Equus



Daima Şık (Atatürk)




 ‎" Bu toprakların her köşesinde, her mekânında bir Gazi Mustafa Kemal Atatürk fotoğrafı karşımıza çıkıverir…Ekranlara yansıyan belgesel görüntülerde de Mustafa Kemal Atatürk geçiverir sıklıkla… Aslında, gelip geçen biraz da şıklıktır!...Bazen tiril bir takım elbisedir, bazen özenle seçilmiş bir şapka, kimi zaman yakaları ceketin yaka üstüne düşmüş bir gömlek, kimi zaman da rugan ayakkabılar, uyumlu kravatlar.., ve çok özel gecelerde takıştırılan fraklar, siyahlar…

Festen kalpağa, kalpaktan şapkaya bir ülke ömrü gibi geçirilen hayat, bir 57 yıl…Pelerin ilk kez Mustafa Kemal Atatürk’ün sırtında görülmüştür, golf pantolonlar, ipek iç çamaşırlar, kırmızı astarlı ayakkabılar, hatta süslü kırbaçlar…Hayaller kurarken, bir yurt ararken, bir ülke inşa ederken, tek lüksü ve zevki şıklık olan, giyinmeyi bir hobiye dönüştüren, kelimenin tam anlamıyla kıyafetine özenen, hatta sökük düğmeye dahi tahammül etmeyen Atatürk, sadece kuralların, kanunların, yürütmenin değil, kostüm, kıyafet ve şıklığın da önderi olmuştur sanki… "






İskenderiye Kütüphanesi - Enis Batur

İskenderiye Kütüphane'si insanoğlunun belleğinin aldığı en büyük darbe şüphesiz: Yerleri hiçbir biçimde doldurulamayacak pek çok yapıtın orada yok olduğu bilinen gerçek. Gelgelelim, o büyük yıkım ötekileri unutturmamalı. Öncesinde, İ.Ö. 747 yılında, Babilonya kralının kendisi ve ailesini konu edinmeyen bütün kitapları imha ettiği yazıyor kaynaklarda. Kör kütüphaneci Borges, karanlıkta görüyor: İ.Ö. 213'de Çi-Hoang-Ti, imparatorluk sınırları içindeki bütün kitapları, tıp ve arkeoloji alanındakileri ayırarak, nehirlere döktürmüş. Ermiş Paulos, 54 yılında Efes kütüphanesini gözü kapalı yaralıyor -hem de ağır: Doğu dinleri ve paganlarına ait kitapları ortadan kaldırıyor. 476'daki Bizans yangınında, burada, 120 bin yazma kül oluyor. Araplar 640'da Acem yazmalarını; Moğollar, 11. -13. yüzyıl arası Kahire ve Bağdat'ta birkaç milyon yazmayı yok ediyor. Zaman içinde bir zaman, insan eliyle siliniyor. Oradan Saraybosna kütüphanesine akan yıllar, yüzyıllar gösteriyor: Adem, kendisinin ateşi.


Ben Carl Sagan'ın "Kozmos" unu okumamış insanlarla sohbeti kısa kesiyorum. Çünkü onlar İskenderiye kitaplığının içeriğiyle günümüzün dev kurumsal kitaplıklarının içeriği arasındaki özlü farklılığı ve trajik yazgı ortaklığını bilmiyorlar, bu nedenle de içleri kararmıyor, daha doğrusu kararmasın istiyorlar, isteyebiliyorlar.

Enis Batur

The Good Hearth (2009, Dagur Kari)


Brokoli bir insanı her defasında nasıl osurtur,
hayret. Yani, brokoli osuruğun şekle bürünmüş hali. Osuruğu elimizle
tutabilseydik...gözünde canlandır, bence bunun gibi bir
şeye benzerdi.

Osuruğun maddeleşmesi.

İskenderiye Kütüphanesi - Carl Sagan

O efsanevi kitaplıktan bugün geriye kalan bir mahzenden başka bir şey değildir. Mahzende belli belirsiz hala duran birkaç raf, bu eski kitaplıktan arta kalan tek tük eşyadır. Oysa burası gezegenin o zamanki en büyük kentinin şan, şeref ve düşünce merkeziydi. Dünya tarihinde ilk gerçek araştırma enstitüsünü oluşturuyordu. Bu kitaplığa gelip giden bilgiler evrenin uyumu anlamına gelen Kozmos'u inceliyorlardı.

