Jim


Erotizm ve Yasak

Hayvansal cinselliğin zıttı olarak erotizm içsel deneyimin doğrudan yansımasıdır.

Evrensel bir yasak içimizdeki cinsel yaşamın hayvansal özgürlüğü ile çelişiyor.

Kanla şişme yaşamın üzerine oturduğu dengeyi altüst ediyor. Kudurganlık varlığı sarıyor. Bu kudurganlığa alışığız ama bu konuda bilgisi olmayan ve bir yöntemle kendisi görülmeden bir kadının aşksal taşkınlıklarını izleyen birinin şaşkınlığını kolaylıkla göz önüne getirebiliriz. Burada köpeklerin kudurganlığına benzer bir hastalık görülecektir. Sanki kurdurmuş bir köpek saygıdeğer biriyle yer değiştirmiştir. O an için kişilik ölmüştür. Ölümü, ölünün yokluğundan ve sessizliğinden yararlanan köpeğe yer açmıştır. Köpek, bu yokluktan ve bu sessizlikten çığlık atarak zevklenmektedir. Kişiliğin geri dönmesi köpeği donduracaktır ve içinde kaybolduğu zevke son verecektir.

Arzu uyandıran kadının görünüşü ilk planda yavandır. Eğer aynı zamanda gizli bir hayvansal yönünü ortaya çıkarmıyorsa kadın istek uyandırmayacaktır. Arzu uyandıran kadının güzelliği utandıran kısımlarını haber verir: daha doğrusu kıllı bölgelerini, hayvansal bölgelerini. İçgüdü bizi, bu kısımların isteğine sürükler. Ama cinsel içgüdünün ötesinde, erotik istek başka bileşkelere yanıt verir. İsteği uyandıran hayvanlığın olumsuzlaştırıcı güzelliği, isteğin kudurganlığında, hayvansal kısımların yüceltilmesine yol açar.

Erotizmin nihai anlamı ölümdür.

Eğer hayvansallığı yadsıyan güzellik tutkulu bir şekilde istenirse, bu, güzelliğin içinde sahip olmanın hayvansal kirliliğe yol açacağı anlamına gelir. Güzellik kirletilmek için istenir. Kendisi için değil ama dindışılaştırılmadan doğan coşku için istenir.

Bedenlerin birleştirilmesindeki güzellik, organların hayvansallığı ile insanlığın çelişkisini ortaya çıkarır. Erotizmdeki güzellik ile çirkinliğin çelişkisi için Leoardo da Vinci'nin "Defterler"indeki şu etkileyici sözlerini aktarmak istiyorum: " Birleşme eylemi ve bu eylem için yararlanılan organlar o kadar çirkindir ki, yüzlerin güzelliği ve bu işe katılanların süslemeleri olmasaydı, doğa insanlık neslini kaybederdi.



***


Fotoğraflar: Robert Mapplethorpe

***

Yasağın habercisi insanlık erotizmde yasağa karşı gelmiştir. Erotizmde dindışına çıkmış, kirlenmiş ve yasağı aşmıştır. Güzellik ne kadar fazla ise kirletme o kadar yoğundur.

Raymond Radiguet (1903 - 1923)

Çizim: Cocteau, 1923


Yolcu


Baudelaire*


*İnsanın kendi kişiliği konusunda yaptığı özgür seçme,
 alınyazısı dediğimiz şeyle yüzde yüz çakışır. 
(Sartre, Baudelaire'e dair)

*"İnsanın kendisi için yaptığı özgür seçimi kesinlikle kader olarak adlandırılan şeyle özdeştir." Sartre'ın yüz altmış sayfalık değerlendirmesi, bu cümleyle noktalanır. Bu hakikat, yani Charles Baudelaire'in mutsuz hayatı, benzersiz bir gözalıcılıkla yüz altmış sayfayı süsler. Şairin mahkum olduğu ceza, kendi hatalarının bedelidir: O, layık olduğu "lanetli kaderi" yaşamıştır.
(Bataille)



Anywhere Out of The World 


Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır. 

Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu. 

'"De bana, ruhum, zavallı soğumuş ruh, Lizbon'da yaşamaya ne dersin? Orası sıcaktır herhalde şimdi, bir kertenkele gibi canlanırdın orada. Bu kent su kıyısındadır; mermerden yapıldığını söylerler, halk da bitkilere öyle bir kin beslemiş ki, tüm ağaçları söküp atarmış. Tam senin gönlüne göre bir görünüm işte; Işıkla madenden yapılmış bir görünüm, bunları yansıtmak için de su!'' 

Ruhum yanıt vermiyor. 

'' Devinmeyi izleyerek dinlenmeyi böylesine sevdiğine göre, Hollanda'da, o mutluluk veren toprakta oturmak ister misin? Müzelerde resmine sık sık hayran kaldığın bu ülkede sıkıntın dağılır belki de. Seren ormanlarını, evlerinin yanı başına demirlemiş gemileri seversin sen, Rotterdam'a ne dersin?'' 

Hiç ses çıkmıyor ruhumdan. 

''Yoksa Batavia'dan daha çok mu hoşlanırsın? Orada tropikal güzellikle kaynaşmış Avrupa ruhunu da bulurduk.'' 

Tek sözcük yok. Ruhum ölmüş olmasın? 

''Yoksa yalnız kendi acın içinde rahat edecek ölçüde uyuştun mu? Öyleyse ölüm'ün eşi olan ülkelere doğru kaçalım. Ben bilirim yapacağımızı, zavallı ruh! Tornéo'ya gitmek üzere toplarız pılı pırtıyı. Daha da ötelere, baltık'ın en ucuna gidelim; Olanak varsa yaşamdan da öteye; kutba yerleşelim. Orada güneş yeryüzünü ancak eğrilemesine sıyırıp geçer, ışıkla gecenin birbirlerini çok ağırdan kovalamaları çeşitliliği siler, tekdüzeliği, yani hiçliğin öbür yarısını çoğaltır. Kuzey şafakları bizi eğlendirmek için zaman zaman cehennem'in hava fişeklerinin parıltıları gibi pembe demetler yollarken, karanlıkta uzun uzun yunabiliriz orada." 

En sonunda patlıyor ruhum, sonra da bilgece haykırıyor:

"Bu dünyanın dışında olsun da neresi olursa olsun!" 


Charles Baudelaire

NAZİLER: Tarihten Bir Uyarı












görüntüler Nazıs: A Warning From History belgeselinden

Führer hayatına son vermeye karar vermişti. Bunu yapmaya, Sovyet askerleri sığınağına birkaç sokak yaklaşmışken karar verdi. 30 Nisan 1945 günü saat 03.30'da kendini vurdu. Nazizm artık yok olmuştu. Ama bunun bedeli çok ağırdı. Almanların, İtalyanların aksine sonuna kadar savaşmalarının ve Hitler'den kurtulmak için çaba göstermemelerinin birçok nedeni vardı. Çünkü onlara, yıllardır insanüstü varlıklar oldukları söylenmişti. Hitler, öldükten sonra arkasında güçlü bir Almanya bırakacağını söylemişti. O'nun yerine Dünya'ya unutmayacağı anılar bıraktı. İnsanların neler yapabileceklerini kanıtladı.

Naziler tarafından yargılanan Almanya doğumlu filozof Karl Jaspers
 savaştan sonra şöyle yazmıştı:


Bu olanlar, sadece birer uyarıdır.


Unutmak suçtur.


Bunun bir kez daha olması mümkündür.


Her an, her saniye böyle


bir kıyım tekrar yaşanabilir.

HİTLER


Hitler böylesine olağanüstü yeteneklere sahip olmasaydı, asla bu denli büyük felaketlere yol açamazdı. En kötüsü, Tanrı'nın bu kadar kötü bir insana ilahi bir yüz vermiş olmasıydı; gülmesi, gözyaşları, dili, vb. hepsi içtenliğin havasını taşıyordu. Die Gegenwart, 1 Ağustos 1951

"Bir Ulus, Bir Devlet, Bir Önder!"

Büyükamiral Raeder, 23 Mayıs 1939 tarihinde Hitler'e gerçek amacını sorduğunda, aldığı yanıt, en az kendisi kadar Führer'i de hayrete düşü­rür; sorunun muhatabı, gizli bir gücün etkisinde, gerçeği öylece itiraf etmek zorunda kalmıştır sanki. Hitler, sakladığı sırları üç bölüme ayırır; ilki, karşılıklı konuşurken gizledikleri; İkincisi, kendisine ait olanlar; sonuncusu ise, geleceğe ilişkin ve henüz toparlayamadığı problemler. Bu açıklama, sır küpünden farksız Führer'in her an ve her yerde oynadığını göstermektedir bize. Bir başka deyişle, ne yüz yüze konuşurken, ne de kürsüde on binlerce insana hitap ederken gerçek yüzüyle tanıyabili­riz onu.

Canetti, "Speer'e Göre Hitler" başlıklı yazısında, bu sayrılı kişiliğin eşsiz bir portresini çizer. Obersalzberg’deki evinde, yakın çevresini sı­radan birkaç insanla geçiştiren Hitler, ancak bu sayede aradığı güvence­yi bulmaktadır: "Bu insanlar tümüyle ona bağımlı olduktan başka, ona ilişkin herhangi bir fikir sahibi olabilecek yeteneğe de sahip değillerdir. Çevresindekiler onun kafasını asıl dolduran şeyler konusunda, başka deyişle planlarına ve kararlarına ilişkin olarak hiçbir şey bilmezler. Bu çevrede Hitler, hiç rahatsız edilmeksizin kendini gizine verebilir: Bu gi­zin güvenliği, onun varlığının temel koşuludur.... Kilo alma olasılığın­dan ötürü kaygı duyar, ama bunun kendini beğenmişlikle ilgisi yoktur: Göbekli bir Führer düşünülemez."

Görüntü her şeyden önemlidir Hitler için; dolayısıyla kürsüde nasıl durduğu, ne dediğinden çok daha fazla ilgisini çeker. Halka seslendiği alanların tarihte görülmemiş boyutlarda olması özlemi, hiç kuşkusuz, bu saplantının sonucudur - sınır duygu- sundan yoksun alan tasarımı, kendi sonsuzluğunu ima etmektedir. Bu yüzden görüntüsü üzerinde bir taarruz planı hassasiyetiyle durur; çünkü her defasında yandaşlarını yeniden fethetmek zorundadır.

Hitler'in iktidara geldikten sonra tüm devlet dairelerine asılmasını öngördüğü bir fotoğrafı bu konuda hayli ipucu veriyor bize. Alttaki ya­zının mesajı kesin: "Bir Ulus, Bir Devlet, Bir Önder!" İlk ikisi ne denli tek ise, Führer de öyle - halkıyla ayrılmaz bir bütün olan Önder, halkın yerini almıştır sessizce. Uzantılarına hâlâ tanık olduğumuz bu fikrin ar­dında yatan anlamı bilmeyen yoktur: ya ben, ya ben. Bu saplantı, yenil­ginin kaçınılmaz olduğunu hissettiği andan itibaren, tüm Alman ulusu­nu öldürmeyi planlayacak denli Hitler'in gözünü döndürmüştür: "Sava­şa Hitler'in sürüklediği ulus daha zayıf olduğunu kanıtladığından, geri­ye kalanların da yaşamaya hakları yoktur. ... Öldürülenlerden oluşan kitle, daha da büyümek için çağrıda bulunmaktadır.... Kendisinden önce ve sonra olabildiğince çok insan ölmelidir."

Aslında resim ile öngörülen "tek adam" imgesini çok daha güçlü bir biçimde vurgulama olanağı varken fotoğrafın seçilmiş olması rastlantı değildir. Hitler'e göre ressam ne denli kişisel bir üsluptan arınmış olur­sa olsun, yine de fırça ve boya sanatçıdan belli bir iz bırakacaktır tuval­de. Oysa Führer'in görüntüsü, kendisine hiçbir şeyin müdahale etmeyeceği kadar saydam olmalıdır - o ve ulusu mutlak biçimde baş başa kalırken, her türlü aracı bir kenara çekilmelidir. Görüntüsüne herhangi bir müdahale olanağı tanımayan insan, sadece kendine hayran olmakla kal­maz, baktığı her şeyde kendisinin cılız bir kopyasını görür; bu, bitme­yen takıntısıdır Hitler'in. O halde öteki (halk), önderinin görüntüsünü tıpkı bir ayna gibi yansıtıncaya dek her şeye müstahaktır; çünkü üstün ulus olmanın ön koşulu, Führer'in söylediklerine harfiyen uyup, kayıt­sız itaat etmektir. Böyle bir durumda fotoğraf, Hitler için sanat değil, öngördüğü pozda kendisini aynen yansıtan bir aynadır yalnızca.

Sürekli oynayan bir insan için resim ile raptedilen poz, alımlama sü­recine, zamana yayılan ifade olmanın sakıncalarını (özgürce yorumla­ma olanağı) taşır - etki daha güçlü olsa bile, sonuçta bir başkasının muhayyilesinde yeniden üretilmiştir model. Buna göre, özünde açık yapıt olmanın ayrıcalığını içeren resim ideolojinin farklı yorumları iptal eden çizgisine daima ters düşmektedir. Oysa Hitler için bundan daha sakın­calı bir şey yoktur; Führer'e bilinç niteliğinin merceğinden bakarak şu veya bu eleştiriye zemin hazırlayan her şeyin önü peşinen tıkanmalı, omnipotent nasılsa öyle algılanmalıdır. Despotizmi gizlemenin en kes­tirme yolu, önce gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntıyı sabit hale getirmektir; her ideoloji, ilkin kuşku kavramını imha eder - başbuğ ne istiyorsa, doğru odur!

Nuit Et Brouillard (1955, Alain Resnais)


GECE VE SİS

00:00:00

Huzur veren bir kar manzarası bile Hasat zamanı bir çayırda, kargalar gökyüzünde uçuşurken, otlar tutuşur... Hatta bir yolda , arabalar, köylüler ve çiftler geçerken... Hatta bir mesire köyünün çan kulesi ve köy pazarı bile sizi bir toplama kampına götürebilir. Struthof, Oranienburg, Auschwitz, Neuengamme, Belsen, Ravensbruck, Dachau- bunlar haritalarda ve turist rehberlerinde adı geçen yerlerdir. Kanlar kurudu, Diller sustu. O blokların tek ziyaretçisi artık sadece kameralar. Bir zamanlar o mahkumların yürüdüğü patikaları tuhaf otlar bürümüş. Elektrik hatlarında ceryan yok. Kendi ayak sesimizden başka ses yok.

Yıl 1933... Makine harekete geçiyor. O millette düşünce ayrılığı yok. Ne şikayet ne de kavga var. Millet çalışmaya başlıyor. Bir stadyum veya otel inşa eder gibi toplama kampı yapılıyor: İş adamlarıyla, tahmini, rekabetçi tekliflerle, Ve şüphesiz bir kaç rüşvetle. Belirgin bir üslup ile değil bu kişilerin hayal gücüne kalmış. Alplere özgü bir usül. Garaj usulü. Japon usulü. Usulsüz. Mimarlar sükunetle bir tek defa geçilecek olan ana girişleri çiziyorlar. O sırada, Burger, bir Alman işçi, Stern, Amsterdandan bir Yahudi öğrenci, Schmulski, Krakow'dan bir tüccar ve Annette,  Bordeaux de bir kız öğrenci, günlük olağan hayatlarını yaşıyorlar, yüzlerce kilometre ötede kendileri için bir yer hazırlandığını bilmiyorlar. Bir ün kışlaları hazır oluyor. Tek eksiği onlar. Varşovada yakalanıyor, Lodz' dan sınırdışı ediliyor, Prag, Brüksel, Atina, Zagreb, Odessa veya Roma, Pithiviers'de gözaltına alınıyor, Vel-d'Hiv'de yakalanıyor, direnişçi üyeleri Compiegne' toplanıyorlar, baskınla, yanlışlıkla ve alınan kalabalıklar, Toplama kamplarına doğru yolculuklarına başlıyorlar.
Tren vagonları kilitlenip mühürleniyor. Her vagona yüzlerce insan tıkıştırılıyor. Gündüz yok, gece yok. Açlık, susuzluk, havasızlık, delilik. Bir telaş ve heyecan başlıyor. Acaba bulacaklar mı ? Ölüm ilk vuruşunu yapıyor. İkinci varışlarında gece ve sisle geliyor.

