Coke - Andy Warhol

" Ülkenin en zenginiyle en yoksulunun aynı şeyi satın alma geleneğini başlatmış olması çok önemli bir şey. Televizyon seyrediyorsanız, Coca Cola'yı görürsünüz. Başkanın Coke içtiğini, Liz Taylor'un coke içtiğini... Bir düşünün siz de Coke içiyorsunuz. Coke Coke'tur ve ne öderseniz ödeyin köşe başındaki aylak herifin içtiğinden daha iyi bir Coke satın alamazsınız. Bütün Coke'lar iyidir ve bütün Coke'lar aynıdır. Liz Taylor bunu bilir, Başkan bunu bilir ve siz de bunu bilirsiniz."

Andy Warhol

(An 1890s advertisement showing model Hilda Clark in formal 19th century attire. The ad is titled Drink Coca-Cola 5¢.)

Sanatta Anlamsızlık Manifestosuna Doğru

oyunbaz olun
anlam ne yaratılır ne enjekte edilir
anlam keşfedilir


uydurun
sanat özgünlük üzerinde yaşar


duygular için yaratın
teori hakkında yeterli bilgi edinin
ama ondan yaratmayın


kendi kurallarınızı koyun
sanat tarihinizi ve felsefenizi bilin


sanatsız sanat teorisi yoktur
obsesif kompulsif olun
ve paranoyanın doğasını anlayın


hızlı olun
derin düşünmek için hiç zaman yok


kökenleri aramayın
ortasından başlayın


sadece bir fikir değil
fikirleriniz olsun


dünyaya karşı teklifsiz
ve onunla bağlantısız olmayı göze alın


gerçeği aramayın
gerçeğin faşist bir fikir olduğunu unutmayın


dikeylikten sakının
daha sonrası daha yüksekten daha ilginçtir


izleyicinin cahilliğinden faydalanmayın ve onun
üzerinden etik yapmayın
ayrıcalıklı olduğunuzu bilin
ama bu yüzden çok da suçluluk duymayın


kitleleri eğitmeye çalışmayın
pedagojik sanat yapmayın


ulaşılabilirliği amaçlayan
soyut politikalar daha yıkıcıdır


fikirlerinizin nihayetinde yerleşik kurumlarca
kullanılabileceğinin ayırdında olun


söylemeye çalışmaktan kaçının
ancak göstermek için davranın


dualizm'den uzak durun
bütün ikici mantıklardan sakının


güzel sözlerden korkmayın
ikinci bir masumiyeti arayın


kinizm tanrılara aittir


eğlenin !


(Şenol Erdoğan'ın hazırladığı
Sinema Manifestoları kitabından)


Las Meninas (1656, Valezquez)



 Kimdir Las meninas'ın önünde duran geçici kişi, resme bakan? Bir ayağı merdivenin bir üst basamağında, ötekisi daha aşağıda duran birisi: Kalmak ile gitmek arasında yer alan sürecin, baktığı sürece bakılan ve bakanının onaylayacak olan kişisi.

Valezquez'in satrancını bulmamız gerekiyor:

Resim gereçlerini içerdiğini görüyoruz ilk bakışta: Ressamı, fırçasını, boyalarını; tablosunu. Bakarken topladığımız bu ilk öğelerde Valezquez'in öne aldığı bir durum dikkatimizi çekiyor: Bir görünmeyenin (bir betimlenme alanı olduğu için) sırtını göstermesi.

Nedir göremediğimiz, Valezquez'in bize göstermediğini, bizden gizlediğini düşündüğümüz? Bir resim bu, bir başka resim: Valezquez'in önünde durduğu, üzerinde çalıştığı, bir an için içinden ayrılarak betimlediğine, betimlenene döndüğü an. Bakışımızın, yaptığı ilk toplamalardan kalkarak vardığı sonuç, gördüğü bu:

Bir görünmeyen ile karşı karşıyayız, görünenlerin yanında yer alan.

Amacımız, Valezquez'in yaptığı resmi görmek değil çünkü: Yaptığı resmin içinde yapmadığı resmi arayacağız. Bu yolda da görünmeyen'e, görmediğimizi düşündüğümüze döneceğiz:
gözümüzün karşıtlığını bulmamız gerekiyor bundan böyle.


Ressam bir adım geri atmış, bakıyor. Bakışının doğrulusunda ne olabilir? Ve, bu doğrultunun odağına yerleştirebilirsek nereye bakıyor?

Bize baktığını görüyoruz, biraz çaba gösterirsek: Dışarıya bakıyor Valezquez. Daha ötesini görebilmemiz için düşünmemiz gerekiyor görebildiklerimizin toplamını, oyunun buraya dek bulguladığımız ilkelerini yeniden, sağlamlaştırmak için, ansıyarak:

Görünmeyenin, "bize görünmediğini", şimdilik, düşündüğümüzün karşısında duran ressamın yapıt içindeki karşılığı bu henüz bilinmeyenini koruyan yüzeyden ayrılarak, bir an dışarıda, yapıtın dışarısında konaklıyor.

Bakışın doğrultusunda yer alan dışarısının karşılığı nedir?

Valezquez'in baktığı, dışarıda yer alan gölge, gerçekte bizim resmimizin , aradığımız resmin, görünmeyen alanın yüzeyine yansıttığı karşılığı.