İskenderiye Kitaplığı, biz insanların, dünyamıza ilişkin bilgiyi ilk olarak sistematik ve ciddi biçimde devşirebildiği merkezdi.

Erastotesnes'in yanı sıra, Hipparkus, Euklid, Trakyalı Dionisos... bu kitaplığın üyelerindendi. Fizyolog Herophilus, İskenderiyeli Heron, matemetikçi Apollonius bu kitaplığın gediklisiydi. Arşimet ve Batlamyus da İskenderiye okulundandır.

Kitaplığın kalbi, kitap koleksiyonuna ayrılan bölümüydü. Koleksiyon uzmanları dünyanın birçok kültür ve diline ait kitapları tararlardı. Yabancı ülkelere adam gönderip kitaplıklardaki kitapları toptan satın alırlardı. Her biri elle yazılmış papirüs tomarı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yarım milyon kitap bulunduğu sanılıyor.

Bütün bu kitaplara acaba ne oldu? Bunları yaratan klasik uygarlık yok oldu ve kitaplık kasten tahrip edildi. Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. Bazılarının  da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları.   


Carl Sagan'ın Kozmos
kitabından

Dulle Griet (Mad Meg) - (1562, Bruegel)



 Details









Kağıt İçiciler - Pavese

Yeniden gördüm akçaağaçlarla sazlar arasında Ağustos

Ay'ını,

Belbo'nun çakıllı kumları üzerinde ve gümüşle doluşunu

o akarsudaki her çizginin. Ama içine kapanık arkadaşım,

benimle bir kütüğün üzerinde oturan, o göğü görmüyor,

ağaçları duymuyordu. Çevremde, bütün çevremde

büyük tepelerin yükseldiğini biliyordum.

(Pavese)

The Tower of Babel (1563, Bruegel)




 Details






Huzursuzluk Kitabı (sf. 414)

Kafenin terasından,titreyerek hayatı seyrediyorum. Şu apaydınlık, alabildiğine bana ait meydanda yoğunlaşan hayatın -o darmadağın şeyin- pek azını görebiliyorum. Sarhoşluğun ilk anına benzeyen bir durgunluk, nice şeylerin ruhunu anlatıyor bana. Dışımda, gelip geçenlerin ayak seslerinde, hareketlerinin ince ayarlı öfkesinde gözle görülür, ortak hayatın akıp gittiğini duyuyorum.
Bu saatte duyularım donuyor ve her şey farklı geliyor-duygularım karmaşık, açık bir hata, hayali bir akbaba gibi kanat çırpıyorum, yerimden hiç kıpırdamaksızın.

İdealleriyle yaşayan bir adam olarak en hararetle özlediğim şeyin sahiden de sadece şu masada, şu kafenin terasında oturmak olmadığını kim iddia edebilir?

...

Her şey külleri karıştırmak kadar boş, henüz şafağı bulmamış zaman kadar belirsiz.

Ve ışık varlıklara öyle dingince, öyle kusursuzca konuyor, onları hüzünle gülümseyen bir gerçekle öyle bir altın rengine boyuyor ki! Dünyanın olanca gizemi bakışlarıma kadar inerek sıradanlığın, sokaktaki seyirliğin kisvesine bürünüyor.

Ah! Gündelik hayat, hemen yanı başımızdaki gizeme nasıl da değip geçiyor! Şüpheyle gülümseyen Zaman, bu karmaşık ve insani hayatın ışıklanan yüzeyine nasıl da çıkıp Gizem'in dudaklarına yükseliyor! Bütün bunlar size ne kadar modern geliyor! Ve aslında hepsi eski, hepsi gizli ve hepsi, her bir şeyde parlayandan bambaşka bir anlamla mühürlenmiş!

