Sarı bir çiçek adlı öykümün bana çıkageldiği sabahı anımsıyorum: ellerimde yoğuracağım biçimi belirlenmemiş kütle, kendisine benzeyen bir gence rastlayan ve insanların ölümsüz olduğu kanısına kapılan bir adam düşüncesiydi. Açılış sahnelerini bir an olsun duraksamadan yazdım, ama işin nereye varacağını kestiremiyordum, öykünün çözümünü aklımın ucundan bile geçirmiyordum daha. Eğer biri beni durdurup da “Sonunda başkişi Luc’u zehirleyecek", deseydi afallayıp kalakalırdım. Öykünün sonunda gerçekten de başkişi Luc’u zehirler, ama öyküyü yazarken bu da daha önce olanlar gibi gelişmişti, biz bir ucundan çektikçe çözülen bir ip yumağı gibi. İşin doğrusu, öykülerimde en ufak bir yazınsal değer, en küçük çaba yok. Bazıları geleceğe kalır, ilerde de okunursa, ruhumun derinliklerinde saklı kalan şeyleri çok yitime uğramadan alımlayıp aktarabilme yeteneğimdendir bu. Bu yetiyi gizemli olanı yadsımayan, kaynağa elden geldiğince bağlı kalan, özgün titreşimi, temeldeki ilk örnek duraksamaları, teklemeleri kaçırmayan belli bir deneyime, birikimime borçluyum.
…
Yazar yarattıklarından hayrete düşer, okur da yazarınkilerden .
Son Raunt
sf. 54
**
Öykülerimden çoğunu işte böyle yazdım: koca bir gün boyu yakamı bırakmayan bir kaygıyla, öykü bitene değin soluk bile almadan, bitince de bir kez bile okumaya kalmadan kendimi sokağa atıp bir başıma, artık ne Pierre, ne Michele, yalnızca kendim olarak yürüyüşe çıkarak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder