Queer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Queer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pape Moe

Joteha, tahiti dilinde gizemli sular nasıl denir?“

 “Pape Moe” 


Pape Moe'nin gerçek temasını yalnızca birkaç titiz göz fark edebilecekti; bunu açığa vurmaya niyeti yoktu asla. Çiçeklerden, yapraklardan, su ve taştan oluşan gümrah bir ormanın ortasında, su içmek ya da oraların görünmez tanrısına ibadet etmek üzere, gölgede kalan güzel bedeniyle kayalara yaslanarak ince bir çağlayana eğilmiş bir varlık göreceklerdi. İçlerinden pek azı, bu esrarı, farklı bir cinsiyetin vücut bulduğu bu insancığın cinsiyetindeki belirsizliği, dinle ahlakın savaş açtığı, peşine düşerek itiraz ettiği ve kökünü kurutana dek yok etmeye çalıştığı o seçeneği çözebilecekti. Yok ettiklerini sanarak nasıl da yanılıyorlardı! Pape moe bunun kanıtıydı. Tablodaki çift cinsiyetli kişinin eğildiği o “gizemli sularda" sen de yüzmüştün Paul. Sen onu uzun bir sürecin sonunda yeni keşfediyordun: 1889’da Evrensel Sergi’de Charles Spitz’in fotoğrafının üzerinde yarattığı büyülü etkiyle başlayan ve o nehirde, zamanın ve tarihin durduğu o ıssız yerde, Jotefa'nın penisini arkanda hissedip de onun taata vahine si olmayı kabullenmenle biten bir süreçti bu. Pape moe'nin aynı zamanda senin otoportren olduğunu hiç kimse asla öğrenemeyecekti Koke.






Pape moe gibi bir tablo kotarabilmek için bunların hepsi yaşanması gereken şeylerdi. Rötuş gerekmiyordu onun için. Resimde Charles Spitz in fotoğrafı kırpışıp parıldıyordu; doğa ve çift cinsiyetli insan birbirinden bağımsız değildi; ikisi birlikte yeni bir panteist hayat tarzı meydana getiriyordu; sular, yapraklar, dallar ve taşlar ışığı yansıtıyordu ve resimdeki insan da bu öğelerin hiyeroglifi gibiydi. Teni, adaleleri, simsiyah saçları, koyu küfle kaplı kayalara sapasağlam basan güçlü ayakları başka bir uygarlığa ait olan o varlığa karşı duyulan saygıyı, kutsama ve sevgiyi ifade ediyordu; Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilse de ormanın gizli derinliklerinde atalarına özgü saflığı koruyan bir uygarlıktı bu. Pape moe’yi tamamlamış olmak seni hüzünlendiriyordu. İyi bir işe son fırça darbesini de vurduktan sonra hep olduğu gibi, kafanı o soru kurcalardı; ya bundan sonra bir sanatçı olarak kötüye gidersen...

Baby

Watch on vimeo: https://vimeo.com/90978939

Ben Whishaw'ın oynadığı 2001 yapımı 11 dakikalık bir kısa. 

Ruh ölümsüz müdür? Söyle!



Verlaine'dan Rimbaud'ya...

Geldim bu akşam, yatağına eğildim 

Seyrettim o tapılası bedenini
Baktım dua eden bir derviş gibi 
Oy, güneş altında her şey boşmuş dedim



Bugün var, yarın yok, bir hazine yaşam 

Can ki andırıyor yorgun bir çiçeği 
Çıldırtan bir düşüncedir aldı beni 
Sen uyu çocuk, uyumak bana haram.



Ne zor seni sevmek, aşkım, ince gülüm!

Kapatacak mı gözlerimizi ölüm.
Tükenecek mi soluk, uyurken böyle?



Ve düşlerde ağzıma gülen ağız, sen,

Öteki acı, yaban gülüş çökmeden 
Çabuk uyan. Ruh ölümsüz müdür? Söyle.


*
Verlaine ve Rimbaud için bak:

Q


Cinsel Yaşam / Albert Camus


Cinsel yaşam insana belki de onu doğru yoldan saptırmak için sunulmuştur. Cinsel yaşam insanın afyonudur. Cinsel yaşam her şeyi uyuşturur. Onun dışında, her şey yeniden canlanır.

Cinsellikle hiçbir yere varılmaz. Cinsellik ahlaksızlık değil ama verimsizliktir. İnsan üretmek istemediği bir süreçte kendini cinselliğe bırakabilir. Ama yalnız iffet kişisel bir gelişime bağlıdır.


Ölçüsüz cinsellik, dünyanın anlamsız olduğu düşüncesine yöneltir. iffet, tam tersine ona (dünyaya) bir anlam katar.


İnsanı hayvandan ayıran en önemli şey, hayal gücüdür. Bu
nedenle cinselliğimiz tamamen doğal, yani kör olamaz.


Sade' ile sistematik erotizm, saçma düşüncenin yönlerinden
birine dönüşür.