Bugün ayni patikalarda, güneş parlıyor.Yavaşça yürüyoruz patikalarda, ne arıyoruz ? Vagon kapıları açıldığında yere düşen cesetlerin izlerini mi ? yoksa, belki de namlu ucunda kamplara sokulanların, havlayan köpeklerin ve gözleri kör eden projektörlerin, biraz ötede ölülerin yakıldığı krematoryumun alevleri, arasında bu gece manzarası bir Nazi'nin kalbinde aziz duygular yaratıyor. Kampın ilk görüntüsü. Başka bir dünya

00:08:00

Hijyen bahanesi ile, mahkumları çırılçıplak soyarak gururla dipçikliylorlar. Saçları kesilmiş. Dövmeleri yapılmış. Numaralanmış. İstemeyerek de olsa anlaşılmaz bir sıra düzeni içinde, mavi çizgili üniformalarını giymiş, bazen "Nacht und Nebel" olarak bilinen deyimle tasnif edilmiş, "gece ve sis." Siyasi mahkumlar kırmızı üçgen, yeşil üçgen takılanlarla karşılaşıyor : Adi suçlular, sınıflarının larının ustaları. En yukarda, Kapo'lar, hemen-hemen herzaman adi suçlular. Daha da yukarısı: SS'ler, dokunulmazlar, on metre uzaktan konuşulabilinenler. En üstte de, Kumandan, kendi usülü ile kampı yönetiyor. Kamp hakkında hiçbirşey bilmiyormuş gibi davranıyor. Kim biliyor ki zaten ? Bu kampların gerçekliği, yapımcıları tarafından aşağılandı, ve onları sürdürenler tarafından hiç bir zaman anlaşılamadı gerçeği görebilmek için nasıl ümidimiz olabilir? Üç kişinin bir yatakta yattığı, tahta barakalar, saklandıkları çukurlar, kaçamak korku ile yedikleri ve uyumak bile bir tehlike olunca hiç bir tanımlama, hayal gücü bunların gerçek boyutlarını açıklayamaz:

Sonsuz, kesintisiz korku. Kiler, kasa ve hasır bir şilteye, ihtiyaç duyarız, elde etmek için mücadele edilen battaniye, suçlamalar ve lanetler, her ağzın tekrarladığı emirler, SS'lerin aniden ortaya çıkışı, çoşkuyla yaptıkları ani kontroller uygulamalı şakaları.

...

Obyknovennyy Fashizm (1965, Mikhail Romm)


Obyknovennyy Fashizm. 1965, Mikhail Romm 
(Sıradan Faşizm) 138 min

Bu belgeselde Alman Propoganda Bakanlığında bulunan Adolf Hitler'in kişisel fotoğrafları ve nazi asker ve memurlarının amatör olarak çektikleri
fotoğraflar kullanılmıştır.

Yapım Stüdyosu: Mosfilm
Yönetmen ve Yapımcı: Mikhail Romm
Senaryo: Mikhail Romm, Yuri Khanyutin, Maya Turovskaya
Görüntü Yönetmeni: German Lavrov
Uygulama Yönetmeni: L. Indenbom.
Müzik: Alemdar Karamanov
Ses: Sergei Minervin, Boris Vengerovsky
Kondüktör: E. Khachaturyan
Anlatıcı: Mikhail Romm
Interns: H. Stoichev, S. Kulish.
Kamera: V. Zhanov, V. Pluzhnikov.
Montaj: Valentina Kulagina, Mikhail Romm
Yardımcı Yönetmen: S. Linkov, K. Osin.
Yardımcı Kameraman: Y.Avdeev
Yardımcı Film Editörü: T. Ivanova.
Foto Dizayn: B. Baldin
Danışman: Ernst Henry
Editör: I. Tsyzin
Yapım Yönetmeni: Y. Rogozovsky.





vesaire



Edebiyat benim için kıçıma soktuğum ve bana zevk bile vermeyen 
korkunç yapay erkeklik organından başka bir şey değil.

Flaubert


Nietzsche'ci bir kitap: BULANTI


Toplumsal önemi olmayan bir kimse bu, bir birey ancak. 
(Celine)

Gerçek şu ki Bulantı Nietzscheciliğin içine işlediği bir metindir;  hatta Bulantı'nın ötesinde, Sartre'ın ilk dönem metinlerinde, ama bazen çok daha sonraki metinlerde, gizliden gizliye de olsa, açık açık olmasa da gençlikte Nietzsche'ci olmasının izleri vardır.

Örnek mi? Roquentin'in siyasal ateizmi. Toplumdan ve bütün topluluklardan nefreti. Tepesine tünemiş, pazar kalabalıklarından, onların müstehcen üremelerinden uzak, tek başına bir insan görüşü. Kalabalık saplantısı ve ondan iğrenmesi. Tek adamın değil ama büyük kalabalığın lehine yapılacak bir eleme fikri. Hukuken insanlar özgür ve ayrı doğarlar. Dünyaya yalnız gelirler, sürü halinde yaşarlar. Kısaca ateizm. Sartre'ın yaşamının büyük maceralarından biri olan ve Gide'ı onu 'sonuna kadar yaşamakla övdüğü' ateizmin o büyük macerası. Aynı metinde, bunu yaparken Gide'in Nietzcschecilikten ders aldığını eklemiyor muydu? Bulantı'dan beş yıl sonra, Bataille'ın L'experience İnterieur'ünün eleştirisinde yaptığı yorumlardan birinde, Nietzsche'ye büyük ilgisini yinelemez mi? - "O da ateizmin bütün sonuçlarına katı ve mantıklı bir biçimde katlanmış bir atedir" demez mi? Evrensellikçiliğin reddi. Döllemeden nefret. Baudelaire'e kadar ama Baraiona ve Yollar'dan geçerek kısırlığa övgü Swift, Sade, Schopenhauer gibi- işittiklerimiz Nietzsche'nin sözleri- iğrenç tür yasasını durduracak kişi olma istenci. Suç gibi masumiyet. Aklın hastalığı gibi acıma. Gelecekteki Sartre'ı, büyük Sartre'ı olgunluk döneminin Sartre'ını düşününce, kelimenin tam anlamıyla birbirine katlanamayan üzgün insanlar topluluğu görüşü çok tuhaf -ve böyle çok iyi!
Kişi olmak, diyordu Duns Scott, yalnızlık neymiş bilmek" değil midir?

Alaylının yıvışık hümanizması ve rahip psikolojisi. Roquentin'in, daha sonra Mathieu'nun, kendi itirafına göre, Nizan dönemi Sartre'ının aristokrat kibri. Onların ahlakı ve benim ahlakım. Benim özgürlüğüm, onların sürülüğü. Uzaklaşma ve kaçma zevki. Vatanlardan, değerlerden, dinlerden tiksinme. Meydan okuma. Alay. Sosyal radikal inançsızlık. İlke düzeyine çıkarılmış sorumsuzluk. Beğenilmeme sanatı. Üstinsan. Söz yerini buldu. Sadece düşünce değil, söz de. Sartre, büyük Sartre geleceğin Marksisti ve komunistlerin yoldaşı, kendini tümüyle işçi sınıfının hizmetine verecek olan adam, gençliğinde pekala "üstinsandan" söz eder. Ve bunu Nizan konusunda yapar: " Görüyorum ki bizi buralara getiren üstinsanın kuluçka dönemiydi; insanları küçük görmemizin bizi onların saflarından ayırdığını, böylelikle insanları tümden yitirdiğimizi de görüyorum." Bunu yine Nizan'la ilgili olarak 'on altı yaşında' arkadaşının ona 'üstinsan olmayı önerdiği' ve 'büyük bir memnuniyetle kabul ettiği' günü yad ettiği Aden Arabie'ye önsözde yapar. Halihazırda üstinsanları Sacre Coeur tepesine tırmanıp, kafalarınca çılgınca özlemlerini, aynı zamanda edebiyat bilgilerini gösteren "Hey! Hey! Rastignac!" diye Paris'e seslendikleri günü anarken de. Kahramanı Paul Hilbert'in kendisi karanlık yaşamının sonun da, günün birinde, bir magnezyum parlaması gibi dünyayı güçlü ve kısa alevlerle aydınlatacak  üstinsan olarak gördüğü gençlik metni Erostrate'de geçer sözcük.

Üstinsan ya da değil, iyi yan ya da kötü yan, hiç önemli değil: Bouville 'burjuvaları' betimlemesinde, 'eşek çeneleri', şişik ve peltemsi etleri, berbat kokan zavallı nefesleri ile Roquentin'in midesini bulandıran pis heriflerle dolu, çamur ve öküzler kentinin güldüren ve korkunç tablosunda, aşıklarını ve sıcaklıklarını söylemek isteyen ama bunların sadece pisliklerini ifade edebilen o yaşayan ölülerin vahşi portresinde, 'Nietzsche insanlarının sonuncusunu, en iğrencini, öç isteminin ve hınçın canlandırdığı kişiyi tanımamak zordur. Ve tersine, bizzat kendini kendine model yapan ve "Ben başka bir türdenim." (Konuşan hep Roquentin) ya da " o rahat, koca suratlarını göreceğim düşüncesi beni tiksindiriyor" ya da "İnsanlara aşık bir ruhun uç verdiği o iyi ve boş göze bıçağımı saplamayı hayal ediyorum" deme cesaretini gösteren büyük 'ahlaksız' görüntüsünde (La Volonte de puissance'ın bir bölümünde 'taş gibi sağlıklı olmanın saklanacak bir yanı olmadığını söylediği) soyluyu ya da özü sözü bir ruhların temsilcisini tanımak zor değil. Yine sürekli kendini yaratma düşü. Ben'i yontma, onu her an yeniden yaratma, hazırlopu, maskeleri, komedileri aşma tasarısı. Gide mi? Bergson mu? Elbette. Ama Nietzsche de. İlkin Nietzsche. Nasıl öznelliği kendini üretme, eksintisiz fışkırma olarak tanımladığı zaman düşündüğü ve düşünülen hep Nietzsche'yse, aynı şekilde, Akıl Çağı'nda, ne İspanya için, ne Marcelle için, ne de Komünist Parti için sorumluluk yüklenen ve kendini hiç gelmeyecek bir dava için  yedeğe alan, sonsuza dek askıda beleş bir özgürlük ile nesnel bir özgürlük, bu 'için' Komünist Parti için olsa da (Brunet'ye göre özgürlük), arasındaki bütün tartışma, Zarathoustra'da deve, aslan ve çocuk eğretilemesinin kaçınılmaz yansımasıdır. Hiç vazgeçmediği ve Sözcükler'de ve L'idot de la Famille'de yanında olduğunu belirteceği ünlü bizzat kendine karşı düşünme paralosuna varıncaya kadar, birbirine karışmış Görüşler ve Hikmetler'in Nietzsche'sini işitmemek olası mı? " Kendine karşı tavır almaktan söz eden yandaşlarımız, kendi karşımızda yer almamızı asla bağışlamazlar'diyen Nietzsche'nin sesini. Bulantı'nın uzağındayız. Genç Sartre'ın da. Ama bu ilk etki öylesine güçlü ki, bu Nietzsche'ye yönelim öylesine direşkendir ki Communits et la paix ile başlayıp Mao dönemine uzayan en katı ve en dogmatik dönemin ta ortalarına kadar bundan bir şeyler kalır.

Bernard Henry Levy          




LE LIVRE BLANC (BEYAZ KİTAP)


Ne kadar geriye hatta zihnin duyuları etkilemediği yaşlara gidersem gideyim, oğlanlara duyduğum aşkın izlerine rastlıyorum.

Güzel cinsellik olarak adlandırmayı meşru bulduğum güçlü cinselliği her zaman sevdim. Ender olanı bir suç olarak mahkum eden ve bizi eğilimlerimizi yeniden biçimlendirmek zorunda bırakan bir toplumdan geldi mutsuzluklarım.



**

Rimbaud'nun İncil'ini uyarlamak yerine: İşte katillerin zamanı, gençlik şu cümleyi aklında tutmakla iyi eder: Aşkın yeniden icat edilmesi gerek. Tehlikeli deneyimler, toplum onları sanat alanında kabullenir, çünkü sanatı ciddiye almaz, hayatta ise mahkum eder.


Beyaz Kitap
(Altıkırkbeş Yayınları, 2003
Çeviri: Özgür Uçkan)




 Yazarsam rahatsız ediyorum. Film çevirirsem, rahatsız ediyorum. Resim yaparsam, rahatsız ediyorum. Resmimi gösterirsem, rahatsız ediyorum, göstermezsem de rahatsız ediyorum! Rahatsız etmek bende gelişmiş bir beceri.. Buna saygı gösteriyorum, çünkü ikna etmeyi severim. Ölümümden sonra da rahatsız edeceğim. Yapıtımın bu rahatsızlık kurumunun yavaşça ölümünü beklemesi gerekecek.

Jean Cocteau




Cocteau'nun Homoerotik Çizimleri




Camus X Sartre

Sartre'çı hayır, Camus'cu evet duygusu; birinin doğaya hayırı, ötekinin toprağa eveti; birinin kara ilhamları, ötekinin kozmik büyülenmeleri; bir yanda hiç bağdaşmayacağımızı hissettiğimiz bir dünyanın ürkütücü betimlemeleri, nesneler fobisi, her şeyi illa ve sürekli çıkarma, dünyaya ve hayasız çoğalmalarına allerji- öte yanda, neredeyse mistik esrimeler, Cezayir manzaralarının tarifsiz güzelliği, güneş ve mevsimler izin verdiği sürece, taşın ve tenin diyaloğu, ballı meyveler, toprak ve bereketi, sonsuzluk ve kozmosun güzelliği, kestane ağaçlarının yerine selviler, alametler ve yıldızlarla dolu gece, Roquentince bulantıya karşı greko-Cezayir atlet, güreşen sarhoş bedenler, tenin kutsal gizemi, kokuları, renkleri, ruhla duvağı, yapış yapışa karşı kuru, fazlası olan bir vücuda ve karşı koyulmaz çirkinliğine karşı doygun ten, Sartreçı politikacı Gide'e karşı Epikurosçu Gide, "Yarılmış etinden bal sızan altın sarısı iri Trabzon hurmaları."

Bir anlamda, sanat ve yaşama sevinci düzeni, elbette ve her zaman Albert Camus haklı bulunacaktır: Mutluluk, haz, şeylerle dostluk, uyum, kösnüllük, dünya ile barışıklık,  şimdiye bakma, an ahlakı -ve buna karşılık, Sartre'da, ara ve acı bir şekil, Augustin'ci 'acı gönül kırıklıkları', insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkmaya hazır kin ve kancıklıktan kopmayan bakış.

Ama bir başka anlamda, tepkilerden sonra, kavramlar olan ilkeler, ahlakın ve ayrıca politikanın başka temelleri anlamında, nasıl olur da sözü Sartre'a bırakmayız, eski dostunun tarafını bırakıp onun tarafını tutmayız: Gerçekten de insanın doğaya boyun eğmesini savunan bir etik nasıl bir etiktir? Ne zamandan beri, değerler arzulara ve arzular dünyanın düzenine yerleşmiştir? Adaletten daha çok mutluluktan söz eden bir ahlak ahlak mıdır? Dünyaya bayılmakla, ona rıza göstermekle, onu kutsamakla yetinen bir siyaset siyaset midir?



...  sf 376, 377   Sartre Yüzyılı