 'sormamayı yeğlerim', diye geçiştiriyorum. O daha iyisini yapıyor, 'yapmamayı yeğliyordu'.
Sızlanmak bir tür onursuzluk tabii. Kendi en geniş anlamda alçaklığıma karşı kurmaca denebilecek bir onur sürüyorum kendi karşıma. Cinin lambada uyumasından iyidir dışarı çıkması. Aralıktan sızan esintiye onur dememizi engelleyecek ne var? Hiçlikten onur damıtmak mı bu? Ne işe yarayacak, kendi gözünde var olmanı bağışlatmaktan öte. Ama tersi daha zor geliyor bana. Yapmamak daha zor. Barthleby nasıl göze alıyor bilemiyorum. Sıkılmak dayanılmaz. Belki de sorunumuz, her şeye neden, minareye kılıf aramakta... Çelişik bir durum. Yapmamak da yapmak deyip çelişki bir söz oyunuyla aşılabilir mi? Çünkü yapmamayı yeğleyen bilinç arkada duruyor.
Yapmanın seçeneği yok o zaman. Tüpten fışkıran diş macunu gibi başka ağızlara dalacak, başka dişleri istemesek de parlatacak ya da parlattığımızı sanacağız. 'Kaos sürüyor'. (Lars von Trier)"(Z.Z.K.)



haftasonu

Yazıyla kıyısından köşesinden ilgili herkesin içinde bir Bartleby var huysuzlanan. Bir duvarın önünde can vermeyi göze almak herkesin harcı değil nasılsa. Oscar Wilde'ın hiçbir şey yapmamanın bu dünyanın en zor ve en entelektüel şeyi olduğu düşüncesine de katılırsınız. Melih Cevdet Anday'ın eşi şairin yazmayı neden bıraktığını Feridun Andaç'a şu sözlerle aktarıyor: "Sizin oturduğunuz yerde oturmuş kitap okuyordu, elinde de bir kalemle defter vardı, notlar alıyordu. Bir ara kaldırıp attı bunları. " Ne böyle yazı yazılır, ne de yazar olunur!" diyerek bıraktı okumayı ve yazmayı..." Anday'ınki bir tür inanç yitimi ve başarısızlık duygusu gibi duruyor ama hikayenin devamı Ferit Edgü'de: "Yıllar yıllar önce bir gün Melih Cevdet ne yazdığımı sormuştu. Ben de "hiçbir şey, yazmayı bıraktım" yanıtını vermiştim. Büyük şair haifiçe gülümseyerek bilirim demişti. Ben de dört beş bırakmışımdır."

Yapmamayı tercih eden Bartleby'nin ününden Bartleby Sendromu olarak anılagelen bir red edebiyatı da türemiş. Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekası'nı okuyordum, içinde kimler yok ki, edebiyat tarihinin herhalde en kabarık ve en tutarsız listesidir. Hiçliğin cazibesi diyor Vila - Matas bu olumsuz itkiye kalemini kaptıranlara. Ferit Edgü, Notos dergisinin Red Yazarları dosyalı sayısında maddeler halinde sıralamış:



Herkes kendi olası bırakma gerekçelerini bulup çıkarabilir içlerinden. Benim de zaman zaman tıpkı Anday gibi kalemi kitabı fırlatıp atmak geçiyor içimden ("içimdeki Bartleby huysuzlanıyor"). Yapmamayı yeğlemekten ziyade, vazgeçmek... (bir duvarın önünde can vermeyi göze almaksa eğer...) Bu reddi en uç noktalara da taşıyabilir, yaşamamayı da yeğleyebiliriz. Olumsuzluk duygusu ya da hiçliğin çekiciliğine kapılmak (5), yaşama duyulan tiksinti (19), edebiyatı küçümsemek (14), unutulma isteği (1),  yazmanın belirsizliği ve bıraktığı yetersizlik duygusu (17) bunlar kolay kolay gerekçelenmezler hiçbir zaman; sanatın saçma olduğuna inanmaksa (7), evet belki Rimbaud gibi Cehennem'de Bir Mevsim'i yazdıktan sonra sanatın bir saçmalık olduğunu söylemeye hakkımız olabilir ancak. Belleğin sözdizimsel bütünlüğü barındıramayacak kadar deliliğe hapsolması (8), hala tutunacak birkaç sözcük kalmışsa eğer, Batur'un bir yazısında onu andığı şekliyle, Bartleby'nin canlı numunesi, bütün yazdıklarını bir sandıkta istifleyen Pessoa bu delilikten de sağ çıkılabilineceğini gösteriyor. 

Susmanın Estetiği'nde Susan Sontag konuyu daha da uç noktalara taşımış:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/susmanın estetigi susan sontag


İlgili birkaç okuma daha:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/Yazma Sıkıntısı / Agnes Verlet
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/ Ferit Edgü / Yazmak


Z.'nin Ayvalık'ı


 Bundan on yıl öncesine dek, Ayvalık'tan el ayak çekildikten sonra, ekim kasım aylarında bir iki hafta izin alır kaçardım tek başıma Ayvalık'a. Cunda'da sabah ve akşam üzeri yarım saat denize girer, biraz ortalıkta gezinir, terasta çay içip kitabımı okurdum. İçimde epeyce iç ve açık deniz biriktirdim, küçücük adalar arada görünüp yiterdi. Serin serin esen rüzgârın iç denizin yüzeyinde, mavi gri tonlarında paletler yaratarak oynaşmasına bayılırdım. Sanki ıssız dünyada küçük tepeler, karanlık, yağmur yüklü bulutlar, köşe bucak araştıran rüzgar, zeytin ağaçlarının kış hazırlıkları, az önceki gürültünün yerini dolduran dinmişlik duygusu, kıyıya bağlı kayıkların beşik gibi sallanmaları, ilk kez kendi yerlerinde ve dillerinde anlayamayacağımız türden bir şeyi konuşmak için bir araya gelmişler izlenimi yaratırdı bende ve özel bir tanıklık yaptığımı düşünürdüm. Bana, benim varlığıma ilgisiz, ben yokken de orada sürecek bir güz kantatı, bir çevrim, dalga, benle ya da bensiz ama hep orada olacak gizli bir düğün. Yine de bu tanıklığı yapan insanın kendini seçilmiş biri, tansıma tanığı olarak düşünmemesi zordur. Zaman zaman kaygılansam da kendimi o an seçilmiş, bir dahası olmayacak, tanıma gelmez şeyin, bu büyük tansımanın bir parçası olarak kavrardım. Çok sürmezdi gerçi. Bir an... Sonra kendi dilime, dünyanın diline düşer, dile gelme ya da düşmenin öyküsünü kaldığım yerden sürdürürdüm. Ama beni çıldırmaktan koruyan şeyin bu bağış, armağan duygusunu yitirmemek olduğunu, bu düşünceyi korumanın bir yolunu bulduğumu söyleyebilirim. (Belki de söyleyemem.)

*
Ayvalık Güncesi için bak:
https://www.instagram.com/kaotikbenlik

Z. için bak:
https://www.okumaninsonunayolculuk.com/

WINTERREISE (KIŞ YOLCULUĞU)


Didem'e


"Bir yabancı olarak geldim,
 ve yine bir yabancı olarak gidiyorum"





WINTERREISE (KIŞ YOLCULUĞU)
 FRANZ SCHUBERT


Winterreise, Franz Schubert'in Wilhelm Muller isimli Alman şairin şiirlerinden bestelediği yirmi dört liedden oluşan bir dizi. Schubert yaşamının son üç ayında tamamlıyor Winterreise'i. 1828'de, 31 yaşında, sifilizden ölmeden önce son düzeltmelerini yapıyor. Yaşamının en karanlık ve karamsar günlerinde, daha önce bestelediği ve yine karşılıksız kalan bir aşkı anlatan Die Schöne Müllerin dizisinden sonra Müller'in şiirlerini ikinci kez alıyor eline. Kısa yaşamına sığdırdığı yüzlerce liedi var ama içlerinde en değer verdikleri bunlar "Şimdiye kadar yazdıklarım arasında beni en derinden etkileyen liedler bunlar oldu."  Ben de bu yazıda ilgimi Winterreise liedleri ile sınırlı tutacağım; umarım Winterreise'i hiç bilmeyen ve dinlememiş olanlar için küçük bir rehber olabilirim.

 Winterreise'e duyduğum yakınlığın ilk nedeni, konsept albümleri her zaman sevmiş olmam; ama bu şarkılarda hüzünlü, karşılıksız bir aşk hikayesinden fazlası vardı. Schubert yazdığı en karanlık ezgilerle, yaklaşan ölümün soğukluğunu hissedercesine, zorlu bir kış manzarası eşliğinde bizleri merkezinde ölümün ve varoluşsal bir kederin yer aldığı gezginin manevi yolculuğuna davet ediyor. Şiirlerin sahibi Wilhelm Muller (1794 - 1827) edebiyat tarihi içinde varlığını biraz da Schubert'in bestelerine borçlu. 1815'te günlüğüne şöyle yazmış: "Ama cesaret! Belki de bir yerlerde kelimelerin arkasındaki ezgileri duyacak ve bana geri verecek akraba bir ruh vardır." Schubert ile aynı dönemde yaşamış Müller, Schubert'ten bir yıl önce 32 yaşında ölmüş. Schubert'in ezgilerini duymasa da, Schubert yaşamının karanlık, hastalık ve ölüm taşıyan kışını Muller'in şiirlerinde bulmuş, sözcüklerden yükselen ezgileri duymuş olmalı. 1827, aynı zamanda Schubert'in hayranı olduğu Beethoven'ın öldüğü yıl; Schubert, onun cenaze meşalesini taşıyanlardan da biriymiş. Taşıdığı alevin kendisi için de sönmek üzere olduğunu biliyordu belki de.

Winterreise dizisinin İlk liedi İyi Geceler (Gute Nacht), kasabaya gelen bir yabancıdan söz ederek açılıyor. Kaldığı evde aşktan söz eden bir kız ve evlilikten söz eden bir anne var, ama yabancı geceleyin sevdiği kız uykusundayken kapısına Gute Nacht yazıp sessizce ayrılıyor evden "Aşk gezmeyi sever, tanrı onu öyle yaratmış, birinden öbürüne, aşk gezmeyi sever, birinden öbürüne, tatlı sevgili, iyi geceler." Winterreise'in gezgin kahramanının umutsuz aşkını ardında bırakıp çıktığı kış yolculuğu da böylece başlıyor. "Bir yabancı olarak geldim ve yine bir yabancı olarak gidiyorum."

Kar her yeri kaplamış, aşkın bütün izlerini silmiştir. "Ama yüreğimdeki kaynaktan ateş gibi yanarak çıkıyorsunuz (gözyaşlarım), sanki bütün kışın buzunu eritip yoketmek istiyorsunuz!" (Gefrorne Tranen / Donmuş Gözyaşları)  Gezgin yolunun üzerinde eskiden altında mutlu ve huzurlu günler yaşadığı ıhlamur ağacına rastlar. "Ağacın dalları hışırdadı, sanki bana şöyle sesleniyordu: "Gel, bana gel dostum, burada huzurunu bulursun" (Der Lindenbaum / Ihlamur Ağacı ) Ama gezginin yüreği donmuş dere gibi buz tutmuştur, ıhlamur ağacının çağrısına kulak vermez. Kara karışan gözyaşları sevgilinin evini gösterecek midir ona?  Buzlu derenin üzerine sivri bir taşla sevgilinin adını kazır "Ey kalbim, bu derede artık kendi resmini de görebiliyor musun? Donuk yüzeyinin altında o da delicesine kabarıyor mu? (Aud dem Flusse / Nehirde) Şehre ilk geldiği günü düşünür "İki yüzlü dönek şehir"den kendini kaybetmiş bir şekilde hızla kaçmıştır. O günden beri gezgin bir hedefi, ulaşacak bir yolu olmadan sadece ilerlemektedir. "Sevinçlerimiz, acılarımız, hepsi yanıltıcı ışığın oyunu! Her akıntı denize, her acı da kendi mezarına ulaşacaktır." (Irriclicht / Yanıltıcı Işık) Fırtınaya ve soğuk havaya rağmen yoluna devam eder, sonunda yorgun düşer ve bir kömürcü kulübesinde dinlenir. Bir ilkbahar rüyası görür "Ne zaman yeşereceksiniz penceredeki yapraklar? Ben sevgiliyi ne zaman kollarıma alabileceğim? (Frühlingstraum / İlkbahar Rüyası) Yapayalnız ve selamsız yoluna devam eden gezgine şehirden ayrıldığından beri bir karga eşlik etmektedir. "Karga, hiç olmazsa, en sonunda mezara kadar sadakat göreyim senden!" (Die Krahe / Karga) İnsanlar huzurlu uykularında sahip olamadıklarının tatlı düşlerini görürken o köpeklerin havlamaları eşliğinde bir köye varır.  "Siz durmadan havlayan bekçi köpekleri, uyku saatinde bana rahat huzur vermeyin! Artık tüm rüyalarım sona erdi - uykucuların arasında ne işim var ki?" (Im Dorfe / Köyde)  Kimi zaman yaprakların dansına, ışığın oyunlarına bırakır kendini. .. Aydınlık, sıcak bir evin içinde yaşayan sevgilinin tatlı hayalini görmeye devam eder ve kimsenin gitmediği ıssız yollara sapar " Yollardan niye kaçınıyorum ki, diğer yolcuların gittiği yollardan? Niye kendime karla kaplanmış kayalar arasında gizli geçitler arıyorum?" (Der Wegweiser / Yol İşaret Levhası)  Bir işaret levhası ile karşılaşır, kimsenin geri dönmediği bir yolu gösteriyordur.  "Bir işaret levhası görüyorum, gözlerimin önünde sabit duruyor; gitmem gereken bir yol var; kimsenin geri dönmediği bir yol" Bir hana varır, yolculuktan yorgundur,  "Kalpsiz hancı, beni geri mi çeviriyorsun? Öyleyse şimdi artık devam, sadece devam, benim vefalı bastonum!" (Das Wirtshaus / Han) Kışa ve acısına meydan okuyarak yolculuğunu sürdürür, yüreğine kulak vermez, "Dinlemiyorum dile getirdiği şikayetleri, şikayet ahmaklara hastır" "Dünyada neşeyle ilerlemeli, rüzgara ve fırtınaya karşı! Yeryüzünde tanrı hiç varolmasa da bizler bizzat tanrıyız!" (Mut / Cesaret) Gökyüzünde üç güneş görür. İkisi sevgilinin ışık saçan gözleri diğeri ise kendi kara güneşidir. "Üçüncü de arkalarından gitse artık! Karanlıkta daha iyi olacağım."

Kış Yolculuğu gezginin bir köyde yaşlı bir laternacı adam ile karşılaşması ile bitiyor:


Laternacı Adam / Der Leiermann



Küçük köyün arkalarında

Laternacı bir adam durur
Donmuş parmaklarla
Elinden geldiğince tıngırdatır.

Kar üstünde yalınayak

İleri geri sallanır
Ve küçük çanağı
Hep boş durur.

Kimse onu dinlemek istemez,
Kimse ona bakmaz,
Ve ihtiyar adamın etrafında
Köpekler hırlar.

Ve, o buna kayıtsız,

Çevirmeye devam eder,
Ve laternası
Hiç susmaz.

"Garip ihtiyar!
Seninle gidebilir miyim?
Benim Liedlerim için de
Laternanı tıngırdatır mısın?"


***

Anatomy of an Obssesion: Schubert's Winter Journey



"Winterreise, Shakespeare ve Dante'nin şiiri, Van Gogh ve Picasso'nun resimleri, Bronte kız kardeşlerin veya Marcel Proust'un romanları gibi ortak deneyimlerimizin bir parçası olması gereken vazgeçilmez bir sanat eseridir." (Ian Bostridge)

Ian Bostridge, İngiltere doğumlu (1964) tenör bir opera ve lied sanatçısı, yaşamı boyunca yüzün üzerinde kez seslendirmiş Winterreise'i, otuz yıl süren takıntısını ilmek ilmek çözümlediği bir de kitap yazmış: Anatomy of an Obssesion: Schubert's Winter Journey. Başlık Robert Burton'ın Melankoli'nin Anatomisi başlıklı hacimli kitabına da bir gönderme.