*
Defterler

WALT WHİTMAN

Whitman, nesnelerle ve kişilerle şişip kabaran ağır bir doğum ve ölüm çemberi olan Amerikalı doğa-anayı icât eder. O, “yaşamın okyanusu” , “ateşli yaşlı ana” , şehvetli karanlık, arkaik gecedir: “Çıplak göğüslü gece iyice bastır - iyice bastır besleyen çekici gece!” Whitman, Wordsworth’ün
sevecen anneliğini Coleridge’in korkunç vampirliğine başvurmadan düzeltir. Öğrenmeyle değil, şairane bir dürtüyle eski çağların ana tapınçlarının evrenbilimini yeniden canlandırır. Onun tasavvur ettiği, kargaşa içindeki dünya - gebeliğidir: “Körükle, körükle, körükle, / dünyanın hiç durmadan körüklenmesi doğurganlığa... daima madde ve çoğalma, daima cinsellik.” “Yıldızları birbirine bağlayan ipliklerin, dölyatağının ve babalığın dokunduğu kumaşın... sesleri”ni duyar. Bu propagandacı evreni kuşatan, her şeyi kapsayan annenin cinsel bir ikiliği vardır. Whitman,
kişileştirme aracılığıyla birleştiği hermafrodit tanrıçanın oğul-âşığı ve rahibidir. Tüm varlıkları havadar bir kese olarak tasavvur ettiği benlikte eritmek ister. Çimen Yaprakları'nın epik katalogları, şairin durmamacasına kendini döllemesi ya da kadınsı şişkinlik, sanatçının Ulu Ana, Evrensel
Erkek-Kadın olarak portresidir.

Whitman, ruhunda cinselleştirilmiş ihlalleri kışkırtır. Onun tekniği olan özdeşleşme, Dionysoscu empatidir: “Her tür renkte ve kalıptayım, her zümre ve dinde, / Çiftçi, tamirci, sanatçı, denizci, derviş / Mahkûm, pezevenk, kabadayı, avukat, beyefendi, fizikçi, rahip.” Pezevenkten rahibe
kadar bu sayısız personalar varlığın yüce zincirini oluşturur. “Babaç olduğu kadar da anaç” Whitman, transseksüel yansıtmalar yapar: “Ben doktorum, aktrisim” ya da “uykusuz dulum” ya da âşığı için süslenip püslenen genç bir kız. Şiir dünyanın tüm varlıklarını kapsar. Bir dizi listede üç düzine hayvan, böcek, balık, bitkiler, panterden yengece kadar yaratıklar sıralanır. “Âşıklarım beni boğuyor,” der Whitman; “çiçek tarhlarından, asmalardan,
ağaç dibinde birbirine dolanmış çalılardan” onun adını çağırırlar.

Keats gibi o da dünyanın olgunlaşmış “Çoğul”larını kapsayan Dionysoscu yayılmayı taklit eder. Tüm engelleri dağıtır: “Kapıların kilitlerini açın! / Kapıları kenar pervazlarından açın!” Apollonca gasp yaşanmamalı: Mahremiyet ya da saflık, bütünlükten kopan kısır parçalardır. Çimen Yaprakları' nın gelişigüzel bir tümden kapsayıcılığı vardır. Demokrat Dionysos anlamı süprüntü, kırıntı ve döküntüye doğru genişletir: “eciş bücüş, önemsiz, düz, aptalca, hor görülen” , “kepek, saman, tahtanın kıymıkları, tohumlar ve deniz-glüteni, / Kir, parıldayan kayaların tortusu, tuzlu marulun yaprakları, gel-gitin taşıdığı.” Musevi-Hıristiyan bu dünyaya hükmederken, Dionysoscu bu dünyanın hükmettiğidir. Whitman karşıtları bir araya getirir: “Kendime ters mi düşeceğim?.. Kocamanım, çoklukları sığdırırım içime.” Dionysos’un çoğul - biçimli sapkınlığı Apollonca sınıflandırmayı
ve hiyerarşiyi dağıtır.

Emerson’ın şairin özgürleştirici olacağına ilişkin kehâneti, serbest vezni Mısır’daki Antonius gibi “ölçüleri aşan” Whitman tarafından yerine getirilir. O, doğanın akışı içinde her şeyi harekete geçirir. Serbestçe ilerleyen yapısı ve aralıksız başkalaşımlarıyla Çimen Yaprakları edebiyatın en mükemmel Dionysoscu şiiridir. O, toprak anayı uyandırmak ve doğurganlığa kışkırtmak üzere onun özelliklerini, meyveleri, ürünleri ve hayvanların adlarını bir bir sayan eski çağların dinsel şarkılarından doğmuştur.
Apollonik biçimi ve görgü kurallarını çiğneyen Dionysosculuğu, aynı zamanda onun zayıflığıdır. En iyi durumda Pindaros’un ihtişamına sahiptir, en kötü durumda ise karnaval çığırtkanları gibi cırtlak sesli ve komiktir. Yine de, entelektüel incelmişliği yüzünden Dionysos Lusios (Özgürleştirici)
olamayan öncülünü, mutsuz Emerson’ı hatırlayalım.

Whitman da, Baudelaire gibi Hıristiyanlan ve burjuvaziyi sarsmanın yollarını arar. O, “yasak sesleri, / Cinsiyetlerin ve şehvetin seslerini... benim tarafımdan düzeltilen ve dönüştürülen yakışıksız sesler”i iletendir. Protestan geçmişten bir başka kopuşu gerçekleştirir, içsel hayatın asık yüzlü tapıncı olan Püritenlik nesnelere değil, edimlere değer vermişti. Yeniden canlanmış nesneler yumağını kendisine süpüren pagan Çimen Yaprakları, şimdi artık deneyimlerden ibaret hale gelen edimlerin ahlâkî boyutunu ortadan kaldırır. Kadınca bir rehavetle Türk hamamlarında uykuya yatırılan Püriten irade, çatışmacı karakterini bırakır. Whitman bir dizesinde, “Hafif hafif gıdıklayan cinsel organlarıyla rüzgâr bana sürtünür,” der. Ya da “ak karınları güneşe doğru gerilmiş, sırt üstü yüzen delikanlılar” gördüğünden bahseder. Burası ereksiyonun olmadığı bir dünyadır. Penisler, esintinin getirdiği polenlerle beneklenmiş meyveler, ya da suya gizlenmiş parlak bitki soğanlarıdır. Hiçbir gerilim ya da disiplin yoktur, çünkü Çimen Yaprakları rehavet içindeki kadınsı gerçekleri yüceltir.
Emerson’ın etkisiyle, “Osiris, İsis, Belus, Brahma, Buda”ya başvurmalarının gösterdiği gibi, Whitman’in Dionysoscu çoklukları, bir pagan sinkretizmidir. D. H. Lawrence, Whitman’in “kendimin şarkısının” ben’i, “bir pelte”ye bir “bulamaç”a “Tek Kimliğin berbat pudingine” dönüştürdüğünden yakınır. Forster’ın A Passage to India (Whitman’in son şiirinin adı) adlı eserindeki Hinduizm gibi, her şeyi onurlandırma ve soğurma şevkine, ayrımların ortadan kalkması eşlik eder. Kendisini, müşfik pelerini altında yüzlerce biçim saklayan bir Madonna della Misericorida olarak betimleyen Whitman, kendisini Dionysoscu tarzda genişlemiş tek bir kimliğe doğru yönlendirmeyi tam anlamıyla hiçbir zaman başaramaz.

Whitman da, ağır göz yuvarlağıyla Emerson gibi birleşme istencini, başa belâ ben’in, yani bedenin maskesi ardında bastırılmış olarak bulur. Çimen Yaprakları birliği savunsa da, gerçekleştirdiği ayrılmadır. Güleryüzlü şarkısı “Embraceable You” gerçekliği iç kemiren bir boşluğa yerleştirir. Bu
tartışmasızca cömert şiir, en ürküncü Dekadan röntgencilik olan ahlâkî müphemliklerce lekelenir. Moby Dick gibi Çimen Yaprakları da Geç Romantik dürtülerle karman çorman olmuş bir Yüksek Romantik eserdir.

Whitman, uyuyanların ve hastaların yataklarının başucunda dikildiğini - ilerde İç savaş dönemi hastanelerinde uygulamaya koyacağı bir zevk - hayal etmekten hoşlanır. Blake’in “Bebek Sevinç” ile karşılaştırdığım The Sleepers bu tema üzerine bir rapsodidir: “Hayalimde dolaşıp durdum
bütün gece, / Parmak ucumda yürüyerek, sessiz ve hızlı yürüyüp durarak, / Uyuyanların yumuk gözlerinin üzerine açık gözlerle eğilerek.” Karanlıkta öylece durmuş, “teskin edercesine ellerini bir aşağı bir yukarı onların üzerinde gezdirir.” “Başucundan başucuna” gezerek, çocukları, ölüleri,
sarhoşları, mastürbasyoncuları, ahmakları, eşleri, kız kardeşleri, uyuyanları ya da ölüleri ziyaret eder.



His / Whitman



1882'de Boston’da yaşandı.

Kötü Alışkanlıkları Yok Etmek için New Enland Topluluğu Çimen Yaprakları'nın yeni baskısının dağıtımını durdurmayı başardı.

Birkaç yıl önce, ilk baskı yayınlandığında kitabın yazan Walt Whitman işini kaybetmişti.

Gece zevklerini göklere çıkarması kamu ahlakı açısından kabul edilemez bulunuyordu.

Ve bütün bunlar Whitman’ın en yasak olanı gayet güzel bir biçimde gizlemesine rağmen yaşanıyordu. Çimen Yaprakları'nın bir yerinde onu ima etme noktasına geldi, ama geri kalan şiirlerinde, hatta özel günlüklerinde his diye geçen kısımları her olarak düzeltti, bir erkeği düşündüğünde onu kadın olarak kaleme aldı.

Işıltılı çıplaklığa şarkılar söyleyen büyük şairin hayatta kalabilmek için kendisini gizlemekten başka çaresi yoktu. Hiç olmadığı halde altı çocuğu varmış gibi yaptı, kadınlarla aslında hiçbir zaman yaşamadığı maceralar uydurdu ve kendisini, kusursuz genç kızlarla bakire çayırlardan bahsederek Amerika'nın erkekliğini cisimleştiren, sakallı sert adam olarak gösterdi.


*
E.Galeano


bak:
*

Sen aradığım erkeksin / Walt Whitman

1886, Walt Whitman & Bill Duckett
Photographer: Lorenzo F. Fisler of Fisler 

 Walt Whitman & Bill Duckett


(Walt Whitman, Bill Duckett hakkında) "...he was often with me: we went to Gloucester together: one trip was to New York: . . . then to Sea Isle City once: I stayed there at the hotel two or three days—”so on: we were quite thick then: thick: when I had money it was as freely Bill's as my own: I paid him well for all he did for me. . . . I liked Bill: he had good points: is bright—”very bright."


Fotoğraflar:  Bill Duckett by Thomas Eakins (1889)
şiir: Yabancı / Walt Whitman


... sen aradığım erkeksin, (sanki bir düş görüyorum.) 

