Sodomik Zevk



Babalaas@


Sodom zevkini analiz edelim... Bu zevkte kadın için en yaygın duruş yatağın kenarına kalçaları iyice ayrık ve başı olabil­diğince yatağa gömülmüş olarak karın üstü yatmaktır. Ehlikeyif adam, sunulan güzel kıçın görünümüyle bir an için oyalanır, bu kıçı tokatladıktan, elledikten, hatta kimi zaman kırbaçladıktan, çimdik­ledikten, ısırdıktan sonra, zımbalayacağı minnacık deliği ağzıyla ıslatır ve dilinin ucuyla girişi hazırlar; kendi aletini de tükürükle ya da pomatla nemlendirir ve delmek istediği deliğin önüne yavaşça getirir; bir eliyle onu yöneltirken diğer eliyle zevk nesnesinin kalçalarını ayırır; organının duhul ettiğini hisseder etmez ateşli bir şekilde itmesi gerekir, yer kazanmaya çok dikkat etmelidir; bu sırada kadın tecrübesiz ve gençse kimi zaman acı çeker; ama, acılar bir süre sonra zevke dönüşecektir, düzücü yarağını canla başla yavaş yavaş itmelidir, nihayet hedefe erişene dek itmelidir, yani sonunda aletinin kılları arkadan düzdüğü nesnenin anüs kenarlarına sürter. O zaman yoluna hızla devam edebilir, artık tüm dikenler derlenmiştir; geriye güllerden başka bir şey kalmamıştır. Zevk nesnesinin hissetmeye devam ettiği acı kalıntılarını zevke dönüştürmeyi tamamlamak için, eğer bu bir genç oğlansa onun yarağını kavramak ve sıvazlamak gerekir; eğer bir kızsa klitorisini gıdıklamalı; üstünde çalışılan kişinin anüsünü son derece daraltarak yarattığı zevk seğirmeleri failin zevklerini artıra­caktır, o da, halinden memnun ve şehvet içinde, bir süre sonra, zevk nesnesinin kıçının dibine, sayısız kösnül ayrıntının kanıtı olan kop­koyu ve bol bir spermi zıpkın gibi yollayacaktır.

Sade / Yatak Odasında Felsefe

Tarascon Yolunda Ressam, Van Gogh

Van Gogh, Tarascon Yolundaki Ressam adlı tablosunda kendisini, öğle vaktinin kuvvetli ışığının açık kahverengi toprağa düşürdüğü büyük mavi-siyah gölgesinin eşliğinde resmetmiştir. Theo’ya yazdığı ve tablosunu irdelediği mektubunda gölgeden hiç bahsetmez: Tablosu hakkında, “kutular, çubuklar ve bir tuvali yüklenmiş bir halde, gün ışığı altında Tarascon yoluna koyulmuş olan kendimi betimlediğim kabataslak bir çizim” der. Gelecek kuşakların gözünde bu, genelde hayatın ve özelde de ressamın hayatının metaforik bir imgesi olmuştur. Wilhelm Uhde’nin monografisinin (Phaidon, 1936) ilk sayfasında yer alan renkli reprodüksiyonunda, kendimizi altın bir efsanenin içinde buluruz:

Vincent Van Gogh adı bir dizi harika resmi akla getirir, fakat aynı zamanda da yükünü taşıdığı ve onu sonunda Golgotha’ya ulaştıracak acılarla dolu bir hayatı çağrıştırır. Onun hikâyesi (...) güneşi gördüğü güne ve güneş altındaki hayatın gizemini tanıyana kadar, niçin özlem ve acı çektiğini bilmeden, karanlık bir hapishanenin duvarları arasında dövünüp duran yalnız bir kalbin masalıdır. Güneşi gördüğü gün, kalbi güneşe doğru uçar ve ışınları arasında eriyip gider.


selfportrait-on-the-road-to-tarascon-the-painter-on-his-way-to-work-1888


Bize resimle ilgili mitlerin nasıl doğduğu hakkında pek çok şey anlatan bu satırların, en azından, Phaidon monografisinin reprodük­siyonuna bağlı olarak 1956 ve 1957 yılları arasında yaptığı altı çeşitleme serisinde Francis Bacon’u esinlemek gibi bir faydası olmuştu. Bacon, “yol üzerindeki (...) bir hayalete benzeyen bu tekinsiz figürü” tasvir etmek ve “yanan bir mumun kendi eriyen yağı içinde yok olması gibi” Van Gogh’un da kendi gölgesi içinde nasıl eridiğini göstermek istediğini iddia etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı:

[Ölüm] [ressamları] gölgeleri gibi takip eder ve sanırım pek çok ressamın hayatın korunaksızlığının ve hiçliğinin bu denli farkında olmasının bir nedeni de budur.


Gölgenin Kısa Tarihi
kitabından

(bkz: Bacon - Van Gogh Çeşitlemeleri)

Nietzsche, Marx, Freud


Freud'la ilk karşılaşmam, on beş yaşımdayken Argentan (Orne) ilçesinde kurulan pazar sırasında gerçekleşmişti. Bir sahaftan ucuza alınmış bir kitabın başlıklarında renksiz bir kişilik olarak belirdi önce ve bunu kendisi bilmese de benim mutsuz er­genlik yıllarımda en sevdiğim kişi oldu. Cinsellik Üzerine'sini satın aldığım günü dün gibi anımsarım. Idees-Gallimard cep kitabı koleksiyonundandı, siyah ve menekşe renkli bir kapağı vardı. Fiyatı ise, ilk sayfada kurşunkalemle belirtilmişti. Bu değerli cildi halen saklarım.

