Sodom'un 120 Günü

Orada herkes yeniden buluşacak... Orada herkes çıplak olacak: tarihçiler, karılar, kızlar, oğlanlar, yaşlı kadınlar, düzücüler, dostlar; herkes birbirine düğümlenecek, kayrak taşları üzerine sere serpe uzanacak, ve hayvanlardan örnek alıp herkes değişecek, düzüşecek, hısımlarıyla sevişecek, zina ya da livata yapacak, kızları çiçeğinden mahrum etme dışında her türlü aşırılığa, zihni en güzel biçimde kışkırtacak her türlü sapkınlığa bırakacak kendini...

Artık sevgili okuyucum, kalbini ve ruhunu, dünya var olduğundan beri yazılmamış ölçüde pis bir öyküye, ne eski, ne de modern çağda rastlanmamış tarzda bir kitaba hazırlaman gerekiyor. Her türlü dürüst ve hiç tanımadan sürekli olarak sözünü ettiğin ve doğa olarak adlandırdığın bu aptal tarafından öngörülmüş olan hazları derhal aklından çıkar ve tesadüfen rastlansa da, bazı suçlar ile birlikte ya da birkaç iğrençlikle renklenmiş halde olacağını bil.  Şüphesiz anlatılan birçok aşırılıktan hoşlanmayacaksın, bunu biliyoruz, ama aralarında seni baştan çıkaranlar da olacağını göreceksin... İşte bize gereken de bu. Her şeyi söylemedik henüz, her şeyi açıklamadık. Sana uygun olanı hayal etmemizi nasıl beklersin? İstediğini almak ve gerisini bir kenara bırakmak sana kalıyor. Başkaları da aynı şeyi yapacak ve yavaş yavaş her şey yerli yerine oturacak. Bu, altı yüz değişik lezzetin beğenine sunulduğu muhteşem bir yemeğin öyküsüdür. Hepsini yer misin? Şüphesiz hayır, ama bu büyüleyici sayı seçim olanaklarını genişletir. Bu bolluktan memnun olacağından, sana ziyafet çeken ev sahibini çekiştirmeye kalkışmazsın. Burada da olay aynı: Seç ve gerisini boş ver, geri kalanı yalnızca senin hoşuna gitmediği için karalama. Başkalarının hoşuna gidebileceğini düşün ve filozof ol. Çeşitliliğe gelince, bunun doğru olduğundan emin ol. Birbirinden tamamen farksız görünse de tüm tutkuları iyice incele, ne kadar küçük olursa olsun mutlaka bir fark olduğunu ve burada söz konusu edilen şehvet düşkünlüğünü diğerlerinden ayıran ve tarzını belirleyen de bu rafinelik, bu ince nüans olduğunu göreceksin. Sonuçta, öykülerin anlattıklarında altı yüz tutku bir araya getirildi: Burada okuyucuyu uyarmamız gereken bir nokta daha var. Bu tutkuları tek tek, öykünün içine katmadan ayrıntılandırmak çok tek düze olacaktı. Ama okuyucu macera içinde geçen ya da öykücünün hayatındaki basit olayları birbirine karıştırabilir diye, bu tutkulardan her birini bir satır ile ayırdık ve üzerine bu tutkuya verebileceğimiz adı yazdık. Bu çizgi, tutkunun anlatıldığı satırın tam başlangıcında yer alıyor ve bitişinde hep bir satırbaşı var. Bu tür dramlarda çok fazla kişi söz konusu olduğundan, bu giriş bölümünde önemli olanları tasvir etmeye ve tanımlamaya dikkat ettiysek de, her kahramanın adını ve yaşını, portresinin basit bir eskizin içeren bir tablo da vereceğiz. Öykü içinde bilinmeyen bir isim ile karşılaştırıldığında bu tabloya başvurabilecek ve daha yukarıda, bu basit eskiz daha önce anlattığımız düzenlemeleri hatırlatmaya yetmediğinde başvurulacak ayrıntılı portreler bulunacak.

SADE



Yatak Odasında (Felsefe)

Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

...

Kalçalarım sana uygun mu Dolmance? Ah! Meleğim, seni ne kadar arzuladığımı bilseydin! Bir kulamparanın beni götten sikmesini ne zamandır arzuluyordum!

Dilekleriniz yerine getirilecek Madam; ama, müsaade buyrun, mabudenin dibinde durayım bir an: Tapınağın dibine varmadan önce onu kutsamak istiyorum... Ne ilahi kıç!... Öpeyim onu!... Binlerce kez yalayayım!... İşte arzuladığın yarak!... Hissediyor musun sürtük? Söyle nasıl giriyor hissediyor musun?...

Ah!.. Bağırsaklarımın dibine kadar sok onu... Ey tatlı şehvet, neresidir senin hükümranlığın!

İşte ömrümde düzmediğim kadar nefis bir kıç; Ganymede'a layık!

...

Ah dostlarım işte iki taraftan da düzülüyorum... Lanet Tanrı! Ne ilahi bir zevk!... Hayır, dünyada eşi benzeri yoktur bunun... Ah! Düzüşün! Bunu tatmamış olan kadına ne yazık! Sars beni, sars beni... hareketinin şiddetiyle kardeşimin kılıcına doğru ittir beni ve sen, beni seyret; gel, ahlaksızlık içindeki halime bak; gel, beni örnek al, bu işi kendinden geçerek tatmayı, zevkle tadını çıkarmayı öğren... Görüyor musun dostum, aynı anda neler yaptığımı görüyor musun: Skandal, baştan çıkarma, kötü örnek, ensest, zina, sodomi!... Ey Lucifer! Ruhumun tek ve biricik tanrısı, daha fazlasını esinle bana, yüreğime yeni sapkınlıklar sun, bunlara nasıl şehvetle daldığını göreceksin!  

...

Şu koca yarağı bir bakirenin klitorisi üzerinde sallamak ne zevkl!... Sen, Şövalye, güzel kıçını göster bana... İyi sallıyor muyum çapkın?... Ya siz madam, haydi düzün beni, orospunuzu düzün... evet, ben bir orospuyum, orospu olmak istiyorum... Boşal meleğim, evet, boşal... Augustin istemeden bele buladı beni, Şövalyeninkini de alıyorum, benimki de geliyor... Dayanamıyorum... Eugene kalçalarını salla, anüsün yarağımı sıkıştırsın: yayılmakta olan yakıcı beli bağırsaklarının dibine fırlatacağım. Ah! Tanrı'nın düzülmüş kancığı! Ölüyorum!...

...

Düzüşelim! Sikim kalkıyor! Augustin!i çağırın, rica ederim, Bu güzel oğlanın mükemmel kıçı, konuşurken kafamı nasıl da meşgul ediyor, görülmedik bir şey! Sanki tüm fikirlerim iradem dışında beni ona yaklaştırıyor... Augustin, şu başyapıtı gözlerimin önüne ser... öpeyim onu ve çeyrek saat okşayayım! Gel aşkım, gel, gel ki, Sodom'un bende yaktığı alevlere senin güzel kıçında layık olayım. 


Ah! düzüşelim! Nefis! Nefis!..



Heyhat! Hocam... görüyorsunuz öğrencileriniz beni ne hale getirdi! Arkam ve ağzım bel dolu, her tarafımdan bel boşalıyor!


Ah güzel bir kıçın dibinden çıkan bel kadar güzel bir şey olamaz! Tanrılara layık bir yemek!

... 

Sodom


Sade bir sodomcu muydu?


Zaafımı itiraf etmeliyim. Şunu iddia ediyorum ki, yeryüzünde buna tercih edilebilecek hiçbir zevk yoktur; her iki cinste de kıça tapıyorum; ama genç bir oğlanın kıçı, kabul etmek gerek, bir kızınkinden daha fazla zevk veriyor bana. 



Sade bir sodomcu muydu?

 Temelde mazoşist bir eğilim taşıyor muydu? Önce sodomculuğu ele alalım; kendi fizik görünüşü, uşaklarının oynadığı rol, La Coste şatosunda cahil ama güzel delikanlıların katip olarak bulunduruluşu, yazılarında bu konuya verdiği büyük önem ve onu savunurken takındığı ateşli tavır, her şey, Sade'ın cinselliğinin temel öğelerinden biri olduğunu doğrulamaktadır. Gerçi yapıtlarında olduğu gibi hayatında da kadınların büyük rolleri olmuştur; Beauvoisin'le, daha önemsiz başka metreslerle aşklanmıştır; baldızını baştan çıkarmıştır, La Coste şatosuna birçok genç kız, birçok güzel kadın toplanmıştır; Matmazel Rousset ile kırıştırmış, ömrünün son günlerini Madam Quesnet'nin bitişiğinde geçirmiştir; gerçi bütün bunları toplumun koyduğu ve kendisini Madem Sade'a bağlayan bağları hiçleyerek kendi yarattığı biçimler içinde yapmıştır; ama o kadınlarla ilgileri ne cinstendi acaba? Cinsel tavırları konusunda elimizde bulunan iki belgenin ikisinde de Sade'ın, zevk ortağı kadınlarla normal olarak birleştiği görülmüyor; Rose Keller olayında, Sade kadını kamçılayarak açlığını gidermiştir, hiç dokunmamıştır ona;  Marsilyalı kıza ise, uşağıyla, onunla olmazsa kendisiyle arkadan birleşmeyi önermiştir; kız reddedince kendisi uşağıyla birleşirken berikini şöyle bir iki kez ellemekle yetinmiştir. Romanlarındaki kişilerin kız bozmaktan hoşlandıklarına tanık oluyoruz: Kanlı ve kutsallığa saygısız nitelikte olan bu cabbar davranış Sade'ın düş dünyasını çelmektedir. Yine de Sade'ın kişileri bir bakireyle ilk yattıklarında bile, kanını akıtacakları yerde onunla bir oğlanmış gibi birleşmeyi severler. Hatta bunlardan bazıları kadınların "ön"leri için derin bir iğrenme duygusu beslerler; bazılarının ise daha seçken oldukları görülür; yine de seçtikleri biçim belirlidir; kadının,  Binbir Gece Masalları'nda, onca güzellenen bu organı Sade hiç övmemiştir; karılarına normal biçimde yanaşan zavallı efemineleri sadece hor görmüştür Gerçi Madam Sade'dan çocukları olmuştur, ama bunun hangi koşullarda meydana geldiğini yukarda anlatmıştık. La Coste şatosundaki garip hayat göz önüne getirirsek, Nanon'u mutlaka Sade'ın gebe bıraktığı kanısında üsteleyebilir miyiz? Elbet romanlarındaki usta pedarastlara uygulattırdığı fikirleri Sade'ın hayatına bağlanmamız gerekmez; ancak Sodom'un Günleri'nde zevk konusunda papaza söylettiği sözler bir itiraf olarak alınabilmek bakımından kendi yüreğine oldukça yakın bir belgedir. Papaz bir yerde şöyle konuşur: Oğlan, kızdan çok daha iyidir; oğlanı, hemen her zaman zevkin gerçek tadı olan kötü açısından düşünün; kendi cinsinizden biriyle işlediğiniz suç, karşı cinsten biriyle olana göre daha büyükmüş gibi gelecektir size. Ve bu andan sonra şehvet iki katına yükselecektir. Sade gerçi bir mektubunda karısına karşı tek haksızlığının kadınları çok sevmek olduğunu da yazmıştır; ama bunun karısına karşı resmi ve iki yüzlü bir gösteri olarak kabul etmeliyizdir. Hatta kitaplarında kadınlara verdiği önemli rolleri romanesk bir dialektiğin gereği olarak düşünmek gerekir: Kötülük, onların binlerce yıldır yumuşaklığa alışmış cinsellikleri yanında büyük bir karşıtlık yaratıyor; kadın suç işleyerek kendi bayağılığını aştığı zaman, cesur bir yüreğin atılımlarına hiçbir durumun set çekemeyeceği gerçeğini erkeğe göre çok daha iyi bir şekilde anlatabilmektedir. Ama şu da var: Kuramsal olarak en görkemli kıyıcılarmış gibi nice gösterilirse gösterilsinler, kadınlar aslında kurban doğmuş yaratıklardır, aşağılanmışlardır, gözü yaşlıdırlar, alay konusudurlar, edilgindirler. Yapıtlarındaki bütün kadın kişiler aslında Sade'ın onlar için duyduğu nefret ve aşağılanmaya yakın nitelikleri kuşanırlar. Kadınlara duyduğu nefret annesinden mi geliyor? İkinci bir soru var, o da önemli: Yoksa Sade, kadını kendisinin bir tamamlayıcısı olarak değil de bir yedeği, bir kopyası olarak gördüğü ve ondan bir hiçbir şey anlamadığını sandığı için mi bu kadar nefreti besliyor? Dikkat edilirse yarattığı büyük kadın caniler öbür kişilerden daha canlı, daha diri çizilmişlerdir. Bu yalnız estetik kaygılardan değil, böyle tiplerin kendine yakın olması gerçeğinden doğmaktadır. Onun, Justine tipinde kendini bulduğu öteden beri ileri sürülür; ben hiç bu kanıda değilim; bence ablasıyla aynı işlemler karşısında bırakılan Juliette'nin kibrinde ve zevk tutumunda Sade daha çok vardır. Sade bir yerde kendini kadınmış gibi görmekte ve kadınların istediği şekilde erkekleşemediklerinden yakınmaktadır. Erkekleşebilmek..., bu eyleme en çok giren , en garip kişisi Durand'dır; Sade bu kadına dev bir klitoris kazandırmış ve cinsel açıdan bir erkek gibi bulunabilme yeteneği vermiştir.
...

Sade'ı Yakmalı mı?
sf. 28 - 30
Simone de Beauvoir 

İmgelemdeki 'Sade'

Beni hapse atarak dizginleyeceklerini sanıyorlardı. Tersine, hiçbir zaman bundan daha tehlikeli olmadım. Zevklerimi bu dünyada doyuramayınca gelecek kuşakları şiddetle sarsacak bir intikama giriştim. Cinsel ilgimdeki değişmeler, sanıyorum, gereksinimlerini dile getirebilmiş bir insaninkilerin yerini almakta. Vücudun girmediğim hiçbir bölgesi yoktur. Kadın olmuş erkekler, erkek özellikleri kabul etmiş kadınlar tanıdım. Hazzın bulunacağı yer de işte bu terse dönüştür. Herhangi cinsten bir kişiyi ters bir imaja sokun, doğal olmayan cinsellikten alacakları zevk acı vericidir.

Şiir teselli ediyor beni; dünya bizim mani ile bir tuttuğumuz tehlikeli baskıya kışkırtıyor. Kapatıldığım yerde kendimi geniş kırlarda yürüyor hayal ediyorum. Yağışlı bir sonbahar günü yollardayım, kırmızı ve sarı yaprak yığını uçuşuyor yolumda.  Özgürlüğün uzamla rastlaşma yeteneği olduğu anımsatılıyor bana. Düşünmek için yürümeyi sürdürüyorum zihnimde. Ayaklarım gittikçe artan soğuk çiyden ıslanmış. Durdursalar ve nereye gittiğimi, niçin gittiğimi sorsalar, yanıt veremezdim. Kan içmekten şişmanlamış kocaman kırmızı bir kuş tarlaların üzerinde kanatlarını açıyor.

Damağımıza tad verecek Mersault, Chablis, Hermitage, Loire, Montepulciano şarapları vardır. Bedenin en ince deliklerinden olduğu gibi onlardan da yavaş yavaş tat alırız. Ne yana dönsem beni bir duvarla yüz yüze getiren yoğunlaşmış bir koku uyaranıdır bu. Bu duvarın bir mavi,  bir kırmızı, bir yeşil, bir mor olması fark eder miydi? Daha şimdiden bir bukalemunun alışkanlıklarını edinmişim. Hücreme girseniz, döşemeden, duvarlardan, tavandan fark edemezdiniz beni. Bedeniniz kapatıldığım alanın üçte birini bile kaplıyor olsaydı, benim varlığımı ayırt edemezdiniz. Ben ve o, çevrem bir tek maddeye dönmüşüzdür: Man Ray'in, hayalinde benim yüzümü tasarladığı granite.



Ben taşım. Kendimi, daha sonra Man Ray'in tasvirlerinde, Bastille'in duvarlarından yontulmuşçasına mazgallı olarak çizilmiş profillerimde gördüm. Ben miyim bu? Ve de, bir haçın içerisine son derece kışkırtıcı bir kıçın yerleştirildiği fotografik de Sade Anıtı. Yarığı öylesine eksiksiz betimlemiş ki, cinsel çılgınlığa kışkırtıyor beni. O bölümde, yağmur ormanlarını, mücevherlerle süslü mağaraları, gizli evrenin sırları üzerine açık bir kara kitabı, volkanik kıyılar üzerinde yapılan alemleri keşfettim. Ne kadar derine inersem mistik gözün o kadar yakınına girmiş oluyordum.



Başkalarını da gördüm. Allen Jones'un, üzerinde siyah deri külotu, eldivenleri ve çizmeleriyle güzel bir kadının oturduğu İskemle'sini. Juliette'ki kızlar gibi iskemleyle bir olmuş:


 Şimdi de Clovis Trouille'in Sefahat'ındayım: yarı çıplak kızların ortasında kibar, zarif bir estetim, kızları kırbaçlıyorum, siyah çoraplar ve yüksek topuklar, geride örene dönmüş La Coste'un yıkıntıları arka planı oluşturuyor. Bu resimde aşk ve ölüm, bir şölen çılgınlığında birleşiyor. Elimde kırbaç, La Coste'un kalıntıları üzerinde düşünürken betimleniyorum. Siyah çoraplar giymiş yüksek topuklu kösnül kızlar sımsıkı bağlanmışlar. Benim dirseğim bir kafatasına dayalı, o da bir gül fidanına dayanıyor. İki keçi bu törenin bir bölümü. Başında bir şapka olan kız, giysisini, poposunu ortaya koyacak gibi yarmış. Çiçekli bir bank üzerinde uzanıyor. Benim gözlerim içe dönük. Gördüğüm şey başımdan geçenlerin düşüncesi. Gerçek dünya da burada oluyor işte.


Sade'ı yakmalı mı?


"Kapatıldıktan sonra çukurun tam üstüne meşe palamutları dikilsin; söz konusu çukurun bulunduğu toprak parçasına ağaç dikilmesini ve koruluğun, önceden olduğu gibi ağaçlarla kaplanmasını istiyorum; ne toprakta mezarımdan en küçük bir iz kalmalı ne de insanların hafızalarında bana dair bir anı."



***

Kızgın, karşı konmaz,  öfkeyle dolu, her şeyde aşırı, töreler konusunda görülmedik bir hayalleme sapışı taşıyan, bağnazlığa dek tanrısız... bir iki lafla ben böyleyim işte. Ya olduğum gibi alın ya da bir kez daha vurup öldürün beni. Çünkü değişmeyeceğim.

Onu öldürmeyi seçtiler, önce hücrelerdeki sıkıntının ufarak ateşiyle, sonra lekelemekle, adını silmekle. Böylesi bir ölümü kendisi de istemişti zaten: Mezarımı örter örtmez üstüne ağaçlar dikilsin... mezarımın izleri kalmasın yeryüzünde. İnsanların belleğinde hiçbir anım kalmadı diye övünç duyayım... Son isteklerinden yalnız buna uyuldu. Hem de nasıl bir titizlikle: Sade'ın anısı budala öykülerle değiştirildi; adı sadizm, sadik gibi ağır kelimelerle karıştırıldı; günlükleri yok edildi; müsveddeleri yakıldı -on ciltlik Journees de Florabelle kendi öz oğlunun gammazlamasıyla ortadan kaldırılmıştır- kitapları yasaklandı. Gerçi XIX. yüzyılın sonlarına doğru Swinburne ve bazı meraklı yazarlar ilgilendiler onunla, ama Fransız edebiyatında bir yer alması için Apollanaire'i beklemek gerek. Bugün yine de bu yeri herkesin gözünde kazanmış sayılmaz. "XVIII. Yüzyılda Fikirler", hatta "XVIII. Yüzyılda Duyarlık" konulu kalabalık ve titiz yapıtların sayfalarını çevirsek, adına bir kez bile rastlamayacağızdır. Sade'ı tutan yazarların onda bir peygamber dehasını selamlamaları kuşkusuz biraz da bu kepazece sessizliğe karşı olmuştur. Bir kez Sade, bir Nietzsche, bir Stirner, Bir Freud gibi anılmaya başladı ancak bütün bu tapmalar gibi bu tapma da, "Tanrısal Marki"yi iyice tanrılaştırarak hayınlık mı etti ona? Ne zaman Sade'ı anlamak istediysek tapınmaya itildik. Onu bir halk düşmanı ya da bir put gibi değil, bir adam, bir yazar olarak ele alan eleştirmenler sayılıdırlar. Sade'ın yeniden yeryüzüne, aramıza inişi de onlarladır. Ama gerçek yeri nedir? İlgimizi çekmesi nereden geliyor? Hayranları da saklayamazlar ki yapıtının büyük bölümü okunaksızdır; felsefe yönünden tutarsızılığı örtmek için bayağılığa sığınma geleneğindedir. Rezaletlerine gelince, hayranlığı çeken bir özgünlüğü yok bunların. Sade'ın bu konuda yeni bir şey yarattığı yok; psikiyatri kitaplarında en aşağı onunkiler kadar garip örneklere bol bol rastlanıyor. Aslında Sade'ın dikkatimizi çeken yönü ne sadece yazarlığında ne de cinsel sapık oluşunda. Bu ikisi arasında kurduğu, yaşattığı bağlantılar Sade'ı Sade yapan. Sade'ın sapıklıkları, birer doğa verisi olarak bu sapıklıklara uyacağı yerde, onları savunmak için geniş bir sistem kurmasıyla değer kazanmaktadır; öte yandan tekerlemeleri, kalıplaşmış lafları, beceriksizlikleri arasında, aslında anlatılmaz özellikte bir deneyi bize iletmeye giriştiğini görür görmez yapıtlarıyla aramızda hemeninden bir bağlantı kuruluvermektedir. Sade psiko fizyolojik kaderini töresel bir seçmeye dönüştürmek istemiş, toplumdan kopuşunu yüklenen  bu edimiyle de bir örnek vermeye, bir çağrıda bulunmaya kalkmıştır; serüveninin geniş bir insani anlama bürünmesi işte bu noktadadır. Kendi bireyimizi yadsımadan bütün isteklerimizi yerine getirebilir miyiz? Ya da yalnız farklılıklarımızdan vazgeçerek mi topluma bitişiyoruz? Bu sorun hepimizin sorunudur. Sade'de farklar bir yandan rezalete kadar uzanıyor; öte yandan edebi çalışmasının genişliği toplumca kabul edilmeyi nasıl bir tutkuyla istediğini gösteriyor. Hiçbir bireyin kendini aldatmadan savuşturamayacağı bu çatışmalara onda en aşırı biçimde rastlıyoruz. Sade'ın paradoksu da, bir bakıma zaferi de bu noktada işte; kendi tikel konumuna inatla yapışmak için, insanı tümel dramı içinde tanımlamayı deniyor.