...

Kübalı romancı Severo Sardury, "Las Meninas"a ilk elde henüz çevrilmemiş bir başyapıt olarak bakıldığını düşünüyor. Çevrilmemiş, yani bir bakıma başka bir dilde, öteki bir dilde yazılmış bir metin gibi değerlendiriyor Valezquez'in girişimini. Gerçekten de, bakma sürecini görme sürecine taşımadığınız sürece okunaksız bir metni andırıyor "Las Meninas": Bakılıyor ama tam anlamıyla görülemiyor. Valezquez'in resminde primer narsisizmin uzantılarını seçmek yoluna gidersek kimi engelleme işlemlerini bilinç düzleminde, kimilerini de alt düzlemde ressamın devreye soktuğunu ileriye sürebiliriz. İğdiş edilmeye çalışılmış bölgeler var öyleyse Las Meninas'ta. 


(Başkalaşımlar - Enis Batur)





Details


Bitik Adam - Thomas Bernhard

Uzun süre tasarlanmış bir intihar, diye düşündüm, umutsuzluğun birdenbire ortaya çıkarttığı bir durum değil.

sf. 40


 Wertheimer'i açıkça yalnız bıraktım, diye düşündüm, en bunalımlı anında ona sırtımı çevirdim, intiharı yüzünden duyduğum suçluluk düşüncesini şiddetle bastırdım, ama onun işine yaramazdım artık dedim kendi kendime, onu kurtaramazdım, intihar ...olgunluğuna erişmişti.

sf. 42

Kaygılanmayı bırakıp atom bombasını sevmeyi nasıl öğrendim

 Dr. Strangelove or: 

How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964, Stanley Kubrick)


"Nükleer strateji analizlerini okurken, bu stratejiler o kadar ince düşünülerek hazırlanmış görünüyor ki geçici bir güven hissine bile kapılıyorsunuz, ama derine indiğinizde ve konuyla daha fazla ilgilendiğinizde, bütün bu düşünceli satırların birer paradoksa sebep olduğunu fark ediyorsunuz."

Şu anda bombanın neredeyse hiçbir gerçekliği yok ve sadece mantar bulut çekimleriyle temsil edilen soyut bir hal aldı. İnsanlar öncelikle doğrudan deneyime tepki verirler, soyutlamalara değil; bir soyutlama karşısında içinde herhangi bir duygu uyanan insan bulmak zordur. Bomba herhangi bir şey olmadan ne kadar uzun süre varlığını sürdürürse, insanlar psikolojik olarak onun varlığını o kadar iyi yadsırlar. Bomba, çok başarılı bir şekilde yadsıdığımız, bir gün hepimizin öleceği gerçeği kadar soyut. Bu sebepten dolayı insanlar nükleer savaşla pek ilgilenmezler. Nükleer savaş, kent yönetiminden daha az ilgi çeken bir sorun haline geldi ve nükleer bir eylem ertelendiği müddetçe, tıpkı bankada faiz birikmesi gibi, güvenliğimizin de gittikçe arttığı yanılsaması iyice büyüyecek. Ben zaman geçtikçe tehlikenin arttığına inanıyorum, çünkü konu insanların zihninde iyice uzak bir noktaya atılıyor. Bütün elektrikler kesildiğinde aniden ortaya çıkacak paniğin nasıl bir şey olacağını kimse hayal bile edemez; tanımlanamayan şeyler bir liderin özenle hazırlanmış planlarını bir kenara atmasına sebep olabilir. Muhtemel nükleer kazaların hayal edilmesi ve bunlara karşı korunması için büyük çabalar harcanıyor. Fakat, insanların hayal gücünün bu ihtimallerin bütün permutasyonları ve psikolojik farklılıklarını kapsamlıca hayal edebilecek yetiye sahip olduğundan şüpheliyim. O savaş senaryolarını oluşturacak nükleer stratejistler gerçeklik kadar yaratıcı değiller, siyasi ve askeri liderlerse asla kendi düşündükleri kadar detaylı bilgiye sahip değiller.


Buradaki önemli nokta, nükleer enerjiyi barışçıl şekilde kullanacak olgunlukta bir medeniyetin var olup olmadığıdır.




SANATIN ZAFERİ


Geleceğin bilgisayarını anlatan hikayeyi duymuşsunuzdur: Bilimciler aylarca bu bilgisayara soracakları ilk soruyu düşünüyor ve en sonunda doğru soruyu buluyorlar:  "Tanrı var mı?" Bir anlık tuhaf sesler ve yanıp sönen ışıklardan sonra bilgisayardan bir kart çıkıyor, kartın üzerine delinerek oluşturulan harflerle şu yazılmış: "ARTIK VAR"


