In Memory Of Charlie Chaplin (1889 - 1977)

Hayatının son yıllarında tamamen içine kapandı.Annem çok üzülüyordu. Bir zamanlar çok canlı ve çok önemli biri olan babamın öylece eriyip gitmesi onu çok üzüyordu. Ama babam huzurlu görünüyordu.Yavaş yavaş kendini geri çekiyordu ve ölümü de bu çekilişin son aşaması oldu. Onunkisi yüzyılın yüzüydü. Onunkisi yüzyılın hayatıydı. Arzusu ve enerjisiyle, ve tabii dehasıyla kendi zamanının sevinçlerini ve acılarını anlatmıştı Ve aşklarını ve dehşetini ve tabii bulabildiği komik yanları.Mükemmel değildi. Huzursuz ve acı çeken bir adamdı.
Kısaca, o da bir insandı ama bize kendi insanlığımızı anlatma yetisiyle donanmış bir insan.

Michael Chaplin




"Tek kurtuluş, yalnızlık. O zaman da hayal dünyası en büyük gerçeklik; gerçek dünya ise bir yanılsama oluyor. Kütüphaneme gidiyor ve büyük soyut düşünürlerle yaşıyorum -Spinoza, Schopenhauer, Nietzsche ve Walter Pater.


Varoluşun amacı nedir? Bilmiyorum. her şeyi olduğu gibi kabul ediyorum. İnsanın kendini bu tip sorgulamalara adamasının ne değeri var ki? Burada olmamız, daha önce olan her şeyin sonucunda bizim ortaya çıkmış olmamız yeterli. Yarın ne olacağının ne önemi var? Biz söz konusu olduğumuz sürece, bizler çağların tacıyız. Her birimiz kendimizi, evrim sürecinin kusursuz birer meyvesi sayabiliriz. Yaşamak için bu dünyadayız -bu yeterli."  

Ben 'hayaletlere' inanmıyorum. Ne kafamda, ne de orada dışarıda hayalet var. Ruhsallığa inanmıyorum ve açıkçası ölümden sonraki hayata da inanmıyorum. Hayat buradaki haliyle yeterince ilgi çekici -elimizden geldiğince faydalanabilelim bu hayattan."

Charles Spencer Chaplin
(1889 - 1977)



Andre Bazin'den Charlie Chaplin

Şarlo bir yerlere gitmelidir, daima. 




Günümüzde, antik kahramanları, tamamlanmış, yani serüvenleri ve trajik olayları nihai olarak belirlenmiş edebi eserlerden tanımaktayız. Şarlo ise her an yeni bir filme konu olma özgürlüğüne sahiptir. Yaşayan Chaplin, Şarlo tiplemesinin yaratıcısı ve kefili olmaya devam ediyor.

Chaplin'in en iyi filmlerinin, tekrar tekrar seyredilebilmesi anlamlıdır. Bu hiç kuşkusuz, belli gaglardan kaynaklanan seyir zevkinin tükenmeyecek kadar yoğun olmasına, ama özellikle de onun güldürü türünün ve estetik değerinin sürprizlere dayalı olmamasına bağlıdır. Sürpriz, ilk seyirden sonra yerini daha çok incelmiş bir zevke bırakır. İşte bu, mükemmelliğin yeniden keşfidir!

  Her başyapıt, çeşitli anlatım yollarıyla doğrulanabilecek, bitmek tükenmek bilmez bir objedir. Chaplin'in fikirleri, Homer'in veya Shakespeare'in fikirlerinden daha önemli değildir. Önem taşıyan bizzat yapıtların kendisidir!

Andre Bazin
(Es Yayınları, Bir Charlie Chaplin Kitabı isimli
kitaptan)

Chaplin & Charlot


"Anlatacak çok şey yok, yirmi beş yıl önce bir Londra banliyösünde doğdum. Başka yapacak bir iş bulamayacakmışım hissine kapıldığımdan sahneye çıktım. Hem babam hem de annem sahnedeler, aile ağacının izini sürebildiğim kadarıyla bütün atalarım da sahnedeymiş. Sahnede doğdum denebilir."




"Kesinleşmiş, iyice belirginleşmiş silüetim, ilk bakışta tanınacak bir görünüşüm yoktu henüz. Bazen bir keçi sakalı takarak, upuzun bir şapka, cilalı kunduralar ve gri bir redingot ile oynuyordum... Ancak birkaç hafta sonradır ki, sahneyi bıraktığım zaman çıkarıp bir yana koyduğum müzikhol giysilerimi ilk filmimde tekrar giydim. Ondan beri, bu giysileri çıkarmaz oldum. Bu Tramp =avare, kopuk, giysileriyle çalışmaya başlar başlamaz daha bir rahatlık duyar olmuştum. Köşe başlarını dönerken tek ayakla koşma numarasını da o zaman buluverdim."


Şarlo'da giysi ile kişilik birbirlerine çok yakından bağlıdır ve biri ötekini belirler. 

Bu giysi sokaktaki adam anlayışımın anlatımında bana yardımcı oluyor. Bununla herhangi bir insanı ya da doğrudan doğruya kendimi anlatabiliyorum. O çok ufak melon şapka soylu görünme çabasıdır. Büyük bir övünme aracıdır. Çok düğmeli dar ceket, baston ve tüm jestler, canlılık, gösteriş ve kibarlık izlenimini vermeye yönelir. Bu, dünyaya kahramanca karşı çıkmaktır, karşı çıkmaya çalışmaktır, bir anlamda blöf yapmaktır. Ve sokaktaki adam bunu bilir. Hatta bunu o denli bilir ki kendi kendisiyle alay edebilir ve kaderi yüzünden kendi kendine biraz da acır, acıyabilir.


Birçok kimse, canlandırdığım tipi nereden esinlendiğimi sormuştur. Tüm söyleyebileceğim şey şu: Londra'da oturduğum sırada orada gördüğüm birçok ingilizin karışımı, bireşimidir bu tip, bu fikrin kaynağı.

Şarlo'nun (Charlot) tariflere sığmaz pantolonu zihnimde geleneksele karşı bir başkaldırıyı, bıyığı insanın kendini beğenmişliğini, şapkası ve bastonu asilleşme çabasını, ayakkabılarıysa sürekli önüne çıkan engelleri temsil ediyordu. Ama gitgide daha insanileşmekte ve şeylerin özüne biraz daha yakınlaşmakta ısrar etti.




Konuşmadı, Ona nasıl bir ses vereceğimi hiç bilemedim. O cümleleri nasıl kurardı ki? Bu yüzden Şarlo bunu kabullenmek durumundaydı. Üzgünüm.

Her filmimde hayatımdan bir sahne vardır: Altına Hücum'da benden bir şeyler bulabilirsiniz. Bu filmin bir sahnesinde ben bir milyonerim. Yine de yerde duran bir izmariti almak için eğilmekten kendimi alamıyorum. Sanırım gençliğinde çok zorluklar yaşamış pek çok kişi böyle ani dürtülere kapılıyordur. Her gece bütün ışıklar sönmüş mü diye evin her tarafını gezen zenginleri düşünün. Oysa, ertesi gün bir seyahate çıkarken, sırf yatağında fazladan bir pamuklu yorgan bulunsun diye ve bunun gibi konforlar için, özel bir demiryolu aracı kiralayacaktır belki!


Filmlerimin hiçbiri için insanların -bir mendil çıkardı, katladı, başını eğip gözlerini sildi- işte bu. Muhteşem bir an dediğini sanmıyorum. Çünkü bardağı taşırmam. Sezdirmek, muhteşem ana, merhamet ve acıma duygularını uyandıracak o nihai ana yaklaşmak daha hoştur, ardından yolunuza devam edersiniz. Bardağı taşırmaktan nefret ederim, korkarım da.


Charlie Chaplin

"Swing Little Girl" By Charlie Chaplin


Swing little girl
Swing high to the sky
And don't ever look at the ground

If you're looking for rainbows
Look up to the sky
You'll never find rainbows
If you're looking down

Life may be dreary
But never the same
Some day it's sunshine
some day it's rain

Swing little girl
Swing high to the sky
And don't ever look to the ground

If you're looking for rainbows
Look up to the sky
But never
No, never
Look down


Charlie Chaplin playing the cello 1915

Charlie Chaplin & Buster Keaton

"Sahne ışıklarının büyüsünde ömür
geçer, yerini gençlik alır."

Buster Keaton ve Charlie Chaplin ilk ve son kez
Sahne Işıkları filminde biraraya gelmişler...



İyi niyetli bir inceleme, Chaplin'in Keaton'dan sonsuz büyük olduğu sonucuna götürür, çaresiz. Doğrusu istenirse, her türlü karşılaştırma boşunadır. Çünkü Latin duygusallığı Anglosakson kafasının tam zıddı olduğundan, yaradılışları huyları o kadar ayrıdır ki... Keaton'un sanatının günümüz duyarlığına daha iyi cevap verdiği doğrudur. Filmlerinin önceleme -filmi yönü ile, komik sahnelerinin anlamsız ve aşırı güldürücülüğü ile modern anlamsızlık saçmalık zevkine Keaton daha iyi uymaktadır. Ama daha önce de söylediğim gibi, nesnel dünyanın gizlerini ya da başkaldırışını  göstermek ve insanın mekanikleşmesinden yararlanmakla yetinen Keaton, hiçbir toplumsal görüşe, insancıl açıya varmaz. Kendisi de bir kukladır, deha sahibi bir kukla, filmlerinin değeri özellikle şahane bir gülüt tekniğinden ileri gelen bir kukla. Buna karşılık Şarlo'nun tükenmez zenginliği, çeşitliliği vardır ve iyi filmleri özlerinden hiçbir şey yitirmeden defalarca seyredilebilir.

Marcel Martin
(ŞARLO isimli kitaptan,
 Bilgi Yayınevi, 1972) 






Limelights (1952, Charlie Chaplin)


- Niye ölmemi engellediniz?


- Aceleniz ne?


- İnsan bilincinin gelişmesi
milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz?

Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var.

Bugün varsın, yarın yoksun.



- Beni niye kurtardınız?
Ölseydim sorun bitecekti.


- Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz
ve bundan faydalanmaya bakın.


- Söyleyin bana.
Yaptığınızın sebebi...


- Evet...


- Nedir?


- Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.


- Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için
yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup
hep kaya kalmak istemesi gibi.



Limelights (1952, Charlie Chaplin)


- Savaşmaya değer ne var?

- Gördün mü, itiraf ettin.Savaşmaya değer ne varmış

Herşey!
Yaşamın kendisi.
Bu yetmez mi?
Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak.İşte hayat.
Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir.
Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık
ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz
bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var.
Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.


...


-Biliyor musun, sana öğüt ve moral
vermek beni de etkiledi. Söylediklerime ben de
inanmaya başladım.




Charlie Chaplin in Kid Auto Races at Venice (1914)

İnanması güç ama bir zamanlar Charlie Chaplin'siz bir dünya vardı. Derken 1914'te bir gün, kalabalıkta bir yüz belirdi. Venedik'teki Otomobil Yarışları'nda, bir ikon doğdu.

Chaplin'in kişiliği çok zengin ve çok farklı şeylerin bileşimidir.
Aynı zamanda hep kameranın önünde olmak gereksinimi duyar. Önemli olan, kamera önünde olmaktan hoşlanmasıydı. Onu kenara iterler ki,
yarışları çekebilsinler. O hep geri gelir, çünkü görülmek ister.
Kameranın önünde olma tutkusu...seyirciyi tutsak eder. Bu bir tür bilgeliktir. Belki ne yaptığının farkında değildi.Görülmek, merkezde olmak arzusunu tatmin ediyordu. 24 yaşındaydı. 10 yaşından beri müzikhollerde sahneye çıkmıştı. Mack Sennett onu haftada 150 dolara turne yapan Fred Karno'nun şirketinden alıp film işine soktu.Bu onun üçüncü, piyasaya çıkan ikinci filmiydi. Ama unutulmaz serseri kostümüyle ilk görünüşüydü.

Chaplin hep bu tipi tesadüfen stüdyoda bulduğu giysilerle yarattığını söylerdi.Sonraki üç yıl Chaplin 62 kısa film çekti. Bunların son 26 tanesini kendisi yazıp yönetti. 1917'de, bu yeni iletişim aracı sayesinde gelmiş geçmiş en büyük komik haline gelmişti.