Bir yerde, tatlı bir yaşam geçirmiş olacağız seninle,

Herşeyi hatırlıyorum, hepsi yeniden canlanıyor gözümde, yanyana yürüyoruz,

akıcı, sevgi dolu, içi dışı tertemiz, olgun,

Benimle büyüdün sen, küçük bir oğlan ya da küçük bir kızdın benimle,

Ben yemek yedim seninle, ben uyudum seninle, senin vücudun senin olarak

kalmadı yalnızca, benim vücudumu benim olarak bırakmadı yalnızca,

Gözlerinin, yüzünün, etinin tadını veriyorsun bana, birlikte yürüyoruz,

karşılığında sakalımın, göğsümün, ellerimin tadını alıyorsun,

Seninle konuşmasam da bir şey değişmiyor, tek başıma oturduğum, ya da gece tek

başıma uyandığım zamanlar seni düşünüyorum,

Bekliyorum, seninle gene buluşacağız, kuşkum yok bundan,

Seni hiçbir zaman yitirmemeye bakıyorum.


W.W


Date: Early to mid-1880s

Place: Philadelphia

Photographer: Thomas Eakins

Note:This photo group is part of Eakins's "naked series" and is labeled simply "Old man, seven photographs." The model bears a striking resemblance to Whitman; for a plausible case that this may be a photo of Whitman "undisguised and naked," see Ed Folsom, "Walt Whitman's 'Calamus' Photographs" in Betsy Erkkila and Jay Grossman, Breaking Bounds: Whitman and American Cultural Studies (New York: Oxford University Press, 1996)

Allen Ginsberg / Whitman

Kaliforniya’da Bir Süpermarket



Seninle ilgili neler geçiyor aklımdan, Walt Whitman,
başağrısıyla yürürken kenar mahallerde ağaçların altından,
ürkekçe seyrederek dolunayı.

Açgözlü bitkinliğimle satın alacak imgeler aranırken neon
meyve süpermarketine uğradım, senin siparişlerini düşleyerek!
Şu şeftalilere bir bak ya da şu alacakaranlıklar! Aileler tam
takım alışverişte: Koridorlar, kocalarla dolup taşıyor! Avakadoların
içinde kadınlar, domateslerin içinde bebekleri! ya sen, Garcia Lorca,
senin ne işin vardı karpuzların orada!

Gördüm seni, Walt Whitman, çocuksuz, yalnız, koca obur, dolaptaki
etlerin arasında dolanırken ve dikizlerken tezgahtar çocukları.
İşittim seni birşeyler sorarken: Kim katletti bu domuz pirzolalarını?
Muzlar kaça? Sen, Meleğim misin benim?
İzleyerek seni dolandım parlak konserve
yığınları arasında
ve dükkan dedektifi takip etti hayalimde.
Beraberce adımladık koridorları bu ıssız düşümüzde,
enginarları tadarak, dondurulmuş lezzetlerin her birinden aşırıp
kasaya hiç uğramadan.

Nereye gidiyoruz, Walt Whitman? Bir saate kalmadan kapanacak
kapılar. Sakalın hangi yönünü gösteriyor gece?
(Dokunuyorum kitabına ve süpermarket serüvenimizi düşlüyorum,
bir garip hissediyorum kendimi.)

Issız sokaklarda mı yürüyeceğiz bütün gece? Gölgeler gölgeler
ekliyor ağaçlar, tek ışık yok evlerde, bir başımıza kalacağız ikimiz de.
Mavi arabalar geçerken yanımızdan sesiz kulübelerimize doğru yol
alacak mıyız dersin, yitik sevgi Amerikasını düşleyerek?
Ah, sevgili atam benim, kır sakallı, yalnız ve yaşlı cesaret hocası,
nasıl bir yerdi senin Amerikan, küreklere asılıp terk ettiğinde
buraları Charon ve sen dumanlar içindeki sahile çıkıp izlediğinde
geminin kayboluşunu karanlık sularında Lethe’nin?

Erotizm

"Love looks not with the eyes but with the mind.” 

Bir Yaz Gecesi Rüyası, 
Perde I, Sahne 1.


Benim görüşüme göre eş, kişi ya da özne olarak değil, O (erkek ya da dişi) nesne olarak vardır, özü içinde taşır. O bir nesnedir, daha doğrusu bir nesneye dönüşmüştür.

 Gerçekte, eş yoktur. O (erkek ya da dişi) bir yaratımdır, maddeleştirilmiş erotik bir görüntüden başka bir şey değildir. Mastürbasyonda olduğu gibi, bizim kendi cinsel ben’imiz “eş”i (erkek ya da dişi) yaratır. Ama cinsel imgelem hiçbir zaman ne tamamen açımlanmış bir durum, ne de eksiksiz bir kişi yaratamaz. Düşlenmiş ve arzu duyulan erotik eşin yalnızca parçaları yaratılır ve algılanır. Kırılmış bir heykeli bulduğumuzu ve parçalarını bir bir incelediğimizi düşünelim: gövde, kollar, bacaklar, baş ya da karın — hepsi bağımsız nesneler.

Aynı şey cinsel bir eylemin tamamlanmış erotizmi için de geçerlidir. Karanlıkta, beden parçalara ayrılır, hepsi bağımsız birer varlık olan çeşitli nesnelere bölünür. Onları benim için var eden şey, dokunma duyumdur.

Dokunma, sınırlı bir duyudur. Görme duyusunun tersine, bütün kişiyi kuşatmaz. Dokunma duyusu her zaman parça parçadır, ayrıştırır. Dokunma duyusuyla keşfedilmiş bir beden hiçbir zaman bir bütün oluşturmaz, bir arada yaşayan, birbirine dokunan, ama birleşmeyen parçalar toplamıdır. Daha kesin olmak gerekirse, parçalar birbirleriyle ilişki içinde olmayı sürdürür, ama bir biçim ya da bir yapı oluşturmaz diyebiliriz.

Karanlıkta, beden parçalara ayrılır. Karanlık sözcüğünü eğretilemeli bir anlamda kullanıyorum. Erotizm karanlığa dalmak demektir, eylem güpegündüz gerçekleşse bile.


Eylem sırasında, görme ve dokunma duyuları parçalar halindeki duyulara dönüşür. Görme duyusu, bedenin bir parçası üzerine yoğunlaşır: Gözlere, ağıza ya da alına, enseye ya da karına. Eşin bedeni farklı bir perspektiften, alışılmadık açılardan, büyüleyici büyük planlardan gizlerini açığa çıkarır. Bu önemlidir, fotoğrafla büyütülmüş olarak gördüğümüz, parçaları bize yeni duyumlar veren iyi bilinen tablolarda olduğu gibi. Görme (ya da dokunma) duyusuyla kavranılan beden parçaları, aşk eylemi sırasında bağıntısız ve dağınık durumdadırlar. Gözler açılır, sonra kapanır: yaklaşınca büyüyen bedenîn bir parçası gözden kaçar.

Büyük bir ekranda olduğu gibi, görsel yakınlaşma, kendi bedenimizin ve eşin bedeninin boyutlarını değiştirir. Gulliver'in devler ülkesine ikinci seyahatinin kimi sahnelerinde rastlanan görüntüler de, yaklaşmanın neden olduğu biçim bozukluğuyla korkunç kılınmış bu tür görüntülerdir. Bu devler cinsel anlamlar taşımaktadırlar; Swift onlar aracılığıyla, insanın bedensel görünümüne duyduğu nefretin bir parçası olan kadınlara duyduğu tiksintiyi dile getirir. Büyük planlarda, dokunmanın o büyük bayramlarında, beden boyut değiştirir.


O sırada beden ayrıştırılmış, atom düzeyine indirgenmiş, istila edilmiş, içten dokunulmuş gibi olur. Beden yapışkan, kuru, pürtüklüdür; ıslaklığı ve sıcaklığı vardır. Dokunma duyusu kaslara ve dokulara, eklemlere ve kıkırdaklara değer kazandırır. İskelete, kemiklere işler, onları hiçlikten çıkarır, duyulara ve bilince teslim eder; kendi bilincimize ve eşin bilincine. Parmaklar derinin altına işler sanki. O ana dek bir taş gibi olan bedenin içi, artık varolmaya başlar. Dokunma duyusu ayrıştırır ve yaşam verir. Ama bu durumda bile, dokunma duyusu parçalı yapıyı değişikliğe uğratmaz, bütün kişiyi yaratmaz; daha iyisini de yapamadığından tamamen farklı bir kişi ortaya çıkarır. Dokunma duyusunun erotik “uzam”ı, görme duyusunun üç boyutlu alanı içinde değildir. Onun, kuşkusuz tat ve koku alma duyularının “uzman” larına en yakın olan ve görme duyusundan daha yoğun olan “uzmanın"da birçok duyu karşı karşıya gelir. Beden, ters çevrilmiş bir eldivene dönüşür; içerden keşfedilmiş ve algılanmıştır.

Sado-mazoşizm / Nazizm


Üniformalarla ilgili genel bir fanteziden bahsedilir. Üniformalar topluluğu, düzeni (giyen ya da takanın kim olduğunu ve ne yaptığını belirten rütbeler, şeritler, madalyalar, şeylerle) kimliği, yeterliliği, resmi yetkiyi, meşru şiddet kullanımını akla getirirler. Ancak üniformalarla, (erotik malzemeler ve özellikle güçlü ve yaygın bir cinsel fantezi örnekleri olarak SS üniformalarının fotoğraflarıyla) üniforma fotoğrafları aynı şey değildir. Niçin SS? Çünkü SS, faşizmin açıkça şiddet kullanmada hak iddia etmesinin, başkalarının mutlak anlamıyla aşağılama hakkı olduğunu ileri sürmenin ideal olarak somutlaşmış haliydi. 


SS. Regalia kitabının arka kapağında açıklandığı üzere: 

Üniforma siyahtı; Almanya'da önemli çağrışımlarla yüklü bir renk. Bu bakımdan SS'ler, rütbeyi ayırt etmek için yaka yazılarından kurukafalara kadar çok çeşitli nişanlar, semboller, rozetler takıyorlardı. Görünüşleri hem dramatik hem de tehditkardı.

Dünyanın her köşesindeki, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Japonya, İskandinavya, Hollanda ve Almanya'daki pornografi literatürü, filmleri ve muhtelif eşyalarda, SS b,r cinsel serüvencilik referansı haline gelmiştir. Acayip seks imgelerinin önemli bir bölümü Nazizm sembolü altına konmuştur. Botlar, deriler, zincirler, ışıldayan gövdelerdeki demir haçlar, gamalı haçlar, yanı sıra el kancaları ve kocaman motosikletler, erotizm pazarının gizli ve en karlı eşyaları olarak sergilenmektedir. Seks mağazalarında banyolar, deri çubuklar, kırmızı fenerler geniş yer tutar. Ama neden? Neden cinsel bakımdan baskıcı bir toplum olan Nazi Almanyası böyle erotikleşmiştir? Eşcinsellere yapılmadık zulüm bırakmayan bir rejim nasıl geyleri tahrik eden bir nesneye dönebilmiştir?


Karanlık Ölüme Gazel / Lorca

Lorca'yı tutuklayan ve son kurşunları üzerine sıkan Teğmen Medina şöyle demişti: “Kalemiyle, başkalarının silahlarıyla verdiğinden daha çok zarara yol açtı” ve ekler:

 “İbnenin götünde iki delik açtım!”