Heat - (Hırsız Polis Melankolisi)

 " Michael Mann'in Heat'i, sadece bir hırsız polis filmi değil, hırsız ile polisin filmi. Kimin niye hırsız kimin niye polis diye sorgulanmadığı, herkesin mukadderat sonucu bulunduğu uzmanlık alanına çakıldığı, hırsızın hırsız, polisin polis olduğu ve bunun sonuçlarına katlanması gerektiği, varoluşçu bir suç filmi dünyası filmi. Senarist yönetmen Mann, karekterlerini sadece işlerinin süreci ve sonuçlarıyla ele alıyor ve adeta bütün bir  polisiye janrını harmanlayıp, ortaya mitik bir hırsız ve polis tipi çıkarıyor. Sonra da ikisini karşı karşıya oturtup, karşılaştırıyor. Filminin epik dokusunun merkezine de, çeşitli tiplemelerle bu janra imzasını atmış iki "baba"yı Al Pacino ile Robert De Niro'yu yerleştiriyor. Duruma polisiye sinema penceresinden bakarak profesyonellik ve modern yalnızlık üzerine bir tablo çiziyor.

 Mann'in hırsız polis oyunu her parçasıyla bir klasik gibi inşa edilmiş bir film. "


(Sinema dergisinin eski sayılarından birinde
filmle ilgili geniş bir dosya hazırlanmış)  





Esenlik - Erich Fromm

“Eğer ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu ya da daha doğrusu bu sorun olmazdı çünkü bu dünyanın bir parçası olurdum. Şimdi bütün bilincim ve bütün tanıdıklık istemimle karşılaştığım bu dünya olurdum. Öylesine gülünç olan şu bilinç beni tüm yaratıma karşıt kılmaktadır. (…) Bu çatışmanın, dünya ile zihnim arasındaki bu yarılmanın temeli onun bilincine varmış olmam değilse nedir?”

(Sisifos Söyleni'nden)


İlk yaklaşımda “esenlik” doğal yaratılışla, doğal yapıyla uyum içinde olmak diye tanımlanabilir.

Doğal yaratılışla, doğal yapıyla uyumlu koşullar içinde olması gerekli insan varlığı nasıl bir varlıktır? Bu koşullar hangi koşullardır? İnsan varlığının ortaya koyduğu bir sorun var. İnsan bu dünyaya bu konudaki istemi sorulmadan geliyor, gene giderken de istemine bakılmıyor. Hayvanlarda içgüdüsel olarak doğayla bütünlük içinde yaşamasını sağlayan bir çevreye uyum mekanizması olmasına karşın insan bu içgüdüsel mekanizmadan yoksun. Yaşam onu yaşatacağına o yaşamı yaşamak zorunluluğunda. İnsan doğanın içinde ama doğadan kopmuş, kendi kendinin ayrı bir varlık olarak ayırdında olması, kendini dayanılmaz derecede yalnız, güçsüz ve kaybolmuş hissetmesine neden oluyor. Bu dünyaya gelmiş olmak durumu, bir sorun yaratıyor. İnsan doğduğu anda yaşam insana bir soru sormuş oluyor? İnsan bu soruyu her an yanıtlamak zorundadır. Yalnız zihniyle, yalnız gövdesiyle değil ama o düşünen düş gören, uyuyan, karnını doyuran ağlayan ve gülen adam –bir bütün olarak insan- bu soruya yanıt bulmalıdır. Yaşamın ortaya koyduğu bu soru nedir? Soru şudur:

 Bu ayrıklık, bölünmüşlükten gelen yalnızlık yaşantısının acısından, mahpusluğundan, utancından kendimizi nasıl kurtarabileceğimiz, kendi kendimizle çevremizdeki insanlarla ve doğayla nasıl birlik kurup bütünleşebileceğimiz?   Şu yolda ya da  bu yolda insan bu sorulara bir yanıt bulmak zorundadır; hatta deliler bile benliklerinin kabuğuna çekilerek böylece ayrıklığın, bölünmüşlüğün korkusunu yenmeye çalışarak, kendilerinin dışındaki gerçeği silip yok ederek, bu soruya bir yanıt bulmuş oluyorlar.