Sade bencilliği, kötülüğü, mutsuzluğu son sınırına kadar yaşamış ve gerçeği onların aracılığıyla istemiştir. Tanıklığının en yüksek değeri bizi kaygılı kılmasıdır. Sade günümüzde türlü görünümler altında dönene temel soruna eğilmemizi istiyor bizim: İnsanın insanla ilişkilerine eğilmemizi.  

Simone de Beauvoir


Imaginary portrait of Sade (1938, Man Ray)



Kanla yazılan


İnsan kıçı şeklindeki evrene egemen olmak istiyordum, aklımdan hiç çıkmayan bir şeydi, hapishane ve düşkünler evi hücrelerinin içinde ve dışında bana hükmünü geçiren bir takınaktı bu; bütün değişik biçimleriyle bilinçdışımda baş kaldıran şey.  Bazen tepelerin arasında derin bir çatlakta at koşturduğumu hayal ediyordum. Orgazm şiddetinde tanıdığım kendinden vecit halini uyarmak için atımı kırbaçlıyordum. Kamışım çok iriydi. Bir boğa ordusuna meydan okuyabilir ve gücüyle onları alt edebilirdi.

At sırtında koşturmalarımdan tere batmış, otellerde duraklardım. Dağların, tepelerin ışığından yüzüm yanmış, parlamış olurdu. Vadiler gözlerimin altındaki çizgilerde yeniden yaratılmış olurdu. Tenim bağ kokardı, hardal otu, lavanta kokardı. Otelde bir geç kız varsa poposuna şaplak atardım. En çok istediğim şey onu dizlerime yatırmak ve yanaklarına terlikle vurmaktı. Ve benim kendi bildiğim biçimde içine girmemin tamamen doğal bir şey olduğunu düşününceye kadar bu şekilde onu heyecanlandırmak.

Orgazm anında, bir sahil kasabasını yerle bir eden bir kasırgaydım. Sanrılı bir öc alma girdabı parçalardı içimi. Hiçbir güç benim patlamamla karşılaştırılamazdı. Bunun yan etkisiyse çığlık atmaktı. İnsanlar kendilerini odadan dışarı atmaya çalışırdı ama kapılar kilitliydi. Gördükleri şeyle yüz yüze bırakılmışlardı. Onun batmasına, derine inmesine ve gerçekliğe dönüşmesine izin vermeyi öğretmek zorundaydılar. Bense o zaman esriklikten çıkmış, zevkim için gerekli olanların varlığından hemen kurtulmak isterdim. Yalnız kalmayı, dışarıda, sararmakta olan bir meşenin gölgeliğinde yürüyor olmayı, ya da kendi içime çekilmek ve içimdeki haritada insanın sığınıp yalnız kalabileceği noktalar arıyor olmayı isterdim. İnsanın yaşadığı gizli yerlerdir bunlar. Varlığımın izlerini arayacaksam orada, bu içe doğru yolculuktaydı.

Bir sargı bezi tomarına sarılı mikroskobik el yazısıyla yazıyorum. Sargı bezinin uzunluğu otuz dokuz metre. Geceleyin sımsıkı sarıyorum onu ve duvardaki bir taşın arkasına koyuyorum. Toz, kireç ve hapishane küfü kokan bir roman. Sıkılığı tehlikesini gizliyor. Parmak uzunluğundaki o silindirin içinde cinsellikte devrim yaratacak patlayıcı bir parlaklık gizli. Onu kendime özel tutmam onun momentiyle yaşamamı sağlıyor benim. Benim cinsel bir sözlük oluşturmam yeni bir türün yaratılışını gerektirecek. Seksi her organdan düşünebilirim ben. Göz deliğinden neden olmasın örneğin? Erkek psikolojisi görerek yönlenir. Görme heyecan yaratır. Gözlerimizle, denge duyumuzla, nöronlarımız, elektronlarımız, protonlarımız, enzimlerimiz, DNA'mız ve dış yeteneklerimizle sevişebildiğimizi düşünün; göbeğimizle, omuzumun kıvrımıyla, sırt sırta, kıç kıça derinin sürtünmesiyle. Herhangi bir yerde. El ayak parmaklarımızın altında. İşitme, duyu yansıtma alanımızın içersinde. Cinsel birliğin açınlanmamış, ruhsal ve bedensel o kadar çok bölgeleri var ki!



Tek gerçek kitap yayımlanamaz olandır. Bizim her gece sinirlerimize yazdığımız ve bilinçdışımıza gömdüğümüz kitap asla dışlaştıramayacağımız kitaptır. Orada yazılanlar, her birimizi tımarhaneye sokar. Ama her nasılsa benimkini parça parça okumuş gibiler sanki. Ya da bazı bölümleri ben davranışımla yasal hale getirdim.

Seksi herhangi bir insani edimden hiçbir zaman ayıramadım. Yaptığım her şeyi o dölledi kafamda. İçimde, ölü eğrelti otları arasında koşan yangın gibiydi. Oturmuş yazıyor, düşünüyor, sayıların gizemli anlamı üzerinde kafa yoruyor, ya da sırf mavi ve yeşil alevlere parçalanan bir kütüğe bakıyor olurdum, ve kafama hep erotik düşlemler takılırdı, aklımdan çıkaramazdım onları.