Sutyenler ve ten rengi korselerin, armatürlerin, pazar alışverişlerini yapmaya gelen iri yarı çiftçilere yönelik olarak hazır tutulan brandaların sergilendiği tezgâh ile Maupassant'ın yeni bir öyküsünden fırlamış kocalara tenekeden ıvır zıvır satan hırdavatçının tezgâhı arasında duran kısa saçlı bir kadından -ki kendisini bir daha hiç göremedim, sanki yer yarıldı içine girdi- neredeyse yok pahasına bir sürü kitap satın alıyor, bütün bu kitapları kafası karmakarışık ve aydınlanma kaygısı içinde bi­rinin ruh haliyle yutarcasına okuyordum.

Salesian tarikatından rahiplerin bulunduğu bir yetimhanede dört yılımı geçirmiş­tim ve rahiplerin bazıları sübyancıydı. Okuduğum kitaplar ise, beni adeta iğrençliğin nereye varacağını bilemeyeceğiniz bu cehennemden kurtarmıştı. Bu kötücül alevlerin arasındaki yaşamımı on yaşından hayata geri döndüğüm on dört yaşına kadar sür­dürmeye çalıştım. 1973 yılında, lisedeki ilk yılımda iki ders arasında soluğu hemen pazarda alırdım. Okula dönüş yolunda ise, çantam envai çeşit şair ve yazarın yapıt­larıyla, biyografilerle, sosyoloji, psikoloji ve felsefe kitaplarıyla dolu olurdu.

O yıllar boyunca Andre Breton'dan Sürrealist Manifestoları keşfediyor, sanatçı­ların doğaçlama yazım tarzı, kolektif kolaj uyarlamaları, buluntu şiirleri, neşeli üs­lupları ve özgürlükçü zihniyetleri karşısında çok heyecanlanıyordum. Rimbaud da, Baudelaire de kendi kurallarını benimsetiyorlardı ve deli dolu yaşantıların içinden fırlayan sürrealistler ise, kararsızlıktan mustarip vaatlerimi kaynayan volkanlarından güç alarak canlandırmama yardımcı oluyorlardı.

Aldığım ve yenilerini satın alabilmek için sattığım kitapları koyduğum heybede, üç "külçe altın" parçası keşfettim: Nietzsche, Marx ve Freud. Ancak, Michel Foucault isimli birinin, 1964 yılında Royaumont'taki "Nietzsche" üzerine bir sempozyum sıra­sında bu üç düşünürün ismini konuşmasının başlığına çevirdiğini o zamanlarda henüz bilecek durumda değildim. Bu mükemmel üçgenin ardında, çağdaş filozofların vaat­lerinden oluşan devasa bir ışık huzmesinin saklandığının ayrımına vardığım aydın­lanma çağımı yaşamaktaydım. Süzülen ışıkların dünyasında bir köre dönüşmüştüm.

Samimi olmam gerekirse, bazılarının gerçekten çok berbat durumda olduğu ve adeta bir çıfıt çarşısı görünümündeki kitapların arasında, üç adet felsefe kitabını görür görmez âşık oldum: Nietzsche'nin Deccal'ı, Marx'tan Komünist Parti Manifestosu ve Freud'un Cinsellik Üzerine'si. Yetimhaneden yeni kurtulduğum senelerdeki kap­karanlık semalara aydınlık veren bu üç parıltı, hayatımda hâlâ süregelen bir coşkuyu da fitillemiş oldu. İlk kitap Hıristiyanlığın bir alınyazısı olmadığını, ondan önce de bir yaşantının bulunduğunu ve sonraki bir yaşantının ortaya çıkması için bu hareketin rahatlıkla hızlandırılabileceğini öğretmişti. İkinci kitaptan öğrendiklerim ise, insan­lığın ufkunun aşılmaz bir kapitalizm engeliyle kaplı olmadığı ve başka bir dünya için sosyalizm gibi bir seçeneğin de bulunduğuydu. Üçüncü kitap da, Tanrı veya Şeytan korkusunun, tehditlerin, endişelerin uğramadığı, Hıristiyanlık değerlerinin baskıcı­lığından ileri gelen kaygılardan muaf, ahlakdışı bir anatominin aydınlığında cinsel­liğin kavranabileceğini göstermişti bana. Henüz on beş veya on altı yaşında olmama rağmen, Katolik ahlakını yerinden sıçratacak, kapitalist aygıtı aşındıracak ve Musevi-Hıristiyan geleneğin cinsellik üzerindeki baskılarını ortadan kaldıracak türden, kayda değer bir dinamit yığınına sahiptim. İşte felsefî şölenin içerdikleri, hem de uzunca bir şölen!

Böylelikle, şunu çok iyi anladım ki, felsefe, öncelikle yaşamı düşünme ve kendi düşüncesini yaşama sanatı, kendi varoluşunun dümenine geçmeyi sağlayan pratik bir gerçekliktir. Bu açıdan bakıldığında, bu disiplin, bu küçük evrende salt kuramdan, kötücül yorumlardan, bilgiç gevezeliklerden, öküzün altında buzağı arayan düşün­celerden beslenen her şeyi ikinci plana iter. Hıristiyan hayvanın soluğunu ensesinde hisseden; çiftçi baba ve ev hanımı annenin ağır koşullar altında çalışıp ev halkının yaşamını sürdürmekten başka bir şey beceremedikleri ailede sefaleti tanımış; kilisede günah çıkarırken tüm cinsel yaşantısını anlatan; mastürbasyon yapanın doğruca ce­hennemi boylayacağı kendisine sürekli olarak söylenen o yaşlardaki tüm oğlan ço­cukların, günün birinde Nietzsche'yi, Marx'ı ve Freud'u -yani bu üç kafadarı- keşfetmeleri elbette kaçınılmazdır.

Şöyle bir tahminde bulunulabilir: Deccalin son sayfası, "Hıristiyanlığa karşı yasa"nın ilan edilmesini içeriyordu. Ne büyük bir fırsat... Gelecekte benimsenmesi önerilen bu kurallar manzumesinin beş maddesinden ilki şu şekildeydi: "Doğaya aykırı olan her türlü canlı, günahkârdır. En günahkâr olan insanlar ise, rahiplerdir; çünkü doğa kurallarına aykırı olan şeyleri öğretirler. Rahiplere karşı bir mantık işletemeyiz; ancak bu günahları düzelten evlere sığınabiliriz.” Kaçırılmaya çalışılan çocuğun onu­runu geri veren bu sağlıklı, güçlü insanın elini sıkma isteği kabarmıştı içimde... Bir diğer kural ise şu şekildeydi: Vatikan’ı yerle bir edip, bu tahrip edilmiş toprakların üzerinde zehirli yılanlar beslemek! Başka bir kurala göre: "İffetli olunmasına dair ve­rilen vaazlar, doğaya karşı gelme konusunda halkı tahrik etmektir. Cinsel hayatı hor görenler, onu pis olmakla itham edenler, aslında hayatın sağlıklı ruhuna karşı gerçek bir günah işlemektedirler." Hiç kuşkusuz bu adam benim dostum oldu: öyle de kaldı.

Aynı yakınlığı, yeniden Marx'ın Komünist Parti Manifestosu'nda da hissettim. Marx, kitabında, tarihin devindirici gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu açıklar. Editions Sociales yayınlarından çıkan portakal renkli bu ince kitabın üzerine, yer yer kurşunkalemle notlar almıştım: Özgür insan ve köle, patrisiyen (soylu yurttaş) ve pleb (ikinci sınıf yurttaş), efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, ezen ve ezilen arasın­daki diyalektik denge... Tüm bunları okuyordum elbette ve zihnimin derinliklerinde biliyordum ki tüm bu anlatılanlar doğruydu. Çünkü o cümleleri tüm varlığımla his­sediyor, yaşıyordum: Babamın ailesini geçindirmek için bir ay boyunca çalışmasının karşısında aldığı ücret son derece azdı. Bu para ancak hayatta kalmamıza ve onun gelecek ay da çalışabilmesi için güç toplamasına yetiyor ve bu böylece sürüp gidi­yordu.

Yves Saint Laurent (Jean Loup Sieff, 1970)




Bu fotoğrafta güzel olan çıplak bir kadın değil, genç, yakışıklı, zengin bir adam, 
Yves Saint Laurent. Alışılmadık, bu yüzden bakanı kışkırtan bir pozda. Bu aynı zamanda
 onun moda evi ve parfümleri için bir reklam. Modern güzelliğin üst tanımına dair ne varsa
 Sieff'in bu fotoğrafına toplanmış.

Bedenin Tarihi

Blade Runner Blues

Tears in Rain


I've… seen things you people wouldn't believe… Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched c-beams glitter in the dark near the Tannhäuser Gate. All those… moments… will be lost in time, like tears… in… rain. Time… to die…"





"Tears in Rain" (Monologue)



Blade Runner Soundtrack (Vangelis)





Ama bay Nietzsche Haklı:  http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/ama bay nietzsche haklı

...zihnin münzevileri olmaya, kendi gibi akıl sahibi insanlarla sohbet etmeye, diğer varlıklardan daha çok sanatla teselli olmaya ihtiyacımız var. Ayrıca, başkalarını bizim gibi düşünmeleri için değiştirmeye çalışmak istemiyoruz çünkü onlarla aramızdaki uçurumun doğa tarafından oluşturulduğunu duyumsuyoruz. Acıma, bizim için tanıdık bir his haline geliyor. Gittikçe daha da sessizleşiyoruz...


...düşüncelerinin gemisi öyle derinden yüzüyor ki, onunla bu dostane, ciddi, anlayışlı insanların arasında yol alamayacağın kadar derinden yüzüyor. Sığ yerler ve kumluklar çok fazla orada: dönmek ve yön değiştirmek zorunda kalacaksın ve sürekli mahcup olacaksın, çok geçmeden onlar da mahcup olacaklar - nedenini çözemedikleri mahcubiyetin yüzünden.

...

- Kalbimizin iletişim kurabilirliği konusundaki kuşkularımız;
 seçilmiş değil, verilmiş bir şey olarak yalnızlık.

- Her zaman bir kisveye bürünmüş olmak: türü ne kadar yüksekse,
bir insan o denli takma ada ihtiyaç duyar. Tanrı var olmuş olsa, nezaketi gereği kendini
 dünyaya sadece insan olarak göstermek zorunda kalırdı.

- Sessiz kalma kabiliyeti: ama dinleyicilerin huzurunda bundan bir sözcük bile etmemek.

- Sürdürülen düşmanlıklara tahammül: kolay uzlaştırılabilirlik eksikliği.

...