Soru her zaman aynıdır. Gerçi birçok yanıt vardır ama yanıtlar temelde ikiye indirgenebilir. Birincisi bu ayrıklıktan bölüklükten kurtulmak, bütünleşmeyi sağlamak için ayrıklığın, bölüklüğün ayırdında olmadığımız döneme, yani doğum öncesine kadar gerilemektir. İkinci yanıt, tam anlamıyla doğmaktır. İnsanın bilmek, fark etmek yeteneğini, aklını, sevme gücünü, kendi bencilliğinin dar çemberini aşana kadar, kendisiyle ve dünyayla yeni bir uyuma, bir bütünleşmeye ulaşana kadar geliştirmektir.


“Esenlik” aklın tam gelişmişlik durumuna ermiş olmasıdır: Akıl deyince anlatmak istediğimiz şey yalnızca akla vurup, anlamak, yargıya varmak anlamında akla dayalı yargı değil ama Heidegger’in deyimini kullanırsak gerçeği  “olduğu durumuyla” kavrayıp anlamaktır. Esenlik bir kimsenin narsisizmini yendiği oranda olabilir; …İnsanın insana ve doğaya duyguyla bağlı olması demektir, ayrıklıktan, bölüklükten, kopukluktan, yabancılaşmadan kendini kurtarıp var olan her şeyle bir olduğunu bir yaşantı durumuna getirmek demektir. Ama bir yandan da benlik yaşantısını da aynı zamanda sürdürmek demektir. Esenlik tam olarak doğmak, olanaklarını tam olarak geliştirmek demektir; son dereceye kadar sevinç ve keder duyabilecek gücü olmak demektir. Başka deyişle orta yetenekteki insanların sürekli olarak içinde bulundukları ayakta uyuklama durumundan kendini kurtarıp tam olarak uyanmaktır. Aynı zamanda yaratıcı olmaktır; yani kendine, başkalarına ve var olan her şeye bir yanıt vermek, bir karşılık vermektir, gerçek bir insan olarak, varlığının bütünlüğüyle, herkese ve her şeye o kimseyi ya da o şeyi olduğu gibi kabul ederek bir yanıt, bir karşılık vermektir. Böyle içten gelen bir yanıt, içten gelen bir karşılıkta yaratıcılık yatar. Dünyayı olduğu gibi görmeli ve benim dünyam olarak yaşamalı, dünyayı yaratıcı anlayışımla biçimlendirip kavramalıyım ki böylece o dünya benim dünyam olarak yaşamalı ve şu yalan dünya olmaktan çıksın, benim dünyam olabilsin. Sonuç olarak esenlik, Ego’yu (benlik) bir yana atmak, Ego’yu büyütmek ya da korumak peşinde koşmaktan vazgeçip benliğini varoluşun işlevi içinde yaşantıya dönüştürmektir.     

Self-Portrait (Bruegel)

The Painter and The Buyer 1565
"Sanatın ve sanatçının saygınlığı Egel için de önemliydi; bu düşünceyle yaptığı bir çiziminde, işine saygı duyan bir ressam ile sanatçının omuzları üstünden, yaptığı resme bakarken beceriksizce kendi para çantasını karıştıran aptal görünümlü gözlüklü adam arasındaki farkı gösterir."


Edebiyat Özgürlüktür - Susan Sontag

Edebiyata (Dünya edebiyatına) ulaşmak,  ulusal kibrin, dar görüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, tamamlanmayan kaderlerin ve kötü şansın meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.

Edebiyat özgürlüktür. Özellikle de birer değer olarak okumanın ve içedönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat, özgürlüğün ta kendisidir!

The Triumph of Death (1562, Bruegel)




 "Çürüyen cesetler, ölüm arabası, cehennemi simgeleyen yanan kule, idam, işkence, garip makinalar, Sağ yanda yemek yiyenler, böylece ölüme karşı kendini koruyanlar.

Dünyanın sonu, topraktan fışkıran iskeletler ordusuyla temsil edilmiş. İskeletler hem çok sayıda hem askeri bir düzen içinde. Kalkanlar (ya da tabuttan kalkanlar) belirli bir çizgi üstünde, ölüleri dirilerden ayırıyor. Hırsların ve yaşamın tüm zevkerinin üstünde gezen ölüm, herkese boyun eğdirir. Herkesi tabutların yanında, ayakta bekler. Bir kayık ölenleri alıp götürecektir." 



