François Leuret, Val-de-Marne'daki Bicetre Hastanesi'ne başhekim olduğunda otuz iki yaşındaydı. Bicetre o tarihlerde akıl hastalarına “kucak açan" bir yerdi, ve o güne dek edindiği tecrübeler Leuret'de kesin bir inanç doğurmuştu: Deliler, yanlış davranışlar gösteren yaratıklardır ve iyileştirilmeye muhtaçtırlar. Bu doğrultuda hastaları korkutmaktan soğuk duşa sokmaya, hafif işkenceden geçirmeye dek uygulanmadık yöntem bırakmadı. Ancak 1834’te yayınlanan kitabında (Delilik Hakkında Psikolojik Değinmeler) şunları yazacak: “Ne kadar uğraştıysam da... delice bir düşünceyi mantıklı bir düşünceden ayırt etmem mümkün olmadı. Charenton’da, Bicetre'de, Salpetriere'de en çılgınca düşüncenin peşine düştüm; sonra onu dünyada hüküm süren fikirlerle kıyasladığımda şaşkınlıkla, hatta utançla arada fark olmadığını gördüm.”
Leuret bilemezdi ama, o sıralar on üç yaşlarında bir delikanlı tam da Leuret'in dediği türden, delilikle mantığın birbirine karıştığı bir hayatın başındaydı. Kendi uçurumunu zihninde kazmaya başlamıştı daha doğrusu. Adı Henri Frederic Amiel'di. Cenevre’de doğmuştu. Annesi o on bir yaşındayken veremden ölmüştü. Leuret'nin yapıtının Fransa’da yayınlandığı yıl, babası da kendini nehre atarak intihar edecekti. Henri Frederic ve kardeşleri amcalarının yanında büyüdüler. Henri Frederic önce Cenevre'de, ardından Heide1berg'de ve Berlin’de iyi bir eğitim gördü, coğrafya, tarih, estetik ve filoloji okudu ama en büyük ilgi alanı teoloji ve felsefeydi. 1849'da Cenevre Akademisi'nde boşalan estetik kürsüsünün yeni sahibi oldu. 1854'te ise felsefe kürsüsüne geçti, ölene kadar da burada kaldı. Flaubert’in ve Baudelaire'in çağdaşıydı, ne var ki ikisiyle de tanışmadı. Paris’e, Londra’ya, İta1ya'ya yaptığı kısa yolculukların haricinde kendi köşesinde üç beş makale, birkaç şiir kitabı yayımlayarak sakin, durgun bir hayat sürdü. Bu barışsever adam, ne tuhaftır ki halk arasında tek bir eseriyle ün kazandı: Prusya kralı İsviçre sınırını tehdit ederken kaleme aldığı askeri marşla. Hayatının eserini yazmadı, hayatının kadınını bulamadı, bir bataklık durgunluğundaydı hayatı. Edebiyatın hep içinde olmuş, ama meselenin özünü ıskalamıştı. Duyguları olduysa da, görünüşe bakılırsa edebiyat ummanına bunları savurma fırsatını elden kaçırmış, ya da böyle bir işe gücü soluğu yetmemişti.
Bu heyecan yaratmayan, renksiz yaşam öyküsü 1884 yılında sona erdi. Henri Frederic Amiel’in onu sıradan, sıkıcı bir akademisyen olarak tanıyan dostlarına, iş arkadaşlarına, ailesine nasıl büyük bir oyun oynadığı ise, iki yıl sonra ortaya çıktı. Amiel, yıllar boyunca günlük tutmuştu. İlk başta ara sıra, sonra gayet düzenli bir şekilde ömrünü kağıda dökmüştü. Günlerinin akışını, okuldaki sınavları, yazdıklarını, her şeyini. Aslında bir ömürden daha fazlasını anlatmıştı. Dışarıda akademisyen Amiel rolünde dolaşan o kişiyi yazmıştı. Ve kendisinin, belki de yazdıklarında suretini gördüğü kişinin onun hakkındaki hislerini. Başarısızlık onda bir saplantıydı. Başarmak için her şeye sahipti: Sağlam bir eğitim görmüştü. İyi bir hatipti. Ancak istedikleri hep olağanın üstündeydi.
"Bilinç, ancak mükemmeliyete ulaştığında huzur bulabilir,' demişti yayımlanan bir kitabında. Ve o mükemmeliyet, ona ulaşamamak korkusu onu usulca kendinden koparmış, gerçek eylemlerin, gerçek girişimlerin, gerçek insan ilişkilerinin yerine günlüğü geçirmişti.
Günlük yazan Amiel, akademisyen Amiel'in hayatını bu kelimeler hapishanesinin içinden izlerken bazen ayılıyor, kendine günlüğün anlamını soruyordu. Ve her seferinde onun yoldaşı, dostu, eczacısı, “yalnız insanın doktoru” olduğuna karar veriyordu. Öte yandan, kimse fark etmese de günlük sayesinde çabuk karışan aklını da toplayabiliyordu. 31 Ocak 1853'te yazdığı gibi “hayatının dağılmasına, parçalanmasına” bu şekilde karşı koyuyordu.
Günlükte gördüğümüz Amiel, olayları analiz etmekte, kendisini karşısındakinin yerine koymakta, kılıktan kılığa girmekte, büyük yeteneğe sahip biridir. Dünyayı çok çeşitli açılardan kavrayabilmektedir, gördüğü çokyönlü eğitim yorumlarına da yansımaktadır. Ancak Amiel bu yetenekleri dışardaki hayata yansıtamayacağını düşünür. Sürekli hastalıklardan yakınır, üstelik ürkektir, sıkıntılıdır. Bir öğrencisinin ona sevimli bir mektup yazması, kız kardeşinin çiçek göndermesi, onda ancak ağır bir hastalığa yakalandığı şüphesini uyandırabilir. Çevresinde bir sürü kadın vardır, ancak hiçbiri onun hayat arkadaşı olamaz, zira gene mükemmeliyetçilik devrededir. “Bir kadının bütün ötekilerin yerini tutabilmesi için,” diye yazar 1860'da, “bir dalga gibi kıvrak, ışık gibi mükemmel olması lazım.” Böylece önce hayat karşısında cesareti kırıldığından, ardından başka çare bulamadığından ya da bulmayı istemediğinden bu acı verici yalnızlığa kendini bırakır. Bu hayat, 16900 sayfa sürer.
Yıllar sonra, 1913'le 1935 arasında bir tarihte, Portekiz’de bir yazar “Amiel’in günlüğü hep canımı yakmıştır - ama kendi yüzümden," diye yazıyordu. "Scherer'in aklın meyvesini bilinci bilinci olarak tarif ettiğini söylediği yere geldiğimde, dosdoğru benim ruhumu ima ettiğini sezdim." Adı geçen Scherer, Amiel'i tanıyan biriydi ve günlükler ilk kez yayımlanırken başına ayrıntılı bir önsöz yazmıştı.
Yazarın adı Bernardo Soares’ti. Belki de Fernando Pessoa. Yirmi yıla yakın bir süre anlatılması imkansız, ya da ortak noktası sadece huzursuzluğu tarif etmek olan yazılar yazacaktı. Fernando masasının başına çöktüğünde Bernardo'nun elinden, kaleminden deliliğini kağıda akıtıyordu. Sonra, bambaşka bir yüzle elini bu kez Ricardo Reis'in, Alvaro de Campos'un ya da Pero Botelho'nun hizmetine veriyordu. Yavaş yavaş, bir ömür boyunca insan ruhunun batağından çıkan yetmiş kadar hayalet o odadan, herkesin memur olarak bildiği Fernando Pessoa' nın evinden gelip geçecekti. Aralarında eşcinseller, kadınlar da vardı hatta, çünkü evreni kucaklamak isteyen, başlı başına bir edebiyat olmak isteyen birinin göğsünde bunlar da yasar.
Pessoa, dışarıda sıradan olabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Huzursuzluğun Kitabı'nın 128. bölümünde şöyle yazıyordu: “Anlaşılmak bana hep dehşet vermiştir. Anlaşılmak, insanın kendini satması demektir. Olmadığım gibi sanılmayı, gayet doğal bir biçimde, usulca, bir insan olarak gözden kaçmayı cidden tercih ederim. Hayatta hiçbir şey, iş yerindeki arkadaşlarımın beni 'farklı' bulması kadar öfkemi kabartmazdı. Onların gözünde farklı olmama ironisinin tadını çıkarmak isterim. Onların beni kendilerine benzetmesinin çilesini çekmeyi, fark edilmemek işkencesine katlanmayı isterim. Azizlerden, keşişlerden daha üstün nice şehitler vardır. Tıpkı beden ve arzu azabı gibi, akıl azabı da vardır. Bütün işkenceler gibi bu da belli bir haz veriyor.”
Amiel, hayatta savaşırken kendini ikiye bölmüştü. Bir aynada suretini görmek değildi onun yaptığı, kendi ve günlüğü birer ayna olarak birbirlerine bakmış, baktıkça çoğalmışlardı. Tamamı hala bilinmeyen karakterlerin yaratıcısı olan, onların adıyla, kimliğiyle, yaşamöyküsüyle kitaplara, makalelere imza atan Pessoa ise, kendi içindeki aynayı kırmıştı. Yazarken, her bir kırık parçadan yansıyan görüntüyü seyretmişti. Hiçbiri tam olarak o değildi, üstelik bütün parçalar bir araya gelse gene de ondan başka, ondan öte bir kimlik ortaya çıkardı.