Melankoli
Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş
Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?
Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.
Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.
Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.
Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.
Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.
Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.
Çok sayıda yazar, melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)
Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur.
Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.
Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.
Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.
Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.
Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.
Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.
Melancholia (2011, Lars von Trier)
Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.
Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.
Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...
İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...
Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.
Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...
İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...
*
Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede) |
KARA GÜNEŞ
Depresyon ve Melankoli
JULIA KRISTEVA
Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN
"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz
edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.
"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden
gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].
"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek
şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]
Narsisistik Depresyon
Kendini hedef alan yakınma, ötekini hedef alan yakınmadır ve kendini öldürmek, bir başkasının katlinin trajik bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır) içeren bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen ötekiyle içe alma-içe yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna bağlı olarak depresyon analizi, yakınmanın ötekine yönelik bir nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda bu tür bir nefret çıkışının, analist için de riskler taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırılan depresyon terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaştığı tahmin edilebilir.
Julıa Kristeva - Kara Güneş
Etiketler:
Melankoli
Gölge ve Işık
Yunanistan'da geçirdiğim dört yıl, muhtemelen hayatımın en güneşli dört yılıydı. Gölgeyle karışık yıllar. Bu durumda gölge, diyebiliriz ki, buhar banyolarının gölgesiydi, asker sinemalarının gölgesi, son derece belirgin, göze çarpan askerlerdi gerçekten de. Yunanistan'ı erotik elektiriğin en yoğun olduğu Arap dünyasının ülkeleriyle birlikte- nadir ülkelerden biri olduğu için de çok sevdim, ve belki de bu yüzden o kadar uzun süre kaldım. Her halükarda, artık hapishaneye gitmek istemiyordum.
On beş yaşında, on dört, on beş yaşlarında bir hastalığa yakalandım, belki hayli ağır bir hastalık, ağır değil, her halükarda bir çocuk hastalığı, ve Kimsesizler Yurdu'nda her gün, Kimsesizler Yurdu'nun hastanesinde, her gün, bir hemşire bana bir şekerleme getiriyor ve şöyle diyordu: "Bunu, sana yan odadaki küçük hasta gönderdi." Bir süre sonra, on beş gün sonra daha iyiydim. Bana şekerleme gönderen o çocuğu görmek ve de teşekkür etmek istedim, ve on altı, on yedi yaşlarında bir delikanlı gördüm, o kadar güzeldi ki daha önce benim için var olan şeylerin artık hiçbir önemi kalmamıştı. Tanrı, Bakire Meryem, hiç kimse yoktu artık, o Tanrı'ydı. Ve bir çocuk olan o delikanlının adı neydi biliyor musunuz? Adı Divers'ti. Ötekinin adının Personne olması gibi yani. Ve bu Divers'in, hala yaşıyorsa yetmiş dört yetmiş beş yaşında olması gereken bu Divers'in, hepsi de o günden on yıl öncesine kadar benim sevgililerim olmuş yığınla sureti çıkarıldı. Ama soluk suretler değil, aksine bazen aslında daha güzel suretler.
İşte Tanrı'yı en iyi Yunanistan'da tanıdım. Yunanistan'da, ve size söylediğim gibi , Arap ülkelerinde.
GENET
*
(Saint) Genet, tanca'da küçük bir ispanyol mezarlığında şimdi,
denize bakan bir yalıyarın tepesinde.
*
(Saint) Genet, tanca'da küçük bir ispanyol mezarlığında şimdi,
denize bakan bir yalıyarın tepesinde.
Etiketler:
Queer
Ferit
Kilisenin önündeki alandan, Saint Germain'e çıktım, orda ağaçların dibinden yürümeye başladım. Lip birahanesinin önünden geçerken Ferit'i gördüm, camın önünde, bana el salladı. Kapıyı açıp girdim. Terasta sakalıyla, güzel bir biçimde oturmuş, bira içiyordu.
"N'apıyorsun?"
"Otur bira içelim"
Masanın üzerinde birkaç kitap vardı: Rabelias'ın özel baskılarından biri, bir de yeni kuşak yazarlarından birinin romanı; sonra bir Marguerite Yourcenar. Gelen garsona:
"Bir bira" dedim.
Akşam üzeri.
"N'apıyorsun?" diye bu defa o sordu.
"Hiç" dedim. "Biraz iyi, biraz kötü, yaşanıyor."
Bir süre sonra bira bardağını daha ağzından çekmeden:
"Yirmi beş yaşında ölecekmiş gibi kurdum yaşamımı, ölmeyince her şey berbat oldu," dedi.