Ben her türlü sapıklığın çemberinde döndüğü bir zihindim. Ve ben, her şeyde güzellik bulan biriydim. En pis hapishane helasına bakarken bile zümrütlerin, gökyakutların, kadıköy taşlarının yüzeyde dansedişlerini görebilirim. Bir sorgulama hücresi içinde taşlaşmış bir orman görmüştüm bir defasında, sokağa dökülmüş kandan sinekkuşları yaratmıştım, kamçıyı tutan elimin bir dizi mavi ve mor hamurdan yatay çizgilere döndürdüğü birinin omuzlarından altın kanatları uzadığını seyretmiştim.

 Ne yaptığım ne yapmadığım çağdaş mitin konusu olmakta. Cinsel eğilimlerim yeraltı dünyasının bir kalıtı olmaya doğru gidiyor. Zincirlere asılı, saçları kazınmış genç adam genlerimde canlı buluyor beni. Onun erbezi iç salgısında ruhsal değerim ben. Kasıklarına kadar uzayan çizmeler giymiş olan genç kadınsa benim takınağımı almış kalıt olarak. Benim dişi temsilcim o.

Yaşamın karanlık yanı, yeraltı, insan doğasının arka yanı. Açınsamanın başladığı yer orası işte. Ya orada bana katılıp sanatın için deneyim yönünden zenginleşmiş olarak dönmeyi ya da kendini rahat hissettiğin duyusal yöre içersinde kalmayı seçebilirsin.

Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nü okuduğunda yüz elli karmaşık tutkuyu anımsayacaksın. Benim hayallerimi yorumlayabilmek, Picasso'nun Guernica'sının kapsamının resmini yapmak gibi bir şeydir. Yirmi yedi, bir betimleme izleği sunabilir: Erkek, bir kızın anüsünü öpüyordur, o sırada bir ikincisi aynı şeyi kendine yapıyor, bir üçüncü kız penisi üzerinde çalışıyordur. Sonra görevleri değişirler. Böylece sonunda üçünden her biri kendi kıçını öptürmüş, her biri onun penisi üzerinde çalışmış, onun kıçına değmiştir." Basit, ekonomik, fakat küstahça bireysel.

 Yalnızca yön hiçbir zaman sarsılmıyor. Arka yoldan giriyorum. Yaptığını, hoşlandığın şeye döndür.
Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nde Piskopos hakkında yazdıklarımı anımsayın yalnızca: "hemen bir ikincisini tasarlamadan asla bir suç işlemez' o.

Jeremy Reed
'Sade'

fetishism (I)



fetish boy

Kırbaç İnince


Belleğin yeniden çekmekte direttiği bir şipşak fotoğraf bu: Bir çiftlik binasının dışındaki bir kulübede bir Alman kızının üstündeyim. Uzun bir ışık sütunu samanların rengini kırmızıya boyuyordu. Artık beni sıkmaya başlamış olan bir tür haz arıyordum. Bir hamle ve karşı hamle konumuydu bu. Bir gece önce bir tilki girmiş olmalıydı içeri, çünkü giriş kapısının hemen sağında yolunmuş tüyler uçuşuyordu havada. Kısıtlı, coşkusuz bir sevişmeydi bu benimkisi. Başımı kaldırdığımda, duvara çakılı bir çividen sarkan bir kamçıyı görebiliyordum. Bu imge asılı duruyordu beynimde. Durgun suyu tadını çıkaran, su altındaki hareketsizliğinde, yabanıl bir oburluk gizli bir turnabalığı gibi öylece yüzüyordum havada. O bastırılmış orgazm anında, hayallediklerim ile kenetlendiğim kız arasında dondurulmaz bir boşluk var gibiydi. Ahırda gittikçe artıyordu ışık. Güneş bulutların ardından çıkmış, ince uzun al renkli flamalar salıyor olmalıydı mavi ve siyah bulut kümeleri arasından. Birden apaydın oldu ortalık. Kendimi fazla açıkta, bu sefil sevişmeden aşağılanmış hissediyordum. Bir an dalgalanan bir kalabalığın parçası oluyordum -erotik akışta ufacık bir dalga-, hemen arkasından kurtuluyordum kalabalıktan, benim sarı saçlı eşimi sarsan bir hızla geri çekilmiştim. O sırada bedeni hala benim ritmime uymaya çalışıyordu. Hayalet bir doruğa doğru koşuyordu. Bütün bildiğim gözümü diktiği kırbacın, benim dengem için gerekli olduğuydu. Daha onu oradan almadan ağırlığını, nasıl bir iz bırakacağını, nasıl ses çıkaracağını biliyordum. Kız yanından kalktığımı farketmemişti. Kollarıyla, dokunulmaz bir bedeni arıyordu. Birden ne yapmama gerektiği şimşek gibi çaktı kafamda. Bütün yaşamım sanki bu saldırı için bir hazırlanma olmuştu. Batan güneşin kızıllığı, kafamın içinde bir kasırgaya dönüşmüştü. Her şey hareketsiz görünüyordu. Zaman durmuş gibiydi. Kız, yapmak istediğim şeyleri istemsizce bekler gibi karın üstü dönmüştü. Kabul etmediğini gizlemeye çalışıyordu, başına üşüşen düşünceleri garip bir karanlığa yönelterek başı ellerinin arasında öylece uzanıyordu. Bir şey koptu içimde. Ayrılmayı hissedebiliyordum, sanki iki telin teması kesilmişti. Ona karşı acıma duymam için onu incitmek istiyordum...