KARANLIK ÖLÜME GAZEL

Uyumak isterim elmaların uykusunu,
patırtısından uzağa kaçmak mezarlıkların.
Uyumak isterim o çocuğun uykusunu
ki enginde yüreğini koparmak isterdi.

Söylenmesin, istemem, ölüler kan kaybetmez diye;
ağız su ister diye çürümüş olsa da.
Ne otun ettiklerini bilmek isterim
ne de yılan ağzıyla ayın ettiklerini
ki uğraşır durur daha tan ağarmadan.

Uyumak isterim bir an,
bir an, bir dakika, bir yüzyıl,
am a bilşinler ki bir ölü değilim daha,
altın bir ağıl var dudaklarımda;
küçük dostuyum ben batı yelinin,
gözyaşlarımın uçsuz bucaksız gölgesiyim.

Sar beni bir örtüyle tan ağarınca,
bir avuç karınca savuracak çünkü üstüme,
ıslatacak pabuçlarımı bir katı suyla
akrebinin kıskacı kolayca kaysın diye.

Uyumak isterim çünkü elmaların uykusunu
bir hıçkırık öğrenmeye, arıtacak beni topraktan;
yaşamak isterim çünkü o bilinmez çocukla
ki enginde yüreğini koparmak isterdi.


*
Federico Garcia Lorca


*
bak:
 Arture 367 / Lorca
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture-367.html



Walt Whitman'a Od / Lorca




East River ve Bron boyunca
genç çocuklar şarkı söylüyordu göstererek
bedenlerini,
çarkla, yağla, meşinle, çekiçle.
Doksan bin maden işçisi gümüş çıkarıyordu
kayalardan,
merdivenler ve manzaralar çiziyordu küçük oğlanlar.
Ama kimse uyumuyordu,
ırmak olmayı istemiyordu kimse,
sevmiyordu kimse büyük yaprakları,
kumsalın mavi dilini.
East River ve Queensborough boyunca
sanayiyle boğuşuyordu genç çocuklar,
Yahudiler satıyordu ırmak tanrısına
sünnet gülünü
ve gök boşaltıyordu köprülere, çatılara
rüzgârın sürüp götürdüğü bizon sürülerini.
Ama kimse durmuyordu,
bulut olmayı istemiyordu kimse,
aramıyordu kimse eğreltileri,
sarı kasnağını davulun.
Ay doğunca
dönecek makaralar göğü allak bullak etmeye;
iğnelerden bir sınır kuşatacak belleği
ve çalışmayanları alıp götürecek tabutlar.


Michelangelo

Sistine Kilisesi'nin tavanına, Adem'in Yaratılışı 'na bakmak için kafamı iyice geriye atıyorum - acaba sen de benim gibi o elin dokunuşunu ve geri çekildiği o olağanüstü anı hayal ettin mi bir zamanlar?



Ve püff! Seni uzaklarda Galiçya'daki mutfağında, küçük bir köy kilisesinin yağlıboya Madonna'sını restore ederken gözümün önüne getiriyorum. Evet, burada Roma'da restorasyon çok güzel yapılmış itirazlar haksızmış, nedenini söyleyeyim. Michelangelo'nun tavanda oynadığı dört farklı alan var - alçak kabartma alanı, yüksek kabartma alanı, sırtüstü yatıp resim yaparken sonsuz mutluluk olarak hayal ettiği yirmi çıplağın oluşturduğu geniş alan ve gökyüzünün sonsuz alanı. Bu farklı alanlar şu anda eskisine nazaran daha belirgin ve şaşırtıcı bir şekilde birbirinden ayrılmış. Usta bir snooker oyuncusunun serinkanlı dokunuşuyla birbirinden ayrılmış, Marisa! Tavan kötü temizlenmiş olsaydı ilk kaybedilen bu olurdu.

Bir şey daha keşfettim: İnsanın gözüne çarptığı halde kimse bununla tam yüzleşmiyor. Belki de Vatikan'ın kurumsal baskısından. Onun dünyevi zenginlikleriyle, ahiretteki uzun azap listesi arasında
ziyaretçiler kendilerini küçücük hissediyor. Kilisenin abartılı mal varlığı ve tarif ettiği abartılı azaplar aslında birbirini tamamlıyor. Cehennem olmasa, zenginlik Hırsızlık gibi görünürdü. Gerçi dünyanın
dört bir tarafından gelen ziyaretçiler öyle büyük bir hayranlık duyuyor ki kendi küçük şeylerini unutuyorlar. Ama Michelangelo unutmamış. Onların resmini yapmış ve öyle büyük bir sevgiyle yapmış ki odak noktası haline gelmişler, bu yüzden de ölümünden sonra asırlar boyunca Papalık otoriteleri, Sistine Kilisesi'nde erkeklik organlarını, belli etmeden birer birer ya kazımış ya da üstlerini boyamış. Neyse ki geriye hala birkaç tanesi kalmış.

Hayatı boyunca ona "yüce deha" dediler. Sanatçının, Rönesans'taki üstün yaratıcı rolünü Titian'dan bile daha fazla üstlendi - mümkün olan son tarihi anda. Başlıca konusu insan bedeniydi ve onun
için bu bedenin yüceliği erkek cinsel organında saklıydı.