"Aldırma. Bu durumu biz yüklemedik ki kendimize," dedim. "Niçin bugün, bu anda, bu yıllarda, bu dünyanın ortasında..."
Dışarıya bakıyordu. Ardından garsona seslendi, iki bira istedi.
"Kendi seçmediğin bir durumun bütün sorumluluğunu yüklenerek sürdürmeye çalışmak. Bağışlanan bir şey varmış gibi," diye söylendi.
"Artık iş işten geçti," dedim. "Bu duygudan cayamıyorum ama, bunu ben de istemedim."
Durgun bir gündü. Çok sıcak değildi. Saint Germain bulvarı yarı yerine değin güneşli, duruyordu, geçen taşıtlarla kaynıyor gibiydi.
"Gözden geçirip durmak, ne olumlamak, ne de caymak, cayılır belki, ya da olumlanır."
"Umudum yok benim," demek istedim, diyemedim ama, "ne üzerine umudum yok," diye düşündüm. Camdan dışarısını gözlüyorduk. "Umut ya da umutsuzluk üzerine bir düşünce öne sürmemek, bir şeyler yapmak, bir şeylere bakmak, temel soru, karşılıksız, böylesi oluş, olduğu gibi, böyle bu, bu gerçek, böylece bu."
Demir
De yayınları, 1.baskı 1966
Kaldırımlarda
Kaldırımlarda
Etiketler:
Edebiyat
Fotoğrafın gerçeği
İlk yayınlandığı yıllardan bu yana gözümün önünden gitmedi: Vietnam Savaşı'nda bir napalm saldırısından kaçan çocukların fotoğrafı. Önde ağlaşarak koşan beş küçük çocuk; arkada üç dört Amerikan askeri; daha geride kara dumanlar, kapkara bir gökyüzü, yanan köyler, tarlalar. Cehennem! Fotoğrafın en çarpıcı yeri tam ortasıydı: çırılçıplak bir kız çocuğu, ağlayarak koşuyordu fotoğrafı çekene doğru. İnsanoğlunun aşağılanmasında ulaşılabilecek en uç noktalardan birini saptıyordu bu fotoğraf. İsa bir kez daha çarmıha geriliyordu sanki; bir kız çocuğunun çıplak, kemikleri sayılacak derecede zayıf bedeninde Tanrı bir kez daha öldürülüyor, saflık, iyilik, masumluk gibi şeyler ayaklar altına alınıyordu. Bir isyan kabarıyordu insanın içinde; acımayla karışık bir tiksinme duygusu. Dehşet!
Yıllar sonra Vietnam savaşıyla ilgili bir belgesel izlerken, bu fotoğrafın çekim anının çekimi çıkıverdi ansızın karşıma. Fotoğrafı ve o korkunç sahneyi hemen tanıdım. Ama hiç aklıma gelmeyen başka şeyler de vardı kameranın taradığı bölgede: o unutulmaz fotoğrafın gerçeğini birden bire değiştiren, kaydıran öğeler. Her şeyden önce, fotoğrafta görünmeyen, üç beş fotoğrafçı daha ve bu sahneyi filme çeken kameraman. O beş çocuk koşarak, ağlayarak üstlerine gelirken, durup onlara sarılacak yerde geri geri yürüyen, kameralarını çalıştıran ve fotoğraf çekmeyi sürdüren üç beş adam. Ve fotoğrafın alanının sağında kalan bir iki seyirci; yanılmıyorsam bir iki asker daha. Ben hep tek bir fotoğrafçı, savaşın karmaşası içinde koşuşurken bu olağanüstü sahneye rastlamış ve bu ölümsüz kareyi yakalamış diye düşünmüştüm bu fotoğrafa baktığımda; fotoğrafçının görmediklerini -görmek istemediklerini- arkasındakileri hiç aklıma getirmemiştim. Resimdeki sekiz kişiye karşın bir ıssızlık duygusu alıyordum bu fotoğraftan; yoksul bir köyün kıyısındaydık besbelli; ötelere uzanan bomboş yol, arka plandaki durağan, kara askerler, bir izlenimi destekliyordu. Oysa olay yeri gösterdiğinden daha kalabalık, olay da daha uzundu ve belli belirsiz hazırlık, giderek "sahneleme" öğeleri içeriyordu. Filmde küçük çıplak kız koşusunu sürdürüyor, ekranda büyüyor - besbelli filmi çekenin ilgi odağı da oydu - ağlayarak kameranın önünden geçip sağa doğru gidiyor, sonra duraklıyor, fotoğrafçılar harıl harıl fotoğraf çekiyorlardı. Gerisini anımsamıyorum; anımsamak da istemiyorum. Bu satırları yazarken amacım, savaş muhabirlerinin görev ve işlevlerini ya da işin "etika" yönünü tartışmak değil. Fotoğrafın saptadığı anla ilgili başka bir bilginin, fotoğrafın anlamını ve gerçeğini kolayca değiştirebileceğini söylemek yalnızca. Ben bu fotoğrafı aynı gözle görmüyorum artık. Fotoğrafın benim için gücünü yitirdiği de söyleyemem; ama bir şeyler değişti içimde ve dışımda; fotoğrafın gerçeği - böyle bir gerçekten söz edilebilirse eğer- değişti ya da başka bir yere doğru kaydı. Gerçeğin nerede durduğunu hala bilmiyorum; ama insan denen yaratığın bu gerçeğe göre nerede durduğu konusunda şimdi biraz daha bilgiliyim sanki.