 ...İlk şaklamada sıçradı. 
Vuruşun kendine yapıldığına inanamamıştı. İnanmadığı için daha da büyük bir vahşetle yeniden vurdum. Herhangi bir direnme göstermeyince vurup durdum. Terin alnımda boncuk boncuk toplandığını hissediyordum. Sayıyı şaşırmıştım. Her tarafımdan ter fışkırıyordu. Kız bir ara kaçmış olmalıydı çünkü durmadan dövdüğüm saman yataktan toz yükseliyordu havaya. Bayılmak üzereydim. Aracı kendime yöneltmek istedim, ama insanın kendini etinde mavi ve kestane rengi izler çıkartıncaya kadar dövmesi kolay olmuyordu. Bu sınırlama her zaman vardı. Ne zaman kendime döndürsem kırbacı, bedenin yetmezlikleri karşıma dikiliyordu. Kırbacı samanların içine fırlattım ve vurulmuş bir yılan gibi titreyerek ölüşünü seyrettim. Güneş yükselmişti, açık renk döşemede yol yol gölgeler belirmişti. Yere uzanıp dinlenmek istiyordum, ama bölüğüme dönmenin daha uygun olacağını düşündüm. Giysilerim terimden sırılsıklam olmuştu. Dikbaşlı bir aygıra eyersiz binmekten bitkin düşmüş bir at terbiyecisine benziyordum. Avucumda derin kesikler vardı. Kırbacın sapı yara açmıştı etimde. Benim ilk sadist yaramdı bu.

Bu deneyimi anımsanabilecek bir uzaklıktan yeniden düşününce, sinirlerimin ayağa kalktığını hissediyorum. Omuriliğim boyunca bir elektrik akımı geçiyor. Kırbaçladığım beyaz dolgun kalçalar yeniden avuçlarımın içinde. Hayalimde onun içine giriyorum; arkadan hiç girilmemiş belli; benimkinin büyüklüğü ile onun girişinin darlığı arasındaki uygunsuzluktan korkarak geri çekiliyor. Benim aceleme uyabilmesi için bir tren tüneli olması gerekirdi. Bense durmak nedir bilmiyorum. Yatayım, dikeyleşmek istiyor. Bedenini kamışıma takmak ve döndürmek istiyorum, sanki bir yuva dolusu kaçak karınca gıdıklayıp duruyor sünnet derimi, ucu bir arı kovanının tepesine sokulmuş da yalanıyor gibi hassaslaşmış.

Jeremy Reed
'Sade'

Sadizm

Kötülüğe biraz bulaşıp da, cinayetin duygular üzerindeki
 imparatorluğunu ve boşalmayı nasıl şehvetli hale getirdiğini
bilmeyen yoktur.

Vahşetler, dehşetler, en iğrenç suçlar...en pis olan, en aşağılık olan ve
 yasak olan ne varsa, insan ruhunu en iyi onlar çeler, en iyi kızıştıran onlardır...
 Her zaman için en tatlı zevklerle boşalmamızı bunlar sağlar.

En büyük zevklerimden biri sikim kalktığında Tanrı'ya küfretmektir. O sırada binlerce kez coşmuş olan ruhumun bu iğrenç kuruntuyu iyice küçümsediğini ve nefret ettiğini düşünürüm; ya ona daha iyi sövüp sayacak bir biçim bulmalıyım ya da daha çok ihlal etmeliyim; ve lanetli düşüncelerim kinimin bu iğrenç nesnesinin hiçliğine beni ikna ettiğinde sinirlenirim ve o hortlağı hemen yeniden canlandırmak isterim.

İnsan ne büyük bilmece! - Evet dostum, 
gerçek bir insanın ölçüsünü onu tanıyarak değil,
 onunla cinsel ilişkide bulunarak kestirebiliriz.

İki yürek arasında en kısa yol kamıştır.


Sade, yapıtlarında kendini açıklamaktan çok yaratmak davranışındadır. Bu türde kavranabilecek her şeyi kavradım, ama kuşkusuz kavradığım her şeyi uygulamış değilim, hiçbir zaman da uygulayamayacağım zaten. Yapıtlarının Kraft-Ebbing'in Psychopathologia sexualis'i ile karşılaştırılması nedensiz değildir; ve kimse Sade'ın kataloğunu yaptığı bütün suçları mutlaka uyguladığını söyleyemez; Sade bütüncü bir sanat türünün yöntemlerine göre insandaki cinsel olanakların sistemli bir listesini çıkarmış oluyor: Kuşkusuz onları sınamadığı gibi kendi bedenine uygulamayı aklına da getirmemiştir. Sade, sadece çok şey yapan bir yazar değil, kötü bir anlatıcı aynı zamanda. Öyküleri Justine ile Juliette'in 1797 baskılarındaki gravürlere benzer: Kişilerin duruşları, anatomileri titiz bir gerçeklikle çizilmiştir, ama yüzlerindeki acemi ve tekdüze saflık, katılmış bulundukları çirkin eğlenceleri gerçekle ilgili değillermiş gibi gösterir; Sade'ın düzenlediği bu soğuk şölenlerden diri bir itiraf çıkarmak güçtür. Bununla birlikte romanlarında gönül hoşluğu ile, özel bir beğeni ile ele aldığı durumlar da eksik değildir; Noirceuil, Blanguis, Gernande, hele Doymance gibi bazı kahramanlarına özel bir sevgi beslediği, fikirlerinin, zevklerinin çoğunu onlara temsil ettirdiği gözden kaçmıyor. Kimi zaman da bir mektupta, bir ayrıntıda, bir konuşmada, birdenbire, yabancı bir sesin yankısı olmayan, canlı, görülmedik bir cümlenin parıltısını görüyorsunuz. İşte üstünde düşünülmesi gereken daha çok bu sahneler, bu kişiler, bu seçkin parçalardır.




 Salo or the 120 Days of Sodom, 1975, Pasolini

'La Coste' Sade'ın Şatosu




Yüzyıllar boyu La Coste'ta olmakta olan şey, evrenin hala yazılmamış cinsel tarihidir.

Bu şato, La Coste 1790'da harabeye çevrilmiştir. Kamunun gözünde, korkulan ve saygı duyulan bir insan olan benim korkulan ve saygı duyulan bir kalıntımdır.