Ben dünyadaki hiçbir tek tanrılı dine inanmıyorum, fakat sadece bizim galaksimizde yaklaşık 100 milyar yıldız bulunduğunu, her yıldızın hayat veren bir güneşi olduğunu ve görünen evrende yaklaşık 100 milyar galaksi bulunduğunu kabul ederseniz, kişinin Tanrı'nın şaşırtıcı bir bilimsel tarifini oluşturabileceğine inanıyorum. Bir gezegenin ne çok sıcak ne de çok soğuk, sabit bir yörüngede hareket ettiği ve güneş enerjisinin gezegende bulunan kimyasallarla etkileşiminden ortaya çıkan kimyasal tepkimelere birkaç milyar yıl şans verildiği düşünülecek olursa, nihayetinde şu ya da bu  hayat biçiminin ortaya çıkacağı çok açık. Aslına bakarsanız, biyolojik hayatın ortaya çıktığı milyarlarca gezegen olduğunu ve bu hayat gelişimlerinin bir kısmının zekaya sahip olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünmek mantıklı. Güneş artık yaşlı bir deniz, gezegenleri kozmik çağın sıradan birer çocuğu, dolayısıyla evrende hem akıllı hayatın insanlardan daha düşük seviyede seyrettiği, hem insanınkine aşağı yukarı eşit olduğu, hem de bizlerden yüzlerce, binlerce yıl ötede olan milyarlarca gezegen olabilir. İnsanların birkaç bin yılda -bu, evrenin kronolojisinde bir mikro saniyeden bile kısa bir süredir - gerçekleştirdiği teknolojik gelişmeleri göz önüne alırsanız, insandan daha eski yaşama biçimlerinin geçirdiği evrimsel gelişimi düşünebiliyor musunuz? Biyolojik türlerden- insanın aklına kırılgan kabuklular geliyor- ölümsüz makinelere doğru değişim geçirmiş olabilirler; ardından, çok uzun zaman sonra, maddenin saf enerji ve ruha dönüşmüş krizalitleri haline gelmiş olabilirler. Onların sınırsız potansiyelleri ve insanların ulaşamayacağı zekaları olabilir.     

Bu sistemdeki gezegenler hakkında bildiklerimize bakacak olursak, yüzey sıcaklıkları ve daha yüksek hayat biçimlerinin yaşayamayacağı atmosferlerden dolayı, akıllı hayatın var olması ihtimal dahilinde görünmüyor. Fakat bunun tam tersini gösterip hayal kırıklığı yaratan kimi ipuçlarının bulunduğunu da itiraf etmeliyim.
...

Faniliğiyle başa çıkmayı başarmış kişiler için hayatın yaşamaya değer olduğunu düşünüyorum. Hayatın anlamsızlığı insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor.
Evrenle ilgili en ürkütücü gerçek buranın düşmanca bir yer olduğu değil, vasat bir yer olduğudur; fakat bu vasatlıkla barışık olup yaşamın, ölümün sınırları içindeki zorluklarını kabul edersek, bir ırk olarak varlığımız gerçek bir anlam ve tatmin kazanabilir. Karanlık ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun kendi ışığımızı yakmalıyız.

40'lar ve 50'ler bize Atom Bombası'nı, 60'larsa Kanun ve Düzen'i getirdi. Belki de insanların bir atom patlamasıyla ortaya çıkacak radyoaktif maddeleri solumaktan artık eskisi kadar kaygı duymamasının tek sebebi, evlerinden çıktıklarında başlarından vurulmayı daha çok düşünüyor olmalarıdır.

Bizler öyle açgözlü yaratıklarız ki, sadece bir kişinin ömrü boyunca okuduğu gazeteleri sağlamak için bile kaç ağacın kesilmesi gerekiyor? Beslenmesi için kaç hayvanın öldürülmesi gerekiyor? Ona teknolojik rahatlık sağlaması için dünyanın değerli ve sınırlı maden kaynaklarının ne kadarının tüketilmesi gerekiyor? Hem de ne uğruna? İnsan bunların karşılığında ne veriyor?

Hiçbir şey.

Sanatın zaferi.

Stanley Kubrick

A Clockwork Orange (1971, Stanley Kubrick)


Politikacılar, Medyanın ilgisini filmlerin ve televizyonun şiddeti artırdığı konusuna çekerek toplumdaki şiddetin gerçek sebeplerine eğilmekten kaçıyorlar. Oysa gerçek sebepler şu şekilde sıralanabilir:

1 İlk günah: Teolojik bakış açısı
2 Adaletsiz ekonomik sömürü: Marksist bakış açısı
3 Duygusal hüsran ve baskılar: Psikolojik bakış açısı
4 Y kromozomuna dayalı genetik faktörler. Biyolojik bakış açısı
5 İnsan - katil maymun: Evrimsel bakış açısı.

(S.K.)


İnsanın Şafağı (1968, A Space Odyssey - Stanley Kubrick)

"Evren bizim hayal ettiğimizden daha tuhaf değil; sadece hayal edebildiğimizden daha tuhaf."

Samanyolu'nun çemberinde milyarlarca yıldız dönüyor ve uzun zaman önce diğer güneşlerin gezegenlerindeki ırklar bizim ulaştığımız noktalara ulaştı, hatta geçti. Yaratılış'a kadar geçmişe giden bu medeniyetleri, sadece birkaç gezegende hayat olan genç evrenin efendilerini bir düşünün. Onlarınki bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir yalnızlık olmalı, sonsuzluğa bakan ve düşüncelerini paylaşacak kimseyi bulamayan tanrıların yalnızlığı.

Tıpkı bizim gezegenleri araştırdığımız gibi yıldız kümelerini araştırmış olmalılar. Her yerde gezegen olabilirdi; bunlar boş ya da sürünen, akılsız şeylerle dolu olabilirdi. Dünya da böyleydi, Pluton’un ötesindeki boşluktan süzülüp gelen bilinmeyen halkların o ilk gemisi gezegenimize vardığında, büyük yanardağların dumanı hala gökleri kirletiyordu. Hayatın onların kaderlerinde bir rolü olmayacağının bilinciyle donmuş dış gezegenleri geçti. Dinlenmek için iç gezegenlere geldi, güneşin ateşinde ısınıp hikayelerinin başlamasını beklediler.

Bu gezginler, ateş ile buz arasındaki dar hatta güvenle yol alarak Dünya'ya göz atmışlar ve bu gezegenin güneşin çocuklarının en iyisi olduğuna karar vermiş olmalılar. Burada, uzak gelecekte, akıl olacaktı; fakat yine de önlerinde sayısız yıldız vardı ve bu gezegenle bir daha karşılaşmayabilirlerdi.
Bu yüzden geriye bir gözcü bıraktılar, evrene serpiştirdikleri milyonlarcasından sadece biri, gezegenlerdeki hayat olması ihtimalini gözlemliyor. Yüzyıllar boyunca sabırla, henüz kendisinin kimsenin keşfetmediğine dair sinyal gönderen bir işaret kulesi.

Astranot sözlerini şöyle bitiriyor:

Samanyolu'na, casusların, o küme halindeki yıldız bulutlarının hangisinden geldiğini düşünmeden bakamıyorum. Bu kadar sıradan bir benzetmeyi hoş görürseniz, yangın alarmını kurduk ve beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.
Uzun süre beklememiz gerekeceğini sanmıyorum.


"The Sentinent"
Arthur Clarke’ın 2001 A Space Odysess filmine konu olan hikayeden







Sigmund Freud'la Görüşme

"Yetmiş yıl bana yaşamı neşeli bir alçakgönüllülükle kabullenmeyi öğretti."

Bunu söyleyen, ruhun derinliklerinin kaşifi Avusturyalı Profesör Sigmund Freud'du. Freud'la şık Viyanalıların sayfiye yeri olan Semmering'deki (Avusturya Alpleri'nde bir dağ) yazlığında görüştüm.

"Varolmayı tükenip gitmeye tercih ediyorum hala" diyor Freud, "yaşlılık, belki de bu bize tanrıların bir lütfu, yaşlandıkça yaşamı çekilmez hale getiriyorlar ki sonunda ölümü daha kolay kabullenelim."

Psikanalizin babası kaderin kendisine karşı kötü niyetli olduğunu kabul etmiyor.

"Evrensel düzene karşı isyan etmem" diye devam ediyor sözlerine."Her şey bir yana, yetmiş yılı aşkın bir süredir yaşıyorum. Yeterince yiyeceğim oldu. Birçok şeyden keyif duydum -karımın, çocuklarımın yoldaşlığından, güneşin batışından. Baharları bitkilerin büyümesini seyrettim. Zaman zaman dost bir elin kavrayışını hissettim. Beni hemen hemen anlayan birkaç insanla tanıştım. Başka ne isteyebilirim?"

Evin dik bahçesindeki küçük patikada aşağı-yukarı yürüyorduk. Freud duyarlı elleriyle bir çiçek demetini okşadı.

"Ölümümden sonra bana olacaklardan," dedi, "çok daha fazla bu çiçekler beni ilgilendiriyor."

"Öyleyse aslında kötümsersiniz?"

"Kötümser değilim. Hiçbir felsefi düşüncenin yaşamdaki basit şeylerden zevk almamı engellemesine izin vermem."

"Ölümden sonra kişiliğin herhangi bir şekilde devam edeceğine inanıyor musunuz?"

"Bu konuyu hiç düşünmedim.Yaşayan her şey ölür, ben neden ölmeyeyim?"

"Bir biçimde geri dönmek, toz haline geldikten sonra tekrar yaşam bulmak ister miydiniz? Başka bir deyişle ölümsüz olmayı hiç mi arzulamıyorsunuz?"

"Açıkçası hiç arzulamıyorum. Bütün insan davranışlarının altında yatan bencil güdüleri tanıdığınızda, geri dönmek için en ufak bir arzu duymuyorsunuz. Bir döngü içinde hareket eden yaşam da diğerinin aynı olurdu.
Üstelik Nietzsche'nin deyişiyle ebedi dönüş bizi etten giysimizle birlikte yeniden yaşama döndürecek olsaydı bile, bellek olmadıkça bunun ne yararı olurdu? Bu durumda geçmişle gelecek arasında hiçbir bağlantı olmazdı.
Bana gelince, yaşamın bitmez tükenmez dertlerinin nihayet sona ereceğini bilmekten hoşnutum. Yaşamımız ister istemez bir dizi uzlaşmadan, ego ile çevresi arasındaki sonu gelmez mücadeleden ibaret. Yaşamı gereksiz yere uzatma isteği bana saçma geliyor."


"Meslektaşınız Steinach'in insan yaşamı döngüsünü uzatma çabalarını onaylamıyor musunuz?"

"Steinach yaşamı uzatmaya çalışmıyor. Yalnızca yaşlılığın sıkıntılarıyla mücadele ediyor. Steinach'ın müdahalesi kimi zaman kanser gibi talihsiz biyolojik kazaları ilk aşamalarında durduruyor. Yaşamı daha yaşanabilir kılıyor ama onu yaşamaya değer hale getirmiyor. Daha uzun yaşamayı istememiz için hiçbir sebeb yok. Ama mümkün olan en az rahatsızlıkla yaşamak istememiz için her türlü sebep var. Mutlu olduğumu söyleyebilirim, çünkü ağrı duymuyor olmaktan, yaşamın küçük zevklerinden, çocuklarımdan ve çiçeklerimden memnunum.

...

Ölüm biyolojik bir zorunluluk olmayabilir, belki de ölmek istediğimiz için ölüyoruz.
İçimizde aynı kişiye karşı hem nefretin hem sevginin bulunması gibi, bütün yaşam da kendini sürdürme arzusunu kendini yok etme arzusuyla birleştirir. Gerilmiş bir lastik parçasının ilk biçimine dönme eğiliminde olması gibi, bütün canlı madde de, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, inorganik maddenin tam ve mutlak ataletine dönmeyi özler. Ölüm arzusuyla yaşam arzusu içimizde yan yana bulunur.

Ölüm sevginin ortağıdır. Dünyayı birlikte yönetirler. Haz ilkesinin ötesinde kitabının mesajı bu.

Biyolojik olarak, her yaşayan varlık, içinde ne kadar şiddetli bir yaşam ateşi yanarsa yansın, Nirvana'yı özler, yaşam denen hummanın sona ermesini, İbrahim'in bağrını özler. Bu arzu dolambaçlı sözlerle gizlenebilir ama gene de yaşamın nihai hedefi kendi tükenişidir."


"Ama bu kendini yok etme felsefesi" diye itiraz ettim. " Kendini öldürmeyi haklı görmeye varır bu.Mantıksal olarak, Eduard von Hartmann'ın betimlediği intihar dünyasına götürür."

"İnsanlık intiharı seçmez, çünkü varlığının yasası onun nihai amacına dolaysız bir yolla ulaşmasından nefret eder. Yaşamın kendi varoluş döngüsünü tamamlaması gerekir.Her normal varlıkta yaşam arzusu ölüm arzusunu dengeleyecek kadar güçlüdür, ama sonunda ölüm arzusunun daha güçlü olduğu ortaya çıkar.

Ölümün bize kendi irademizden geldiği fikriyle kendimizi avutabiliriz. Ölümü altedebilmemiz münkündür, ama bağrımızdaki müttefiğini değil."


"Bu anlamda" diye ekledi Freud, "her ölümün kılık değiştirmiş bir intihar olduğunu söylemekte haklı olabiliriz."

...

George Sylvester Viereck

The Garden of Earthly Delights - (1503, Hieronymus Bosch)



Dünyevi Zevkler Bahçesi


Geçicilik Üzerine - Freud

Yazıda adları geçmeyen sessiz sakin arkadaş Lou Salome
ve genç ama meşhur pesimist şair de Rilke. Freud bu iki isimle yaptığı
bir kır gezintisinden sonra aşağıdaki yazıyı kaleme alır:


Viyana, Kasım 1915


Bir süre önce sessiz sakin bir arkadaşım ve genç ama meşhur bir şairle birlikte çiçeklerin tomurcuklandığı güzel bir kırda gezintiye çıktık. Şair doğanın güzelliğine hayran kaldı ama zevkini çıkaramadı. Bütün bu güzelliğin, insanın elinden çıkma bütün güzel ve muhteşem şeyler gibi, yok olmaya mahkum olduğu düşüncesi onu rahatsız etmişti. Bir zamanlar inandığı ve hayranlık beslediği her şey ölüme mahkum olduğu için değerini yitirmişti.

Bütün güzel ve mükemmel şeylerin çürüyecek olması, bildiğimiz gibi, insanın zihninde iki farklı tepkiye yol açar. Biri genç şairinki gibi acı verici bir mutsuzluktur, diğeri de bu aşikar gerçeğin inkarı. Hayır! Doğanın ve Sanatın, duyu dünyamızın ve dış dünyanın bütün bu güzelliklerinin gerçekten de yok olacak, hiçliğe dönüşecek olması imkansız. Buna inanmak çok duyarsız ve küstahça olurdu. Bir biçimde bu güzelliğin bütün yıkıcı güçlere direnmesi ve onları alt etmesi gerekiyor. Ama bu ölümsüzlük talebi, kuşku götürmez biçimde, gerçekliğe sahip çıkmak isteğimizin bir sonucudur: acı olan yine de gerçek olabilir. Her şeyin geçici olduğunu çürütmenin bir yolunu bulamadığım gibi, güzel ve mükemmel olanın lehine bir istisnanın olduğu konusunda da ısrar edemedim. Ama bu kötümser şairin geçiciliğin güzel olanın değerini azalttığı yolundaki görüşüne itiraz ettim.

Aksine arttırır! Fanilik değeri, nedret değeridir. Haz alma olasılığının sınırlanması hazzın değerini arttırır. Güzelliğin geçiciliğinin o güzelliğin bize verdiği hazzı kesintiye uğrattığı düşüncesinin anlaşılmaz olduğunu söyledim. Doğanın güzelliğine gelince, kışın yok ettiği her güzellik bir sonraki sene tekrar gelir; o halde hayatımızın uzunluğunu kıstas alarak bu güzelliğin sonsuz olduğunu söyleyebiliriz. İnsan bedeninin ve yüzünün güzelliği hayat süresince yavaşça yok olur ama bu geçiciliği taze bir cazibe katar ona. Sadece tek bir gece açan çiçeği sırf bu yüzden daha az güzel bulmayız. Bir sanat eserinin veya entelektüel bir eserin salt zamansal sınırlılığı nedeniyle güzelliğinin veya mükemmelliğinin değerini niçin kaybetmesi gerektiğini de anlayamıyorum. Bugün hayranlık beslediğimiz resimlerin ve heykellerin toza dönüşüp yiteceği günler de gelecek; ya da bizden sonra gelecek olan nesil şairlerimizin ve düşünürlerimizin eserlerini artık anlamayacak veya dünya üzerindeki bütün hayatın sona erdiği bir jeolojik döneme girilecek, ama bütün bu güzelliğin ve mükemmelliğin değerinin tek kıstası bizim duygusal yaşamımızdaki önemi olduğundan, bizden sonra da hayatta kalmasına gerek yoktur; mutlak süreden bağımsızdır.


Bunların su götürmez gerçekler olduğunu düşündüm ama ne şair ne de arkadaşım üzerinde bir etki bırakamamış olduğumu fark ettim. Başarısızlığımdan, muhakemelerinin güçlü bir faktörün etkisi altında olduğunu çıkarsadım ve sanırım daha sonra bu faktörün ne olduğunu keşfettim.Güzellikten haz almalarını engelleyen, yasa başkaldırıyor olmalarıydı. Bütün bu güzelliğin geçici olduğu fikri bu iki duyarlı zihne güzelliğin kaybının yasını önceden tattırıyordu ve zihin acı veren her şeyden kendini dürtüsel olarak geri çektiğinden, güzellikten aldıkları hazzın bu güzelliğin geçici olduğu düşüncesiyle kesintiye uğradığını hissediyorlardı.


Sevdiğimiz veya hayranlık beslediğimiz bir şeyin kaybının yasını tutmak meslekten olmayan bir insan için o kadar doğal bir şeydir ki, bunu aşikar olduğunu düşünür. Ama psikologlar için yas kocaman bir bilmece, kendi üzerinden açıklanamayan ama başka bilinmezliklerin kaynağı olan olgulardan biridir. Belli ki, gelişimin ilk evrelerinde kendi benliğimize yönelen belli bir sevgi kapasitemiz var - buna libido adını veriyoruz. Daha sonra, yine gelişimin oldukça erken bir evresinde, libido benlikten nesnelere yönelir ve böylece bu nesneler benliği içine alır. Bu nesneler zarar görür veya kaybedilirse sevme kapasitemiz (libidomuz) bir kez daha özgürleşmiş olur; o zaman ya başka nesneleri içine alır ya da geçici olarak egoya yönlenebilir. Ama libidonun nesnesinden ayrılışının bu kadar acı veren bir süreç olmasının nedeni bizim için hala bir muammadır ve şu ana değin bunu açıklayabilecek herhangi bir hipotez oluşturamadık. Sadece libidonun nesnesine tutunduğunu ve elde bir ikame varken bile kayıp nesnelerden feragat etmediğini görüyoruz. İşte yas da böyledir.

The Morning - Jan Saudek

1990

Freud'un Sanatçı Tanımı

Sanatçı yapısı bakımından içe dönüktür; nevroza uzak sayılmaz. Aşırı derecede güçlü içgüdüsel gereksinimlerin baskısı altındadır. Onur, güç, servet, ün ve kadınların sevgisini kazanmak ister; ama bu doyum olanaklarından yoksundur. Sonuçta, doyumsuz başka herkes gibi, gerçekliğe sırt çevirerek tüm ilgisini ve libidosunu, nevroza yönelebilecek olan kendi fantezi yaşamının dileklerini gerçekleştirmeye aktarır.

Çocuk oyun oynarken ne yaparsa, yaratıcı yazar da aynını yapar. Adamakıllı ciddiye aldığı –yani, büyük oranda duygu yüklediği- ve gerçeklikten tümüyle ayrı tuttuğu bir fantezi dünyası yaratır.

Mutlu bir kişinin hiçbir zaman fantezi kurmadığını, bunu ancak doyumsuz birinin yaptığını ileri sürebiliriz. Fantezileri güden güçler doyuma ulaşmayan dileklerdir ve fantezilerin her biri bir dileğin gerçekleşmesi, doyum getirmeyen gerçekliğin düzeltilmesidir. Bu güdücü dilekler fanteziyi kuran kişinin cinsiyetine, karakterine ve koşullarına göre değişkenlik gösterir; ama doğal olarak iki ana grupta toplanabilir. Bunlar ya kişinin kişiliğini daha yüksek kılmaya yarayan başarı fantezileri ya da erotik fantezilerdir.


“Yazarlık bir meslek değil, bir mutsuzluk uğraşıdır. Bir sanatçının mutlu olabileceğini hiç sanmıyorum.” Simenon

A Single Man (2009, Tom Ford)







Un Chant d'Amour (Jean Genet, 1950)

Huzursuzluk Kitabı (sf. 462)

Kalıcı olmak bir Arzu'dur, sonsuzluk ise bir yanılsama.

Ölümün olgularıyız biz, ölümün olgularıdır yaşadıklarımız. Ölü doğar, ölü yaşarız; çoktan ölmüşüzdür, Ölüm'e girerken.

Her canlı varlık yaşar, çünkü değişir; değişir çünkü gelip geçer; ve gelip geçtiği içindir ki, ölür.Her canlı varlık durmaksızın başka şeye dönüşür ve sürekli reddeder kendini, hayattan saklanır.
Hayat bir fasıladır yani, bir bağ, bir ilişki, ama geçmiş olanla geçecek olan arasında bir ilişki, ölüm ile ölüm arasında ölü bir fasıla.

... Zeka, görünenin, başıboşluğun bir yalanı.

Maddenin hayatı ya katıksız düştür ya da zekamızın ürünlerini de, heyecanlarımızın nedenlerini de görmezden gelen atomların basit bir oyunu. Demek ki hayatın özü bir yanılsamadır, bir hayal; bir arı varlıktır ya da yok-varlık, hiç olma yanılsaması, hayali de bu durumda yok-varlık olmalı; hayat ise, ölüm.

Ne kadar da boştur gözlerini ölümsüzlük yanılsamasına dikip didinmek! "Ölümsüz şiir" deriz; "asla ölmeyecek sözler. "Ama yeryüzü gerçekten soğuyunca sadece üzerini kaplayan canlıların değil, ayrıca...

Bir Homeros, bir Milton, yeryüzüne çarpacak bir kuyruklu yıldızdan daha güçlü değildir.

The Female Nude - Lucien Clergue




Anarşist - Fernando Pessoa


"Anarşist ne ister? Özgürlük. Kendisi ve başkaları için, tüm insanlık için özgürlük. Toplumsal kurguların ya da kısıtlamaların etkisinden kurtulmuş olmak ister; özgür olmak ister, tıpkı dünyaya geldiğinde olduğu gibi, tamamen adil koşullarda olması gerektiği gibi; üstelik bu özgürlüğü hem kendisi hem de diğer herkes için ister. Doğa karşısında bütün insanlar elbette eşit olamaz; büyükler ve küçükler, güçlüler ve zayıflar, zekiler ve daha az zekiler vardır... Ötekiler de, herkes kendi arasında eşit olabilir; bunu engelleyen şey, toplumsal kurgulardır, dolayısıyla bu kurguları yok etmek gerekir.

Ben anarşizmden insanlar arasında yalnızca doğanın yarattığı farklılıkların ya da eşitsizliklerin olması gerektiğini; Doğa'nın bize yüklediğinden başka bağların ya da kötülüklerin insanlara dayatılmaması gerektiğini; ve sonuç olarak, ister aristokrasi olsun, ister para, eşitsizlik yaratan tüm toplumsal sözleşmelerin, tüm kastların ortadan kaldırılmasını yüksek sesle ve güçlü biçimde savunan aşırılıkçı bu toplumsal öğretiyi anlıyorum. Aynı zamanda, Doğa'ya aykırı tüm toplumsal sözleşmeler, vatanlar, dinler, evlilik, vesaire de ortadan kaldırılmalıdır.

Anarşizm, insanın kalbine Doğa'nın yerleştirdiği doğal dinsizliktir."

Perspective of Nudes - Bill Brant




Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir - Carl Sagan

Sık sık "Dünyadışı zeka olduğuna inanıyor musunuz?" sorusuyla karşılaşıyorum.Verdiğim yanıt, standart savları içeriyor: Uzayda çok sayıda yıldız var, yaşam molekülleri her yerde mevcut; milyarlarca ifadesini de kullanmayı unutmuyorum kuşkusuz.

Sonra da evrende bizden başka varlık olmaması görüşünün benim için çok garip olduğunu, ama henüz olduğunu kanıtlar yönde güçlü verilere de rastlamadığımızı belirtiyorum.

Genellikle, ardından şu soru geliyor:"Kişisel görüşünüz nedir?"

Ben de, "Kişisel görüşümü az önce belirttim size" diyorum.

"Evet, anlıyorum, ama içgüdüleriniz ne söylüyor size?"

Ama benim düşüncelerimi içgüdülerim yönlendirmiyor. Dünyayı anlamak konusunda ciddiysem, ne denli haz verici olursa olsun, düşünmek için beynimden başka bir araca başvurmak başımı derde sokar. Gerçekten yargıya varmak için kanıtı beklemenin hiçbir sakıncası yok; sizi temin ederim.


Milyarlarca ve milyarlarca...

Female Nude İn the Ocean - Lucien Clergue




Modern Kültürün Soytarıları - Nietzsche

Ortaçağ saraylarının soytarıları, bizim kütür sanat sayfası yazarlarımıza denk düşüyor: ikisi de aynı türden insanlar, yarı akıllı, esprili, abartılı, ebleh, bu arada tek varlık nedeni, ruh halinin tutkusunu akla gelen fikirlerle yumuşatmak ve büyük olayların son derece ağır ve vakur çan seslerini boğmak; eskiden prenslerin ve soyluların hizmetindeydi, şimdi partilerin hizmetinde. Ne ki, modern edebiyatçılar zümresinin tamamı, - kültür sanat sayfası yazarlarına çok yakındır, "modern kültürün soytarıları"dır onlar.


İnsanca Pek İnsanca
 kitabından

Nude - Henri Cartier Bresson



 "Fotoğraf gerçek dünyadaki bir ritmin algılandığını ima eder. Göz tarafından verilen karar basitçe filme kaydedilir. Bakarız ve bir fotoğraf oluştururuz gözümüzde; kendi içinde bütünlüğü olan ve tek bir bakışla algılanan bir resim gibi.

Bir fotoğrafta kompozisyon, gözle görülen unsurların eşzamanlı birleşmesinin, organik eşgüdümünün bir sonucudur."

 H.C.B.




Evren'de Yalnız mıyız ?

Yeryüzünde hayatın nasıl başladığını 2050'ye kadar çözemememizin şaşırtıcı olacağı görüşündeyim. O sırada elimizde doğrudan dünya dışı kanıtlar olmasa bile, başka gezegenlerde bir tür basit hayatın ortaya çıkmış olmasının ne kadar olası olduğunu değerlendirebileceğiz. Ama böyle bir durum daha çetin olabilecek ikinci bir soruyu ucu açık halde bırakır: "Eğer basit hayat doğmuşsa, zeki diye kabul edebileceğimiz bir varlığa doğru evrim gösterme şansı ne kadardır?"

Güneş sistemimizin başka bir kesiminde ileri bir hayatı şu anda hiç kimse beklemiyor; ama güneşimiz sırf Samanyolu'ndaki milyarlarca yıldızdan sadece biridir. Diğer yıldızların yörüngesinde dolanan gezegenler, Mars'ta bulabileceğimiz şeylerden çok daha ilginç ve egzotik hayat biçimlerini barındırıyor olabilir mi? Hatta bu gezegenlerdeki zeki kabul edebileceğimiz bir takım varlıklar yaşıyor olabilir mi? Evrenin genelinde ilkel hayat yaygın olsa bile, ileri hayat ortaya çıkmamış olabilir. Bana kalırsa, şu anda agnostisizm bu konuya ilişkin tek rasyonel tutum. Hayatın kökleri hakkında henüz zeki uzay yaratıklarının olası olup olmadığını söylemeye yetecek kadar bilgi sahibi değiliz - doğal seçilimin "tek noktaya odaklı" mı olduğu, yoksa yeryüzünde yeni baştan işlediği zaman farklı bir sonuç mu vereceği konusundaki bilgimiz daha da az.

Martin Rees



***



Güneş sisteminin doğuşu, dünya ile ayın ortaya çıkışı ve gezegenimiz üzerinde yaşamın gelişimine dair tüm bildiklerimiz, kendi kendine çoğalabilen organizmaların kısacık bir zaman aralığında cansız maddelerden türediğini gösteriyor. Gezegenlerin oluşumu -ağır bombardıman diye bilinen dönem- bundan yaklaşık 3,8 milyar yıl önce, dünyanın oluşumundan hemen hemen 800 milyon yıl sonra sona erdi. Bu da ayın yüzeyinde gördüğümüz büyük darbe çukurlarının oluşumu ve katılaşmasıyla, ayrıca yerküre üstünde felakete neden olan en son darbelerin oluşumuyla aynı döneme denk düşüyor. Yerküre ortamının durulması ve yaşayan organizmaların gelişimine uygun hale gelişi ancak bundan sonra gerçekleşti.


En basit biyolojik yapı ve süreçlerin muazzam karmaşıklığına ve cansız atomlardan canlı moleküler yapıların evrilmesi için gerçekleşmiş olması gereken uzun ve karmaşık kimyasal olaylar zincirine rağmen, elverişli ortamın doğmasıyla birlikte, dünyadaki yaşamın hızla geliştiği sonucuna varmak kaçınılmaz görünüyor.

Güneş sisteminin ortaya çıkışına neden olan, esasen yerçekimi kaynaklı olayların, galaksimizde ve tabi tümevarımsal çıkarım gereği, evrendeki tüm galaksilerde yaygın olduğuna dair kanıtlar gittikçe artıyor. Evren çok ama çok büyük. Yalnızca görülebilir evrendeki inanılmaz sayıdaki galaksiyi, bu galaksilerde yer alan güneş benzeri yıldızları, o yıldızların yörüngesindeki yaşanabilir olmaya yatkın gezegenlerin sayısını ve bizim kendi yaşanır gezegenimizde yaşamın ne denli kolay geliştiğini düşününce, karanlık madde, süpernova ve karadeliklerin yanısıra, yaşam denen şeyin de evrenimizin temel unsurlarından biri olması ihtimali yüksek gibi görünüyor.


Carolyn Porco



Gelecek 50 Yıl
kitabından

Sarı Zeybek (Can Dündar)



onu özlüyorum
aslında onu hiç görmedim
yüz yüze gelmedim
ama onu tanıyorum
sesini cızırtılı bantlardan dinledim
hep siyah beyaz filmlerde gördüm yüzünü
çelik bakışlarını şiirlerde okudum
onu yaşıyorum
özlü sözlerini okudum köşe başlarında
adını her sabah okul sıralarında andım
şimdi 55 yıl sonra
onunla son yolculuğa çıkıyorum bir kez daha
onun geçtiği yollardan geçiyorum
yollarda bıraktığı anıların izini sürüyorum
çektiği acıları burnumda taşıyorum
onu arıyorum...

Can Dündar