Bostridge 550 sayfalık kitabında yirmi dört lied'i ilk liedden başlayarak kültürel, sanatsal, toplumsal bağlamları içinde bölüm bölüm incelemiş. "Schubert'in Kuğu Şarkısı'ndan yola çıkarak böyle geniş bir kültürel okuma yapamazsınız, ama Winterreise sizi doğrudan 1820'lere götürür" (Bostridge)

Örneğin Winterreise'in beşinci liedi Der Lindenbaum'u (Ihlamur Ağacı), Homeros'tan bu yana büyülü bir ağaç kabul edilen ıhlamur ağacının Alman tarihindeki yerinden, Goethe'nin Genç Werther'ın Acıları, Thomas Mann'ın Büyülü Dağ'ından örnekler vererek sembolik anlamlarına değinmiş.

Kitap aynı zamanda Samuel Beckett, Benjamin Britten, Djuna Barnes, Paul Auster, Slavoj Zizek, Ee-Cummings, JM Coetzee gibi isimler üzerinde bıraktığı etkilere, Caspar David Friedrich resimlerinden, William Bentley'in kar taneleri fotoğraflarına kadar çeşitli referanslarla geniş bir okuma alanına açılıyor.

Winterreise dizisinin en etkileyici ve son liedi olan Der Leiermann (Laternacı Adam) için Bostridge   “Tüm rasyonel açıklamaların ötesinde bir güç ve rezonansa sahip gibi görünen büyülü, totemik müzik parçalarından biri” diyor. Bostridge Winterreise'i karşılıksız bir aşkın umutsuzluğu içinde kaybolmuş romantik bir kahraman'ın hikayesi yerine, Laternacı Adam'ın eşliği ile sonlanan Hamletvari bir monodram olarak okumuş. Bostridge'in kitabı benim için de şimdiden bir takıntıya dönüşeceğini öngördüğüm Winterreise üzerine yapılmış en önemli çalışmalardan biri gibi geldi bana.


***

"Daha çocukken aşka ve ölüme takıntılıydım diyor Bostridge, "bu anlamda, lied söylemek için doğdum." Yönetmen David Allen ile birlikte 1994 yılında, terk edilmiş bir akıl hastanesinde Winterreise için çektikleri etkileyici bir televizyon filmi de var:






***

Liedler ve Ozanlar / Gül Sabar





Gül Sabar'ın 2013'te Pan Yayınlarından çıkan kitabı Lied konusunda Türkçe'deki kapsamlı kaynaklardan biri ve benim de elimden düşürmediğim bir lied dinleme rehberi oldu.

Kitap, Sabar'ın 1967 - 71 yıllarında İstanbul Radyosu için hazırlamış olduğu aynı isimli program notlarına dayanıyor. Sabar bu program notlarını genişleterek, ilk çağlardan başlayarak lied'in günümüze kadar olan yolculuğunu lied türünün büyük bestekarları eşliğinde anlatmış. Kitabın 130 sayfasını lied tarihinin dönüm noktasında yer alan Schubert'e ayırmış. Schubert'in Winterreise ve Die Schone Müllerin dizisinin tamamını; Goethe'den, Schiller'den, Shakespeare'den ve diğer şairlerden bestelediği liedleri Türkçe çeviri ve açıklamaları ile birlikte okumak mümkün. Sabar, liedleri Türkçeye çevirirken birebir çeviri yapmaktansa açıklamalı, özet çeviriler yapmayı uygun görmüş. Kitapta Schubert'in en çok bilinen lied'i, Goethe'nin Erlkönig'inin çeviri ve hikayesini de bulabilirsiniz.



Chaplin'i Hatırlamak

Limelights / 1952

Charlie Chaplin... Filmlerini Schopenhauer’a, Nietzsche'ye, Spinoza'ya bağlayan, Shakespeare'le aynı kefeye koyan, izlediğim her filminde biraz daha yaşlandığına tanık olduğum bu adamı çok seviyorum. (Bazin'in deyimiyle amatör bir keman ve piyano müzisyeni, acemi bir filozof ve yazar olan Chaplin'i); onun trajik ve coşkulu kişiliğinde çok şey buluyorum.  Limelights bu bakımdan unutulmaz bir filmdir. Artık sesli sinema dönemindeyiz ve Chaplin de konuşmaya çok hevesli:

Thereza  - Savaşmaya değer ne var?

Chaplin - Gördün mü, itiraf ettin. Savaşmaya değer ne varmış. Her şey! Yaşamın kendisi. Bu yetmez mi? Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak. İşte hayat. Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir. Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var. Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.

Thereza  - Niye ölmemi engellediniz?

Chaplin -  Aceleniz ne? İnsan bilincinin gelişmesi milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz? Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var. Bugün varsın, yarın yoksun.

Thereza  - Beni niye kurtardınız? Ölseydim sorun bitecekti.

Chaplin - Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz ve bundan faydalanmaya bakın. Söyleyin bana yaptığınızın sebebi nedir?

Thereza  -  Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.

Chaplin - Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi.

Bu sahnede elleri ve yüzünü kullanarak öyle güzel gül ve kaya taklidi yapar ki hayran kalırsınız.





Ama asıl güzel olan birazdan Chaplin'den gelecek olan hem komik hem hüzünlü itiraftır:


Biliyor musun der kendi kendisiyle yüzleştiği bir anda, sana öğüt ve moral vermek beni de etkiledi; söylediklerime ben de inanmaya başladım.

Modern Times için bestelediği Smile şarkısında da,


 The Circus'un girişinde yer alan Swing Little Girl şarkısında da yaşam muştucusu hep aynı acemi filozofu bulursunuz.


Filmlerini izleyeli belki, uzun zamanlar oldu, ama Chaplin'i hatırlamak her daim iyi.


Orhan Veli

"Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz.
Ne üstte var ne başta."
 1938  O.V. 

İstanbul'a birkaç şairden başlayarak, özellikle Orhan Veli ile sokulmakla iyi ettim. Sevdim Orhan Veli'yi, yaşama sevincini, avareliğini, kılıksızlığını, meteliksizliğini... Basit, günlük duygular, insanlar hep şiirlerinde, kokular, sesler, deniz ve yosun kokusu mesela, sonra bahar, güneş, kuşlar, ağaçlar, böcekler sonra, hele kadınlar...  " Düşünme, /  Arzu et sade! / Bak, böcekler de öyle yapıyor."

Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp... 

Hor gördüğüm, bilmediğim tatlar hep şiirlerinde: "otların içinde sırtüstü yatmanın tadı" mesela; "avucumda, sıcaklığını duyduğum ekmek"  

Kendimi çocuk yerine koyup şiirler yazmasını da bilmem ben: "Mahallemizde / Senden başka ağaç olsaydı / Seni bu kadar sevmezdim. / Fakat eğer sen / Bizimle beraber / Kaydırak oynamasını bilseydin / Seni daha çok severdim."

Dalgacı bir şair bu Orhan Veli, kendi hüznüyle dalga geçiyor ilk başta. Moro Romantico biri. Sevdaya tutulmuş, şiir yazası yok, ama açıp pencereyi odasında İstanbul'a karşı bas bas bağırası var. Ece Ayhan açık havanın ozanı demiş onun için. Orhan Veli'nin havaları. Güzel havalar. Bedava havalar. İçkiye benzeyen, insanı sarhoş eden havalar.  Efkarlanırım şiirine almamış şu mısrayı: "Hava güzel, efkarlanırım." Efkarlı havalar. Bir de, davetkar havalar: "Bekliyorum / öyle bir havada gel ki / vazgeçmek mümkün olmasın" 

Garip bu Orhan Veli, geçim derdi bırakmıyor ki yakasını şiirinin de. " ...Madem ki bu esvaplar ayakkaplar benim, / madem ki sokaklar kimsenin değil"  Sade yürüyor parasızlıktan; mektup yazmış, postaneye veremiyor;  kış günü, giyecek ceketi yok, yağmur altında utanıyor: gömlekçek dolaştığından değil, üşüdüğü belli olacak diye. 