Mr. & Mrs. Woodman (Man Ray, 1947)





Kurban

Beni arkadan istediğini söylüyordu bana, seks konusunda hala erden olduğum için böyle cezalandıracaktı beni. Üzerime abanmış ısrarını, acelesini hissedebiliyordum; kanındaki sabuklama uğulduyordu. İçime girmeye zorlanıyor, korkunç cinsel arzusuyla beni kazığa çekmeye çalışıyordu. Karşı koyacak gücüm kalmamıştı. Nefretle boyun eğiyordum.  Olanlar, arzusunun alıcısı olan benim başıma gelmiş olamazdı. İçime girmişse, o değil başka bir kişi olabilirdi bu, ben olduğunu ileri süren biri. Gergin bile değildim, yalnızca kayıtsızdım olanlara.  Bir zamanlar beni isyan ettiren şey şimdi önemsiz görünüyordu. Ama acıyı hissediyordum. Aradaki fark çok büyük olmalıydı: benim darlığıma karşı onun genişliği, benim kasılmama karşı onun şehveti. Yarılıyordum ve yakıyordu. Soluğu hızlı ve düzensizdi. Elinden gelse beni delip karşıya geçeceğine dair bir his vardı içimde -bir uçtan ötekine delik açardı. Seksi öldürmek istiyordu tam da onu yaparken, çünkü bir gelecek vermiyordu seks. Onu şimdiki zaman içine daldırıyordu. 'Burada yaptığımız şey yapmak istediğimiz şeyin bir imgesidir ancak,' diye yazmıştı bana daha sonra. Ama güçlü oğlancılık onun felsefi kavramlarıyla ortadan kaldırılamazdı. Ağızda kalan limon kadar keskin bir tatla daha sonra geliyordu bunlar. Yaşamı gibi sürüyordu.

Kazığa oturmuştum. Daha önce hiç kimsenin yapmadığı gibi girmişti içime. Acıma, en ufak bir gönül indirme bile yoktu. Şaşkınlığın verdiği uyuşma ve kopuş yavaş yavaş yok oluyordu. Oyuyordu beni. En tehlikeli anına yaklaşmış olduğunu düşünüp duruyordum, fakat her gecikişinde doruktan geriye doğru dönüyor ve eski ritmine yeniden başlıyordu. Beni gözetliyor, kendini gözetliyordu. Benim kendisi, kendisinin de ben olmasını istiyordu. Onun haz duygusunu rahatsız eden şey kendi yalıtılmışlığıydı. Her ikisi de olmaya gereksinimi vardı, o ise yalnızca birdi. 'Duyguların hazzı her zaman imgeleme uygun olarak düzenlenir.' Bunu hapishaneden yazıyordu bana.

Daha fazla dayanamadım. Sakatlanıyordum. Üzerinde kasılmaya ve böylece gelmesini sağlamaya karar verdim. Kaslarımı sıktım ve onu kısıtladım. Tuzağa kısılmıştı. Ne kalkabiliyor, ne çıkabiliyordu. Uyguladığım bası nefesini kesmişti. Ağza alınmaz bir sürü laf etti ve boşaldı. Sonunda delirmişti. Gelecek düşüncesini yitirmişti, coşkusunu yeniden kazanamayışı fitilini söndürmüştü.

Bacaklarımın arasından akan kanı hissedebiliyordum. Bu aşağılamadan dolayı bir erkeği bağışlayabilir miydim? Benim bu olaya eşlik etmemi bağışlayabilir miydi? Karaya oturmuştuk, konuşmasız. Ağzımın içinde ölümün tadını duyuyordum.

Sanırım her ikimiz birden, yapacağı tek şeyin beni öldürmek olduğunu anlamıştık. Ama onun sapık tarzına uygun olarak, çürümüşlüğünü sahici kılmak için mani'sine bir tanık olması gerekiyordu. Yalnızca gözleri, elleri ve güdüleri vardı onun. Ben çoğalttım bunları. İkimiz birden dört gözü, dört eli, dört bacağı, iki sırtı, iki popoyu temsil ediyorduk. Ve öykü ne zaman bir başkasına anlatılsa, parçalar çoğalırdı. Aykırı doğası hem özel hem evrensel olmak istiyordu. Yasanın dışında yaşamak istiyor, aynı zamanda doğal cinsel eğilimlerini duyurmak istiyordu.

Salo (or the 120 Days of Sodom)





Salo (or the 120 Days of Sodom)



Salo (or the 120 Days of Sodom)






*
Salo or the 120 Days of Sodom 
1975, Pier Paolo Pasolini

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin


Hazırlayanın Notu

Dikkatli okuyucu, Tezer Özlü'nün yurtdışından zamanın dergilerine gönderdiği bu olağanüstü yazıları gördüğünde onun sanatın çeşitli dallarıyla ne derece ilgili olduğunu görecektir. Özellikle de dünya edebiyatı, sinema, yazarlarla karşılaşma, çeviri sorunlarıyla ilgili yazılarında. Bir açıdan haber niteliği taşımalarına rağmen bu yazılar bir başka açıdan da ülkemiz okuyucusuna başka dünyaları açmakta ve asla güncelliğini yitirmemektedir. Aynı zamanda da öğreticidirler. Gerçek bir entelektüelin elinden çıkmışlardır.

Güzelliklerimiz, sanatla ilgilendiğimizde, sanatın içine girdiğimizde ortaya çıkar. Edebiyattan,  resimden, heykelden, sinemadan -gerçekten sanatsallarsa- öğreneceklerimiz sonsuzdur. Bu kahredici düzende bize mutluluk verenler de onları yaratanlar ve yapıtlarıdır.

Bu gözle okunmalı bu yazılar.

Sezer Duru


***


Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum