Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)







" Ne güzel bir gün.  Burada yanan ışık ve hafif hafif esen rüzgar en ağır düşüncelere kanat takıyor. Eski dostum Jacob Burckhardt bu şehirden geçmişti ve Traviata'nın suretini gördüğünü söylemişti. Bıyıklarım benim temiz hava filtrem ve bu şehrin kaldırımları ayaklarım için bir cennet. Yalnızca, yürürken düşündüklerimiz kayda değer düşüncelerdir. Tam da ihtiyacım olan şehir işte. Ah, Torino! Tebrikler, sevgili dostum. Bana gönülden nasihat verdin. Bu şehir benim için yapılmış. İşte, apaçık görüldüğü üzere ilk kez geldiğim zamanki gibi, hiç değişmemiş. Özellikle de ilk günlerimdeki kötü  durumumu düşünecek olursak. Önceden hava berbat bir şekilde yağmurlu, soğuk ve değişkendi. Benim için çok bunaltıcıydı. Ne değerli bir şehir. Düzenli. O büyük şehirlere benzemiyor. Korktuğum gibi değil, modernite yok burada. Aksine, şurada bir 17. yy rezidansı var, her şeyin estetik olduğu zamanlardan, saray gibi, soylu. Her bir taş aristokratik sükunetin izini taşıyor. Şehir çevresinde yoksulluk yok. Renklerin bütününde belirgin bir estetik var. Tüm şehir sarı ya da toprak kırmızısı. Ayaklarım için de, gözlerim için olduğu kadar iyi. Ne güvenlikli, ne güzel
kaldırımlar ama! Trenlerin ve yük arabalarının ne kadar  düzenli ve müthiş olduğunu söylemeyi unutuyordum. Buradaki hayat bildiğim diğer İtalyan şehirlerden daha ucuz. Ayrıca, henüz kimse beni dolandırmadı. Resmi olarak benim Alman olduğumu düşünüyorlar, her ne kadar bu kışın resmi yabancı listelerinde bir Polonyalı olarak görünsem de. Ne güzel bahçeler. Ne ciddi, ne ağırbaşlı kareler. Sarayların tarzı iddiasız... sokaklar temiz ve sade... her şey umduğumdan daha fazlasına değer. Bugüne kadar görmediğim, en güzel cafeler, böyle değişken bir atmosfere sahip bu kemerler o kadar gerekli ve ferah ki insanı hiç bunaltmıyor. Geceleri Powder(İng. ismi) nehri muhteşem. İyinin ve kötünün ötesinde. Bu salt bir kötülük değil, her ne kadar Wagner'in karşısına Bizet'i koysam da. Çeşitli oyunlar arasında ben kimsenin oynamaması gereken bir konu sunuyorum. Wagner'e sırtımı dönmek benim kaderimdi, şimdi yine bir şeyin keyfini sürüyorum, zafer. Kimse Wagnerciliğe bu kadar  yakın ve tehlikeli bir şekilde yaşamadı... kimse buna daha sert direnmedi... kimse bundan kurtulmakla daha mutlu olmadı. Uzun hikaye. Bunun yerine başka bir şey koymak istiyorlar mı? Eğer bir ahlakçı olsaydım, kim bilir ne söylenirdi? Belki de kendini geride bırakarak. Ama filozoflar ahlakçıları sevmez ayrıca, güzel sözleri de sevmezler. Bir filozof ilk ve son olarak  kendisinden ne talep eder? Kendi çağını aşıp dünya üstü olmak. Bu nedenle, neye karşı en sert savaşını vermelidir? Onu çağdaş yapan her şeye. Pekala. Wagner olduğu kadar, ben de çağdaşım, başka deyişle, bir dekadan. Ama şunu anladım ki ben buna karşıyım ve kendimi korumalıydım. İçimdeki filozof kendini korudu. Kendimi Wagner'den kopardım, çünkü o bir Alman tanrısını, Alman kilisesini ve Alman imparatorluğunu arzuluyordu. Romantizm, Hıristiyanlık gibi, fizyolojik bir çürümedir, nihilizme giden bir duraktır. İnanıyorum ki, ben bir müzisyen değilim, tam da şu romantikler gibi olmamak için. Ama, müziksiz bir hayat benim için bir hata olurdu." 







Torino'ya geldiğimden beri, çalışmadan geçirdiğim tek bir gün olmadı. Engadine'kinden kesinlikle daha iyiyim. Torino, benim var olan durumumda beslenme ihtiyaçlarıma tam olarak uyan bir yer.
Bir de çok zarif bir güzlük palto aldım. Günden güne, tarif edilemez  bir aydınlıkla doluyor burası.
Başka hiçbir yerde böyle bir güz görmedim. Üzümler ve öteki meyveler daha iyi. Bunu sözcüklerle anlatamam. 300.000 nüfusuna rağmen sakin bir şehir. Dün, inanır mısın, Bizet'in başyapıtını 20 kez duydum. Zarif bir özveriyle sonuna kadar dinledim. Bırakıp gidemedim de. Sabrımın bu yenilgisi beni korkutuyor. Ne sağlam iş ama. Biz kendimiz baş yapıtlara dönüştük. Gerçekten, ne zaman Carmen'i duysam olduğumdan daha fazla bir filozof olduğum izlenimine kapılıyorum. Çok anlayışlı, çok mutlu, sakin bir Hintli gibi. 5 saat oturdum. Kutsallığın ilk aşaması. Bu müzik benim için mükemmel. Hafif, ustaca, zarif. Öyle samimi ki hiç bunaltmıyor. Işığım gayet iyi. Tüm bunlar narin ayakların ilahi adımları: benim estetiğimin ilk cümlesi. Her ne kadar popüler olsa da bu müzik şeytanca, rafine ve güzel. Müzikteki çürümenin tam tersi, sonsuz melodi.



Tam havamdayım, sabahtan akşama çalışmalara dalmış elimde küçük bir müzik broşürünü tutuyorum. Onu bir yarı-tanrı gibi özümsüyorum. At arabalarının gürültüsüne rağmen uyuyorum.
Anneme, Bay Brandes'e benim  en iyi resmimi vermesini söyledim. Bay Brandes, Kopenhag Üniversitesi'nden, benim yazılarımla ilgili sunumlar yapıyor. Aslında, benim sormak istediğim,
sevgili Bay Georg Brandes, bilinçsiz bir topluluk karşısında benim  çalışmalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret ettiniz? Yarından sonrası benimdir. Bazı insanlar öldükten sonra doğar. Mole Antonelliana, Ecce Homo'nun vaftiz babasıyım. Bu yüce fikir bana H. Heine tarafından verilmişti.
Onda ne kadar mükemmel olduğunu hayal edemeyeceğim kadar ilahi bir kötülük vardı. Tanrı için insanın değerini satirden ayrılamaz olarak görüyorum. Şimdiye kadar tüm felsefeler bedeni yanlış anladı. Ben diyorum ki: Beden, düşünendir. Karl Knortz Hoca, bana New York'tan yazıyor ve  benim kitaplarım hakkında bir Amerikan dergisinde eleştiri yazacağını söylüyor. Bu şöhretin bir işareti. İyi bir terziye güzel bir kıyafet yaptırmam lazım. Ama bu terzi gelmiş benim kıyafetlerime laf ediyor. Bana takım elbisemin ölçülmeden yapıldığına inanamadığını söyledi. Bu kadar da kötü terziler olduğuna inanamadı. Güldüm ama cidden öyle. On yıldır, giydiklerim beni pek memnun etmiyordu. Duyuyor musun, çünkü ben falancayım. Her şeyden önce, benim kafamı karıştırmayın.