  (The Life and Art of Charles Chaplin)

City Lights (1931, Charlie Chaplin)



(Şehir Işıklarının son sahnesi hakkında)

... biraz utanmış, kızla yeniden karşılaşmaktan mesut, bunu pek duygusallaştırmadan kendimi suçlu hissetmekteydim. Oğlan izlemekte ve kızın ne düşündüğünü anlamaya çalışmaktadır, çaba harcamaksızın anlamaya çalışmaktadır. O ana dek çektiğim en saf ara görüntülerden biriydi. En saflarından biri.


Charlie Chaplin

The Great Dictator (1940, Charlie Chaplin)





" Üzgünüm ama ben bir imparator olmak istemiyorum. 

Bu benim işim değil. Kimseyi yönetmek ya da fethetmek de istemiyorum. Herkese yardım etmek istiyorum...Yahudi, Yahudi olmayan, zenci, beyaz. Hepimiz başkalarına yardım etmeliyiz. İnsanlık böyle başlar. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Bir başkasında nefret etmeyiistememeliyiz. Bu dünyada, yeryüzü zengindir ve bunu herkes paylaşabilir. Yaşam tarzımız özgürlük ve güzellik olmalıdır. Ama biz yolumuzu kaybettik. Açgözlülük insan ruhunu zehirledi, dünyayı nefretle kuşattı... bazıları bizi üzüntü içinde bıraktı. Hızlı geliştik ama bu sırada kendimize de zarar verdik. İstediklerimizi elde etmek için makineleri kullandık. Bilgimizi olumsuz, zekamızı sert ve kaba kullandık. Çok fazla düşündük ama çok az hissettik. Makinelerden çok, insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok şefkat ve kibarlığa ihtiyacımız var. Bunlar olmadan yaşam şiddet dolu olur ve her şeyi kaybederiz. Uçaklar ve radyo bizi yakınlaştırıyor. Bu icatlar insanlığın erdemlerini etkileyecek ve ...insanlar arasındaki kardeşliği ve birliği geçekleştirebilecek. Şu anda bile sesim milyonlarca insana... milyonlarca umutsuz erkek, kadın ve çocuğa erişiyor. Sistemin kurbanlarına ve işkence çeken kişilere ...ve hapisteki masum insanlara.


Beni duyanlara şunu söyleyeceğim,

umutsuzluğa kapılmayın. Umutsuzluk şu an üzerimizde ama bunu da atlatacağız. İnsanlığın ilerlemesinden korkanlar ezilip gidecekler. İnsanlığın nefreti geçecek, diktatörler ölecek...ve onların gücü insanlığa geri dönecektir. Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır. Askerler, kendinizi bu zebanilere teslim etmeyin. Sizi küçümseyen, sizleri köle yapan... yaşamlarınızı sistematikleştiren, ne düşüneceğinizi söyleyen ...sizi terbiye eden, size sığır gibi davranıp, savaşa gönderen bu insanlara. Kendinizi makine kalpli,... makine düşünceli bu makine insanlara teslim etmeyin. Sizler makine değilsiniz, sizler sığır değilsiniz, sizler insansınız. Kalbinizde insanlık sevgisine sahipsiniz. Sevgisiz ve nefret dolu olmayın. Askerler, kölelik için savaşmayın, özgürlük için savaşın! Aziz Luke der ki, "Tanrının krallığı insanın içindedir." Sadece bir kişi veya zümrenin değil, bütün insanların. Senin de. Makineleri yaratma gücüne sahipsin, mutluluk yaratma gücüne de. Bu yaşamı özgürleştirip, güzelleştirme, yaşamı harika bir macera yapma gücüne sahipsin. Demokrasi adına bu gücümüzü kullanalım. Birleşelim, yeni bir dünya için savaşalım. İnsana çalışma şansının verileceği,... gençlere gelecek, yaşlılara güvence verilecek bir dünya. Zalimler yükselirken parlak vaatler verirler. Ama onlar yalancıdır! Sözlerini tutmazlar. Asla tutmazlar. Diktatörlerin kendileri özgürdür ama onlar insanları köle yapar. Şimdi bu sözleri tutmak için savaşalım. Özgür dünya için, ulusal engelleri kaldırmak için savaşalım. Açgözlülüğü, nefreti ve hoşgörüsüzlüğü kaldırmak için. Bilimin ve ilerlemenin bize mutluluk getirdiği bir dünya için savaşalım. Askerler, demokrasi adına birleşelim.


Hannah,...

...beni duyabiliyor musun?

Her neredeysen,
yukarı bak Hannah.


Bulutlar dağılıyor. Güneş aralarından ortaya çıkıyor. Karanlıktan kurtuluyoruz.Yeni bir dünyaya, müşfik bir dünyaya, insanlığın nefretlerin, acımasızlıkların, ve hırsların üstüne çıktığı bir yere doğru gidiyoruz. Yukarı bak, Hannah! İnsanlığın ruhu kanatlanmış. Gökkuşağına, umut ışığına, geleceğe doğru uçuyor. Sana, bana, hepimize ait olan görkemli bir geleceğe doğru. " - (filmin son sahnesinden)


Charlie Chaplin

Bozkırkurdu (sf. 35)


Ah şimdi bir dostum olsaydı, rastgele bir tavan arasında kalan, yanıbaşında kemanıyla mum ışığında düşünüp duran bir dostum! Gece sessizliğinde nasıl gizlice yanına sokulur, döner merdiveni usulcacık tırmanıp nasıl ansızın karşısına çıkardım ve sonra nasıl söyleşiyle, müzikle eşsiz güzellikteki birkaç saati bir bayram havası içinde birlikte geçirirdik! Söz konusu mutluluğu geçmiş yıllarda sık sık yaşamıştım; o günler işte zamanla benden kopup uzaklaşmış, araya sarı soluk yıllar girmişti.

Duraksaya duraksaya dönüş yolunu tuttum, paltomun yakasını kaldırdım, bastonumu ıslak kaldırıma vura vura yürümeye koyuldum. Ne kadar yavaş yürüsem de, yine çok geçmeden benim tavan arasında, benim küçük, yabancı barınağımda olacaktım; bu barınağı sevmiyor, ama onsuz da yapamıyordum, yağmurlu bir kış gecesini sokakta dolaşarak geçirebileceğim günler geride kalmıştı. Tanrı hakkı için bu güzel akşam keyfini yağmurun, gut hastalığının ya da süs çamının bana zehir etmesine izin vermeyecektim; bir oda orkestrası olmasın isterse, kemanıyla yalnızlık içinde yaşayan bir dost da olmasın, içimde tatlı tatlı yankılanan ezgi vardı; ezgiyi ritmik nefes alıp verişlerle usulcacık mırıldanır, elimi kolumu oynatarak onu çalıyormuş gibi yapabilirdim. Düşüne düşüne yürüyordum. Hayır, oda müziği de, bir dost da ille gerekli değildi, bir dost sıcaklığının gerçekleşmeyecek özlemiyle kendi kendimi kahredip durmam gülünçtü. Yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. Soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük.

sf. 35

...evlerine dönen başkalarını, bu gerçek insanları annelerinin, eşlerinin, çocuklarının, hizmetçilerinin, köpeklerinin, kedilerinin beklediği gibi, koltuk ve sobanın, mürekkep hokkası ve boya kutusunun, Novalis ve Dostoyevski'nin beni beklediği odamın, bu yalancı vatanımın kapısını açıp girdim içeri.

Im Toten Winkel - Hitler's Secretary


Im Toten Winkel - Hitler's Secretary belgeseli

Burada bir fırsatını bulup düşündüm: onunla bir şekilde can sıkıcı, ya da derinlemesine konularda konuşulamıyordu.-Bu ona özgüydü...ve gerçekten ihtilafa düşüren tek andı. Ama bazen düşünüyorum da... Hitler ile ister bu, ister öbür dünyada olsun bir daha karşılaşma fırsatım olsaydı eğer, ona kendi soy ağacında yahudi kanı bulması durumunda ne yapacağını, kendini gaz odasına atıp atmayacağını mutlaka sorardım.

O, insani boyutu düşünmedi.
İnsanlığı hiç önemsemedi. Hep üstün insan,ulus, Büyük Alman İmparatorluğu'nun soyut imgesi,... hakim olmak ve gurur söz konusuydu. Ama birey asla önemli değildi. İnsanları mutlu edeceğini söylemesine, gezi, kadın ve çocuk organizasyonları oluşturup kurumsallaştırmasına rağmen kişisel mutluluk onun için hiç önem teşkil etmedi. Sevgi hissi ona yabancı mıydı? Aslında sevgiden hiç bahsetmedi. Bu sözü onun ağzından hiç duymadım. Şimdi dikkatimi çekti.

Konularla ilgili fikirleri ilkellik çağrıştırıyordu. "En büyük kahraman, en güzel kadını hak eder."
Robert Ley'in çok güzel bir karısı olduğunu anlattı. Çok da güzeldi sanırım. Ama bu aynı Brigitte Helm gibi, mermerdenmişçesine, hayret verici, ender rastlanan, sarışın bir güzellikti. Bence müthiş sıkıcı biriydi gerçi. Führer, böylesine güzel karısı olan bir adamın, daha az güzel biriyle karısını aldatabileceğini anlayamıyordu. Bir kadının salt güzellikten başka özelliklerinin de olabileceğini düşünmüyordu. Onun, kadınları iyi tanıyan biri olduğuna inanmıyorum. Eva ile olan ilşkisinin de erotik bir yönü olduğunu hiç düşünmedim. Çekicilik yönü tamam, ama doğru yargılıyor muyum bilemiyorum- bence aşk onun için pek tekin değildi. Tam açıklayamıyorum. Bence nefsinden fedakarlığa hazır değildi. Bu da erotizmde çok belirleyici bir şey. Hevesle çöpçatanlık yapmıştır.
Ama kendisinin niçin evlenmediği sorulduğunda: "İyi bir eş olamam, bunu yapamam" derdi.
Bundan başka, sanırım bekarlık şöhretini  onu seçen bayanlara karşı korumayı da amaçlamış olabilir.
Çünkü kadınlar onun için çıldırıyordu. Niye ben de bilmiyorum.
Sonra bir beyanda bulundu:
Dedi ki, ''Çocuklar tamamen risktir; bazen bir dahinin çocukları ebleh olabilir..''
Bu,saf bir genç kız olmama rağmen bana komik gelmişti. Kendine nasıl dahi diyebilirdi ki? İrkildim.





Der Untergang, 2004, Oliver Hirschbiegel

 Biliyor musunuz, asla onun bilinçli olarak, canice hedef güttüğünü düşünmemiştim. Onlar onun için ideallerdi. Büyük hedeflerdi. Bunun için de cesetleri çiğnemesi gerekti. Bu benim için de sonradan açıklık kazandı. Kendi yakın ve özel çevresindeyken bu çılgınca fikirlerden ve aldığı barbarca önlemlerden habersiz, izole durumdaydım. İşte bu bir felaketti... beni daha sonra dehşet içinde uyandıran..Orada çalışmaya başladığımda, bilginin...kaynağında olduğumu düşünmüştüm. Ama aslında tam da kör açıdaymışım. Bu aynı.. eğer..bir noktasında.. sessizliğin hüküm sürdüğü bir patlama.gibi. İşte bu büyük..büyük yanılsamaydı..büyük -hayal kırıklığı değil ama-,...düşünebildiğim en büyük yalandı. O konuşmaları yaparken, -gözümün önüne getirdiğimde-...R leri yuvarlayan, köpükler saçarak sözcükleri yutarak konuşan adamı, özelinde asla böyle konuşurken duymadım. O, sesiyle gönülleri okşayabiliyor, ses tonunu iyi ayarlayabiliyordu. Özel yaşamında alçak, Avusturya ses tonlamasına sahipti...tipik Avusturyalı sözcükleri kullanırdı. Örneğin "nimmermehr"...bu Bavyera'da da, Almanya'nın geri kalanında da kullanılmaz. Hiç duymadım. Ve bunlar öyle şeylerdi ki...beni gerçekten etkilemişlerdi. Bu.. bu özel kişiliğinde barındırdığı... saygı ve bağlayıcılık gibi.


 Aslında ilk zamanlarda geçmişimi irdelemeyi hiç düşünmedim. Bu dehşet olayların, altı milyon yahudinin başına gelenlerin veya başka ırktan insanların da ölmelerinin çok sarsıcı, çok korkunç olaylar olduğunu, tabii ki Nürnberg Mahkemeleri sayesinde farkettim. Fakat bunun benim kendi geçmişimle olan bağlantısını kuramamıştım.Tüm bu olanlarla ilgili somut bir kişisel suçum olmamasından ve o zamanlar habersiz bulunmuş olmaktan  dolayı huzurluyum. Bu ölçüde olduğundan habersizdim. Ama bir gün Franz Josef Caddesinde Sophie Scholl anısına dikilen anıtın önünden geçerken, onun aslında yaşıtım olduğunu ve benim Hitler'in yanında çalışmaya başladığımda onun idam edildiğini öğrendim.Ve tam o anda genç olmuş olmamın bir özür sayılamayacağını insanın bazı şeylerden mutlaka haberdar olması gerektiğini anladım.


 Traudl Junge
(1942 den savaşın sonuna dek
Hitler'in sekreterliğini yapmıştır.)

Bozkırkurdu (sf. 29)

Ne yazık, yaşadığımız bu hayatın içinde, halinden öylesine memnun, öylesine küçük burjuva havası esen, öylesine ruhsuz bu zamanın ortasında, bu mimari yapıtlarının, bu mağazaların, bu politikanın, bu insanların manzarası karşısında altından yolu ele geçirmek öylesine zor ki! Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım! Ne bir tiyatroda ne de sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltılı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan.

Herman Hesse

Melankoli, Erotizm, Nostalji (Susan Sontag)


Biz insanlar korkunca ateş eder, nostalji duyunca fotoğraf çekeriz. 

Fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. Fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğrafların çekilmiş olmasından dolayı, pathos'la kuşanırlar. Çirkin ya da grotesk bir (fotoğraf) malzeme(si), fotoğraf çeken kişinin dikkatine mazhar olunca, pekala dokunaklı bir etki sağlayabilir. Aynı mantıkla, güzel bir malzeme de eskimiş, çürümüş ya da ortadan kalkmışsa pekala acınası duygular uyandırabilir. Bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarmamaya yarar. Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. Söz konusu anı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.






BAY NİETZSCHE (bataille okumaları)



"Yerleştiği yükseklik onu tüm zamanların münzevileri ve değeri bilinmemiş kişileriyle ilişkiye sokuyordu."

Bir vaiz kitabı yazmıyorum. Ancak derin dostluk karşılığında anlaşılabilmek bana iyi gelir.
 
Beni yazmaya zorlayan şey, sanırım, delirme korkusu.
Doymamış bir istek gibi içimde süren ateşli, acı verici bir özleme katlanıyorum.
Gerginliğim bir anlamda çılgın bir gülme arzusuna benziyor: Bu gerginlik, Sade'ın kahramanlarını yakıp tutuşturan tutkulardan pek farklı olmasa da, kurbanların veya azizlerin gerilimine yakın.

 "... Ciddiyiz, uçurumun farkındayız - ciddi olan her şeye karşı korunmamızın nedeni bu mudur? Kendilerinde bir derinlik eksikliği keşfettiğimiz melankolik zevke sahip kişilerle içimizden alay ediyoruz - ne yazık ki onlarla alay etmekle birlikte onları kıskanıyoruz - çünkü onların hoş hüzünlerini kendimize uygun görecek kadar mutlu değiliz. Bizim hüznün gölgesine kadar kaçmamız gerekiyor: Cehennemimiz ve karanlıklarımız bize her zaman çok yakındır, korktuğumuz bir şeyi biliyoruz ve onunla baş başa kalmak istemiyoruz; ağırlığı karşısında titrediğimiz, adı fısıldandığında rengimizi attıran bir inancımız var - buna inanmayanları mutlu sanıyoruz. Hüzünlü gösterilerden kaçıyoruz, acı çeken kişinin yakınmalarına kulaklarımızı tıkıyoruz; dayanıklı olmayı bilmezsek merhametten paramparça oluruz. Bize, yiğitçe uygulayacağımız alaycı bir tasasızlık kalıyor! Buzullar üzerinden geçen soluk, serinlet bizi! Artık hiçbir şeye canla başla sarılmayacağız, en üst tanrısallık ve kurtarıcı için maske seçiyoruz." (1885-1886; Güç İstenci, II.s.105.)    


  Kendimi veya sahip olduğum çok az gücü feda etmem için artık -kendi dışımda- bir neden göremiyorum.

Beni neşelendiren gülüşlere ve beni korkutan cinsel taşkınlıklara kendimi bırakmış yaşıyorum.

Bir güdüye, bir nedene sahip olanlar karşısında, hiçbir şeyden pişmanlık duymuyorum, kimseyi kıskanmıyorum. Aksine, yazgımı paylaşmaları için onlara baskı yapıyorum. Güdülerden duyduğum nefreti ve kırılganlığımı sevinçle karşılıyorum. Durumumun aşırı zorluğu benim şansımdır. Bu şans beni sarhoş ediyor.

Ama şu soruyu, içimde, istemeden, bir patlayıcı gibi taşıyorum:

ALDIRIŞSIZ BİR GEREKLİLİĞİ İÇİNDE TAŞIYAN BİLİNÇLİ BİR İNSAN BU DÜNYADA NE YAPABİLİR?


Hitler's Berlin

 Nazilerin yapabildikleri bina için en iyi materyali ve zanaatkârlığı kullanması, eleştirilemez. Rejimlerinin vahşiliğini (kendi açılarında) uygun bir mimarlıkla gidermeye çalışıyorlardı. Şehre ilişkin tasarım tarihinde, Berlin için yapılan planlar “aşırı ihtişam” a sahiptiler. Ancak, şehirsel coğrafya, onlardan yararlanacaktır. Farklı planlama evreleri uygulanacaksa, başlangıçtaki önerilerin hayli farklılaşmış ve ölçü açısından şehirsel yapı için sempatik olduğu açık olmalıdır.  Yalnızca sonraları teşekkül açısından kaba ve mekan açısından kayboldular onlar. Baulke benzeri boyuta sahip muazzam kubbeli bina Berlin’in bu kutsallaştırılmasında en yüksek nokta olarak kurulmak durumundaydı. Bazen kişi kendi kendine şöyle düşünmeye zorlanıyordu: “Savaşa girmek yerine tüm bu zımbırtıları inşa etselerdi.” Fakat bu, belki de faşistlerin daha uzun bir süre daha iktidarda kalmaları anlamına gelebilecekti. 

Rob Krier     



" Biliyorsun, Speer... Bu bombalamaların bir avantajı var. Enkazı temizlemek her şeyi kendi
basımıza yıkmaktan daha kolay. Savaş sona erdiğinde, yeniden yapmak kolay olacak. Bu maketler için binlerce saatimizi harcadık. Sen gerçek bir dahisin, Speer. Evet, kesinlikle. Üçüncü imparatorluğun yalnızca depolar ve fabrikalar, gökdelenler ve oteller demek olmadığını sen ve ben  biliyoruz. Bu Üçüncü imparatorluk, binlerce yılı hayata döndürecek olan, sanat ve kültürle dolu
bir hazine olacak. Bizden önceki tarihi şehirleri, Acropolis'i görüyoruz... Ortaçag şehirlerini görüyoruz... katedralleri...ve o insanların buna
ihtiyaç duyduklarını biliyoruz.

Gerçekten, Speer.

Bu benim rüyamdı...

...ve hâlâ da öyle. "

(Der Untergang, 2004, Oliver Hirschbiegel)

Huzursuzluk Kitabı (sf. 25)

 Hayattan çok az şey istedim -ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne elalem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.

Huzurlu odamda kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.

Böyle anlarda, onunla aynı hamurdan olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum, çünkü daha büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç, bir tür dua, hatta bir çığlık hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan, zihinimden geliyor... Kendimi Rua dos Douradores'te, dördüncü kattaki dairemde, uykudan ağırlaşmış ben'i izlerken görüyorum; önümde duran yarı dolu kağıttaki güzellikten yoksun, boş varlığıma, ucuz sigaraya - eskimiş sümenin üzerinde uzun uzadıya anlattığım bütün bu şeylere bakıyorum.Yukarıda dördüncü katın tepesinden, yaşamı sorgulayan ben! Dahiler ve ünlüler gibi nesirler yazan ben! Buradaki benim,ne eksik,ne fazla!...