Muazzam ve gururlu bir soğukkanlılıkla yaşamak; sürekli ötede - Birinin duygularına, lehte ve aleyhte gönülden katılmak ya da katılmamak, buna tenezzül etmek saatlerce; ata biner gibi, sık sık da eşeğe, oturmak üzerlerine: - İnsan onların bönlüğünden ve aynı ölçüde ateşinden yararlanmayı bilmeli. 

...

...çünkü, yalnızlık, bir erdemdir bize, incelmiş bir eğilim, insanlar arasındaki ilişkileri bulup çıkaran bir temizlik itkisidir, - "toplumda" - kaçınılmaz kirlilikte yürütülmek zorunda olan...

Blogger İçerik Politikası Güncellemesi

! Daha önce, Blogger'ın Yetişkinlere Uygun İçerik politikasında yapılacağı duyurulan değişiklik uygulanmayacaktır.


Blogger pornografik içerik politikasında güncelleme

Bu hafta Blogger'ın pornografik içerik politikasında, grafik çıplaklık veya müstehcen görüntüler yayınlayan blogların gizli hale getirilebileceğini belirten bir değişikliğin duyurusunu yapmıştık.
Uzun süredir var olan blogları etkileyen bir politika değişikliği yapma ve bunun kimliklerini ifade etmek için müstehcen içerik yayınlayan bireyler üzerindeki olumsuz etkisi konusunda çok sayıda geri bildirim aldık.
Geri bildirimler için teşekkür ederiz. Bu değişikliği yapmak yerine mevcut politikalarımızı koruyacağız.

Bu durum blog sahipleri için ne anlama geliyor?

  • Ticari pornografi yasak olmaya devam edecek.
  • Blogunuzda pornografik veya müstehcen içerik varsa yetişkinlere uygun içerik ayarını açarak bir uyarının görüntülenmesini sağlamalısınız. Google, yetişkinlere uygun içerik bulunan ve içerik uyarısı etkinleştirilmemiş bir blog saptadığında uyarı sayfasını sizin yerinize açar. Bu durum tekrar ederse blog kaldırılabilir.
  • Blogunuzda müstehcen içerik yoksa ve Blogger İçerik Politikası'nın diğer maddelerini uyguluyorsanız blogunuzda herhangi bir değişiklik yapmanız gerekmez.

Okumak



Çok okuyan biriyim, müthiş okuyorum diyebilir miyim?  Belki, çevremdeki herkesten biraz daha fazla okuyorum. Her zaman cebimde bir, birkaç kitapla dolaşıyorum. Ama az okuyor, az okuduğumu hissediyorum. Geçen zamana karşı okumalarım hiçbir ölçüde tatmin etmiyor beni. Daha çok, ağır, sancılı okuyorum. Hele bir de felsefe kitabıysa elimdeki, derin sularda acemice yüzerken yorulduğum oluyor, kıyıysa çok uzaklarda kalmışsa hele...

Daha çok şunu sormam gerekiyor artık, belki de: Niye okuyorum? Bir tür kendini arayışla başladı edebiyatla ilişkim ve daha uzun süreler eski sevdalar yeni aşklarla sürüp gidecek bu ilişki. 

Ama, yine de, işte...

Yol




***
















Les Corbeaux


Nasıl bir bok çukuru burası! Bu köylüler ne naif canavarlar böyle. Geceleri bir içki içmek istersen kilometrelerce yürümen gerek. O anne beni bir cehennem çukuruna gömdü.

Buradan nasıl kurtulacağım, bilmiyorum; ama kurtulacağım. O berbat Charlestown'ı,Universe'u, kitaplığı falan arıyorum... Ama oldukça düzenli çalışıyorum; küçük düzyazı öyküler yazıyorum, genel başlığı: Çoktanrılı kitap ya da Zenci kitabı. Çılgınca bir şey ve masum. Ah! Masumluk, masumluk,masumluk, masu... Allah kahretsin!

Kıçıma kadar doğa düşüncesiyle doluyum. Seninim ey doğa, ey benim annem!

(Charleville'den Mektup)


Charleville


Les Corbeux (Kargalar)

akşamla susunca çanlar,
soğuk basınca kırları,
tanrım, kutsal kargaları
duanın bittiği anlar
indir göklerden doğaya
kargalar çığlık çığlığa.

rüzgârlar esiyor, bakın
nasıl saldırıyor size
yuvanıza, evinize!
kargalar, haydi toplanın
gömütle dolu yollarda,
çukurlarda, oyuklarda,

ölüp gidenler geçen kış
tarlalarda dinleniyor,
kargalar gökte dönüyor,
yolcular düşünsün diye;
kimler konup kimler göçmüş,
sen ey hüzünlü kara kuş!

büyülü gecede yitik,
gemi direği gibi dik
meşenin üstüne konan
kargalar, kutsal kargalar!
kış başladı, sizler susun,
kırlarda kapalı kalan
ve ormanlarda kaybolan
onulmaz bozguna tutsak
yaralı yürekler için
mayıs bülbülü şakısın.




Verlaine

.
...En azından bir süre eskisine göre daha az korkunç bir görünüm içinde olmak: iyi giyinmek, ayakkabıların boyalı, saçların taralı olması, gülücükler dağıtmak...

VERLAINE'DEN RIMBAUD'YA






İki adam Paris’te XIV. Arondismanda Didot Sokağı’nda yürüyor. Yirmi yaşlarında gösteriyorlar. Okul arkadaşları. Hiç konuşmuyorlar. Kaldı­rımda hızlı hızlı yürüyorlar.

Sol taraflarında Broussai Hastanesi duvarlarını gösteriyor. Sundurma­dan geçiyorlar, iki taraflı ağaçlı yolları izleyerek önce bir binaya daha son­ra başka bir binaya gidiyorlar, nihayet uzunca bir salona giriyorlar ve bek­lemeleri rica ediliyor. Aradıkları adam sabıkalı, eski mahkûm yok orada.

Soruyorlar. Beklemelerini istiyorlar. Nihayet bir hemşire oldukça geniş bir salona götürüyor onları; bu salonda bahçeye bakan bir pencerenin iki ta­rafına altı demir karyola yerleştirilmiş.

Ziyaretine geldikleri hasta pencerenin sağ tarafında, ortadaki karyolada yatıyor. Adı baş ucunda bir tabelada yazılı. Saçları gri, gözleri bir kır tanrı­sının gözleri, alnı geniş, sakalı yabani otları andırıyor. Başında bir başlık, üstünde hastanenin adının yazılı olduğu bir gömlek var.

İki ziyaretçi geliyor. Yataktaki adam doğruluyor, yatağındaki dergileri ve gazeteleri kaldırıyor. Sonra kalkıyor. Eski bir pantolon, lekeli bir yelek ve üstüne de gene hastanenin verdiği robdöşambrı giyiyor, belini sıkıyor.

Ziyaretçilerinin önüne düşüyor ve koridora çıkıyorlar.

Daha sonra bahçeye çıkıyorlar. Bir saat boyunca samimi bir sohbet için­de dolaşıyorlar, yanlarından geçen hasta ihtiyarlar kendi dünyalarına dalmış iki öğrenci ve serseri kılıklı bir hastadan oluşan bu tuhaf üçlüye pek sem­patik olmayan bakışlar atıyorlar.

Ayrılıyorlar.

Bir yıl sonra Broussai Hastanesi’ndeki hasta taburcu oluyor. Bastonuna dayanarak zor yürüyor. Montmartre'da bir sokakta o genç ziyaretçilerinden birine rastlıyor ve tanımıyor onu. Genç ziyaretçisi duruyor ve tanıtıyor ken­disini. Kısa bir süre sohbet ediyorlar.

Eski mahkûm “bir kadeh bir şey ısmarla bana" diyor.
Karşısındaki küçük para cüzdanını çıkarıyor ve bütün servetini gösteri­yor. Birkaç kuruş... Ayrıca biraz önce bir garsonun kendisini, kıyafetini uy­gun bulmadığı için oturduğu bistrodan attığını söylüyor.

Bir kafeye giriyorlar ve siparişlerini veriyorlar.

“Nerede oturuyorsunuz?” diye soruyor öğrenci.

Karşısındaki hüzünlü bir tavırla omuz silkiyor.

“Bir yerde oturmuyorum, geceler sokaklarda geçiyor.”

Böyle diyordu şair. Bu yüzyılın sonunda değil, geçen yüzyılın sonunda. Evi barkı olmayan adam Paul Verlaine’dir. Onu dinleyenler de Pierre Louys ve Andre Gide.

Bugün hayatta olsaydı metroda yaşardı Verlaine.

Sefalet hiç acımaz.

*
Kitap: Bohemler

Blogger İçerik Politikası Güncelleme


Değerli Blogger Kullanıcısı,

Blogger İçerik Politikası'nda yapılacak ve sizin hesabınızı da etkileyebilecek bir değişiklik hakkında bilgi vermek istiyoruz.

Önümüzdeki birkaç hafta içinde müstehcen veya çıplaklık içeren resim ve videolara artık izin vermiyor olacağız. Sanatsal, eğitsel, belgesel veya bilimsel amaçlı olarak sunulan ya da içeriğe müdahalede bulunulmamasının halk açısından önemli yararlarının olacağı durumlarda çıplaklık içeren görsellere izin vermeyi sürdüreceğiz.

Yeni politika 23 Mart 2015 tarihinde yürürlüğe girecektir. Bu politika yürürlüğe girdikten sonra Google, revize edilmiş politikamızı ihlal ettiği tespit edilen tüm bloglara erişim kısıtlayacaktır. Hiçbir içerik silinmeyecektir, ancak gizli hale getirdiğimiz içeriği yalnızca blog yazarları ve blog yazarlarının blogu açık şekilde paylaştıkları kullanıcılar görebilecektir.

Kayıtlarımız, sizin hesabınızın da bu politika değişikliğinden etkilenebileceğini gösteriyor. Bu politikayı ihlal edecek yeni içerikler oluşturmaktan kaçınmanızı rica ediyoruz. Ayrıca, hizmetle ilgili herhangi bir kesinti yaşamamak için mümkün olduğunca çabuk şekilde mevcut blogunuzu politikamızla uyumlu hale getirecek gerekli değişiklikleri yapmanızı rica ediyoruz. Google Paket Servisi'ni kullanarak içeriğinizin bir arşivini oluşturmayı da tercih edebilirsiniz (https://www.google.com/settings/takeout/custom/blogger).

Daha fazla bilgi için lütfen buradaki (https://support.google.com/blogger?p=policy_update) bilgileri okuyun.

Saygılarımızla,
Blogger Ekibi


Blogger'daki yetişkinlere uygun içerik politikası

23 Mart 2015 tarihinden itibaren, Blogger'da müstehcen veya çıplaklık içeren resim ve videoları herkese açık olarak paylaşmanız mümkün olmayacak.
Not: İçerik sunulurken somut şekilde kamu yararı gözetiliyorsa, örneğin sanatsal, eğitsel, belgesel veya bilimsel içerikler söz konusu olduğunda çıplaklık içeren öğelere izin vermeye devam edeceğiz.

Mevcut bloglarınızda göreceğiniz değişiklikler

Mevcut blogunuzda müstehcen veya çıplaklık içeren resim ya da videolar yoksa herhangi bir değişiklik fark etmeyeceksiniz.
Mevcut blogunuzda müstehcen veya çıplaklık içeren resim ya da videolar varsa blogunuz 23 Mart 2015 tarihinden sonra özel hale getirilecektir. Hiçbir içerik silinmeyecektir, ancak özel içeriği yalnızca blogun sahibi veya yöneticileri ve blogun sahibinin blogu paylaştığı kişiler görebilecektir.

Mevcut bloglar için güncelleyebileceğiniz ayarlar

Blogunuz 23 Mart 2015'ten önce oluşturulduysa ve yeni politikamızı ihlal eden bir içerik barındırıyorsa, yeni politikanın yürürlüğe girmesinden önce blogunuzu değiştirmek için birkaç seçeneğiniz vardır:
  • Blogunuzdaki müstehcen veya çıplaklık içeren resim ya da videoları kaldırabilirsiniz
  • Blogunuzu özel olarak işaretleyebilirsiniz
Blogunuzu tamamen kapatmayı tercih ederseniz blogunuzu dışa aktarabilir (.xml dosyası olarak) veya Google Paket Servisi'ni kullanarak blogunuzdaki metin ve resimleri arşivleyebilirsiniz.

Kaotik Benlik


...

Düşünmüyorum, düş görüyorum.

...

Hayatım pasiflik ve düşten ibaret.

...

Ne kendimi hatırlamak ne de tanımak istiyorum
Çok kalabalık oluyoruz,
kim olduğumuzu bulmaya çalıştığımızda.

...

Uçurumdur benim çitim
Ben olmanın ölçüsü yok.

...

Bugün saçma ve doğru bir şey hissettim aniden:
Hiç kimse olduğumun bilincine bir çırpıda vardım.

...

Her şeyi hayal edebilirim, çünkü ben hiçim.

...

Obur ve ateşli bir okur olan ben, okuduğum kitapların hiçbirini
hatırlamıyorum; çünkü okumak, kendi düşüncemin, kendi düşlerimin
bir yansısıydı, daha doğrusu düşe teşvik...

...

Yakın bir dostum olmasıdır idealim; uyanıkken gördüğüm bir 
düşüm bu benim, ama asla olmayacak böyle biri.

...

Temel bir edim olan yazmanın münasebetsizliğine ve 
bu yöndeki her çabanın mutlak yararsızlığına derinden iknayım.

...

Deliyim, evet, deli, mademki
büyüklüğü istedim
Yazgının bahşetmediği

...

Kendimi tüm gücümle ve ruhumla adadığımı hissettiğim misyona olan borcum, onu mutlak bir kusursuzlukla gerçekleştirmek ve eksiksiz bir ciddiyetle yazıya dökmektir.

...

Belki de benim yeryüzünde hiçbir misyonum yoktur
Hiçbir ruh benimki kadar sevgi dolu ya da müşfik, benimki kadar nezaketle,
duygudaşlıkla, şefkati ve sevgiyi ilgilendiren her şeyle bu kadar dolu değildir.
Ama benim kadar yüzüstü bırakılmış ruh da yoktur.  

...


Etrafımdaki hiç kimsede, benim içimdeki duyarlılığın, özlem
ve ihtirasların, derin tinsel varlığımın temelini oluşturan her şeyin
ritmiyle çarpan bit tutum bulamıyorum hayata karşı.

...


f.p.


21.2.2015

The Night Fernando Pessoa Met Constantine Cavafy







(90 min / Documentary / 2008 / Stelios Haralamboupolos)



yan değini


- Yalnızca tinle üflenmiş boş bir balon gibi ortalıkta 
gezinmek zorunda olmak çok utanç verici bir şey.

Yan Değini / Wittgenstein


Wilhelm von Gloeden



Wilhelm von Gloeden (1856-1931), selfportrait posed in Arabic fancy dress, around 1890

Baron von Gloeden "homoseksüel" miydi? Warhol'ün gözünden, belki; ama özünde "kitsch"ti. Aslında kitsch yüksek bir estetik değerin tanınmasını içerir, ama bu beğeninin kötü olabileceğini de ekler kitsch ve bu çelişiklikten göz alıcı bir canavar doğar. Von Gloeden örneğinde de durum budur: Fotoğrafları ilgi çeker, akıl­da kalır, eğlendirir, şaşırtır ve bütün bu keyfin karşıt olanların bir araya toplanmasından ileri geldiğini hissederiz, tıpkı karna­vala benzeyen her tür kutlamada olduğu gibi.

Bu çelişiklikler, "heterolojiler"dir, birbirinden farklı, birbi­rine zıt dillerin sürtüşmeleridir. Örneğin: Gloeden Antikite'nin kodunu alır, onu fazlasıyla yükler ve hantalca gözler önüne se­rer (güzel delikanlılar, çobanlar, sarmaşıklar, palmiyeler, zey­tin ağaçları, asma dalları, tunikler, sütunlar, dikilitaşlar), ama (ilk biçim bozma), Antikite'nin göstergelerini karıştırır; Yunan bitkileri ve Roma heykellerini Güzel Sanatlar Okulları'ndan ge­len "antik nü" ile birleştirir: Görünüşe göre, hiçbir ironi olma­dan, sembollerin en bayatlamışını sorgusuz sualsiz kabul eder. Ancak bu kadarla kalmaz: Bu şekilde gözler önüne serilmiş An­tikite (ve çıkarsama yoluyla, böylelikle kabul edilmiş erkek çocukların aşkı) içine Afrikalı bedenler yerleştirir. Belki de haklı olan odur: Ressam Delacroix, antik dokunun en iyi Araplarda bulunduğunu söylemiştir. Her neyse, Yunan versiyonu bir Antikite'ye ait tüm bu yazınsal araç-gereç ile okkalı ve güneşin altında kavrulmuş böcek kabuğu gibi zifiri bakışlı genç jigolo köylülerin (onlardan hâlâ hayatta olanlar varsa, beni bağışlasınlar, bu bir hakaret değildir) bu siyahi bedenleri arasındaki çelişiklik nefistir.

Baronun başvurduğu araç, yani fotoğraf, bu çelişiklik kar­navalını coşkuyla vurgular. Bu yeterince paradoksaldır, çünkü, fotoğrafçılık, ne de olsa, gerçekçi, ampirik, tamamen bu sağlam pozitif, akılcı değerlerin -aslına uygunluk, gerçeklik, nesnellik- hizmetinde olan bir sanat olarak bilinir: Bizim polisiye dünya­mızda, fotoğraf kimliklerin, olguların, suçların alt edilemeyen kanıtı değil midir? Ayrıca, von Gloeden'in fotoğrafları, asla tek­nik açıdan değil, sahneye koyma (pozlar ve dekorlar) açısından 'sanatsal"dır: Az bulanıklık, üstünde az çalışılmış aydınlatma. Beden oradadır, yalnızca; bedende çıplaklık ve hakikat, görüngü ve öz birbirine karışır: Baronun fotoğrafları acımasız türdendir. Antikite sembollerinin görkemli bulanıklığı böylece fotoğrafın gerçekçiliğiyle çatışmaya (şaşkınlığımızı ve belki de coşkumuzu anlatmak için bu sözcüğe ihtiyacımız var) girer; çünkü böyle dü­şünülen bir fotoğraf, her şeyin görüldüğü bir görüntü, ayrıntıların aşamalanma, "düzen" (o yüce klasik ilke) içermeyen bir kolek­siyonu değilse, başka ne olabilir ki! O küçük Yunan tanrılarının (siyah tenleriyle bile çelişki doğuran) biraz kirli, kesilmemiş ka­lın tırnaklı köylü elleri, pek temiz olmayan aşınmış ayakları var­dır, dolgun sünnet derileri oldukça görünürdür ve artık burada biçimlendirilmemiştir, yani ince uzundur ve küçültülmüştür: Sünnetli değildirler ve tek görülen budur: Baronun fotoğrafları aynı zamanda hem görkemli hem anatomiktir.

İşte bundan ötürü von Gloeden'in sanatı bir anlam mace­rasıdır: Çünkü aynı zamanda hem gerçek hem inanılmaz, hem gerçekçi hem (bağırırcasına) uydurma bir dünya (buna "insan öyküleri kitabı" demeliyiz, hayvan öyküleri kitabı var olduğuna göre), düşlerin en çılgınından bile daha çılgın bir karşı onirizm üretir. Böyle bir girişimin, "kültürel" uçuruma karşın, çağdaş sa­natın bazı denemelerine ne kadar yakın olduğunu belirtmemize gerek var mı? Ama sanat bir geri kazanma alanı olduğuna göre (yapacak bir şey yok: Sanat kendi reddettiğini bile geri kazanır ve ondan yeni bir sanat yapar), baronun fotoğraflarında bir sa­nattan çok bir güç olduğunu anlamak daha uygundur: Sayesinde bütün konformistlere, sanat, ahlak ve siyaset konformistlerine (bu fotoğraflara faşistlerce el konulduğunu unutmayalım) diren­diği bu ince, katı güç ve onun naifliği diyebileceğimiz güç. Günü­müzde her zamankinden daha fazla, onun yapmış olduğu gibi, en "kültürlü" kültürle en parlak erotizmi basitçe birbirine ka­rıştırmak cesareti gösteriliyor. Sade, Klossowski bunu yapmıştı. Von Gloeden bu karışımın üzerinde farkında olmadan yorulmak­sızın çalıştı. Bizi şimdi bile şaşırtan görüsünün gücü de buradan geliyor: Von Gloeden'in naiflikleri, yiğitlikler kadar hayranlık uyandırıcıdır.

*
Roland Barthes 










Wilhelm von Gloeden

Wilhelm von Gloeden ya da Yeniyetmenin Erotik Büyüsü


Erinlik öncesi cinsel kimliğin henüz oturmamış olması, bu alan­daki her türlü sapkınlığı kendiliğinden meşru kılar; yerine göre, cinsel hazzın hem öznesi, hem de nesnesidir melek kalpli oğlan. Cherubim, kendi gövdesiyle tanışmak üzere olan erkeğin, erosa kayıtsız boyun eğip, tutkularını karşıtıyla birlikte yaşadığı evre­yi imler; o, her iki cinse eşit ölçüde hitap eden bir sevgilidir bu sınırlı dönem boyunca.

Figaro'nun Düğünü'nde tanık olduğumuz şey, bu belirsizli­ğin çapkınlığı örtbas eden bir kılıfa dönüşmüş olmasıdır. Cherubino, tanımlayamadığı bir özlemle yanıp tutuşur; gece gündüz tek bir şey vardır onu meşgul eden: Aşk. Öyle ki, kimseyi bula­mazsa, sonunda kendisiyle konuşmak zorunda kalır aşkı. Kele­bek gibi uçuşan bir phallus'tur Cherubino; yerçekimine meydan okuyan melek. Susanna, yeniyetmenin sesine hayran olan Kontes'i onaylarken baklayı ağzından çıkarıverir: "Aslında yaptığı her şeyi iyi yapar." Hiç kuşkusuz, Susanna için deneyimden çok, gizli bir beklentinin ifadesidir bu itiraf; ama sonuç değiş­mez: Cherubino, el değmemiş phallus'un masumiyetiyle orta­lıkta dolaşıp dururken, kadınların içi geçmektedir hep.

Gelgelelim, ephebos'un eşiğindeki toy delikanlı, uygarlık ta­rihi boyunca, en az kadınlar kadar erkekler için de tükenmeyen bir haz objesidir. Güzellik ideası ile kamufle edilen homoerotik eğilim, antik Yunan kültürünü sessizce siper eder kendisine. Öyle ya, Herakles bile bu ilişkiden nasibini alıp, erkeğin hem­cinsine duyduğu ilgiyi aklayan maceralar yaşamıştır nasılsa. Dorian Gray'e sırılsıklam aşık olan Basil Hallaward tipik bir örneği­ni verir bunun: "Kendisi farkında değil ama bana yepyeni bir anlayışı tanımlıyor. Eski Yunan ruhunun bütün yetkinliği ile  romantik ruhun bütün tutkularını içine alan bir anlayış. Ruhla vü­cudun uyumu; ne yüce bir iş bu!" Antik Yunan'da, ayva tüyü kıla dönüşmediği sürece, yetişkinler ile cinsel ilişki oğlanın doğal hakkıdır; ayıp olan, büyükler arasında bu ilişkinin devam etmesidir; çünkü rol dağılımı bozulmuştur.

Gloeden'in Taormina'daki çıplaklarına baktığımız zaman -bunların hemen hepsi o yöredeki emekçi kesimin çocuklarıdır- açıkhavaya stüdyo mantığının egemen olduğunu görürüz Kamera, önündeki görüntüden hareketle, geçmişin resmini çekmeye çalışmaktadır burada; bu yüzden, doğal bile olsa, seçilen köşenin döşenmiş olduğu duygusu bir türlü yakamızı bırakmaz. Elinden gelse doğaya da müdahale edecektir Gloeden; zira geçmişi anımsamak onu kurmayla eşanlamlıdır bu mizansende: an­tik Yunan, kendi dekoru üzerine devrilmiştir sanki; sahici olan tek şey çıplak tenin karşı koyulmaz büyüsüdür. Öte yandan, çıplaklık dışındaki her şeyin bu çıplaklığı haklı kılmak için giz­lediği görülür; geçmiş vurgulandığı ölçüde, yüce bir uyum arayı­şının tensel hazzı bir tür katharsis'e çevireceği yolundaki inanç hep ön plandadır. Bu bağlamda, sürekli tehdit altında bulunan mekân tasarımı, giderek kendi parodisine mahkûmiyeti kabul­lenen bir varoluş tarzından ötürü, kitschle aynı paydayı bölüşür sonuçta. Çıplağın yanındaki antik bir vazo yahut heykelden, ka­yalığa serilmiş kaplan postuna kadar birçok aksesuvar, antik Yu­nan (mutlu geçmiş) yanılsamasına yönelik bilinen klişelerin tekrarını üstlenmiştir sadece; düzenleme ilkesi -gerçek ile ger­çek olmayanın yapay birlikteliği nedeniyle- biçem kopukluğu­na yenik düşmüştür Gloeden'da.




Çelenkli Genç, çıplaklığın estetize edilmesi yolunda ilginç bir örnektir. Bakışımsız olarak sırta atılan örtü (tünik?), arkada sol omuzdan hafifçe aşağı döküldükten sonra, sol koltuk arasından çıkıp, sağlı sollu pazı üzerinden yine serbest kalıyor. Koyu dip- yüzey önünde ten ve örtünün aynı açık tonda olması, figür ile aramızdaki mesafe duygusunu olabildiğince azaltan etkin bir çözümdür hiç şüphesiz; dışarı fırlayacakmış hissi veren bu canlı­lığın, giderek dokunma (elleme) duyusuna gönderme yaptığını herkes bilir, her erotik bakmanın kökeninde ellemeye çağrı var­dır esasen, eros, salt seyirle yetinmez; nihai amacı dokunmaktır -kucaklaşma, sarılma, öpüşme, okşama vb. tensel hazza ilişkin pratikte onsuz olmaz edimlerdir. Göz kışkırtır, geri çekilir; el/leme devreye girdikten sonra görünen ile görmek istenen şey ara­sındaki sınır çizgisi silinmiştir artık. Sevişme sırasında haz nes­nesine yamanan algı içeriğinin görünenden soyutlanma eğilimi, bu ilişkinin keyfi olduğunu gösterir bize; aşığın gözü boşuna kör değildir.




Olanaksız

Bir kutu sevinç var
bir avunç var bu acıda.
Bir sürü insanı yok

o berbat günlerin, sıkıntı eksik!

“Sevilir duyulmayan müzik”
demişti bir şair.
Sanırım, yaşanmamış olandır
bende de en gözde yaşam.

K.