Lanet anti-Semitistler, lanet Schmeitzer. Şimdi size geri dönüyorum, Bay Fritsch, bana gönderdiğiniz Correspondence gazetesinin üç sayısı hakkında bu tuhaf hareketinizin temelindeki kötü niyetleri görmeme sebep olan, izin veren güveniniz için size teşekkür ediyorum. Şu andan itibaren bana bu tür yayınlar  göndermemenizi rica ediyorum. Artık tahammül edemeyeceğimden korkuyorum. Sürekli çarpıtmalar, kavramları belirsiz kullanmalar... Cermen, Semitik, Aryan, Hıristiyan, Alman... tüm bunlar beni rahatsız ediyor, beni ironik hoşgörüden uzaklaştırıyor şu an olduğu gibi. Erdemli hevesleri ve bugünün Almanlarının ikiyüzlülüğünü düşündüm. Son olarak, Bay Fritsch, Zerdüşt ismini anti-Semitiklerin ağzından duymak... sizce bana neler hissettirir? Bay Fritsch, midemi bulandırıyorsunuz. Sizin ağzınızdan Zerdüşt ismini  duymak beni tiksindiriyor. Bütün ırkların birbirine karıştığı büyük bir kültürün kökeni. İyi Avrupalı, yani, fazla Avrupalı, beni ilgilendiren bu. Hintliler, kızılderililer, Delawareliler ve Mohikanlar...paryalar, sanatçılar, Alman Yahudileri... bu 'aşağıdan' gelenler... bizim nefretimizin kurtarıcıları olacaklar, bizim ulusal nefretimizin.

















Mamma Roma(1962, Pier Paolo Pasolini)



Kayıp Zamanın İzinde


      

      

Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Roza Hakmen



İkinci kez kuruldu Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanına Yaratılış'ın resmini yapmak için sırtüstü yattığı yapı iskelesi: Marcel Proust'un kendi el yazısıyla dolu sayfaları havaya kaldırarak kendi mikrokozmosunun yaratılışına baktığı hasta yatağı.

“Marcel Proust’un on üç ciltlik A la recherche du temps perdu‘sü (Yitik Zamanın İzinde), mistiğin dalıncıyla nasirin sanatını, heccavın şen coşkusuyla araştırmacının kılı kırk yaran dikkatini ve monomanyağın sürekli kendisiyle uğraşan bilincini otobiyografik bir yapıtta bir araya getiren tasarlanması imkansız bir sentezin ürünü. Edebiyatta bütün büyük yapıtların ya yeni bir tür kurduğu ya da bir eskisini ortadan kaldırdığı söylenir ki doğrudur; başka bir deyişle bütün büyük yapıtlar özel vakalardır. Bu vakaların en akıl almaz olanlarından biriyle karşı karşıyayız şimdi. Aynı zamanda hem kurmaca hem otobiyografi hem de bir güncel değinmeler toplamı olan yapısından tutun da, sonu gelmez cümlelerinin sözdizimine kadar (dilin Nil’i -yatağından taşan ve çevredeki hakikat topraklarını besleyen, bitekleştiren bir ırmak) herşey kuralı aşıyor burada. Edebiyatın bu büyük özel vakasının aynı zamanda son onyılların en büyük edebi başarısı olduğu da söylenebilir. Yaratılmasına eşlik eden koşullar son derece sağlıksızdı: Ender rastlanan bir fiziksel illet, olağanüstü zenginlik ve kuraldışı bir cinsel eğilim. Her bakımdan örnek alınacak bir hayat değildir bu, ama her yönüyle öğreticidir. İmkansızın merkezini yurt edinmiştir zamanımızın en çarpıcı edebi başarısı; bütün tehlikelerin merkezine -ve aynı zamanda kayıtsızlık noktasına- yerleşmiştir. Bütün bir ömrün adandığı böyle bir yapıtla belki bir daha karşılaşmayacağız. Proust’un imgesi, edebiyatla hayat arasında gittikçe artan uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifadesidir. Bugün bu imgeyi bir kez daha canlandırma çabasını meşrulaştıran da budur.

...

W. Benjamin
"Proust İmgesi"

A Night With The Stars




Angelus Novus (Klee)

Melek geçti.

"Eskimeyen esirgemeyen melek".



IX.

Hazırım kanat çırpmaya
"dönsem", derim, "dönsem geriye"
Bir an daha kalırsam burada
Korkarım hiç dönemem diye. 

Gershom Scholem 
Meleğin Selamı

Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.

W.Benjamin
Tarih Kavramı Üzerine

Portbou / Walter Benjamin

Size daha ne söyleyebilirim?

Aramızda bir sınır kalmadı gibi geliyor bazen. Dokunasıya yaklaşma sanısına kapılmak yakıcı ve tehlikeli, üstelik,  ne kadar mistik olsak öylesine inançsızız ki, karşılıklı durabilsek birbirimize olsun tutunamayız şimdi.

"Buraya size gülümsemek için indiğim" doğru oysa. Yapılabilecek başka şey kalmadığını anlayalı epey oldu. Yıllar geçiyor, tenhalığımızı artıran bir kalabalığın ortasından yürümeyi, yara bere içinde kalarak öğreniyoruz. Sizinle ilişkimde beni hep rahatlatan bu olmuştur: Nasıl olsa ben doğmadan oniki yıl önce ölmüştünüz, iki çizgi arasındaki birlikte sorumlu olabilirdik, bir sorum olacak olsaydı.

Portbou'ya yarıyarıya hazır geldiğinizi sanıyorum. Yaşamak istemeseydiniz, bir tepede durup baktığım öteki tepelerden, yırtık pırtık, saatlarca yürümeyi seçmezdiniz. Yaşamak isteseydiniz, çok isteseydiniz, yolda size eşlik edenler öyle yaptılar ve beklediler, bekler ve yaşardınız. Bir sınır kasabasında sınırınızı bulmak isteği varmış içinizde. Bir o kadar sınırı aşmak, sınırdan taşmak isteği, öbür kefede: Herşey yarıyarıyadır, yarıyarıya yakındır hayatta, bir başka türlü koyarız, koymaya çalışırız, öylesi doğru gelir.

Portbou'ya, iki tepe arasında kalan bu sınır kasabasına, önce ilk tepeden, sonra içine girip, ardından ikinci tepeden dönüp bakarken, duygu ve düşünce örgüm kıvıl kıvıl, Rilke'nin bambaşka duygu ve düşüncelerle Paris için kurduğu bir cümle geldi aklıma: "Buraya yaşanacak yer diye geliyorlar, oysa burası ölünecek yer".

Kimse gelmezdi, herhalde, buraya, burada yaşamak için; bir tek burada doğanlar yaşarlar gibi geliyor bana: Kasvetli bir sınır kasabası, sınır karabasanı Portbou. İnsan zihni anlaşılmaz pencereler açıyor arasıra, düşünmeden edemedim: Sizi Gestapo'ya teslim etme tehdidi savuran (belki bir şeyler koparmak amacıyla, belki üstünlük sağlamak niyetiyle) küçük sınır memuru buranın yerlisi miydi? Aynı mezarlıkta mı gömüldü (siz sanki bu mezarlıkta mısınız?) öldüğünde? Zayıf olasılık ama: Bir köşede hala yaşıyor olabilir mi? Çocukları Portbou sokaklarında geziniyor mudur şimdi şu an?

Biliyorum: Gülünç, anlamsız, zavallıca meraklar bunlar. Ama bana dahiller. Kıyıdaki "Turizm Bürosu"na girdim. Tül Gösterince: Kekeme bir Katalan, genç ve sevimli bir adam (kekemeleri her zaman kendime yakın bulmuşumdur), "Benjamin'in geceyi nerede geçirdiğini biliyor musunuz?" sorusunu hemen yanıtladı: "Soldan ikinci sokağa sapın, şimdi ismi "İnternacional" olan barın üstünde intihar etmiş".