 Details


Yazmak - Julıo Cortazar

Sarı bir çiçek adlı öykümün bana çıkageldiği sabahı anımsıyorum: ellerimde yoğuracağım biçimi belirlenmemiş kütle, kendisine benzeyen bir gence rastlayan ve insanların ölümsüz olduğu kanısına kapılan bir adam düşüncesiydi. Açılış sahnelerini bir an olsun duraksamadan yazdım, ama işin nereye varacağını kestiremiyordum, öykünün çözümünü aklımın ucundan bile geçirmiyordum daha. Eğer biri beni durdurup da “Sonunda başkişi Luc’u zehirleyecek", deseydi afallayıp kalakalırdım. Öykünün sonunda gerçekten de başkişi Luc’u zehirler, ama öyküyü yazarken bu da daha önce olanlar gibi gelişmişti, biz bir ucundan çektikçe çözülen bir ip yumağı gibi. İşin doğrusu, öykülerimde en ufak bir yazınsal değer, en küçük çaba yok. Bazıları geleceğe kalır, ilerde de okunursa, ruhumun derinliklerinde saklı kalan şeyleri çok yitime uğramadan alımlayıp aktarabilme yeteneğimdendir bu. Bu yetiyi gizemli olanı yadsımayan, kaynağa elden geldiğince bağlı kalan, özgün titreşimi, temeldeki ilk örnek duraksamaları, teklemeleri kaçırmayan belli bir deneyime,  birikimime borçluyum.



Yazar yarattıklarından hayrete düşer, okur da yazarınkilerden .


Son Raunt
sf. 54



 **


Öykülerimden çoğunu işte böyle yazdım: koca bir gün boyu yakamı bırakmayan bir kaygıyla, öykü bitene değin soluk bile almadan, bitince de bir kez bile okumaya kalmadan kendimi sokağa atıp bir başıma, artık ne Pierre, ne Michele, yalnızca kendim olarak yürüyüşe çıkarak...

Children's Games (1560, Bruegel)




 Details





Yazarın Görevi - Julio Cortazar

Dün Le Monde gazetesinde, UPI’den gelen bir haberde Robert Mcnamara’nın bir basın bildirisi veriliyordu. Metne bakılırsa, ABD Savunma Bakanı (neyin savunmasıysa?) şöyle diyordu, Öngörülerimize göre, Çin’in elli kent merkezinde birkaç küçük nükleer başlıklı füzenin patlatılması kentsel nüfuzun yarısını (beş yüz milyon kişiden fazla) ve sanayi nüfusunun yarıdan çoğunu yok edecektir. Bunun yanı sıra, bu tür bir saldırı, büyük oranda nitelikli işçinin yanı sıra, ülke yönetiminde, teknik alanda, fabrika yönetimlerindeki kilit noktalardaki çok sayıda insanı da öldürecektir.” Bu paragrafa gönderme yapma nedenim, bu haberi okuduktan sonra kendisine yazarlık sanını hak gören bir yazarın hiçbir şey olmamış gibi kitaplarına dönemeyeceğini, görevinin bir romancı, ozan ya da tiyatro yazarına düşenleri yapmakla yerine getirildiği gibi bir duyguya kapılarak rahatlayıp yazılarını sürdüremeyeceğini düşünmemdir. Bu ya da benzeri bir yazı okuduğumda, doğamda çekişen iki öğeden hangisinin kavgayı kazanacağını biliyorum. Siyasal bir eyleme geçemediğimden, yalnız başıma sürdürdüğüm kültür işimi yadsımıyorum, inatla sürdürdüğüm varlıkbilimsel arayışıma ara vermiyorum, en baş döndürücü düzlemlere tırmanan düş oyunlarımdan vazgeçmiyorum; ama bütün bunlar artık kendi içinde ya da yalnızca kendisi için yuvarlanıp gitmiyor,  artık bunların batılı mandarinlerin işine geldiği biçimiyle insanlık anlayışıyla bir ilgisi yok. Benim yazabileceğim en dayanaksız şeyde bile, insanın içinde bulunduğu tarihsel sürem ile bir bağ kurma isteği her zaman göze çarpacaktır, insanın kendinden daha iyi bir şeye doğru, ortaklaşmaca ve insanlık gibi olgulara doğru uzun yürüyüşüne bir katılım çabası görülecektir. Yalnızca bu nabız atmasına, bu başkaldırıya yanıt veren aydınların yapıtlarının halkların bilincinde yeniden doğacağına ve şimdi ve gelecekteki eylemleriyle dünyaya gelme amacımız olan bu yazma işini haklı çıkartacaklarına, ona gerçek anlamını bağışlayacaklarına kesinkes inanıyorum.

BRUEGEL



  The Peasant Wedding Banquet 1567



 Details








 Sanatçı resimlerinde ne çıplağa, ki dönemin eğilimiydi- yer veriyor, ne kilise'ye. Şeytan kadar azizler de ondan uzakta. Kardinaller, prensler, saray kadınları ya da meleklerle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Öncülü Bosch'tan ayrıldığı noktalardan biri, başlıcası bu. Öte yandan, tarihsel öykü ya da resimlere de hiç rastlanmıyor resimlerinde. Bu bakımdan, Delacroix, Bruegel'in karşıtı denebilir. O maddi dünyanın, küçük insanların, yalın/somut çıplak günlük yaşamın, gündelik zorlukların, bir ölçüde birey devlet ilişkilerinin ressamı oldu. Alt insanlardır onun evreni. Belki bunun için Baudelaire ona hayrandı. Paçavracıların Şarabı isimli, Paris isyancılarına adanmış şiirin sahibi Baudelaire!

 Dilencileri, körleri, sakatları, aptal görünümlü köylüleri, sızıp kalmış sarhoşları, orakla buğday biçenleri, halka baskı yapan askerleri, sürüyü güden çobanları, karda yürüyen avcıları, dans eden ve öpüşen düğün halkını, tarlada ekin kaldıran kadınları, tüm bu resim kişileriyle Bruegel'in yaşamda yeri olmayan hiçbir soyut konu, etkinlik, merkez, resmine girmiyor.

Uğur Kökden


Kanarya Cinayeti Vakası II - Julio Cortazar

Korkunç bir şey, teyzem beni yaş gününe çağırıyor, ben de ona armağan olarak bir kanarya alıyorum, gittiğimde evde kimse yok, ajandama yanlış yazmışım, dönüşte kanarya tramvayda deli gibi ötüyor, yolcular çılgına dönüyor, kuşa saygı göstersinler diye ona da bilet alıyorum, tramvaydan inerken kafesi bir kadının kafasına çarpıyorum, kadın bana diş bileyerek hırlıyor, eve vardığımda bakıyorum üstüm başım kuş yemi içinde kalmış, karım katiple kaçmış, apartmanın girişinde taş kesiliyorum, kayıp düşerken kafesi eziyorum, komşular bir ambulans çağırıp onu bir sedyeye koyup götürüyorlar,  ben geceyi apartmanın girişine serilmiş, kuş yemi yiyerek geçiriyor, kulağımda salondaki telefonun sesiyle sabahı buluyorum, telefon eden teyzem olmalı diyorum, yaş gününü unutmayayım diye arayıp duruyor, dört gözle armağanını bekler hep, zavallı teyzem.


The Canary Murder Case II

Victor Hugo'dan Bir Şiir (Hafızadan Alıntı)

Victor Hugo on Deathbed by Felix Nadar


Ya ben, her gün başımı daha da bir eğerek
Tatlı ışıkları altında güneşin, titrek
Şamatanın ortasında çekip gideceğim
Sonsuz yeryüzünden
Hiçbir şey eksilmeyecek.


istenç ve tasarım olarak dünya - Schopenhauer

Özne: Varım, benden başka şey yok. Çünkü dünya benim tasarımım.

Özdek: Ne çılgınca bir varsayım! Ben varım, benden başka bir şey yok. Çünkü dünya benim gelip geçici biçimimdir. Sen de olsa olsa bu biçimin bir parçasısın, toplamısın, bütün bütün ilinekselsin.

Özne: Ne alıkça bir küstahlık! Ben olmasam ne sen ne de senin biçimin olurdu. Benim olmadığımı düşünen biri, bu durumda senin yine de olduğunu düşünebileceğine inanan biri büyük bir yanılsamanın pençesine düşmüştür. Çünkü senin, benim tasarımım dışında var olman doğrudan bir çelişkidir, anlamsızdır. Senin var olman, olsa olsa, benim tarafımdan algılanmış olman demektir. Senin var olduğun yer benim tasarımımdır. Dolayısıyla, ben senin varlığının ilk koşuluyum.

Özdek
: İyi ki bu yüzsüz savın birazdan sözcüklerle değil gerçekten de çürütülecek. Az sonra gerçekten var olmayacaksın. Bütün böbürlenmelerinle birlikte boşluğa düşmüş olacaksın. Bir hayalet gibi geçmişe sürükleneceksin. Benim bütün geçici biçimlerimin başına gelen senin başına gelecek. Oysa ben binlerce yıl, yaralanmadan, küçülmeden, sonsuz zaman boyu kalacağım. Değişen biçimlerin oyununu gönül rahatlığıyla seyredip duracağım.

Özne: İçinde yaşayacağını gururla öne sürdüğün bu sonsuz zaman, kapladığın sonsuz uzam gibi ancak benim tasarımımda var. Gerçekten de zaman, benim tasarımımın bir kalıbı. Ben bu kalıbı hazır yapılmış olarak içimde taşırım. Sen kendini içine alan bu biçimde gösterirsin. İlkin onun aracılığı ile varsın sen. Gel gör ki, benim gözümü korkuttuğun yok oluş beni etkilemez. Çünkü bu olsaydı, sen de benimle birlikte yok olurdun. Tersine yokluk ancak beni geçici olarak taşıyan bireyi etkiler, başka her şey gibi o da benim tasarımımdır.

Özdek: Buna inansam (en başta iyisiyle kötüsüyle şu gelip geçici bireylerinkine ayrılmaz biçimde bağlı olan) varoluşa, bağımsız yaşamı olan bir şey diye bakacak ölçüde ileri gitsem bile, o yine de bana bağlı kalırdı. Çünkü, sen bir nesnen olduğu sürece öznesin. Bu nesne de benim. Onun çekirdeği, içeriği, kalıcı bölümü benim. Onu biraraya bağlayan benim. Ben olmasam varoluş senin bireylerinin düşleri, düşlemleri ölçüsünde tutarsız, seyrek, tözsüz olurdu. Düşler, görünüşteki içeriklerini bile son çözümlemede benden ödünç almışlardır

Özne: Benim varoluşumu, onun bireylere bağlı olduğunu kabul ederek tartışmana hiç izin yok. Çünkü benim bireylere bağlı olduğum gibi sen de bacına, biçime bağlısın. Şu ana dek onsuz görülmüş değilsin. Şimdiye dek seni ya da beni, çıplak, yalıtılmış gören göz yok. Çünkü biz içimizde salt soyutlamayız. Temelde kendini algılayan, bizim tarafımızdan algılanan bir varlık var. Gel gör ki onun kendinde varlığı ne algılamada ne de algılanmaktadır; çünkü bu işlevler ikimizin arasında ayrı ayrı bölüştürülmüştür.

İKİSİ: Öyleyse bu durumda ikimizi de kapsayan, bizimle var olan bir bütünün parçaları olarak biz, birbirimize ayrılmaz biçimde bağlanmışız. Ancak yanlış anlama bizi birbirimizin karşısına koyabilir; yanlışlıkla ötekinin varlığına karşı çıkılmasına yol açabilir. Kişinin kendi var oluşunun durumu da tümüyle buna bağlıdır.


 İkisini de kuşatan bu bütünlük, tasarım olarak dünya ya da görüngüdür. Bu ortadan kaldırıldığında, geriye saf, metafizik kendinde şey kalır.