Michelangelo / Davud

Michelangelo'nun yaklaşık beş buçuk metre yüksekliğindeki mermerden heykeli Davut. (yapımı, 1501 - 1504) Floransa'daki Akademi Galerisinde duran bu heykelin yanındayken heykeli seyreden insanları gözlemlemek neredeyse heykelin kendisine bakmak kadar enteresan oluyor. Orada şunu fark ettim: Kadınlar heykele rahat rahat bakarlarken erkekler böyle bakamıyorlar. Göründüğü kadarıyla hem erkekler hem de kadınlar heykeli heyecan verici buluyor: ama erkeklerde endişe belirtileri görülüyor. Tabii ki şöyle basit bir gerçek var: Heykel çoğu erkeğin çıplakken baktıkları aynada gördüklerinden çok farklı bir şey. Ama erkeklerin kendilerini yetersiz hissetmelerinden başka bir sorun var burada. Michelangelo sanki Davut'un bedeniyle karşılaşmaktan haz duymalarını ister seyircilerin. Kocaman. kahraman, fiziksel olarak mükemmel, hiç kuşkusuz teknik bir şaheser ve -hepsinden önemlisi- son derece cinsel.

Michelangelo'nun bizim görmemizi istediği şey Davut'un cinselliğidir: fakat Davut'un erkekliğinin
göstergesi olarak değil, bizatihi hoş bir görüntü olarak. Bir kaide üzerinde duran figürü görebilmeleri için seyircilerin kafalarını kaldırmaları gerekiyor. Heykelin ebadı göz önüne alındığında. içinde bulunduğu mevcut mekan biraz dar; seyirciler bir bakışla bütün figürü göremiyor ve gözlerini hareket ettirmeleri gerekiyor. Tepeden tırnağa incelemek gerekiyor; ve orta yerde durduğu için de seyirciler etrafını dönerek her açıdan bakabiliyorlar heykele. Cilalı beyaz beden seyredilmek için orada ; bu bir gösteri ve heykelin gücü içine konduğu düzenekle -müzenin. içinde bakılacak başka hiçbir şeyin bulunmadığı ayrı bir galerisi- iyice doruğa çıkıyor.

Eğer bir erkek seyirci gözlerini Davut'un heykelinden çevirecek olsa rahatsız olduğunu kabul etmeye ve bununla yüzleşmeye itiliyor: öte yandan bakacak olsa bu defa da normal koşullarda bakılamayacak
bir şeye bakmış oluyor. Erkekler soyunma odalarında gözlerini nereye dikmeyeceklerini ta en başından öğreniyorlar ve dolayısıyla da bu tür noktalara bakmamak için (ya da en azından bakarken
yakalanmamak için) bilinçli olarak uzaklaşıyorlar. Sözün kısası. Davut'un huzurundayken birçok erkek nereye bakacağını ya da nereye bakmayacağını bilemiyor. Michelangelo bizde bakma isteği yaratmakta son derece usta. ama bizler bakmakla bir tabuyu itiraf etme ve en azından kısmen de ihlal etme durumunda kalıyoruz.


 Gerçekten de kültür her ne kadar hiç olmazsa bugün için bedenlerini hemcinslerine ve özellikle de kadınlara teşhir etmelerini istese de. erkeklerin hemcinslerinin bedenine bakmaktan keyif almalarını yasaklıyor. Eskiden beri ve hala bugün için de en arzulanır ve mükemmel beden örneği hayattan değil sanattan alınıyor; hayır Davut'tan değil, onun eski dünyadaki, Eski Yunan ve Eski Roma'daki atalarından. Ne var ki, bu ilk örneklerdeki bir gıpta ve arzu nesnesi olarak erkek bedeni aynı zamanda bir çelişki nesnesi. belirgin biçimde fiziksel olarak tezahür eden bir çelişki nesnesidir. Bir görüntü olarak, sanat eserlerindeki -ve dolayısıyla da, öyle görünüyor ki, hayattaki- ideal erkek bedeni fiziksel ve ruhsal kahramanlık anlayışını kadınlara nadiren yakıştırılan bir cismani durumla ruhsal erdemi bir araya getiriyor. Öte yandan bütün sanat tarihi boyunca "ideal'" olarak tasarlanan erkek bedenleri ısrarla ve paradoksal biçimde kadınsı özelliklerle yoğrulmuştur.

Çiçek Açmış Delikanlılar



Peki jeunes hommes enfleur'ün [çiçek açmış delikanlılar] oluşturduğu bu çelengi nasıl ele alacağız? Ben gayet çekinerek de olsa, bu delikanlıların, panellerde cisimleştirilen tensel aşkın çok daha ötesinde bir aşk biçimini simgelediklerini iddia ediyorum. Homoseksüel aşkın Hıristiyan inancındaki aşkla çok derinden ilişkili olduğunu iddia etmek büyük ihtimalle pek hoş karşılanmayacaktır; tabii Platon'daki anlamıyla iki erkek arasında yaşanan aşkın üremeyle hiçbir ilgisi olamayacağını ve aşkın daha yüksek bir ahlaki zeminde paylaşılmasına imkan tanıdığını saymazsak. Antikitede arkadaşlığın (Aristoteles de bu mefhum üzerinde etraflıca durmuştur) yalnızca aynı cinsiyetten
iki kişi arasında mümkün olduğu düşünülürdü. Bunun bugün anladığımız anlamıyla sefahat alemlerini çağrıştıran homoseksüel cinselliğiyle pek az ilgisi vardır ve aynı zamanda unutmamak gerekir ki, Floransa kültürünün hümanistleri sapına kadar Platoncudur - ve tavan sonuç olarak aslında onlar için resimlenmiştir. Bu hikaye, cinsel ihtirasın doruk noktasına ulaşmasını, aşkınlaşmasını anlatıyor ve İsa'nın insanoğluna duyduğu türden bir aşkı yüceltiyordu; böyle bir aşk içinde de üremenin yeri yoktur. Öyleyse Platonculuğun sonuçta yorumun parçası olduğu ortaya çıkar, ama tamamen bambaşka yollarla: Sıradan bir kir tabakası -yanlışlıkla anlam zannedilen madde aracılığıyla değil. Bir filozof olarak, zihni beyinle açıklamanın mümkün olmaması gibi, Sistina tavanını da fırça darbeleriyle açıklamanın mümkün olmadığını kanıtlayan -yani Eliminativistlerin (Dışlayıcı Maddecilerin) de Colalucci kadar yanıldığını gösteren- bir sav çok hoşuma giderdi. Benzeşmenin kabul edilmesi bile müthiş olurdu - bundan sonraki adımın ne olduğunu bilmesek bile.

Arthur Danto




Luca Guadagnino

Call Me by Your Name (2017, Luca Guadagnino)


Elio’nun kitaptaki halinden iki yaş daha gençtim. Ancak çocukluğumu, ergenliğimi, yönetmen olmaya nasıl başladığımı çok net hatırlıyorum; çünkü odanın uzak bir köşesine gider, partilerde dans eden insanları incelerdim. Kitaplar okur, aklımda hikayeler kurardım ve cinselliğinden haberdar olmak üzere olacak olan genç bir erkek olmaya başlamıştım. Elio’nun aksine, ben (bu konuda) konuşmaya cesaret etmiştim.

Call Me by Your Name (Father's Speech)

"I think this is a family movie, I like to think this is a movie for families, 
and it's a family film. It's about the invisible bonds that create the people we
 are and how the transmission of emotions and knowledge and the capacity of 
compassion between generations and people transform people for the best.
 It's utopic, maybe, but why not?"

"The dialogue comes from the book, from 
André Aciman's wisdom"

Director Luca Guadagnino 



Father's Speech: 


...nature has cunning ways of finding our weakest spot. Just remember, I am here.

Right now, you may not wanna feel anything, maybe you never wanted to feel anything. And maybe it's not to me you'd want to speak about this things but feel something you obviously did. Look, you had a beautiful friendship. Maybe more than a friendship. And I envy you. In my place, most parents would hope the whole thing goes away. Pray their sons land on their feet, but I am not such a parent.

Hiç beklemediğimiz bir anda... doğa ana bir katakulli çevirip en zayıf noktamızı bulur. Ama yanında olduğumu unutma.Şu an hiçbir şey hissetmek istemiyor olabilirsin. Belki hiçbir zaman bir şey hissetmek istemeyeceksin. Bu konuları benimle konuşmak istemiyor  olabilirsin ama önceden açıkça hissettiğin şeyi yine hisset. Güzel bir arkadaşlık kurdunuz. Belki arkadaşlıktan da öteydi. Size imreniyorum. Benim yerimdeki çoğu ebeveyn tüm bunların unutulup gitmesini ister. Oğullarının bu durumdan kurtulmasını ister ama ben o ebeveynlerden değilim. 


We rip out so much of ourselves to be cured of things faster, that we go bankrupt by the age of 30. And have less to offer, each time we start with someone new. But to make yourself feel nothing so as not to feel anything. What a waste.

Yaralarımız daha hızlı iyileşsin diye kendimizi hırpalayıp dururuz. 30 yaşına geldiğimizde de çökmüş oluruz. Ve yeni biriyle her başlangıcımızda, kendimizden sunacağımız daha az şey kalır. Ama kendini bir şey hissetmemek için zorlamak veya hiçbir şey hissetmemek çok büyük kayıp olur.

Jean-Leon Gerome / Yılan Terbiyecisi


Jean-Leon Gerome'un son derece fallus merkezli oryantalist imgesi Yılan Terbiyecisi, o zaman için, çocukların özellikle sorunlu bir şekilde cinselleştirilmesine, yani homoerotikleştirilmesine
gönderme yapıyor. Bir oğlan çocuğu dimdik -hatta, bacakları sıkıca birleştirildiği için dingil gibi- ayakta duruyor ve eril cinsel iktidarın en basmakalıp ruhsal fantezilerinden biri olan kocaman bir yılanı tutuyor: sütunlu formların, düz ve keskin çizgilerin hakim olduğu bir kompozisyonda gerçekleşiyor bu olay. Hepsi de erkek olan resimdeki figürlerin neredeyse tamamının elinde ya bir değnek ya bir kılıç var ya da üflemeli bir çalgı. Arkadaki duvarın ortasına ise erkek cinsel organlarının ana hatlarını çağrıştıracak şekilde bir kalkan ve mızrak yerleştiriyor Gerome: birlikte çizilen bu iki figür, resmin konusunu haykıran sözel olmayan bir etiket hizmeti görüyor
adeta.


 Bir istisna -ayaktaki oğlan- dışında erkeklerin tamamı koyu esmer tenli. Onlara göre açık renkli olan ve dolayısıyla da dikkatimizi çeken bu istisna, resimdeki figürler içinde tam anlamıyla cinselleştirilen tek figür. Oğlan cinsellik demek; ayrıca. duruşundaki ve tuttuğu yılandaki fallikliğe rağmen, kadınsılaştırılmış. Oğlanın kalçaları görsel bir fetiş haline getirilmiş. Resimde sağdan giren ışığı en iyi alan yer olan çocuğun kalçaları dikkatin odaklandığı ve gözlerin mıhlandığı yer hal ine geliyor.