" Ben ki yalnızım bu dünyada" 




Vapurda tanışıp arkadaş olduğu Nahit Hanım'ın anlattığına göre " Hüzünlüydü, mahzundu. Yapısından geliyordu bu hüzün. Her şeyi ama her şeyi içine atmasından. Öfkesini bile içine atardı, Sıkıntılarını da. Hüzünlüydü. Sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde, konuşmazdı. Şimdi gelirim der, kalkar gider, ya yarım saat ya da üç gün sonra gelirdi. Örneğin Mahzun Durmak şiiri onun tavrına çok yakın bir şiirdir."  

Açtım baktım hemen şiire, iki mısra buldum karşımda hayranlıkla: 

"Sevdiğim insanlara kızabilirdim, eğer
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."

Bu şairler hep mi böyle mahzun, mahçuptur.  Oysa Süleyman efendi için "Mesele falan değildi öyle /  to be or not to be.." 

Sonuçta, yazık oldu Süleyman Efendi'ye de, Orhan Veli'ye de.  Bir Kasım günü, Ankara'da, kafası da iyi mi iyi, sokaklarda kim bilir aklında hangi mısra dolaşırken belediyenin açtığı çukura düşmüş. 

Birkaç gün sonra ölmüş. 
Ceset morga, eşyalar depoya.
Pantolon ceplerinde bir diş fırçası, at yarışları programı ve 28 kuruş.  


*

 İşsizlik öyküsünde söylediği gibi işsizlik kötü şey vesselam. 
Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket:  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/04/issizlik-orhan-veli.html


18

 


Merhaba yaşlı dostum, 

Dersim’in kırk haneli Günboğazı köyünden, Ermenice eski adıyla Margek’ten merhaba...

Askerliğim 27’sinde bitti, toplamda on sekiz gün sürdü. İlk birkaç gün uyum sağlamakta güçlük çeksem de oldukça kolay ve rahat geçti. Bolu 2. Komando Tugayında, deyim yerindeyse, misafir gibi ağırlandık.

Bedelli bölüğü toplamda 379 kişiydi. Ülkenin her yerinden, her yaştan, her meslekten insanla bir aradaydık: Avukatı, doktoru, memuru, mühendisi, kuyumcusu, kebapçısı, oto kurtarıcısı, inşaat işçisi, imamı, müezzini… Gördüğünüz gibi, oldukça eğlenceli bir bölüktük.

İsmimizin ilk harfine göre koğuşlara verilmiştik: bizim koğuşumuz, 14. Koğuş, S. harfiyle başlayan isimlerden oluşuyordu. Ali babanın çiftliği gibi her koğuşta beş Ahmet, altı Ali ya da on tane Mehmet bulmak mümkündü. Bizim koğuşumuzda da dört Sinan ve beş Süleyman vardı.

On sekiz gün boyunca her sabah altı gibi uyanıyor, yataklarımızı bize gösterdikleri şekilde topluyor, kamuflajlarımızı giyip, söylenen saatte içtima alanına iniyorduk. İçtimadan sonra da takım halinde yemekhane’ye gidiyorduk. Öğle yemeğine kadar başımızdaki komutanların inisiyatifine bağlı olarak eğitim ve istirahat alıyorduk, öğleden sonra, akşam yemeğine kadar geçen süre de aynı şekilde yaşanıyordu. Hafta sonlarında sivil kıyafetli ve içtima saatleri hariç serbesttik.

Toplamda dört defa tıraş oldum, üç kez botlarımı boyadım, iki üç kez de ıslak mendille sildim. İki kez yatağımı toplamadan çıktım. Botlarımı ayağıma vurduğu için komutandan izin alarak üç gün giymedim, üç gün de kara düzen diyerek, tören provaları başlayana dek, spor ayakkabılarımla dolaştım. Hasta olmadığım halde üç kez de revire çıktım. Sırf uzun revir sırasını beklerken bahçede kitap okumak için.

Başımıza yarım şekilde geçirip sağa doğru yatırdığımız keçeden keplerimiz, kimine dar geliyordu, kimine geniş, kimi aşçıya benziyordu, kimi ressama, ama hiçbirimiz askere benzemiyordu. Bedelli bölüğü olarak aynı anda uygun adım hiç yürüyemediğimiz gibi üç hafta boyunca şapkalarımızı da başımıza doğru düzgün hiç geçiremedik.

Çok güzel bir yerde, şehrin gürültüsünden uzakta, ormanlık, geniş bir arazideydik. Hava her zaman temiz ve serindi, ama rüzgar bazen yakınımızdaki tavuk çiftliklerinden kesif bir kötü kokuyu alıp getirdiğinde bütün kışlada nefes almak mümkün dahi olmuyordu.

Günler beklemekle ve okumakla geçti… Eğitim sırasında verilen istirahatlerde; içtimalarda, ayakta; hafta sonları tabur binasının arkasındaki çamlıkta; yatış saatinden önce ranza üstünde, ışıklar kapanana değin okudum. Nerede olursam olayım, eğitimde, içtimada, sigara molalarında, bedellilerle bir bankta oturmuş sohbet ederken, aklım sürekli iç cebimdeki kitapta, kaldığım sayfadaydı. Bazen de kitap okumak için yeterince vaktin olmadığı, on beş yirmi dakika kadar süren kısa istirahatlerde tırnak makasından söktüğüm törpü ucuyla ağaç dallarını yontarak vakit geçirdim.

Yanıma üç kitap almıştım, iki cep kitap, Auster’in New York üçlemesi, Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Bachmann'ın Malina'sı. New york üçlemesi askerliğimin beşinci günü bitti. Çok keyifli, sürükleyici bir okumaydı. On sene oluyor, üç beş kitabını okumuş, çok sevdiğim üçlemeyi ve Yalnızlığın Keşfi’ni kitaplığımda bırakmıştım. Üçlemeden sonra Auster okurluğumu sürdürmeyi istedim ama elime Bulgakov’u almak zorunda kaldım. Üçüncü haftanın başından itibaren de hem kitapsız kalmaktan korktuğumdan, hem de yoğun bir kitap olduğundan mümkün olduğunca haftaya yayarak okuduğum Malina’yı aldım elime.

Burada bu kadar yalnızlık bulacağımı düşünmemiştim. Çokça okudum, çokça düşündüm. Düş bile kurdum. Burada da yalnızlığımı korumanın yollarını buldum. Tabur arkasında, ince, uzun gövdeleri on beş metreye kadar yükselen karaçamların arasında, içlerinden birine sırtımı yaslayıp kitap okuyor, düş kuruyor ya da uyukluyordum. Rüzgarla birlikte ince uzun gövdeler gıcırdıyor, kurumuş dallar ve reçine damlaları düşüyordu üzerime. Ve akşam güneşiyle birlikte düşüp uzanıyordu gölgeler ince uzun gövdelerden yere. Bu saatlerde sık sık Ayvalık’taki günlerim düştü aklıma. Biraz özlemle, biraz da hüzünle, ah, ama kendi ölü hatıralarımı bıraktığım Ayvalık’taki günlerim hiç çıkmıyordu aklımdan.

Burada yalnızlık mümkündü, düşler mümkündü, aşk bile mümkündü… Birbirimize dokunabilirdik, ormanda buluşabilir, gizlice öpüşebilir ve duşta aynı kabine girip sevişebilir, yasaklı, gizli saklı bir aşkı, yaşayabilirdik.

Ö. ile askerliğimin ikinci haftasının ortalarında, içtima sırasında yan yana düştüğümüzde tanıştım. 38 yaşında ve bekar; çok naif ve son derece kibar biri. Sigara kullanmıyor, küfür kullanmıyor, konuşmayı ve en ciddi konularda bile her konuşmanın içine biraz espri katmayı biliyor. Bir üniversitede araştırma görevlisiymiş. Alanı mimarlık ama felsefi birikimi hayli fazla. Özellikle Deleuze konusunda. İçtimalarda fısır fısır Deleuze’den, Nietzsche’den, Bataille’dan söz ediyor, sonra kahvelerimizi alıp tabur çevresinde dolaşarak, bir banka ya da gölgelik bir ağaç altına oturarak konuşmaya devam ediyorduk. Her şeyi aynı perspektiften, akademik bir dille açıklıyor oluşu, alabildiğine gamsız ve neşeli hali zaman zaman sinirlerimi bozsa da genel olarak sohbetlerimiz askerlik sürecini benim için biraz daha katlanılır kıldığı için devreme minnettarım.

Üçüncü haftaya girerken, kamuflajlarıma, botlarıma, kepime, ranzama, kirli çarşaflarıma, bana zimmetli olan bütün bu eşyalara, takma adıma (hayalet!), her zaman bizimle birlikte olan zimmet isimli kaniş cinsi köpeğimize alışmaya başlamıştım ki askerlik bitti.

Pek çok anı biriktirdim, pek çok insan tanıdım, soğuk betona, ıslak çimlere oturmaktan götümde açan mor böğürtlenlerle birlikte onları da sivil yaşamıma taşıdım (Yeni göt ağrıları olarak).


Özlemle.

S.

YANSIMALAR (2016 - 2019) / Zeki Z. Kırmızı

2016 yılının ortalarından beri yazışıyoruz, tanışıklığımız ise daha da geriye, 2015 yılının ortalarına kadar gidiyor. İlk Yüksel Arslan buluşturmuştu bizi, sonra Stendhal. Sonra içine çokça edebiyatı, azıcık da hayatı kattığımız mektup-maillerimiz uzun yazışmalarımızın başlangıcını oluşturdu. Size siz demekten hiç vazgeçmedim; en azından beyi kaldırdık; Zeze diyebildim; ve en nihayetinde hitap etmekten büyük bir mutluluk duyduğum ve çok sevdiğim haliyle, doğru büyüğüm demeyi uygun buldum. Çok hoşlanmasam da yaşlı dostum dediğim de oldu.

Birbirimizi hiç görmedik, siz yaşamımın olanca gerçekdışılığı içinde, ince bir çizgiden ibaret olan düşle gerçek arasında bir yere konumlandınız. Unamuno'nun olağanüstü güzellikteki kısa anlatısındaki gibi, benim uçurum kıyısındaki yaşlı bilge meşe ağacım ve yalnızca düşlerimde gerçek ve geçerli olan Don Sandalio'm oldunuz. 

Yaşlarımızı hiç dert etmedik; ama gençliğimden benim kadar siz de çok çektiniz. Demek istediğim insan aynı şeylerden kaç bin milyon kez daha yakınabilir ki? Bir mektuptan ötekine sıçramış hırçın sözcükler; öfkeler; kaygılar; pişmanlıklar; hüzün gösterileri ve karamsarlık nöbetleri bir hastalık gibi nüksetmiş. Sabırla dinlediniz, tebessüm ettiniz; beni hiç yanıtsız ve yalnız bırakmadınız. Çıktığım bu yolda azıcık şaşırdıysam da, benim kendime olan inancımdan, inadımdan ve ısrarımdan hiç vazgeçmeyeceğimi bildiğinizden siz de benden hiç vazgeçmediniz.

Şaşırdığım, utandığım, üzüldüğüm, kendimi olduğu kadar sizi de üzdüğüm yazışmalarımız olmuş. Bazıları karşısında hala mahçubum. Büyük laflar da etmişim, daha iyi açıklayamazdım dediğim doğru sözler de söylemişim: bir büyük yazgı benim için olsa olsa ele geçirilecek bir büyük yalnızlıktır derken ya da beni hayatta esenliğe kavuşturacak tek görevimin yazmak olduğunu söylerken; nasıl olduysa bu ülke bütün düşlerimin dışında kaldı diye yazarken; eldivenlerimi (birçok dost birçok eldiven: uyuz korkusundan - Baudelaire) ve maskelerimi ihmal etmezken ve tanıdığım herkesi en derinlerimdeki sularda boğarken. Yaşama sanatında hala Nietzsche'den ve ötekilerden yardım alırken... Düşlerimde öyle sahici gülerim ki, çoğu zaman gözlerimden yaş gelir demişim bir keresinde, daha iyi anlatamazdım. 

Bu yazışmalarda sizi, sizi olduğu kadar kendimi de çok karşılayabildiğim düşüncesi içinde değildim. Bu yüzden "saçmalıklarımı" yayınlamayı düşünmüyorum. Düzeltilmeye muhtaç çok fazla şey var. Bununla birlikte dolaysız bir iletişim kurduğumuzu, ıskalamadığımızı belirtmeliyim. Dilimin ucundaki sözcükler oldunuz. Kurduğumuz bu iletişim gözyaşlarımıza gelip dayandı mı?  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/imkansz.html En uc nerede? Rimbaud'yu iletişim kurmaktan vazgeçiren tiksinti miydi? Güçsüzlük mü? Utangaçlık mı? Umutsuzluk mu? https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/05/iletisim-georges-bataille.html Ne kadar kaybolduk, kirlendik; ne türden bir cinayet işlemeyi göze aldık?
 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/03/iletisim-georges-bataille.html Artık çokça eskimiş olan bu okumalara döndükçe beni ben yapan şeyin sınırlarını kestiremiyorum. Bu uçurumlara dalmayı nasıl ve ne pahasına göze alabildim? Bugün bunu daha sık düşünür oldum.  

Yesenin haksızdı, Mayakovski haksızdı, Plath, Marmara haksızdı, haksızdı bu güzelim insanlar derken haklıydınız. Nietzsche'nin yanıldığını, Dostoyevski'nin, Balzac'ın yanıldığını söylerken; Kafka, Pessoa yine de niye yazdılar derken haklıydınız; Amerika konusunda haklıydınız. Şiir duygularla yazılmaz, imza kanla atılmaz derken ve şiirinin Rimbaud'dan önemli olduğunu söylerken haklıydınız.

Bu mektuplarda sevdiğim, unutamayacağım çok fazla şey var. Bir başkasının abartılı bulabileceği övgüler, alkışlar, takdirler bir yana ki bütün bunların bir yüreklendirme çabası olarak okunmaları daha doğru olur; beni keskin bıçak sırtında gezinen gecikmiş ya da geç kalmış bir gezgin olarak tarif etiğiniz cümleleri yeniden okurken,"Bir yanın kimsenin düşlemeye bile cesaret edemediği yaşamları (ülkeleri, anıları, kurguları…) dolduruyor içine, öbür yanın bunun olanaksızlığının ölümcül göçüyle boşaltıyor kendini kendinden." ve her zaman bir aşağılama ve hakaret nedeni olmuş olan uzun saçlarımı kestirmek zorunda kalacağımı öğrendiğinizde yazdıklarınızı okurken duygulandım: "Saçların için üzgünüm, öyle sanıyorum onları bir dünya armağanı, sana bağışlanmış bir şey gibi (ırmak, ağaç, at, vb.), senden bile ayrı, senin ötekin gibi taşıyorsun. Onlar bana öyle geliyor ki seni hem örtüyor, hem açıyor. Anlamı sandığımdan da büyük olmalı."

Ayvalık hakkındaki son mektubunuz da dahil beni bunca çıplak gözle görüşünüzle ürkütüp kaçırabilirdiniz de... Ama son mektubunuzda gözden kaçırdığınız bir şey vardı: en az savrulan dallar, yapraklar, kitaplar ve sigara dumanı kadar saçlarım da bu hikayenin parçasıydı. Ayvalık henüz kendimi hazır hissetmediğim bir deneme, sınama olduğu kadar hem kendime hem de Ayvalık'a bir vedaydı. 

Yayınladığım bu mektuplar da son zamanlardaki vedalarımın bir başkası. Rimbaud gibi, Zeki Z. Kırmızı Okumaları gibi. Blogu uzun zaman önce terk ettim. Eskisi gibi okumuyorum, izlemiyorum, düşünmüyorum. Eski alışkanlıklarımı sürdürmek zorlaştı, bizi bir araya getiren nedenler azaldı. Size benzemekten korktum, düş kurmaktan yorgun düştüm. Sayısız bahane sıralayabilirim. Bir yandan da daha yüce bir şeylerin peşine düştüm.  

Benim için çok kıymetli olan bu yazışmaların siz tarafını Yansımalar (2016 - 2019) başlığı altında, birkaç mektuplaşma sürecini dışarıda tutarak, toplu halde ilk kez paylaşıyorum:


SELAM

2 Mayıs 2016

Selam için teşekkür ederim. İncelikli bir dost selamı.
Ben de blogun için benzer şeyi söyleyebilirim. Bir okyanus gibi. Dolayısıyla onun kadar da ürkütücü. Bir okyanusla nasıl bağ kurulur.

Düzenlemesi, yüksek içeriği, inanılmaz zenginliğiyle ilgiyi ve cesareti başta kırıyor. Ancak inatçı, emek vermekten çekinmeyen, niteliğe bedel ödeyebilecek insanlar bu okyanusa kıyısından dalmayı göze alabilir. Aynı yılgınlığı Aziz Yardımlı'nın sitesinde yaşamıştım.

Şöyle bir göz attım ve en iyisi sorayım dedim:

Özellikle özgün, sana ait ve değerini kavrayabilecek birilerinin okumasını istediğin alanlar, bölümler, başlıklar konusunda ip ucun var mı? Aktarımlar da kusursuz olmakla birlikte benim de doğrudan ilk kaynağa gitmeyi yeğleyeceğim şeyler... Aktarımların değerini kabul ederek (çünkü bütüne baktığımızda yapılmış seçimlerin de bir siyaseti var) bu konuda kendi seçimim özgün kaynağa, düşünceye doğrudan bakmaktan yana artık, uzunca bir süredir. Bu nesnenin arkasında nasıl biri var? Ne düşünüyor? Nasıl kendine katıyor, içselleştiriyor? Derdi ne? Blogun nefis aktarımlarından çok sana ait işaretlerinden, belirtilerinden ötürü ilgimi çekebilir (ne yazık ki), Zamanım çok az, evet. 

Sana sormamı da bağışla. Biraz zaman ayırarak ben de blogunda sana ait olanı ayıklayabilirim ama bu bile ciddi bir enerji gerektiriyor.

Sağlıcakla, dostlukla. 



 BÖYLE DURUMLARDA...

3 Mayıs 2016

Böyle durumlarda rahat bırakmakla, yani yazgıyı kendine bırakmakla denemekten vazgeçmemek arasında salınmaya başlarım. Her şeyi bilmeye yakın duyumsarım kendimi ve hiçbir şeyi bilememekle arasındaki ayrımı kaçırırım. Bilmek bir varsayımsa eğer, bilmemek de aşağı yukarı öyle. Bilmek, üstlenmek girişimi, tasarıdır. Bir tasarı, seçim ve siyasettir bilmek.

Seni ‘ciddi’ye almam için çok neden var ve biri yine de ‘paylaşma’ sevincin. Sen söylüyorsun ve ben bildiğimi sanıyorum:  Paylaşılan şeyden daha önemlisi (önemli?) paylaşmanın kendisi. O hep gizilgüç ya da gizli gömü gibi yaşamlarımızı dürtecek, hatta ölmeye bile bırakmayacak bizi.

Sana sen diyorum ve sonra yine diyorum ki, hakkın olanı (kimsenin sana vermediği, kendi yarattığın kendin olarak) iste-mekten vazgeçme! Başkalarına ödünç verdiğin zamanı… Kendi zamanını başkalarından istiyorsun gerçekte.

Bu kaygılar bana da yabancı değil. Her şeyi atlatmışın, şimdi durulmuşun yerinden (hatta iktidarından) konuşacak değilim. Beni en çok yaralamış ya da yaralayabilecek şeyi (60’ları tırmandığım bu yaşımda) söyleyeyim sana: Yoldaki bedene, bu eşsiz konuğa ihanet! Vazgeçmenin, ölü beden olmanın düşünü görmek... Böyle bir düş görülemez, düşsüzlüğün düşüdür bu. Görülen olsa olsa ölümü yaşama yedirmedir, adını ne koyarsak koyalım. Düşe bile sığmayacak bu önemsiz, anlamsız şey (ölüm) ise şarkı olamaz, yalnızca oradan, yokluğun mağarasından yansıyan kara ışığı olsa olsa yaşama sevincini parlatır. Çünkü burada olmamızın bir nedeni yoksa da (hatta olmaması iyi ve doğru: Camus) tam da bu nedensizliktir var kalmamızın, görevler üstlenmemizin, bedeni yola sürmemizin gerekçesi.

Nihil parlak bir retorikten ibaret olabilir mi? Gençliğim keskin uçurum kıyılarından dönüşlerin kendime yonttuğum coşkulu kahramanlıklarıyla süslü. Utanmıyorum. Onu da taşıyorum. Hiçbir şeye şaşırmış gibi yapamam. Rimbaud, Lautremont, Whitman, Nietzsche, Rilke, (Ama yalnızca bu pan’ik ataklar mı?) vb. ye dokundumsa bir biçimde... Daha dokunmadığım şeyler ne olacak?

Yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, yapılmış tüm resimlere bakmak, filmleri izlemek gibi bir niyetim var ve belki ancak 5-10 yılım. Böyle bir niyeti taşımayanlara da öfkeyle doluyum ama nefret ettiğim bu insanları (kendimi ve herkesi) neyi yapamamışlarsa ondan ötürü, olabilirliklerinden ötürü seviyorum. Dünyanın imkânı-yız. Ne yazık ki öyleyiz. Hiçliği bilmenin, kavramanın imkânıyız ve değerli olan şey hiçlik değil (Çünkü hiçlik hiçliktir) onun varlığa, oluşa ettiğidir (yani imkânıdır.)

Bu yaveler için özür dilemeli miyim bilmem. Tabii ki ağır basan huyum rahat bırakmaktır. İstemiyorlarsa insanlarla konuşmamalı. Konuşmamak için öyle de çok neden var ki. Ama bunların içinde en zayıf, azımsanabilir olanı, çok işim var, hiç zamanım yok, ciddiye almaya değmez, türünden olanlar.

Bir şey yapıyorsun. Bir kişi yeterli nedendir yaptığın şeyi sürdürmen için. Çünkü mesele ötekinin yüzünde senden yansıyan o bulanık imgedir. Böylece yerinde, ayaklarının üzerinde durmak için sağlam bir nedenin var demektir.

Blogun bütün olarak senin imin, izdüşümün kuşkusuz. Her satırı, her noktasında özenli bir tutku, amacı (niteliği) gözden yitirmeyen bir gerilim yatıyor, belli bu. Gergin ve inceltilmiş duyarlı bir yüzeyden söz ediyorum.

Ama bir yerde haklısın. İnsan kültürü aynı zamanda kurban kültürüdür. Hatta toplu kıyım kültürüdür. O zaman?

Cepheyi genişletmek, benzer duyarlıkları taşıyanlara ulaşmak, buluşmalardan güç, ses, edim çıkarmak ve bunu bir kez daha yapmak en doğru tutum olarak görünüyor. Yalnız değiliz ve yaşam duygumuzu bizim gibileri görmekten yükseltiriz.

Bora Abdo okudun mu? Okudunsa ne düşündüğünü soracağım.

Kendini yazmak ya da yazışmak konusunda zorunlu saymaman gerektiğini söylememe gerek yok değil mi? 


BEYİ BOŞ VER

5 Mayıs 2016


Siz diye seslenmemeyi, Bey dememeyi başarabilir misin?
Siz değil sen.
Zeki Bey değil Zeki ya da uygun göreceğin başka bir şey. Abi diyebilirsin, hiçbir şey demesen de olur.
Herhangi bir adla (takma, sevdiğin bir ad vb.) seslenmemi istersen bunu belirt yoksa Sen'le sürdüreceğim, benim açımdan sorun yok. 


Ve bir iki gün içerisinde yazacağım sana. Olasılıkla yarın...Bunu bildirmek istedim.
Son, uzun iletin için teşekkür ederim. 
Bana güvenebileceğini biliyor, hissediyorsun. Bu doğru.


DÖNÜP BAKMAK

6 Mayıs 2016

Anlaştık o zaman. En azından beyi falan kaldırdık, gerisi bize, zamana kalmış…

Bizimkisi öylece kesişen iki yaşam ve yol arkadaşlığı. Birlikte biraz yürüyebiliriz, nereye dek, ne süreyle? Bunu bilmemiz, düşünmemiz gerekmiyor. Söz alıp vermiyoruz, borçlanmıyoruz, özgür eşitler olarak karşılıklı bir insanı (daha) deneyliyor, kendimizden geçiriyoruz. Tanrısız, yasasız, abartmadan küçültmeden, kapatmadan, örtmeden, el sıkışmak gibi, biliyorum, oradaydın, der gibi.

Elbette insan hem bir vaat (müjde), hem de ölüm (bataklık, mayınlı bölge) demek. Böyle olması öyle iyi ki genç dostum, en güzel şiir olsa olsa bu aralıktan yazılmıştır. Öteki, dramatik anı getirir koyar önümüze. Öteki, acı (çekmek) demek. Bu anlar ve sahneleri olmasa ölmeyi arzulayan özneler bile olamazdık. Dram ötekiyle gelir, yaşama sevincini ve aynı zamanda kederi (yas, özlem, anı, düşlem, vb.) ötekinden getirir, sağarız tatlı ve acı süt gibi. Ötekinin bakışıdır ki ‘ölmeye karşı kendimizi, yaşamakta direnişimizi’ pozitif ya da negatif her anlamda olanaklı kılar. Ötekine borçluyuz sözün özü. Öteki her zaman dost mu peki? Ya da ötekisizlik saltık yalnızlık demek mi? Yalnızlık ne? Sorular sökün ediyor ve doğrusu yapılacak en iyi şey, şimdilik tümünü kovalamak, masanın üzerinden süpürmek aşağıya.

(İç konuşmalarımda ipin ucunu kaçırdığım olur, çok ciddiye alma derim bu arada.)

Yaşadığımız, kurup çattığımız, alttan omuz verdiğimiz bu dünya gerçekten mide bulandırıcı, tiksinç. Bize kalan ilk bakışta yalnızlık gibi görünüyor. Yakın çevremde üç beş insanıma bakıyorum, otuzlu yıllarını süren, düzenin ölçütlerine ayak uyduramamış iki kızım var. Eşim Ayvalık’ta, ben İstanbul’da yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığın paha biçilmez değerini yeni yeni anlıyorum. Ama yalnızlık sözcüğünün geçtiği her yerde bir duralıyorum çünkü farklı içeriklerle ilişkili, bulunduğu yerde sözcük.

Dünya eşitler dünyası değil. Birlikteliği kurumsal yapılar içerisinde tanımlamak koşul gibi görünürken gönüllü ayrılma hakkı üzerinde duran yok. Karşılıklı rıza tek boyutlu çalışıyor. Biriyle olabilir de birine rağmen olmaz, bir düş ilke. Seninle diyaloğumuzun belki eksenini ‘yalnızlığı’ kavramak oluşturacak (bilemiyorum). Bu konuda öğrenebileceğim şeyler var sanki senden.

Sorun yalnızlığı nasıl üstlenmek gerektiği, bunun somut biçiminin ne olabileceği, neyi kapsayıp neleri dışladığı. Bunların yanıtı var mı? Soruları sormamın nedeni, kederin kabul edilebilir, anlamlı olabilecek tek biçiminin bununla ilgili olması. Beni kedere boğan şey, yalnızlık deneyiminde kırılganlığın derinliği, boyutu, sınırı… Ama bunları erteliyorum izninle.

Yalnızlık derken ne anlamalıyız?

Anladığım bir şey var ki bunu bilince çıkardığımda iyi ki diyorum sevinçle. Yalnız olmamak bu kalabalığa karışmak, onlar gibi yapmak, yemek, geceyi gün etmekse, iyi ki. Bu yalnızlığı artık savunuyorum. Epistemik, etik bir seçimden söz ediyorum.

Öte yandan varoluşsal (ontolojik) bir yalnızlık bilinci, kaygısı var. Bu cesaretle üstlenilecek ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçılamayacak şey. Yalnızlık hakikate bağlanmanın yordamı ise, niye yakınıyor, bunu kayıplar hanesine yazıyoruz?

Kızlarımdan biliyorum. Bilinç, kavrayış tamam ama düzen sıkı, bön ve saldırgan... Bilgileşim, iletişim ağları yalnızlık bilincini; patoloji, sapkınlık, eksiklik, kusur, gerçekleşememek olarak pompalıyor. Sistem, sanatı, bu gürbüz oğlanı tam hizaya sokamasa da, yaşamın hemen tüm diğer alanlarında, ne yazık ki bilinç, yalnızlığı özgürlüğün bir boyutuna dönüştürme eşiğinin altında kalıyor. Bilinç kavrıyor ama toplumsallık bilinci desteksiz bırakıyor. Yalnızlığı, kusurumuz, uyumsuzluğumuz olarak deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Sıra dışı olan, ayak uyduramayan biziz. Yıkıcı, düzen bozucu olan… Huzur için vazgeç(il)mesi gereken. Hadi canım, dedik diyelim. Faturalar yağmaya başlıyor, önümüze ödememiz gereken bedeller konuyor. Soluksuz kalıyoruz. İkiye bölündük, yarıldık ortadan işte. Ben kimim?

Arayan biri, soru soran şu uyumsuz, bundan başka da anlatılacak değerli bir öykü yok, anlam yok. Aklını bedenine, bedenini özgürlüğüne büken, kendinde kendine kulak veren, varoluşunu dürten, huzursuz, huzursuzluğunca uyumsuz, ayraca, kabına sığmamış ve sığmayacak, sözcüklerinden taşan ya da sözcükleri kendisinden taşan biri(ne kim saygı duyacak, elini tutacak)?

Elbette ki seni söylediğin ya da umduğun gibi bilinçlendiremem. Birbirimize destek veririz, yolumuz nereye çıkar asla bilemeden. Güvenilir söyleşinin, diyaloğun koşulu, görünürden çok görünmez iktidar konumlarını elden geldiğince yok etmek. Ben (birçok insanın gereksinim duyduğu) bir iktidar konumu sunma konusunda kendimi çok yetersiz bulur ve düşünürüm. Hatta daha ileri gider, elimde olmadan neden olduğum iktidar duruşlarını ayrımsadığımda kendimden tiksinir, sahtekârlığıma şaşar kalırım.

Ben sana dostum, tarihsel, yazınsal mitolojilerden, büyük örneklerin yanıltıcı sunumlarından da söz edeceğim belki, acıyla. Rimbaud’yu Rimbaud’dan arıtıp okumayı becermek de marifet desem belki kızarsın. İlgilendiğim her şeye içindeki putu kırarak başlamayı öğretti geçen zaman bana. Tanrı yoksa, her şey olabilir, (Dostoyevski) demedim, benim dediğim, Tanrı yoksa her şeyden Tanrıyı eksilterek başlayabiliriz. Yapıp ettiğimiz bu, insan kolonisi olarak. Tıpkı karınca kolonisi içerisinde Rimbaud-karıncanın yine de karınca olması gibi. Zaten büyüleyici olan da bence bu... Büyük yazgılardan, starlardan kendimi bildim bileli hep nefret ettim. Bana dayatılan ve arkasında küresel iktidarın yattığı ‘güzellik’ kavramına karşı bilincim erken yaşlarımda yokladı beni. Belki çıkış noktası tinseldi, psikolojikti ama sonra sonra buradan bir siyaset çıkarmaya başladım. Güzellik (!) ancak böyle elime geldi ya da gelir gibi oldu. Başka bir şeydi artık güzellikten anladığım. Pazarın dışına düştüm. Sen nasıl düştünse… Kendimi alıp satamaz oldum. Retorikten de düştüm bu nedenle. Dilim kaydı, görüntüm kaydı, öyküm kaydı. Efekti, başka şeymişliği yaşamımdan sildim ama bu bana özgürlük alanı açtı diyorum, savım bu. Böylece imgenin aşkla dünyayı aralamasının güzelliğini kavradım. Ama bunu da kesiyorum şimdilik.

İnsan insana gerek, iş bağlamın nasıl çatıldığında. Dünyanın bağlamı kalabalıklar içerisinde aptal tüketicinin daha yalnızlığa tutsak yalnızlığını üretmek, üstüne bir de bunu satmakla ilgili kurgulanıyor. Biz yalnızlığımızdan, bu düzene direnen yalnızlığımızdan neden bir yaşama nedeni çıkarmayalım, neden yalnızlıktan siyaset çıkarmayalım. Sorumuz bu olmalı bıkmadan. Ve bu gerekli de…

Gönderge, gösterilen ve gösterenden oluşuyor. İnsan, gönderen tek canlı türü… Kendine gönderemiyor ama. Gösteren=gösterilen özdeşliğinden özne (bilinç) çıkmıyor. Kendini bilmek için öteki şart. Yani Gösteren≠Gösterilen olmak zorunda. Ama düşünelim. Her ilişki bu denklemi taşır mı? İmgenin koşulu ötekidir. Ötekinin mesafesi, konumu, anı vb. bana göre imgelenir (öteki benim farkımdır ya da tersi). İmge bu farktır. Özlemek budur, akmak budur, yine de aramak budur, insanın insana ettiği, zavallılığımızın ve gücümüzün kaynağı budur. Ben ivmelenmekten, Tanrısız neşeden yanayım çünkü tam da bu öykünün kaynağında imgesizlik diyebileceğim saltık yokluk (ölüm) bulunmaz.

Doğrusunu istersen, uzun iletinde sarıya boyadığım noktalara giremedim bile ama bence yeter. Şimdi dönüp bu laf kalabalığı arasında anlamlı birkaç sözcük yazabilmiş miyim, buna bakacağım. 


SAYFANDAKİ DAHA NELERİ...

9 Mayıs 2016

ÖLÜMSÜZ FELİX


Felix’in Yeteneği

20 yaşında ölen İspanyol yazar Felix Francisco Casanova’nın (1956 – 1976) bir yarışmaya yetiştirmek üzere kırk dört gün içinde yazdığını söylediği tek romanı Vorace’nin Yeteneği. 17 yaşındaki bir gencin yazdığı bir roman bu, açık etkiler taşıyor: Kafka’nın Dönüşüm’ü, Camus’nun Yabancı’sı, Hesse’nin Bozkırkurdu, Rimbaud, Baudelaire, Sade... henüz taze olan okumaların etkisi ile yazıldıkları çok belli olan satırlara yansımışlar.  İspanyolların Rimbaud'su demişler onun için, şiirlerini bilmiyoruz, ama ben bu romanla Rimbaud'dan çok Lautreamont'a yakın buldum.

Roman, Bernardo Vorace’nin son intihar girişiminin ardından şakağında bir kurşun deliğiyle uyanışıyla açılıyor. Sayısız kez intihar girişiminde bulunmuş ama ölmemiş olan Vorace sonunda ölümsüz olduğunu düşünüyor ve kendinden kurtulmanın mümkün olmadığını anladığı anda (gerçekte tamamiyle istediği belleğini yitirmek ve yeniden başlamaktır) kendisini tanıyan herkesten kurtulmaya karar veriyor. "Beni bir ölümlü olarak tanıyan herkesle işim bittikten sonra, yeniden doğacağım geçmişe ait hiçbir iz taşımadan. "

Kitabı aşağıda yer alan paragrafla tanımış ve bana hiç de uzak olmayan bu hisler  karşısında meraklanmış, okumak istemiştim:  

"Zayıflıklarımı bilen herkesi ve her şeyi, geçmişin tüm izlerini yok etmeliyim. Ayın altında, sükunet içinde denize girmeliyim. Hayatımın kusurlarını bilen kişilerle dolu aşamalarını, geçmişteki insani sakarlıklarımın tanıklarını silmeliyim. Baştan başlamalıyım."

Ama kitabın kahramanına ait bu sözleri yazarının bir anlatı ve hayalgücü ile ne kadar ileri taşıyabileceğini kestirememişim.  Ölümsüzlük düşüncesi ile suça ve kötülüğe bulaşan Vorace, önce masum aptal ve zavallı aşığı Debora’yı bir köprüden aşağı atar, sonra kızı Debora’nın ölümünden sonra Vorace’ye üzüntüsüyle vicdan azabı yaşatan annesinden kurtulur. Ölmeden önce bitirmek istediği son çalışmasını daktilo etmek üzere yanında işe girdiği Hitler hayranı faşist yazar David Peces’in ölümüyle (Vorace’nin ölümsüz olduğunu söylemesine katlanamamıştır) geçmişine ait bir kişi daha ortadan kalkar. Ama Vorace tüm bunlarla yetinmemekte, geçmişinden tamamen kurtulmak için canice bir plan hazırlamaktadır: Deniz kenarındaki evinde hayvan kostümleri giymenin şart olduğu ve tüm tanıdıklarını davet ettiği bir parti düzenler: Çocukluktan beri kusurlarını bilen Damaso, sevgilisi Marta ve arkadaşları, Debora’nın arkadaşları, David'in kır evinde tanıştığı ve onu insani bir anında yakalayan hizmetçi kız; tüm tanıdıklarını ve tanıdıklarının tanıdıklarını ve hatta posta kutusuna bıraktığı davetiyeyi gördüğünde onunla dalga geçmiş olduğunu düşündüğü komşusunu.

Vorace de şeytan kostümleri içinde yer alıyor ve özenle hazırladığı bu hayvan kostümlü parti için Nuh’un gemisi gibi dolduruyor evi. “Aklımdaki fikrin daha estetik bir hal alması için hayvan kostümleri giymeleri gerekiyor." diye açıklıyor cani planını Vorace. Evi bir benzin bidonu ile ateşe verdikten sonra pencereden atlayıp kaçıyor. Bu hayvan kostümlü partiden ve bu cehennemi geceden bir Bosch tablosu yaratabildiği için mutlu, kalabalığın şaşkın bakışları arasında kahkahalarla alevleri seyrediyor: "tanıdıklarımın silüetleri kavruluyor" “Her şey planladığım gibi gelişti: insansı zayıflıklarımı bilen her kim varsa yok oldu”.

Vorace’nin kötülükle bu oynaşısı daha çocukken başlamış: 

“ Tahta kulemde mutlu muydum çocukken, gözlerken billurlara çarpan dalgaları binlerce kilometreyi sevgilisine kavuşmak için kat eden bir aşık gibi? Kartondan bir askerle oynar ve kollarını, bacaklarını, başını kesip ardından da hepsini başka bir düzenle yeniden inşa ederken mutlu muydum? Mutlu muydum kafatası kasık kemiklerinde belirdiğinde, boynun yerinde baldır yer aldığında? Hala tekrar erişmeyi başaramadığım bir zevkle bir ninenin torununu tıpkı benim askerimi parçalara ayırışım gibi kesip biçmesini yazarken mutlu muydum?  Evet, mutluydum harika Alice ile beraber labirentte, gelmiş geçmiş en etkileyici labirentte dolaştığımızı hayal ederken…” (sf. 122)

Yine aylak gezintilerinden birinde bir banka oturmuş Sade okuyan siyahlar içinde bir kadınla karşılaşıyor. Bu Vorace'ye büyükannelerini öldüren çocuklar hakkında korkunç öyküler anlatan eski hocası.

 Büyükanne’nin bir makasla torununu dilim dilim kestiği bir hikayeye rastlıyor çocukken tuttuğu defterde: 

" ilkokul zamanlarından kalma, çizgili, sarı bir defterin sayfalarını karıştırıyorum: hep sadisttim." 

“ Tıpkı doğurdukları gibi ölümü verecekler bana” diyor hapishane hücresinde idam mahkumu Vorace. Geçmiş soykırımı yaptığı o yangın gecesinin ardından bununla da kalmıyor, hücresinde, parmaklıklar arkasındayken özgürlüğünü kıskandığı bir kuşu öldürüyor.

 Ve idam sehpasında biten son, yine bir düş mü, yoksa gerçek mi? Ve Vorace gerçekten de söylediği gibi bir ölümsüz mü? Yoksa başarısız intihar girişimlerinin ardından kendini ölümsüz olduğuna inandırmış, şeytanla pazarlık içindeki bir başka faust mu? "Ben Ölümsüzlere üyeyim" diyor kitabın bir yerinde, Bach gibi, Rilke gibi…  Ölümsüz olduğunu düşündükten sonra yazmayı da bırakan Vorace'nin ölümsüzlük düşüncesi ebedi sanatçı mitinden (kaprisinden) beslenen bir tema ve bana kalırsa iyi de kullanılmış. İronik, acı ve gerçek olansa ölümsüz bir kahraman yaratan Felix Francisco Casanova’nın henüz yirmi yaşında banyo yaptığı sırada gaz kaçağından ölmüş olması. 

“Bir ölümsüzü kendisi dışında kim efsaneleştirebilir?”