İn the Bedroom (Soundtrack)

Zeni Me, Mamo
Bulgarian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Dobro-Dosle
Macedonian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Oj Savice
Croatian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus




Patates Yiyenler (1885, Van Gogh)

Derme çatma bir masanın etrafında toplanmış, akşam yemekleri patates ve çaydan ibaret, her türlü lüksten mahrum bu köylü üreticiler, karanlığa bürünmüş; sosyalleşmelerini ve aydınlanmalarını sağlayan ışık, tepelerindeki tek bir ampülden-teknolojinin aydınlanmasından- geliyor. Bununla birlikte tablo, "suskun ağır işçilerin, yani büyük çoğunluğun" neredeyse kahramanca bir tasviri; "kendine acıması" olmayan köylülerin işlendiği, "sonsuz sempati" dolu bir sanatsal eser diye yorumlanmıştı. Van Gogh tablo üzerinde çalıştığı sırada, erkek kardeşine şunları yazmıştı:

Ampul ışığında patateslerini yiyen o insanların, toprağı da o tabağa soktukları elleriyle kazdıklarını vurgulamaya çalıştım; yani resim el emeğini ve bu emekçilerin ekmeklerini nasıl dürüstçe kazandıklarını anlatıyor. Biz medeni insanlarınkinden oldukça farklı bir yaşam biçimine dair bir izlenim vermek istedim.



Bu sözlerde, bize tablonun kendisinden seslenen şiddetli kararsızlığın tıpkısı mevcut, Van Gogh dürüstçe yapılan ağır işçiliğe hürmet ederken bile, toprağın pisliği ile masa adabını derin bir tedirginlikle bir araya getirdiği ikilik barındıran tasvirlerden -biz/onlar, medeniyet/vahşilik, kurtulamamış. Sanatçı her ne kadar üretken emeği takdir ederek bir tabuyu yıkmaya çalışsa da sınıf bilincindeki hapsedici resmiyetin ötesine geçemiyor. Van Gogh'un, çevreleri karanlık ve ilkel, vücutları ve yüzleri boğumlu, üzerleri isli ve örtülü, ihtiyaç ve zevkleri en temel gıdalarla ölçülecek ve kayıtsız bir kabullenmeyle paylaşılacak kadar basit olan köylüleri, toprak işçisiyle kültürlü yaşam arasındaki nesnel ayrılığın bildik çağrışımını yeniden üretiyor. "Sefaletin ve kederin yüzü" bu; kuşkulu, ürkek ve ifadesiz, kederli ve uysal ama rahatsız edici tehditkarlıkta bir çehre. Van Gogh'un niyeti hürmet ve saygı göstermekken, yabaniliği resmetmiş.

Köylü evinin ve ocağının, küçük toprak sahibi emekçinin berbat koşullarının, penceresiz duvarların karanlığındaki imkansızlıklarla dolu bir hayatın tasvirinde Van Gogh, kendi sempatilerinden ziyade alt sınıfın acı gerçeklerini gösterir. Bir asırdan fazla süren kapitalist gelişimin, insani bakımdan başardıklarının karanlık bir imgesi olan Patates Yiyenler, hoş bir resim değil. Hem üretip hem yediği şeye, bitkinin kendisine, yani bir çuval patatese dönüşmüş bir sınıfı temsil ediyor.

"Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."

*
Karanlığın Kültürleri
sf. 45 - 46

Bryan D. Palmer  

Cüz


VI

Pornografi: Etebiyat


Tarkovsky'nin köpeği

fotoğraf: Herve Guibert 1986

...

Herve Guibert: Peki şu yukarınızda asılı olan fotoğraftaki köpek?

Tarkovsky: Bir Rus köpeği, Rusya'da kalan ailemin bir parçası, oğlumla ve kayınvalidemle beraber.

...

HG: Hangi hayvan olmayı isterdiniz?

T: Bir hayvan olmayı istemeyi tahayyül etmek zor, manen daha düşük bir seviyeye inmeyi istemek gerekirdi, ruhun paralize olması gerekirdi Ben insana en az bağlı olan hayvan olmak isterdim. Böyle bir hayvanın varlığını düşünmek tuhaf. Romantiklik gibi bir kaygım yok, o yüzden de bir kaplan ya da kartal olmak istediğimi söyleyemem. Herhalde mümkün olduğunca az karar veren bir hayvan olmak isterdim. Köpeğimiz Dark çok insancıldır, sözleri anlar, gerçekten de insani duyguları hisseder. Köpeğin bu yüzden acı çekiyor olmasından korkuyorum. Rusya'dan ayrılmam gerektiğinde, hiç kıpırdamadan oturdu kaldı, bana hiç bakmadı. (Kitap: Şiirsel Sinema)




Nuri Bilge Ceylan Sineması


Yeni yıla girdik. Bugün öğleden sonra pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım. Öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim. Deyim yerindeyse yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi. Öyle güzeldi ki. Sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi. Beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi. Bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım. Gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti. Ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi. Yalçın Koç'un yazmış olduğu 'Anadolu Mayası'. Yalçın Koç yanlış hatırlamıyorsam Boğaziçi Üniversitesi'nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri. Kitabı öylesine okumaya başladım. 20 sayfa kadar su gibi okudum. Algılarım o kadar açıktı ki. Bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki. Yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım. Hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım. Hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da artırıyor. Çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin duygusunu gerçekten algılayamadığımı duyumsadım. Sadece haz duyulması gereken bir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda  acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor. Algılarımızın keskinliğini artırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten. Bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü.

Bir Zamanlar Anadolu'da
Kurgu Günlüğü - Nuri Bilge Ceylan

Chaosmos

Dünya üzerine, insan üzerine, metafiziği ilgilendiren sorunlar üzerine ileri sürülen grotesk, olağanüstü, derin binlerce kuram geçti aklımdan. Aklımdaki bu binlerce felsefeden hiçbir çift -sanki bunlar gerçekmiş gibi- uyuşmuyor. Sahip olduğum bütün düşünceler yazıya dökülmüş olsa, gelecek kuşaklar üzerine büyük bir sınama olmuş olurdu; ama aklımın o çok tuhaf karakteri nedeniyle, bir kuram ya da fikir beni etkiler etkilemez ortadan kayboluyor, sonra da hiçbir şey ama ne olursa olsun gerçekten hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu nedenle de hafıza öbür tüm yetilerim gibi beni bir rüyada yaşamaya itiyor.

...

"Pessoa kişilik taşımama ve hiçkimse olma radikal deneyimini yaşayan, bu deneyimin tam kalbinde "kendini her şey olarak düşleme", "her yönde, her şey olma" ve "duyumsama" olanağını keşfeden, bu basımın önsözünde alıntılanan Ömer Hayyam'la ilgili parçada okunduğu gibi, her anını "hem ardışık hem de dağınık iç dünya(sın)da yaşayan çelişkili bir düşünürdür. Her ne kadar bütün yaşamını kapsayan kurmaca denemesinde Pessoa estetik ve felsefi hareketler yaratma oyununu oynadıysa da, yarattığı düşünce ne tek kişiliğiyle belirlenmiş bir düşünürün, ne de sistematik bir düşünürün ürünüydü. Aslında felsefi düşünceleri, her şeyi sınırlı ve değişebilen açılarda düşünen, duyumsayan, yaşayan birden çok sayıda başka düşünüre aittir. Kesinlik karşısındaki korkusu, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu reddetmesi, onu her türlü etiketten kurtarır. Tam tersine, rastlantısal ve birbirine eklenmemiş görüleri, kimsenin içinden geçmediği bir labirentteki boşlukları, varolmayan yolların kıvrımlarını sunar, çünkü tıpkı Pessoa'nın düşsel kişiliği rahip Baldaya'nın "The way of Serpent"te muhteşem biçimde dile getirdiği üzere, bir serseri bütün yollardan ve konumlardan kaçınır.

Pessoa'nın felsefi çalışması, ahengi bozan fikirlerin kaotik kozmosunu, kaosmoz'unu (chaosmos) temsil eden bir muammadır ve felsefi ilgileri, sistematik tutarlılık sözü vermez."



Paulo Borges
Fernando Pessoa'nın Felsefi Denemeleri
Aylak Adam Yayınları
Çev: ümit şenesen


...

Budistlerin aşkın tanrıtanımazlığı

Budizm daha derinliklidir. Ruh için daha iyi bir tesellidir. Dört yüce hakikati korkudan titremeden okudum ama onların yüceliğinden çok etkilendim. Bütün dünyayı silip atmak, nirvana, acı değil teselli dünyası, ruh yok ona, özlem var. Rüyasız bir ölüm uykusu, kişiliğin sona ermesi -arzu edebileceğimiz daha iyi bir şey ya da isteyebileceğimiz daha derin herhangi bir şey yok. Yine de hoşlanmıyorum.


Bütün bir insan soyunu, bilinmeyen bir denizin ortasında dümensiz kalmış bir geminin yolcularıyla tayfaları gibi düşünebiliriz. Yaşam sürdükçe oyunu sürdürecekler, bir kesinlik olarak taşıdıkları ölüm karşısında belki yollarına çıkacak bir gemide daha iyi bir harita bulup kurtulma umudunu taşıyacaklar.


Demirin genleşme katsayısını gösteren rakamları bir yana bırakırsak,
 elimizde sadece demirin gizemi kalır.


Aklın sonu, düşünmenin usanmasıdır.


Din insan soyunun duygusal gereksinimidir. Akılcı bu gereksinimi duymayabilir ama başkalarının duyabileceğini kabul etmek zorundadır. Duygusaldır ama gereksinmedir de.


halk, aptal ve faydalı, acınası ve sevilesi


Kişilik kötülüğün mekanıdır; kalp acının tapınağıdır. 
İnsanların ölümsüzlüğünü istediğimizde onların iyiliğini değil kötülüğünü istemiş oluruz.


Bize bu yeryüzünde kötü bir sonluluk sunar, bunun da ötesinde, bize sonsuz bir acının tüyler ürpertici olasılığını gösterir. Pascal'ın ürpertisi bastırılamaz. En dogmatik kötümserlik bile bizi böyle bir korkuyla sarsamaz.


Ölümsüz yaşam düşüncesi korkunç değildir. Beden ve zihnin birarada olduğu bir ölümsüz yaşamı olsaydı, korkunç olurdu. Tek başına ruhun ölümsüz yaşamı korkunç değil, doğaldır ve mutlu eder.


Yaygın görüş bir Tanrı'nın varolduğunu kabul eder; doğrudur, ama bu, bütün insanlarda süregelen, (deyim yerindeyse) teoloji rastlantılarının kılığına bürünmüş Tanrı fikrinden başka bir şey değil. Hindistan'da Tanrı fikri başka ama sezgi aynı. Siyahilerde fikir başka, sezgi aynı. Aynı bedeni değişik biçimlerde kuşatan idraktır.


Düşüncelerin gözyaşları için değil, 
ama gözyaşlarının düşünce için çok derin olduğunu sık sık düşünürüm.

...

There will be no miracles here



"There will be no miracles here" / "Burada mucizeler olmayacak"

 Bu benim en meşhur olduğum çalışmam. Pek çok insan, bu işi telefonlarının açılış sayfası ya da bilgisayarlarının ekran koruyucusu yaptı. 15. yüzyıl Fransa'sında çok sıcak bir yaz günü, güneyde bir köyde geçiyor hikaye. Bu köyde bazı mucizeler yaşanıyor ama kimse ne olduğunun farkında değil. Toplu bir histeri durumu var. Bu durumda herkes eğleniyor, dans ediyor, kimse çalışmıyor. Derken hasat zamanı geliyor ve ürünlerin toplanması gerekiyor. Bazılarının iddiasına göre aslında Fransa'da hasat zamanı her yıl böyle olur, kimse çalışmak istemez, içer ve deliler gibi eğlenir. Ama kral bir şekilde buna çare bulmak istiyor ve köy meydanında halkı topluyor. Meydana kralın emridir diye bir yazı asıyorlar. Bu yazıda; "Kralın kesin emridir, burada asla mucize olmayacak" yazıyor. Bu çok ilginç bir durum; kral bir yandan tanrının varlığını kabul ediyor, bir yandan da "Benim sözüm tanrıdan üstündür, burada benim sözüm geçer ve bu hasat döneminde burada asla mucize olmayacak" diyebiliyor. O dönemde okur yazar çok az olduğu için halk bunu anlamak için ya kiliseye ya da kralın elçisine gidiyor. Ama artık yazarı kaybolmuş durumda, kral mı yazdı, başkası mı belli değil. Zamanla anonim bir yazı haline geliyor.

 Nathan Coley

Billions and Billions


"İnsan olmaktan dolayı duyduğumuz kibrin giderilmesi 
astronominin pratik faydalarından birisidir."




Çağımız

Oniki yaşımdayken büyükbabam bir çevirmen aracılığıyla büyüyünce ne olmak istediğimi sordu. "Astronom olmak istiyorum" dedim. Cevabım kendisine çevrilince bu kez, "Peki parayı nerden kazanacaksın?" dedi.

Tanıdığım bütün "büyüklerin" yaptığı gibi, sıkıcı, yaratıcı olmayan, tekdüze bir işte çalışacağımı, astronomiyle bir hobi olarak hafta sonlarında ilgileneceğimi sanıyordum. Bazı astronomlara geçim için maaş verildiğini, ancak lise ikinci sınıfa geldiğimde öğrendim. İçimi sevinç kaplamıştı, sevdiğim işle tam gün uğraşabilirdim.

Bugün bile yaptığım iş sırasında bazen güzel bir rüya görüyormuş gibi hissediyorum kendimi: Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün keşfiyle uğraşmak; dört milyar yıl önce bugünkünden çok farklı bir Dünya'da yaşamı başlatan olayları laboratuvarda tekrarlamak; Mars'a araçlar gönderip orada yaşam belirtileri aramak; uzayın derinliklerinde bulunan başka uygarlıklarla, eğer gerçekten varsa, iletişim kurmaya çalışmak...

Elli yıl önce doğmuş olsaydım yukarıda adı geçen işlerden hiçbirini yapamazdım. O zaman tüm bu çalışmalar spekülasyon düzeyinde kalırdı. Elli yıl daha geç doğsaydım yine bu uğraşlardan sonuncusu hariç hiçbiriyle ilgilenmezdim. Çünkü günümüzden elli yıl sonra Güneş Sistemi'nin temel yapısını ilgilendiren konular, Mars'da yaşam aranması, yaşamın başlangıcıyla ilgili sırlar çözüme kavuşacaktır. Kendimi, insanlık tarihinin yaşamakta olduğum döneminde varolduğum için çok şanslı sayıyorum.


 Evren uçsuz-bucaksız, dehşete düşürücü ve ilk kez onun bir parçası olmaya başlıyoruz. Artık gezegenler geceleyin gökyüzünde dolanan ışıklar değil. Yüzyıllardır insanoğlu güvenli, rahat ve hatta düzenli görünen bir evrende yaşıyordu. Dünya yaratılış için seçilmiş yerdi ve insanoğlu ölümlü yaratıkların doruk noktasıydı. Bu inanışlar zaman aşımına uğradı. Şimdi çok küçük, hatta Jüpiter'in bulutlarında bulunan bazı yapılardan bile daha küçük, bir kaya ve metal yığınında yaşadığımızı biliyoruz.

Samanyolu, Galaksiyi oluşturan iki yüz milyar güneşten biri olan yıldızımız Güneş, küçük, soğuk ve cazibesizdir. Samanyolu'nun merkezinden o kadar uzaktayız ki, ortalama 300.000 km/saniye yol alan ışık, Dünya'dan bu merkeze varabilmek için 30.000 sene gitmelidir. Uzayda milyarlarca galaksi bulunduğunu düşünürsek Samanyolu Galaksisi'nin hiç dikkat çekici olmadığını anlarız.