akla kara arası,
Samih Rifat
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları
TANRISAL HAYAT
"Kuzeyin, buzulun, ölümün ötesi - bizim hayatımız, bizim
mutluluğumuz...
Mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz,
labirentin binlerce yıllık çıkışını bulduk."
Kendinize sık sık şöyle demeyi
alışkanlık edinin: Oradaydım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna
dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç
dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafife almadıkça, ayaklarının
ucuna basarak suyun üstünde yürümedikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü
andırıyorum, ama süzülerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım.
Çiçeklerde, bataklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç ediyorum,
bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum;
yakıp kül ediyorlar, atomlarım dayanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın
dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim,
hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası olduğumu
kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü
biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle
yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.
Çok erken, sabah, güneş bakır
kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat
içinde ışığa boğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm.
Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin
kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım:
"3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te,
Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez
bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu
kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok
dingin bir denize kurduğuna inanırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu
tesadüf hayra alâmetti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve
ırmaklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız,
bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi,
Nietzsche, Lou Salome (Salome!)
adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok ilginçtir:
"Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdiye dek hiç böylesine
duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüstü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı
bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O
sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz.
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız
olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma
çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan
böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.
Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888,
filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu
yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl
sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20
Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek
takdir etmemiştir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha
söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi
aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim
de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı
gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her
kelime bana tiksinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz
bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik,
gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi
idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız,
sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça
anlaşılması gerekir."
Bunun 'açıkça' anlaşılması,
niçin? Zavallı Malwida, Bir İdealistin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle,
Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu
cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey
olduğunu düşünecek.
Artık kadınlar yok, dolayısıyla
toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız
kardeş işe el atıyor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o
imajı yeniden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunuyor,
yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok
ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları
aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşıyan yorumlar halinde günümüze
kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pırıl yapmıyor mu?
Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlikle çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç
duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyorum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ
düşünmem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Düşünce
ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirilecek. Ama bu ben
birçoktur, aynı zamanda biz olur:
"Özgür
doğan biz öteki kuşlar."
Veya:
"Nereye
gidersek gidelim, etrafımızdaki her şey özgür ve güneşli."
...
Nietzsche kontrolünü kaybetmeden
önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni
öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini beklemeyen
bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, kendine doymuş, tükenmiş bir
meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"
Bir aziz olmaktan çok kukla
olmak, bunun formülü bilinir.
Ama evet, gülün, alay edin, öç
alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka
dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu
yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, itham
edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dikkat, cin
çarpacak:
"El bize doğru uzanır, bizi
yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri
gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu
son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) insanların
hilesidir."
Başını kaldırıyor ve önünde en az
bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir
düşünce.
***
Torino'da
Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş
yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö
Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkıyor, zamana uygun biçimde giyiniyor,
dağda ya da deniz kenarında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin
görmediğinden emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek
için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına
oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız
uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya
dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya
getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.
Bölgenin belli başlı kodamanı
Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer
almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta
söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi
geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalışmalarını sürdürüyor,
yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona
yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan
kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok,
para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters
düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimseye söz etmiyor
ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok
genç, aynı çevrenin insanları olmadıkları açıkça belli oluyor, belki
kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok,
kedi yok. Yerel gazetenin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda
bir makale yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun
portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir
şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde,
meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor,
devamlı müzik dinliyor, özellikle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı
değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz,
sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeniliği
okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde mütevazı bir adam mı? Yoksa
asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa
anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna
kuşku yok.
Torino ya da Cenova'daki genç
kadın tezgâhtara M.N. hakkında ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu
anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli,
cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sürse -o
hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları
olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha
serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor.
Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir
genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof
yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap
vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu?
Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin
melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni
dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden?
Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın
samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber
yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca
çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en
iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulunmaz) erkekten tiksiniyor, bu da son
derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı?
Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh
yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdıktan sonra, size
memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve
duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan
mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata
giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, suyun
fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inanmam. Yaşıyoruz,
ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para
nereden mi geliyor? Bu konuda çok ketumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena
para getirmiyordu, sanırım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil
mi?
Benim hakkımda ne mi düşünüyor?
Hiçbir fikrim yok. Kendini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden
hoşlanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, ancak bir sorun
olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm,
Napolyon'dan Josephine'e yazılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle
cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım,
kimsenin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek
zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan
karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama aramızda kalsın, yalvarırım,
bakın bir de endişe verici not var:
"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir
erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek
istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun
saçma bir şey olduğunu düşündüm.
M.N.'nin yazdıkları içinde epey
tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin):
"Aslında, genç ve saf kadınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen,
salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf
kadınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim
Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişiliğin ilk psikologuyum. Hepsi
beni severler - bu eski bir hikâyedir..." Bu cümlelerin ardından çok eski
tarihli gözlemler yer alıyor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi
algılanan erkek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mücadele,
yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da
gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı
anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını
kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."
***
Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş
kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:
"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız,
belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan
bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı
olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı
kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri
ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak.
Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla
bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza,
sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz
tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu
zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya
da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı
sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."
M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini,
tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne
yasaklanacağını, ne yakılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını
iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne
gönderileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herkesin
kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duymuyor, ama muazzam
bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutluluğu yaşarken sanki geleceğin
uçurumuna düşmüş gibi dehşet verici bir duygu hissediyor; karşısında bundan
böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir
yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.
Genç ve saf metresi kapıyı
vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle
söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten
iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha
az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat
çılgınlığı kutsanıyor.
***
Nietzsche hısım akraba
sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:
"Tam karşıtımı aradığım zaman,
yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi
görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak,
ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kardeşimin davranış
biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi
olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce
anlarımı- kolluyor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç
bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."
Biraz aşağıda:
"İnsan en uzak akrabalık
ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akrabalarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en
kötü bayağılık belirtisidir."
Bayağılık, aşağılık insanlar,
sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi
bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor.
Bununla beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden
içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anlatılmaz tiksintiye,
şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlanması gerekecek. Ve bir daha.
Yeniden.
Pekâlâ, anlaştık.
22 Şubat 1884 tarihli
mektup:
"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu,
özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri
oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin
seçiminde bile bu böyle.."
***
Disiplinli ve pratik
olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche
tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir:
"Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın
gibi çalışmak."
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı
katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik
bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene
ulaşıyor."
164 basamak: Saymış. Soluk
soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe
geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir
karyola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır
çıkılan bir merdiven.
Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın
tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin
kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası
bana şart."
M.N. bıkıp usanmadan Güney'de
yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya
(Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da;
dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı.
Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ
şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:
"Yeryüzünün en sevimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir
sessizliği hiç görmedim," diyecektir.
Zamanın kendisi gibi normalin
üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.
Üstüne üstüne geliyor, onu altüst
ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan
ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli
bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:
"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli
bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu.
Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."
Yani orası: "Denizden altı
bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."
Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân
elverişlidir.
M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve
çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin
o? Ne istiyor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu
desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?
Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde
öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek,
daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin
dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, göğüs, ciğerler, omurilik,
kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şakayı bırakayım mı?
Aynı tarihte, M.N. bir mektup
yazıyor:
"Bana yabancı düşünceler
ufkumda beliriyor."
Orman, göl, piramit biçiminde
kaya, Ağustos ayında saatlerce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir
kaya kıvrımında, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.
Bırakın soluk alayım, titriyorum.
Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel
kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz
yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyorum. İki-üç sandal yanımda
sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor,
tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.
Kızıl güneş açıyor, deniz esen
meltemle kırışıyor, tuz ve yosun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası,
tüy, gaga, yosun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim
düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir
hayatın belirtileridir."
Aynı
zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine
de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in
tutkusudur."
M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi
anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini
dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye
karar ^verdim."
Gerçekten bestelemiş midir? Tabi
evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları
şeyin karşıtı.
10 yaşındayım,
40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim
kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.
***
Kendine aşırı eğilmek tehlikeli;
sonu deliliktir.
Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle
edilebilir, ona oyun oynanabilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir.
Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona
söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendini
gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılmayan bu gibi durumlarda
kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman
tekerlek, düşüş, çağlayan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan
anlaşılmaması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes
gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.
Şu sıska kocakarı, güneşleniyor,
körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden
seri katil olmuş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jandarma.
Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.
Etiketler:
Nietzsche
Derek Jarman
Derek Jarman, 1942 yılının Ocak ayında Northwood, Middlesex’te doğdu. 1988 yapımı filmi ‘The Last of England’ın bazı bölümleri, bu dönemde çekilmiş amatör filmlerden oluşur. Savaş sonrasında banliyöde oturan orta sınıf bir ailenin oğluydu. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde (RAF) görevli, aslen yeni Zelandalı asker babası, Slade’de resim eğitimi görmek isteyen oğluna tek bir şart koştu: Tabii, ama önce Londra’daki King’s College’da İngilizce, tarih ve sanat tarihi okursan. Jarman babasının isteğini yerine getirdikten sonra Slade’e gitti ve Tiyatro Tasarımı bölümünü seçti. Eşcinsellik konusunda o sıralar hiç de hoş karşılanmayan dürüstlüğüne sempatiyle bakan bir çevre bulmuştu nihayet. 1960’lar Londra’sının sanat ve eşcinsel dünyasına tepetakla daldı. “Tanıdığım herkes, başka herkesi tanıyordu, ve tanıdığım herkes, başka herkesle yatmıştı. Biz bir aile olarak değil, bir kuşak olarak birlikte yaşadık” diye yazacaktı sonradan.
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
Etiketler:
Derek Jarman
krematoryum... krematoryum... krematoryum
(Shoah, 1985, documentary by Claude Lanzmann)
~GAZ ODASI~
Kapılar açıldığında...
dayanılmaz bir manzarayla karşılaşılıyordu.
İnsanlar bazalt gibi üst üste yığılmış...
...taş bloklar gibiydiler.
Gaz odalarında nasıl da yere yığıldılar!
Birkaç defa gördüm.
Kabullenmesi en zor şeydi.
Buna asla alışılamazdı.
İmkansızdı.
İmkansız mı? (Lanzmann)
Evet. Şöyle ki,
gaz verilmeye başlandığında... şu şekilde yerden yukarıya doğru yükseldi. Ardından müthiş bir mücadele başladı, çünkü gerçekten bir mücadele vardı. Gaz odasındaki ışıklar söndürüldü. Karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Böylece en güçlü olanlar daha yukarıya tırmanmaya çalıştılar. Galiba farkına vardılar ki ne kadar yüksekte olunursa...o kadar hava olurdu. Daha rahat nefes alabiliyorlardı. Bu durum boğuşmaya sebep oldu. İkincisi, çoğu insan kapıya doğru ilerlemeye çalıştı. Psikolojik bir durumdu. Kapının nerede olduğunu biliyorlardı... belki bir şekilde kapıya ulaşabilirlerdi. İçgüdüsel bir davranış... ölümüne bir mücadele vardı.
İşte bu yüzden çocuklar...Güçsüzler ve yaşlılar en altlarda kalarak yaralandı. En güçlüler yukarıdaydı.
Çünkü ölüm kalım mücadelesinde bir baba, altında yatanın oğlu olduğunu fark etmemişti. Peki kapılar açıldığında ne oldu? Yere düştüler. İnsanlar taş blokları gibi... kamyondan dökülen kayalar gibi yere düştü.
Ancak ziklon gazının yakınında bir boşluk vardı. Gaz kristallerinin geldiği yerde hiç kimse bulunmuyordu.
Yalnızca bir boşluk. Galiba kurbanlar orada gazın daha şiddetli olduğunu sandılar. İnsanlar ne durumdaydılar?
Hırpalanmışlardı. Karanlıkta boğuşup dövüşmüşlerdi. Baştan aşağıya... dışkıya bulanmışlardı. Kulak ve burunları kanıyordu. Hatta, diğerlerinin neden olduğu sıkışıklıktan dolayı yerde yatan, yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanları da görebilirdiniz bazen.
Çocukların kafatasları kırılmıştı.
Anladım. (Lanzmann)
Ne?
Berbattı. (Lanzmann)
Kusma.
Kulak ve burunda kanama.
Muhtemelen adet kanaması bile.
Bundan eminim.
Bu boğuşmada hayatta kalmak
için her şey yapılıyordu.
Korkunç bir görüntüydü.
Bu en zor kısmıydı.
....
(Shoah Metinlerinden)
Sappho'nun Son Türküsü
Suskun
gece, kaybolan ayın eldeğmemiş ışığı;
ve sen, görünürsün sarp kayalığın
üstündeki sessiz ormandan günün habercisi;
ey gözlerime tatlı ve doyurucu gelen bir
zamanların görüntüsü;
tanıyana kadar aşk ve yazgıyı; gülmüyor artık hiçbir tatlı
manzara umutsuz duygularıma. Alışılmadık bir sevinç kaplıyor içimizi tozun
dumana karıştığı tarlalarda,
dingin havalarda, estikçe tozlu rüzgarlar dalga
dalga.
Ve Jüpiter'in ağır arabası gürlerken
başımızın üstünde,
parçalar bulutlarla kaplı kapkaranlık havayı baştan başa.
Bize
keyif veriyor dağlarda başıboş dolaşmak bulutlar arasında;
derin vadilerde;
korkuya kapılmış sürülerin kaçışlarını izlemek
upuzun uzanan ovalarda; ya da
dinlemek kabarmış ırmağın uğultusunu
belli belirsiz kıyısında ve ürkütücü
taşkınlığını dalgaların.
Üstündeki örtü güzel, ey
tanrısal gök.
sen
de güzelsin ey buğulu toprak; ama
ne yazık, vermemiş bu
güzellikten bir
parça gökler ve acımasız
yazgı Sappho'ya.
Ey doğa, senin mağrur
krallığına boyun eğdim tıpkı değersiz
ve can sıkıcı bir konuk ve aşağılanan bir
sevgili gibi;
gönlümü ve gözlerimi çevirdim senin güzel şekillerine boşuna
yalvararak.
Gülmüyor bana çiçekli,
aydınlık tarlalar
ve doğu kapısından sabah
güneşi;
selamlamıyor beni renk renk
kuşların cıvıltısı;
hışırtısı kayın ağaçlarının;
ve salkım söğütlerin
gölgesinin düştüğü yere
aydınlık sularını yayar
berrak dere;
çeker kıvrımlı dalgalarını
iğrenerek,
kıyısında
tutunamayıp kayan
ayağımdan ve hızla dalar
kokulu tarlalara.
daha doğmadan önce, gökler
düşman kesildi yazgı astı suratını bana?
Ne idi günahım daha çocuk
yaşımda, yaşamın kötülüklerden uzak çağında;
öyle ki yaşamımın demir ipliği,
gençlikten ve albenisinden yoksun,
takıldı iğine katı yürekli Parca’nın.
Neler söylüyorsun;
ağzından çıkanı kulağın
duysun;
Gizli bir güç güder olayları
yazgının belirlediği;
giz dolu herşey; ıstırabımızın dışında.
Ağlamak için
doğduk, bir üvey evlat gibi;
nedeni tanrıların aklında gizli.
Ey arzuları,
umutları ilk gençlik yıllarının!
Ne ki, dış görünüşe,
güzellere sonsuz
bir iktidar verdi Babamız
insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister
usta, liriyle, türküsüyle;
parıldamıyor erdem çirkin bedende.
Öleceğiz.
Çirkin kılıfımızı yeryüzünde
bırakarak;
çıplak ruhumuz Dite'ye sığınacak;
ve insanlara körükörüne yazı yazanın insafsız
hatasını silip düzeltecek.
Boşuboşuna
bir sevgi beni sana bağlayan:
sonsuz bir bağlılık ve boş bir çılgınlık,
karşılıksız
bir arzudan doğan. Ama sen mutlu yaşa!
Mutlu yaşadıysa yeryüzünde eğer ölmek
üzere doğan.
Düşmedi payıma tatlı içkisinden Jüpiter'in,
sürahisinde
kıskançlıkla saklı tuttuğu; öldükten sonra
düşleri ve imgeleri
çocukluğumun.
Ne çabuk geçiyor neşeli günlerimiz.
Hastalık, yaşlılık alıyor
yerini ve gölgesi soğuk ölümün.
İşte, tatlı yanılsamalar ve
umduğum bunca zeytin dalından
bir tek Tartarus kalıyor bana.
Ve soylu ruhum cehennem karanlığında, yeraltı
kraliçesinin
ve suskun kıyıların malı oluyor.
Leopardi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)