Artık "dünya", "evren" anlamına gelmiyor. Diğer birçokları gibi bir dünyada yaşıyoruz.

Charles Darwin'in doğal seçiciliğe ışık tutmasından sonra anladık ki basit organizmalardan insana uzanan şaşmaz evrim yolları yoktur; aksine birçok yaşam şekli evrim içerisinde ölerek tamamen yok olmuştur. Bizler birçok biyolojik kazanının ve rastlantının ürünüyüz. Evrensel açıdan baktığımızda insanın ilk ya da son veya en iyisi olması için bir sebep göremeyiz.

Copernic ve Darwin hem devrim hem de karmaşa yarattı. Fakat bazı noktaları da aydınlattılar. Basit ve karmaşık olan diğer yaşam biçimleriyle akrabalığımızı anladık. Bizi oluşturan atomların ölmekte olan yıldızların önceki devirlerinde ve onların iç kısımlarında sentez edildiğini öğrendik. Biçim ve madde açısından, evrenin geri kalan bölümü ile aramızda bulunan bağı biliyoruz. Astronomi ve biyolojideki yeni gelişmelerin bize tanıttığı kozmos atalarımızın yaşadığı düzenli dünyadan daha görkemli ve daha huşu vericidir. Ve biz arzuladığımız değil, gerçekte var olan evrenin bir parçası olmaya başlıyoruz.

İnsanın evrenle ilişkisi açısından kritik bir dönemde yaşıyoruz. Tarihinde ilk kez insanoğlu gezegeninden çıkarak gönderdiği araçlarla ya da bizzat kendisi çevresini ve evreni araştırıyor.

*
Carl Sagan

Brian Cox, Carl Sagan'ın kitabından bir bölüm okuyor: Soluk Mavi Nokta

Kosmosun Kardeşliği Adına

Kosmos'da bizden başka düşünen var mı
var
bize benzer mi
bilmiyorum
belki bizden güzeldir
bizona benzer mesela ama çayırdan nazik
belki de akarsuyun şankına benzer
belki çirkindir bizden
karıncaya benzer mesala ama tıraktörden iri
belki de kapı gıcırtısına benzer
belki ne güzeldir bizden ne de çirkin
belki tıpatıp bize benzer
ve yıldızlardan birinde
hangisinde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz
hangi dilde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla
Tovariş diyecek
söze bu sözle başlayacak biliyorum
Tovariş diyecek
ne üs kurmaya geldim yıldızına
ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe
Coca-kola satacak da değilim
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına
evlerin
yurtların
dünyaların
ve kosmosun kardeşliği adına

* Tovariş: rusça, yoldaş.

13 Nisan 1961, Paris
"Kosmosun Kardeşliği Adına"
Nazım Hikmet


***

Ruhsal gerilimi gidermenin bir yolu şakadır. Dünya dışı yaşamlarla ilgili bir sürü alaylı şakalar vardır. Bir tanesinde, dış dünyalı yerküremize ayak basar ve bir benzin pompasına ya da kahve makinesine yürüyerek "senin gibi güzel bir kızın burada ne işi var? diye sorar.

Dışımızdaki canlılar şüphesiz bizden çok farklı. Fakat fıkralara göre, eğer dış dünyalılar insana benzemiyorsa o zaman benzin pompasına ya da kahve makinesine benzemeli. En geçerli tahmine göre yabancı-dünyalılar, bizim gezegenimizinkinden çok farklı bir ortamda milyarlarca yıl süren ufak mutasyonlarla, bizden son derece değişik bir biyolojik evrimin ürünü olarak gelişmişlerdir.

Fakat bu fıkralar ve diğer şakalar toplumumuzun bir özelliğini yansıtıyor. Bizler sadece bir tip yaşamı inceleyebiliriz. Dünya adlı gezegende bulunan ve birbirinden türemiş biyolojik sistemler, tüm değişik organizmalar başlangıçta tek bir cins olan hücreden türemiştir. Biyologlar ve halk Dünya'daki canlıların rastlantısal olarak oluştuğunu, hangilerininse evrensel canlı özellikleri olduğunu kolaylıkla bilemez. Başka bir gezegendeki canlıları hiç olmazsa ana hatlarıyla bize benzer sanmak diyebilirim ki bir çeşit şovenizmdir.

Dünyadaki evrim rastlantısal olayların, rastgele mutasyonların ve bireysel olarak başarılacağı öngörülmeyen basamakların sonucudur; hayatın başlangıcındaki ufak farklılıklar daha sonraki hayatta önemli özellikler durumunu aldı. Dünya yeniden oluşsa ve yine rastgele sebepler işe karışsa, inanıyorum ki şimdiki görünümümüze hiç benzemeyen varlıklar durumunda yaşamımızı sürdürecektik. Eğer durum buysa, uzak bir yıldızın farklı çevre koşullarına sahip bir gezegeninde beş milyar yıl ya da daha uzun bir zamandır evrim geçirmekte olan canlılar nasıl insanlara benzeyebilir? 

Carl Sagan
'Kozmik Bağlantı'

Kozmik Takvim (ilk versiyon)

*Kozmik takvimin bu ilk versiyonu Carl Sagan'ın
Cennetin Ejderleri kitabında yer alıyor (Dragons of Eden, 1977). 
Kitabın kapağında yemyeşil bir doğanın içinde dinozorlar, geyikler
ve ilk insanları bir arada  yaşarken resmeden ironik bir resim de var:



Dünya çok yaşlı, insansa çok gençtir. Kişisel yaşamlarımızdaki dikkate değer olaylar; yıllar ve daha küçük sürelerle ölçülür;  yaşam süremiz onluk dönemlere sığar;  tüm yazılı tarih ise binlerce yılın içindedir. Fakat bizden daha önceleri, geçmişin en uzak dönemlerine uzanan, çok uzun bir zaman geçti ki bunun hakkında pek az şey biliyoruz; çünkü hem yazılı veriler yok hem de o dönemlerin akıl almaz büyüklüğünü kavrayabilmek konusunda gerçekten güçlük duyuyoruz.

  Bununla birlikte, uzak geçmişteki olayları tarihlendirebilme olanağımız var. Jeolojik tabakalaşma sistemi ve radyoaktif metot;  arkeolojik, paleontolojik ve jeolojik olaylar hakkında bilgi sağlamaktadır; ayrıca astrofizik kuramı, planetlerin yaşları ve Samanyolu hakkında veriler sağladığı gibi Büyük Patlama denen, tüm madde ve enerjinin şimdiki evrene dönüştüğü olağanüstü patlama olayından bugüne kadar geçmiş olan süreyi de tahmini olarak vermektedir. Büyük patlama ya evrenin başlangıcı ya da evrenin daha eski geçmişine ilişkin tüm bilginin tahrip olduğu bir devamsızlık devresidir. Ama kesin olan şu ki hakkında hiçbir kaydın bulunmadığı en eski olaydır bu…

Bu kozmik kronolojiyi açıklamak için bildiğim en öğretici yol, evrenin on beş milyar yıllık yaşam süresini (ya da en azından Büyük Patlama’dan bu yana sürdürdüğü somut yaşamı) tek bir takvim yılına sıkıştırmaktır. Buna göre dünya tarihinin her bir milyar yılı, kozmik yılın yirmi dört saatine eş ve bu yılın her saniyesi dünyanın güneş etrafındaki 475 dönüşüne karşılık olacaktır. Bu bölümde, kozmik kronolojiyi üç şekilde sunuyorum:  Aralık ayı öncesi bazı tarihleri gösteren bir liste, Aralık ayı için bir takvim ve yeni yılın son akşamına yakından bir bakış. Bu ölçüye göre tarih kitaplarımızdaki olaylar (kitaplar bunları birbirinden ayırmak için oldukça önemli çabalar göstermekte olsalar bile) o kadar sıkışık durumdalar ki kozmik yılın son anlarını saniye saniye anlatmak gerekmektedir. Böyle bile olsa bizlere geniş aralıklarla ayrıldıkları öğretilmiş bulunan olayların, listede çağdaş olaylar olarak yer almış olduklarını görürüz. Yaşam tarihi boyunca halının tüm dönemler için aynı zenginlikte dokunmuş olması gerekir. Örneğin 6 Nisan veya 16 Eylül saat 10:02 ve 10:03 dolayları. Ancak detaylı veriler, kozmik yılın yalnızca son anları için mevcuttur.




Cosmos (Theme)

We are all stardust


Biz, 4,5 milyar yıl süren rastlantısal, yavaş bir biyolojik evrimin ürünüyüz. Evrimin artık durmuş olduğunu düşünmek için hiçbir sebep yoktur. İnsan bir geçiş hayvanıdır. Yaratılışın doruğu değildir.

Dünya ve Güneş'in daha milyarlarca yıl yaşayacağı tahmin ediliyor. İnsanın gelecekteki gelişimi kontrol altında biyolojik çevre, genetik mühendislik ve organizmalar ile zeki makinalar arasında yakın ilişkinin ortak ürünü olabilir. Ancak bu gelecekteki evrimi kimse şimdiden kesinlikle bilemez. Her şeye rağmen durağan kalamayacağımız açıktır.

Bildiğimiz kadarıyla tarihimizin ilk dönemlerinde on ya da otuz kişiyi geçmeyen ve grup bireylerinin hepsinin arasında kan bağı olan kabileler halinde yaşıyorduk. Zaman ilerledikçe, daha büyük hayvanları ve daha geniş sürüleri avlayabilmek, tarım yapabilmek, şehirler kurabilmek için gittikçe büyüyen gruplar içinde yaşamaya başladık. Dünyanın yaratılışından 4,5 milyar yıl ve insanın ortaya çıkışından milyonlarca yıl sonra, bugün, millet dediğimiz grupların içinde yaşıyoruz (ancak en tehlikeli politik sorunlardan birçoğu hala çatışmalardan kaynaklanıyor).

İnsanların bağlılığının sadece milletine, dinine, ırkına ya da ekonomik grubuna değil tüm insanlığa olacağı devrin yakın olduğunu söyleyenler var. Yani onbin kilometre uzakta farklı cinsiyet, ırk, din ya da politik eğilimi olan birinin çıkarı, bizi komşumuza ya da kardeşimize bir iyilik yapılmış gibi sevindirecek. Eğilim bu yöndedir fakat tehlikeli şekilde yavaştır. Yukarıda sözü edilen tutuma ulaşmadan zekamızın ürünü teknolojik güçler türümüzü yok etmemeli.

İnsanı, daha fazla nükleik asit türetmek için nükleit asitlerden kurulmuş bir makinaya benzetebiliriz. En güçlü dürtülerimiz, en asil girişimlerimiz, en zorlayıcı gereksinimlerimiz ve en sınırsız arzularımız aslında genetik materyalimizde kodlanmış bilgilerin sonucudur. Bir yerde, nükleik asidlerimizin geçici ve hareketli deposuyuz. Bu neden yüzünden insancıllığımızı - iyiyi, doğruyu ve güzeli aramayı- inkar edemeyiz. Ancak nereye gittiğimizi bilmek için nereden geldiğimizi anlamak gerekir.

Kuşku yoktur ki yüzbinlerce yıl önce avcı - toplayıcıyken taşıdığımız içgüdü mekanizmamız biraz değişmiştir. Toplumumuz o günlerden bu yana dev adımlarla gelişmiştir. İçgüdülerimiz bazı şeyleri ve kalıtım- dışı öğrenmeyle edindiğimiz bilgiler, başka şeyleri yapmamızı söylüyor, sonuçta çatışma doğuyor.

Bir dönem sonra tüm insanlara karşı aynı özdeşleştirici duyguları besliyor duruma gelebilmemiz bile ideal olmayacak. Eğer tüm insanları dünyanın 4,5 milyar yıllık tarihinin ortak ürünü olarak görebileceksek, neden aynı tarihi paylaşan diğer organizmalara da aynı özdeşleştirici duyguları beslemeyelim. Yeryüzünde bulunan organizmalardan çok azını gözetiriz -köpekler, kediler, sığırlar gibi- çünkü bu canlılar bize faydalıdır ya da dalkavukluk yaparlar. Ancak örümcekler, kertenkeleler, balıklar, ayçiçekleri de eşit derecede kardeşlerimizdir.


Bence, tümümüzün yaşadığını özdeşleştirici duygu yoksunluğunun nedeni kalıtımdır. Bir karınca sürüsü diğer bir karınca gurubu ile öldüresiye savaşabilir. İnsanlık tarihi deri rengi farkı, inanç değişiklikleri, giyim ya da saç modeli ayrıcalıkları gibi ufak değişiklikler nedeniyle çıkmış savaşlar, baskınlar ve cinayetlerle doludur.

Bize oldukça benzeyen ama ufak farkları -örneğin üç gözü ya da burnunda ve alnında mavi tüyleri- bulunan bir yaratık yakınlık duygularımızı hemen frenler. Bu tür duygular bir zamanlar küçük kabilemizi düşmanlar ve komşular arasında koruyabilmek için gerekli uyarlanmış değerler olabilirdi. Ancak şimdi az gelişmişlik örneğidir ve tehlikelidir. 

Artık yalnızca tüm insanlara değil bütün canlılara saygı duyma devri gelmiştir. Nasıl bir başyapıt heykele ya da zarif bir şakilde donatılmış makinelere hayranlık ve saygı duyuyorsak... Ancak elbette, bizim yaşamımızı tehdit eden şeyleri görmezlikten gelemeyiz. Tetanoz basiline saygı göstermek için gövdemizi ona kültür yeri olarak sunamayız. Ancak, bu organizmanın biyokimyasının gezegenimizin tarihinin derinlerine uzandığını hatırlayabiliriz. Bizim serbestçe soluduğumuz oksijen, tetanoz basilini zehirler. Dünyanın ilk dönemindeki oksijensiz ve hidrojence zengin atmosferin altında bizler yokken tetanoz basili yaşıyordu.

Yaşamın tüm örneklerine saygı dünyadaki tüm dinlerin birkaçında, örneğin Hindu dininin bir kolunda (jainler) vardır. Vejeteryanlar da buna benzer bir duyguyu taşırlar. Ama, bitkileri öldürmek hayvanları öldürmekten niye daha iyidir?

İnsan yaşayabilmek için diğer canlıları öldürmek zorundadır. Fakat buna karşılık, başka organizmaları yaşatarak doğada bir denge sağlayabiliriz. Örneğin, ormanları zenginleştirebiliriz; endüstriyel ya da ticari değeri olduğu sanılan fokların ve balinaların katledilmesini önleyebiliriz; yararlı olmayan hayvanların avlanmasını yasaklayabilir, doğayı tüm canlılar için daha yaşanabilir duruma getirebiliriz.

Günün birinde uzak bir yıldızda milyarlarca yıl süren evrimden sonra gelişmiş, bize bedenen benzemeyen ancak bizim gibi düşünebilen yaratıklarla tanışabiliriz. Canlılarla özdeşleşme duygumuzun ufuklarını genişletmeliyiz. Yalnızca kendi gezegenimize ait yaşam biçimlerine değil geniş galaksimizin yıldızlarında yaşayan eksotik ve gelişmiş yaratıklara da aynı saygı ve hayranlığı gösterebilmeliyiz.

*
Carl Sagan

Pale Blue Dot / Soluk Mavi Nokta




Soluk Mavi Nokta, Dünyanın Voyager 1 sondası tarafından rekor uzaklıktan çekilen bir fotoğrafı. 

Fotoğraf, dünyayı uzayın sonsuzluğu içinde tek başına gösterir.

"Soluk Mavi Nokta", Carl Sagan'ın bu fotoğraftan esinlenerek 1994'te yazdığı kitabının da adıdır. 

Fotoğraf, 2001 yılında space.com tarafından en iyi on uzay fotoğrafından biri seçilmiştir.

Voyager 1 sondası, dış güneş sistemini incelemek maksadıyla ABD tarafından 5 Eylül 1977'de fırlatıldı. 14 Şubat 1990'da NASA, asli görevini tamamlamış ve artık Dünya'dan hayli uzaklaşmış olan Voyager 1'e yeni komutlar yollayarak Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenleri fotoğraflamasını sağladı. Gelen fotoğraflardan birinde, grenli bir siyah yüzey üzerinde uçuk mavi bir nokta görülüyordu. Bu, Dünya'ydı.

NASA web sitesine göre fotoğraf Dünya'dan 6,4 milyar km uzaklıktan çekilmiştir. Dar açılı bir objektif kullanılmış, mavi, yeşil ve mor filtreler takılmış, tutulum düzleminin 32° üstü hedeflenmiştir. Dar açılı objektifler, geniş açılı objektiflerin aksine, belli bir bölgeden ayrıntı görüntülemek için kullanılır. Dünya, fotoğrafta bir pikselden daha küçük bir alan (NASA'ya göre 0,12 piksel) kaplamaktadır.
Voyager, Venüs, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ün de benzeri fotoğraflarını çekmiştir. Merkür'ün Güneş'e yakınlığı fotoğraflanmasına izin vermemiştir. Merih'in fotoğraflanması ise gün ışığının objektife girmesi nedeniyle mümkün olmamıştır. NASA, 60 kadar fotoğrafı bir mozaik şeklinde bir araya getirerek "Aile Fotoğrafı" dediği Güneş Sistemi resmini oluşturmuştur. *6,4 milyar km uzaklıktan Dünya, soldan sağa resmi geçen günışığı huzmelerinin birinin üzerinde, sonradan çizilen mavi dairenin ortasında, soluk bir mavi nokta olarak görülüyor. Huzmeler, güneşin fotoğraf karesine yakın olmasından kaynaklanmaktadır. Noktanın bir huzmenin üzerine denk gelmesi tesadüftür.

11 Mayıs 1996'da, Carl Sagan, bir konuşmada fotoğrafı yorumlamıştır:

Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.

Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.

Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.

Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.

Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza.

Al Gore'un 2006 yapımı "Uygunsuz Gerçek" filminin son sahnesinde Soluk Mavi Nokta görülür. Gore, fotoğrafı küresel ısınmayı önlememiz gerektiğini vurgulamak için kullanırken Carl Sagan'ın sözlerini yineler: "Bu sahip olduğumuz tek şey".

kaynak: Wikipedia Pale Blue Dot maddesi.




Carl Sagan'ın masalsı sesinden Dünya:
 That's here. That's home. That's us...

<

Yıldızlar ve İnsanlar

Gezegenler ve yıldızlar insanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. İnsan ömrü onyıllarla sınırlı. Fakat bir güneşin ömrü ise yüz milyonlarca kat daha fazla. Madde yaşamdan daha eskidir. Dünya ve Güneş'in oluşumundan milyonlarca yıl önce dahi sıcak yıldızların içerisinde atomlar sentezleniyordu ve yıldızlar kendilerini imha ettiğinde atomlar uzaya dağılıyordu. Yeni gelişen gezegenler de bu yıldız kalıntılarından oluşur. Dünya ve her canlı, yıldız tozundan meydana gelmiştir. Ama yaşam, insan bakış açısına göre yavaş bir şekilde ilk okyanuslardaki moleküllerden ilk bakterilere doğru evrimleşti. Evrim kısa süreç içerisinde herkes tarafından anlaşılamaz, çünkü çok yavaş ve uzun bir süreçtir. 70 yıllık ömrü olan canlılar nasıl olur da 70 milyon yıllık süreci algılayabilir? Ya da 4 milyar? Tek hücreli hayvanların evrimleştiği süreçte dünyadaki yaşamın gelişimi yarı yola gelmişti. Size çok uzun bir süre gibi gelmeyebilir fakat yaşamın tüm temel kimyasal oluşumu bu süreçte tamamlandı. İnsan bakış açısını unutalım. Bir yıldızın oluşumu açısından bakarsak evrim yeni bir örgü ile şekillenerek yıldız tozundan dünyadaki yaşama hızla yol aldı. Evrimin birçok kolu soyun tükenmesi ile sonuçlandı. Birçoğu da kötürüm kalmıştır. Eğer olaylar biraz daha farklı gelişseydi, mesela; küçük bir iklim değişikliği, yeni bir mutasyon, ya da bir organizmanın tesadüfi ölümü sonucunda dünyadaki tüm yaşam tarihi tamamen değişebilirdi. Hatta belki de teknoloji üreten zeki yaşam formu gelişim sürecinde, insanlar yerine solucanlarda vücut bulurdu. Belki de gezegenin gelecekteki hakimleri ataları kabuklu hayvanlar olan canlılar olabilirdi. Ve insanoğlu hiç var olmayabilirdi. Bizim yerimizde çok farklı bir tür şu an atalarının kim olduğunu düşünüyor olabilirdi. Ama öyle olmadı. Canlıların gelişiminde özel bir çevre etkisi ve rasgele bir mutasyon döngüsü vardır. Dünyadaki yaşamın gelişimi için evrende tek bir zaman çizgisi söz konusu. Bunun sonucu olarak gezegenimizdeki baskın bir tür balıklardan bu güne geldi. Aynı süreçte ise birçok tür yok oldu. Eğer tarih biraz farklı gelişseydi; kaybolan türler bugünkü dünyaya hakim olabilirlerdi. Fakat nadiren de olsa soyu milyonlarca yıldır tükenmiş olarak bilinen bir türün sonradan yaşadığı keşfedilebiliyor. Örneğin "Coelacanth". 3.5 milyar yıl boyunca yaşam sadece suda devam etti. Ama nefes kesici bir maceradan sonra yaşam karaya çıktı. İşler biraz olsun farklı yürüseydi baskın türler halen okyanusta yaşıyor olur ya da farklı gezegenlere gitmek için uzay gemisi yapıyor olabilirlerdi. Bize kadar geçen süreçte, sürüngenler dinozorlar da dahil olmak üzere birçok başarılı tür ürettiler. Bazıları çok hızlı, çevik ve zekiydiler. Başka bir dünya ya da zamandan gelen bir ziyaretçi onları geleceğin hakimleri olarak düşünebilirdi. Fakat neredeyse 200 milyon yıl sonra, yeryüzünden silindiler. Belki de Dünya'ya çarpan büyük bir meteor kalıntılarını gökyüzüne saçarak, güneşi engelleyip dinozorların yedikleri bitkileri yok etmiş olabilir. İlk kez bir şeylerin ters gittiğini ne zaman hissettiler? Hayatta kalanlar da aynı sürüngen ailesindendi, fakat kuzenlerini yok eden felaketten sağ çıktılar. Yine de birçok tür bu arada yok oldu. Küçük tesadüfler günümüzdeki baskın türü değiştirebilirdi. 40 milyon yıllık süreçte bu küçük canlılar hiç dikkat çekmedi ama günümüzün memelilerine dönüştüler. Buna primatlar da dahil. 20 milyon yıl önce bir uzaylı gözlemci bu canlıları zeki, çevik, sosyal, ve meraklı olarak tanımlardı. Onların ataları bir zamanlar yıldız tozundan basit moleküllü, tek hücreli, okyanus tabanına yapışık poliplere, oradan da balık, amfibi, sürüngenlere ve küçük kemirgenlere dönüştüler. Sonrasında ise ağaçlardan inerek dik yürümeye başladılar. Büyük bir beyin geliştirerek araçlar geliştirerek, kültürlerini kurarak ateşe hükmettiler. Dili ve yazıyı keşfettiler. Tarım yaptılar. Metali işleyerek şehirler inşa ettiler. Ve sonuçta 5 milyon yıl önce geldikleri yıldızlara ulaşmanın yollarını araştırır hale geldiler.

Bizler yıldız tozundan ibaretiz...

Ve kendi özümüze dönme yolundayız. Zaman ve uzayın döngüsü, maddeyi inanılmaz bir şekilde
dönüştürüyor. Gezegenimiz muazzam bir kozmik dokumanın çok küçük bir ilmeği, bu yıldız kumaşı daha tamamen örülmedi. Uzaydaki muhtemel dünyalar o kadar fazla ki, tüm kumsallardaki kum tanesi
sayısından daha fazla. Ve bu dünyaların hepsi bizimki kadar gerçek. Her birinde kendi geleceğini şekillendiren döngüler mevcut. Sayısız dünyalar, sonsuz anlar uzay ve zamanın enginliğini yansıtıyor. Ve bizim küçük gezegenimiz, şu anda burada tarihin kritik bir dönüm noktasını yaşıyoruz. Bu gün dünyamızla olan ilişkimiz yüzyıllar boyu etkisini sürdürerek gelecek nesillerimizin kaderini belirleyecek. Kendi uygarlığımızı yok etmek de bizim elimizde, kendi türümüzü de. Bağnazlığımızın, açgözlülüğümüzün, aptallığımızın üstesinden gelemezsek, dünyamızı Klasik Dönem ile İtalyan Rönesans’ı arasındaki Karanlık Dönem'den de öte bir karanlığa mahkum edeceğiz. Fakat aynı zamanda sevgi ve zeka kapasitemizi teknoloji ve sağlık değerleri ile birleştirerek, zengin ve anlamlı bir yaşamı gezegenin her noktasına yayarak, evreni algılayışımızı yükseltip kendimizi yıldızlara taşıyabiliriz.


*
teşekkürler Carl Sagan,
insanlığa kazandırdığın kozmos bilinci için.
(1934 - 1996)

İnsanın Çok Kısa Tarihi

Gezegenimizin tarihinde oluşan basit bir kimyasal işlem sonucunda önemli bir olay gerçekleşti. İlkel çorbanın içerisinde pek çok molekül bulunmaktaydı. Bazıları bir taraflarıyla suya diğer taraflarıyla diğerlerine bağlıydılar. Bu onları birbirlerine sürükleyerek, sabun köpüğüne benzeyen küçük küresel koruyucu bir kılıf altında bir araya gelip yoğunlaşmalarına neden oldu. Kabarcığın içine ise DNA'nın ilk atası yerleşti, ve ilk hücre meydana geldi. Küçük bitkilerin evrimleşerek, oksijen verir duruma gelmeleri ise milyonlarca yıl sürdü. Fakat bu bizimle ilgili değil. Bakterilerin oksijeni soluyabilmeleri için bir milyar yıldan fazla zaman geçmesi gerekti. Çıplak bir nükleustan içinde nükleus olan bir hücre gelişti. Bu amip benzeri formlar bitkilerin ataları oldular. Diğerleri koloniler teşkil edip, içerideki ve dışarıdaki hücrelerine farklı fonksiyonlar kazandırdılar. Polip olup kendilerini okyanus tabanına sabitleyip beslenmek için suyu filtre ettiler, daha sonra küçük uzantılar geliştirip besinleri direkt ilkel ağızlarına götürebilecek tentaküller geliştirdiler. Bu gösterişsiz form, aynı zamanda derisidikenli ve iç organları gelişmiş bir kuzenimiz olan, denizyıldızlarının da atasıydı. Ama bizim kökenimiz denizyıldızı değil.  550 milyon yıl önce, filtre ederek beslenenler, daha etkin olan solungaç yarıklarını geliştirdiler. Bunlar ağaç kurtlarının atalarıydı. Diğeri ise larva safhasında serbestçe yüzüp, ergin safhada ise kendisini okyanus tabanına sabitleyen bir dala ayrıldı. Bazıları tüplerinin içinde yaşamayı seçtiler. Diğerleri ise larva safhasını yitirip tüm hayatları boyunca, serbestçe yüzebilen formları oluşturdular. 500 milyon yıl önceki atalarımız çenesi olmayan ve filtre ederek beslenen, küçük bir vantuz balığına benzeyen bir formdu. Bu küçük balıklar yavaş yavaş, göz ve çeneyi geliştirdiler. Balıklar daha sonra birbirlerini yemeye başladılar. Hızlı yüzebiliyorsan hayatta kalabiliyordun. Yemek için çenelerin varsa, suda solumak için de solungaçlarını daha rahat kullanabilirsin. Modern balıklar bu daldan geldiler. Yazın bataklık ve göller kurudu. Bazı balıklar yağmurlar gelene kadar idare etmesi için ilkel akciğerler geliştirdiler. Beyinlerini de geliştirdiler. Yağmur yağmadığı zamanlar kendini yandaki bataklığa sürüklemek oldukça faydalıydı. Bu oldukça önemli bir uyumdu. Kuyrukları olduğu halde ilk ikiyaşamlılar evrimle geliştiler. İkiyaşamlılar ilk başta başkalarının rahatça yiyebileceği bir yer olan suyun içine yumurtluyorlardı. Sonra harika bir yeni icat keşfettiler: yumurtalarının kabuklarını sert yapar ve predatörlerin olmadığı suyun dışına yumurtlarlarsa şansları artıyordu. Sürüngenler ve kaplumbağalar bu zamanda geliştiler. Pek çok sürüngen yumurtadan çıktıktan sonra suya geri dönmemeyi tercih ettiler. Bazıları dinozorları oluşturdu. Bazıları da tüylenip kısa uçuşlarla uçmaya başladılar. Dinozorların soyundan bugüne sadece kuşlar kaldı. Dev dinozorlar başka bir dalda evrimleştiler. Dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük etyiyicilerdi. Fakat 65 milyon yıl önce gizemli bir biçimde yokoldular.  Bu arada ilk dinozorlar ise başka bir dalda evrimleştiler. Annesinin karnında büyüyen yavrusuyla küçük telaşlı yaratıklar. Dinozorların yeryüzünden silinmeleri pek çok yeni türün gelişmesini sağladı. Doğan yavrularının hayatta kalabilmesi için, mutlaka anne veya babaya ihtiyacı olan marsupial ya da keseli hayvanlar gibi. Beyinleri hâlâ büyüyordu. Bu fare benzeri böcekyiyen memelilerin atası olabilir. Maharetlerini, çift görüşü ve daha büyük beyin geliştirmek için, bir kısmı ağaçlara gidip çevrelerini merakla incelediler, bir kısmı da babunları oluşturdu ki bu da bizimle ilgili değil. Maymunlar ve insanların atası ise çok daha sonra gelişti. Kemik, kas ve molekülleri dahi karşılaştırdığımızda, maymunlar ve insanlar arasında önemli bir fark göremeyiz. Atalarımız şempanzelerden farklı olarak ayakta durarak, ellerini serbest bıraktılar. Daha akıllı olup konuşmaya başladık. İnsan ailesi dalına paralel gelişen pek çok tür birkaç milyon yıl içinde ortadan yokoldu.  Beynimiz, ellerimizle bizler hayatta kalanlarız. İlk hücreden bize kadar kesintisiz bir bağdır bu.

Şimdi 4 milyon yıl süren insan evrimini
40 saniyeye sığdıralım:


from "Carl Sagan's Cosmos"