Giton


Ne biçim bir geceydi, ey tanrılar, tanrıçalar,
nasıldı yumuşacık yatak.
Yanıp tutuştuk sarılarak
bir oradan bir buradan öpücüklerle
ruhlarımız gitti geldi birbirimize.
Ey ölümlü dertler, güle güle size.
Öldüm bittim böylece.




Fellini's Satyricon (1969)

Durup dururken, kendi kendime sevindim. Çünkü içkinin verdiği rahatlık üzerime çöküp de sarhoş kollarım gevşeyince, her türlü pisliğin başı Ascyltos, geceleyin oğlanımı benim yanımdan alıp kendi yatağına götürmüştü ve kendisinin olmayan bir erkek kardeşle sarmaş dolaş olmuştu, başkasının oğlanının koynunda insani duyguları unutup derin bir uykuya dalmıştı, oğlan ise ya götürüldüğünü hissetmemiş ya da hissetmemiş gibi davranmak işine gelmişti. Bu yüzden, uyanıp da yatağımı elimle şöyle bir yokladığımda, sevgili­min olmadığını anlayınca (...) âşıklarda birazcık bağlılık duygusu olsa, her ikisini de uyurlarken kılıçtan geçirip ölüme yollasam mı diye bir an kafamdan geçirdim. Sonra, daha sağlıklı bir karara varıp, Giton’u dürtükleyerek uyandırdım, Ascyltos’a ise sert bir bakış fır­latıp, “Güvenimi kötüye kullanıp aramızdaki dostluğu bozduğuna göre, hiç zaman geçirmeden pılını pırtını topla ve kendine kirlete­ceğin başka bir yer ara,” dedim.





Fellini's Satyricon (1969)





Satyricon


Fellini's Satyricon (1969)


Çeşit çeşit tablolarıyla hayranlık uyandıran bir resim sergisine yolum düştü. Zeuxis’in76 zamana yenik düşmemiş sanat yapıtlarını gördüm ve Protogenes’in77 doğanın gerçekliğiyle yarışan kaba taslak çizimlerini son derece etkilenerek inceledim. Apelles’in78 Yu­nanlılarca ‘tek bacaklı’ diye anılan tablosuna hayran kaldım. Çünkü çizdiği resimler gerçeğine öylesine yakındı ki onların ruhlarını çiz­diğini sanırdın. Resimlerin birinde, yükseklerde bir kartal, Ganymedes’i79 kapmış gökyüzüne götürüyordu. Başka bir resimde, güzel Hylas80 su perisi Naiad’ı yanından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Apollon8 suçlu ellerini lanetliyordu ve telleri gevşek lirini daha yeni açmış bir çiçekle süslüyordu. Resimleri yapılan âşıkların yüzlerine bakarken sanki yalnız başınaymışım gibi bağırmaya başladım: “Tan­rılar da âşık oluyor. Juppiter gökyüzündeki evinde sevecek kimse bulamadı, günah işlemek için yeryüzüne indiğinde yine de kim­seye haksızlık etmedi. Hylas’a âşık olan su perisi, Hercules’in bunu yasaklayacağını bilseydi, kendi aşkını dizginlerdi. Apollon çocu­ğun ruhunu bir çiçekte canlandırıp yaşattı; Tüm bu öykülerde geçen aşklarda rakip yoktu. Ama ben arkadaş diye Lykurgos’tan82 daha acımasız birini bulmuşum.”

İşte ben bu sıkıntılı düşüncelerle uğraşırken, saçları ak pak ol­muş, endişesi yüzünden okunan yaşlı biri içeri girdi, hangi büyük yükün altına girdiğini bilmediğim bu yaşlı adamın üstü başı pek düzgün değildi, öyle ki, varsılların hep nefret ettikleri edebiyatçılar­dan biri olduğu kolayca anlaşılıyordu. Gelip yanımda durdu (...)


76) Ünlü Yunanlı ressam (İÖ yaklaşık 450). Olasılıkla Karadeniz kıyısındaki Herakleia kentindendir.

77) İÖ 4. yüzyılda yaşamış ünlü Yunanlı ressam. Kimi kaynaklara göre Rodoslu, kimilerine göre de Anadolu’daki Karia bölgesinin kıyı kenti Kaunoslu’dur (Bugünkü Dalyan).

78) İÖ 4-yüzyılın sonunda yaşayan Apelles, Yunanlı ressamların en ünlüsüydü.

80) Mitolojiye göre, Hercules’in âşık olduğu Hylas, Argonautlar ile birlikte altın postu aramaya gitmiştir. Su alırken güzel su perisi Naiad onu suya çekmiş ve Hylas suların içinde yitip gitmiştir.

81) Tanrı Apollon, âşık olduğu Spartalı Hyakinthos’u bir yanlışlık sonucu öldürmüştür. Bu çocuğun kanından sümbül çiçeği çıkmıştır.

82) Sparta’nın ünlü yasa koyucusu. İlk yasaların her zaman oldukça katı olduklarına inanılırdı.



Fellini's Satyricon (1969)

Fellini's Satyricon (1969)

- Ganymede... Narcissus... Apollo... genç erkeklerin gölgesini birer çiçeğe dönüştüren kişi. Tüm mitler bize, rakipsiz evliliklerin aşklarından bahseder. Ama ben kalbimin derinliklerine acımasız bir ziyaretçi aldım. Ben şairim. "Neden bu kadar fakir giyiniyorsun?" diye sorabilirsin. Tam olarak nedeni şu ki sanat aşkı kimseyi zengin yapmaz.

Neden bilmiyorum, ama yoksulluk daima üstün yeteneğin kız kardeşidir.

Parayı arzulamak! Bir zamanlar, insanların idealleri  birer erdemdi, saf, katıksız ve basit. İşte bu yüzden liberal sanatlar ilgi çekiyor. Eudoxus bir dağın tepesinde, gezegenlerin hareketlerini inceleyerek yaşlandı. Lysippus tüm hayatı boyunca|aynı modeli çizmeye devam etti... ve açlıktan öldü. Ama biz, içiciliğimiz ve fahişeliklerimizle bu şaheserlerin varlığından bile bihaberiz. Peki diyalektik tartışmaya ne dersin? Astronomiye ne oldu? Ya bizim tek rehberimiz felsefe nerede?
Apelles ve Phydias'ın altın kâseler üzerine yaptığı güzellikleri gördükten sonra...
resim sanatının ölmesine hiç şaşırmadım. Şu şapşal Yunanlar!

Encolpius


Bir quaestor'un (*Roma da devlet hâzinesinden sorumlu kamu yüksek görevini yürüten quaestor’lar, eyaletlerde de maliye memuru olarak görev alırlardı.) yanında maaşlı olarak Asia’ya gittiğimde, Bergama’da bir evde konuk olarak kaldım. Ben burada yalnız rahat ettiğim için değil, ev sahibinin son derece güzel oğlu için de seve seve kalıyordum. Oğlanın babasının benden kuşkulanmaması için düşünüp taşınıp bir yol buldum. Yemekte ne zaman güzel çocuk­ların deneyimleri söz konusu edilse, o denli öfkelendim, açık saçık konuşmaları duymaktan o denli sert bir biçimde rahatsız olduğu­mu belirttim ki, çocuğun annesi benim filozof olduğumu düşündü. Artık oğlanı beden eğitimi çalışmalarına götürmeye, derslerini düzenleyip çalıştırmaya ve bedenini ele geçirecek birinin eve alın­maması için uyarılarda bulunmaya başlamıştım. 

“Bir bayram tatili nedeniyle okul kapalı olduğu için ve uzun süren eğlence yüzünden üzerimize bir ağırlık çöktüğünden, yemek odasında uzanmış yatıyorduk, aşağı yukarı geceyarısına doğru oğlanın uyumadığını anladım. Çok alçak sesle mırıldanarak bir adak adadım: ‘Ey tanrıçam Venüs, şu oğlanı anlamayacağı biçimde öpe­cek olursam, yarın ona bir çift güvercin armağan edeceğim.’ Oğ­lan, isteğimin karşılığını duyunca, horlamaya başladı. Böylece, yaklaşıp uyuyormuş gibi yapan oğlanı öpücüklere boğdum. Bu başlangıçtan çok mutlu olarak, sabahleyin erkenden kalktım ve bir çift güvercin seçip bekleyen çocuğa verdim ve adağımı da yeri­ne getirmiş oldum. Ertesi gece de aynısını yapmama izin verince, isteğimde değişiklik yaptım ve, ‘Şu oğlanı yanıp tutuşan elimle, o hissetmeden elleyecek olursam, yarın ona son derece dövüşken iki horoz armağan edeceğim,’ dedim. Bu adağını üzerine oğlanın ken­disi harekete geçti ve sanırım benim uyuyup kalmamdan korkma­ya başladı. Çocuğun merakını yatıştırdım ve en büyük zevki bir yana bırakıp tüm bedeniyle tatmin oldum. Sabah olunca, sözümü tuttum. Üçüncü gece de bir fırsat yakalayınca, çocuğun kulağına, Ey ölümsüz tanrılar, şu uyuyan oğlanla, hissetmemesi koşuluyla, tam ve arzu ettiğim gibi birleşirsem, bu mutluluğun karşılığında ona çok iyi bir Makedonya atı armağan edeceğim,’ diye fısıldadım. Oğlan daha derin bir uykuya daldı. Önce ellerimle memelerini Kavradım, sonra onu öpücüklerimle öpe öpe bitirdim, en sonunda tüm isteklerimi yerine getirdim. Sabahleyin yatak odasında oturmaya ve her zaman yaptığım şeyi beklemeye başladı. Güvercin ve horoz satın almanın bir at almaktan ne denli kolay olduğunu bilirsin ve bu denli büyük bir armağan alırsam benden kuşkulanırlar diye korkuyordum. Birkaç saat dolaştıktan sonra eve döndüm ve çocuğu öpmekten başka bir şey yapmadım. O ise çevremde dolaşarak kollarını boynuma doladı ve, ‘Efendim, at nerede ?’ diye sordu. 

 Sözümü tutmadığım için açmış olduğum kapıyı yüzüme kendi elimle kapamama karşın, 
bir olanak daha elde ettim. Aradan bir­kaç gün geçtikten sonra, yine başlangıçtaki duruma döndük, 
babasının horlaya horlaya uyuduğunu görünce, benimle barışmasını istedim, yani onu tatmin etmeme 
ve gem vurulmuş şehvet duygu­sunun gerektirdiği bu türden şeylere izin vermesini istedim. Ama 
kızgın olduğu için, ‘Uyu, yoksa babama söylerim,’ deyip duruyor­du. Yüzsüzlükle elde edilemeyecek 
denli zor bir şey yoktur. ‘Ba­bamı uyandıracağım’ derken, yine de yavaşça sokuldum ve direnmesine 
karşın isteğimi elde ettim. Benim bu kurnazlığımın hoşuna gitmediği de söylenemez. Uzun uzun 
kendisini kandırdığımdan, komik duruma düşmesinden ve sık sık varsıllığımdan söz ettiği 
arkadaşları arasında alay konusu olmasından yakındıktan sonra, Ben senin gibi olmayacağım, ne 
istiyorsan yap,’ dedi. Her türlü kırgınlığı bir yana bırakıp barıştık ve onun iyi niyetinden yarar­lanıp 
uykuya daldım. Ancak tam olgunluk çağındaki oğlan, sabır gösteremeyecek bir yaşta olduğu için, iki 
kezle yetinmedi. Bunun için beni uykudan uyandırdı ve, ‘Bir şey istiyor musun?’ diye sordu. Hiç de 
tatsız bir görev değildi. Soluk soluğa ve kan ter içinde kalsam da, istediğini elde etti ve mutlulukla 
rahatlayıp yeniden uykuya daldım; daha bir saat geçmemişti ki, beni dürtüklemeye ve Neden bir 
daha yapmıyoruz?’ demeye başladı. O zaman, ikide bir­de beni uyandırmasına kızdım ve az önce bana söylediklerini ben ona söyledim: Uyu, yoksa babana söyleyeceğim. ” 

sf 80 - 82
 Petronius, Satyricon

Ascyltos & Encolpius



Fellini's Satyricon (1969)



Satyricon - Petronius





Çevirmenin Sunuşu:

Latin Edebiyatı’nda gerek yazarı ve adı, gerek olayın geçtiği yer, gerekse yazıldığı dönem bakımından Satyricon denli tartışmalı başka bir yapıtın varlığından söz etmek zordur. Yapıtın yazarı Petronius’tur; ancak özgün kaynaklara göre aynı yıllarda yaşamış ve bu adı taşıyan iki ayrı kişinin adı geçmektedir; hangisinin bu yapıtın yazarı oldu­ğu ya da bu iki ayrı kişinin gerçekte aynı kişi mi olduğu tartışmalıdır. Tacitus’ta (Annales, 16.18) ‘Gaius’ ön adlı bir Petronius’tan söz edil­mektedir. Aynı kişi için, Plinius (Hist. Nat. 37.20) ve Plutarkhos (Mor. 60 d) ise ‘Titus’ ön adını kullanmışlardır. Herculaneum’da bulunan tabletlerde ise Titus Petronius Niger diye birinin konsül olarak adı geçmektedir. Bununla birlikte, Efes kaynaklı bir belge, İS 62 yılının Temmuz ayında, Publius Petronius Niger diye birini atanmış konsül (consul suffectııs) olarak açıkça belirtmektedir.

Seneca ile aynı zamanda imparator Neron’un sarayının bir üyesi olan Petronius, çoğu modern araştırmacı tarafından Petronius Arbiter olarak bilinmektedir; çünkü Tacitus, yapıtı Annales'te ondan arbiter elegentiae diye söz etmiştir. Ancak Tacitus’un Petronius için kullandığı “Arbiter” adı aileden gelen resmi soyadı değil, onun zevk ve güzellik yargıcı olarak ününden dolayı elde ettiği takma bir addır. Bu yüzden, ‘Arbiter’ adı, önceleri aynı kişi oldukları, uzunca bir zamandır da kimi araştırmacılar tarafından iki ayrı kişi olarak düşünülen Petronius Niger ile Petronius Arbiter arasında ayırt edici bir ölçüt olarak düşünülemez; yukarıda söz edilen kaynaklar da göz önüne alındığında arbiter sözcüğünün Petronius Niger’e takı­lan ve zevk sahibi kişiliğini açıklayan bir ad olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır.

Tacitus, yapıtı Annales XVI.l7’de Petronius’un yazgısından, XVI. 18’de ise yaşantısından söz etmiştir. Tacitus’un anlattığına göre, Gaius Petronius gündüzlerini uyuyarak, gecelerini ise görevleriyle uğraşarak ve yaşamdan zevk alarak geçiriyordu; nasıl başkaları çalışkanlıkla ün kazandıysa, Petronius da tembelliğiyle ün kazan­mıştı, mallarını mülklerini sonuna dek bitirenler gibi aşırı derece­de yiyip içen ve savurgan biri sayılmazdı, ama ince zevkleri olan biriydi. Yine de Bithynia’da prokonsül olarak ve kısa bir süre sonra da konsül (I.S.62) olarak çalışkan ve görevine bağlı biri vasfıyla kendisini göstermiştir. Sonra, arbiter elegantiae (saraydaki ziyafet ve şölenlerin yarı resmi düzenleyicisi ve yöneticisi) olarak İmpara­tor Neron'un yakın çevresine girmiştir. Öyle ki, Neron onun beğe­nip onayladığından başka bir şeyi kabul etmez olmuştu. Bu durum, imparatorluk sarayının ileri gelenlerinden Tigellinus’un Petronius’tan nefret etmesine ve yaşamdan zevk alma konusunda ken­disinden daha zeki olan Petronius’u rakibi olarak görmesine yol açmıştır. Petronius’un IS 65 yılındaki Piso tertibine katılan Scaevi-nus Memor’la arkadaşlığı ise bu konuda suçlanması için yeterli bir neden olmuştur. IS 66 yılında imparator Neron canına kıymasını buyurduğunda, günün modasına uyup bilek damarlarını kestire­rek acısız ve zevk verici bir biçimde ölmeyi yeğlemiştir; damarların­daki kan akarken ciddi konuları değil de, arkadaşlarının uçarılık­larını onların ağzından dizeler halinde dinlemiş, konuşup şakalaş­mış, yemek yemiş, hatta arada uyumuştur. Damarlarını bir ara diktirmiş, sonra yeniden açtırmıştır; imparatora yaltaklanma dolu ve alışılmış bir vasiyet değil de, kendine özgü başlıklar altında im­paratorun çapkınlıklarını anlatan bir belgeyi yüzüğüyle mühürleyip Neron’a yollamıştır. Vasiyetinde ne Neron’u ne Tigellinus’u ne de ileri gelen başka birini övmüştür. Üstelik yaptığı listede Neron’un ahlaksızlıklarını sıralamış, mühür olarak kullandığı yüzüğünü de, sonradan başkalarının başını yakabilecek uydurma belgelerde kul­lanmasınlar diye parçalayıp yok etmiştir. Tacitus, yapıtında (Annales, 16.19) bu konudan şöyle söz etmiştir: “Vasiyetinde ölmek üzere olan birçok kişinin yaptığı gibi ne Neron ne Tigellinus ne de ileri gelen başka biri için övücü sözler kullandı. Yetişkin delikanlıların ve kadınların adları altında önderin yüz kızartıcı ayıplarını ve her bir tensel ilişkiye getirdiği yeniliği baştan sona yazdı ve yüzüğüyle mühürledikten sonra Neron’a yolladı, ileride başkaları için tehlike oluşturmasın diye yüzüğünü parçaladı."

Petronius



Ovidius'un yaşlılık döneminde Marsilya'da doğan Petronius, Latin sefahat dünyasının en tanıtıcı elkitabını, Satyricon, bıraktı. Fellini'nin filmi nedeniyle, Satyricon'un akıl almaz bir sefahat aleminin hikâyesi olduğu sanılmamalıdır: Trimalcion'un yemeği bölümü (1688’de, Belgrad'daki elyazmaları içinde tek başına bulunmuştur), hangi sıra içinde birbirlerini izleye­cekleri bilinmeyen değişik kaynaklı parçaların bulunduğu bu geniş kitabın sadece tek bir bölümüdür. Ayrıca başlığı iğneleyici bir romana işaret etmiyor, bu bir satura lanx'dır, yani sebzelerin ve meyvelerin karıştırıldığı bir tür salatayı belirten mutfak terimidir; gerçekten Satyricon, uydurma bir öyküleme içine yerleştirilmiş hikâyelerin, söylevlerin ve şiirlerin karışımıdır. Nihayet Satyricon, Roma'daki yaşamın betimlenişini vermez; olay, Napoli yakınlarındaki bir Güney İtalya şehrinde geçer.

Kahramanları, mevkilerini kaybetmiş, eşcinsel iki genç öğretmendir, Encolpe ve Ascylte; kimi zaman biriyle, kimi zaman diğeriyle yatan onaltı yaşındaki genç bir oğlanla, Giton, birlikte bir handa kepazeliklerle dolu hayat sürerler. Giton'a tek başına sahip olmak için, birçok kez kan çıkıncaya kadar birbirleriyle dövüşürler. Birlikte kötülük yaparlar; palto çalarlar, bir bayanın, Quartilla, Priape'ye kurban edilişini engellerler ve kadın onlardan intikam almak için onları bir soytarıya kırbaçlattırır ve tecavüz ettirir; Giton'u, yedi yaşındaki bir kız çocuğunu, Pannychis, iğfal etmeye zorlar ve Encolp'e mastürbasyon yaparken olayı izler. Üç dalavereci ortak daha sonra, kötülüklerle dolu arlanmaz parababası Trimalcion'un şölenine katılır, ve orada öyle aşırılıklar yaşarlar ki sonunda "olayların aşırı iğrençliğe vardığı" (ibat res ad summam nauseam) konusunda anlaşarak kaçarlar. Ama Ascylte, handa, Giton'a ar­kadan tecavüz etmek için Encolpe'un uykusundan yararlanır ve ikisi birlikte gitmeye karar verirler.

Açıkça itiraf etmek gerekir ki Satyricon'un kişileri iğrençtir. Onları iğrençlikten kurtaracak hiçbir duyarlılık çizgileri yoktur. Yine de, onların tüm pisliklerini en saf biçemlerden biriyle betimleyebilen yazarın başarısı hayranlık vericidir. Giton'un peşinden koşan Encolpe, bir resim sergisinde, şehvet düşkünü yaşlı bir şaire, Eumolpe, rastlar. Daha sonra bu Eumolpe, üstüne binen genç bir fahişeyle sevişirken görülür; çiftleşme ha­reketleriyle yorgun düşmesin diye yatağının altına gizlenmiş kölesi Cordax onu düzenli aralıklarla indirip kaldırır. Encolpe, Giton ve Eumolpe’un niçin ve nasıl bir gemiye bindikleri bilinmez; gemide, kaptanın karısı, Tryphone, Encolpe'den kopardığı Giton'un metresi olur. Encolpe, diğerlerini şaşkına çevirerek şunları söyler: "Onların tüm öpüşmeleri, bu ahlaksız kadının hayal edebileceği bütün okşayışlar kalbimi sızlatıyor. Yine de hangisini daha çok isteyeceğimi bilemiyorum, metresimi alan oğlanı mı, yoksa sevgilimi baştan çıkaran metresimi mi."

Satyrica üzerine

Satyrica üzerine:




Sade - Roland Barthes


Kitap: Yazı ve Yorum,
Tahsin Yücel'in çevirisinden
 Barthes Yazıları derlemesi

Sade, Fourier, Loyola

Marquis de Sade yazından dışlanmış bir yazardır, Charles Fourier ütopyacı bir düşünür, Ignace de Loyola ise cizvitlerin ermişi. İlk ba­kışta, bu üç kişi arasında hiçbir benzerlik yok gibidir. Ama Barthes bulur, her üçü de birer dil kurucudur: birincisi cinsel hazzın, İkincisi toplumsal mutluluğun, üçüncüsü dinsel söylevin dilini kurar, üstelik üçü de bütün gücü, bütün tutkusuyla girişir işine. Bu da her birinin üzerinde ayrı ayrı yapılmış incelemeleri bir araya getirmek için yeter­li bit nedendir. Hiç değilse Barthes için. Ayrıca, Barthes'a bakılırsa, bu kişiler arasındaki benzerlik yalnızca birer "dil kurucu" olmalarıy­la sınırlı kalmaz, kurdukları diller de birbirine çok benzer: her üçün­de de şaşırtıcı bir sınıflandırma, bölme, sayma, dizgeleştirme tutkusu görülür, her üçü de ilk amacı iletişim olmayan, yapay bir dil kurar.

Barthes bu kitapta yer alan dört incelemede (Sade üzerine iki in­celeme vardır), öncelikle bu dilleri incelemeye girişir. Ama Sade'ın, Fourier'in, Loyola'nun dillerinin incelenmesi aynı zamanda bu ya­zarların kurdukları dizgenin ve/ya da dünyanın sergilenmesi olarak belirir. Ayrıca S/Z'ten sonra yayımlanmış olmalarına karşın (1971) bu incelemeleri rahatlıkla yapısal, hatta göstergebilimsel olarak niteleyebiliriz.

Buraya kitabın ilk incelemesini ("Sade I") tümüyle aldık.

                                          
SADE


Jean Daniel Cadinot


http://en.wikipedia.org/wiki/Jean-Daniel_Cadinot

"An erect phallus is a symbol of life, a cross a symbol of death."




Görüntüler Cadinot'nun kült pornosu 
Les Minets Sauvages'den (1984)





Sanat ve Ölüm / Georges Bataille'da Erotizmle Ölümün Birliği ve Sanat

31/1/2015skopbülten Ali Artun
                                                                   
   Tanrı beni en yüce ve en şehvetli ölümle ödüllendirdi.
    Heinrich von Kleist
           
Bataille'ın bir Katolik rahibi olmayı bırakarak edebiyatla uğraşmaya başlamasının ardından yazdığı ilk romanı, Gözün Hikâyesi (1928). Takma adla yazıyor: Lord Auch, yani Lord Bok-Çukuru. Bu romanın son sahnelerinden birinde, Simone, arenada yeni öldürülmüş olan bir boğanın hayalarını bacak arasına sokuyor. Bir sonraki sahnede de, arkadaşına öldürttüğü bir rahibin o anda sökülen kan içindeki bir gözünü içine alıyor. Aynı zamanda rahibin penisinin üzerine oturuyor ve idrarını yapıyor. Bir başka Bataille romanı olan Göğün Mavisi'nde (1935-36) Tropmann, annesinin cesedi karşısında şehvete kapılır. (Bu hadisenin bizzat Bataille'ın da başından geçtiğini biliyoruz.) Mezar çukurlarında sevişir, topraklara bulana bulana."Kasabın, bir domuzun boğazına açtığı delikten fışkıran kan kabarcıklarını" hayal eder. Romanın diğer kahramanı Dirty, adının da ima ettiği gibi kirli ve hastalıklıdır; sürekli ifrazat içindedir. "Aynalar" genelevinde çalışan Madame  Edwarda (1941) Tanrı olduğunu sanır ve hep ölüm derecesinde cinsel haz atakları yaşar. Bataille'ın ölümünden sonra yayınlanan (1966) Annemromanının finalinde ise Pierre, tam ensest ânında ölen annesiyle bir tür nekrofili (ya da tanotafili) yaşar. Ölü Adam da (1967) nekrofili üzerine kuruludur; cinsel organlardan taşan kokular ve sıvılar, idrar ve kusmuk tiksindirir mi, kışkırtır mı bilinmez. Rahip C'deki (1950) kasapta, ayaklarından asılı olan yeni kesilmiş iki kuzudan kan damlamaktadır ve satırın yanı başındaki beyinler saldırgan bir çıplaklık hissi verir.
İşte Bataille edebiyatını kuşatan bütün bu ifrat, ifrazat, pislik, iğrençlik, sapıklık vs. yazar nezdinde kutsallığı, hatta tanrısallığı çağrıştırır, tarih-öncesi ayinleri çağrıştırır. Bir özgürlük felsefesi oluşturur. Sanatın hakikatini ifade eder.

"Bir deniz var... sularında eskiden tanrıların yıkandığı sevdiğim, engin bir deniz."



Martin Dysart - Aslında, bu odayı terk etmek ve hayatım boyunca bir daha adım atmamak isterdim. Uzun zamandır buradayım. Bir deniz var... sularında eskiden tanrıların yıkandığı sevdiğim, engin bir deniz. Eski tanrılar, ölmeden önce yaparlardı bunu.

Alan Strang -  Tanrılar ölmez ki.

Martin Dysart - Evet, ölürler.


Martin Dysart -  Bir keresinde bir gece bu köyde kalmıştım. yaşamak istediğim yer burası. Her yer bembeyaz...

Q


Erkekler eşcinseldir. Bütün erkeklerde eşcinsellik is­tidat halindedir, 
bütün eksikleri bunu bilmemek, bu­nu onların gözüne sokacak olaya ya da açık 
seçik gerçeğe rastlamamaktır.


Marguerite Duras

Performance Artist Reenacts the Painting 'The Origin Of The World'




KEITH HARING'IN GÜNCESİ


Cinsellikten arınmış bir düşünceye güvenmiyorum. (...)
saf bilinç, daha kavranır hale gelir gelmez, yeni­den gövdenin, cinsiyetin,
Eros’un içine sokulmak zo­rundadır.

Witold Gombrowicz



Art in transit

Keith Haring 1958 - 1990 ...


Keith Haring’in henüz on dokuz yaşındayken başlayıp, ölümünden kısa bir süre öncesine kadar tuttuğu günlüğü, tıp­kı sanatı gibi, her sarsıntıyı anbean kaydeden bir sismografı anımsatır bize. Gerçi kimi zaman alelacele aktardığı izlenim ve düşüncelerinin bile ileride kendisiyle ilgili önemli bir belge olacağını hep dikkate alır; ancak bu beklentiden hareketle ol­madığı ya da olmayı arzuladığı gibi görünmek bütünüyle ona yabancıdır.

Hayatı doludizgin yaşamak, tüm sıradanlığı ile gündelik yaşamı içselleştirmektir burada. Sanatsal üretimin özünde yatan yapmak fiili, belli bir ihtiyaca cevap vermesi bakımından, ütü yahut yemek yapmaktan farklı değildir onun için. Öte yandan ırk, kültür düzeyi, cinsiyet vb. ayrım yapmaksızın her­kesi ciddiye almasına yol açan gerekçe, resim yapmanın ne­densiz olmasıdır. Dolayısıyla, şaşırtıcı ve o ölçüde paradoksal bir yaklaşımla, sonuçta ortaya çıkan şeyi, niçin resim yaptı­ğından ayırır; yapmak, her an aradan çekilmeye hazır şekilde, sonuçla örtüşen bir süreçtir çünkü; bu da sanatsal üretimin şa­ibeli ve kırılgan doğası karşısında sürekli uyanık durmaya da­vet eder onu — sahiden sanat yapmanın önkoşulu, yaşam ile sanat arasındaki sınır çizgisini iptal etmektir.

Bütün bunlar sanatın gitgide metaya dönüşüp her şeyin kurumsallaştığı ortamda ölümcül bir ikilemle karşı karşıya geti­rir Haring’i; bir yanda ünlü olma arzusu —en büyük düşü ya­pıtlarını müzede görmektir—, öbür yanda bunun için ödemek zorunda kalacağı bedelden duyduğu korku (tiksinti?). Farklı olduğunun bilinciyle geleceğe umutla bakar, ama bunun her şeyden önce sıkı bir eğitimden geçtiğini çok iyi bilmektedir; öyle ki, karaciğer iltihabı yüzünden bir süre derslere ara vermek zorunda kalınca bayağı canı sıkılır: “Şu sıralarda yapıl­makta olan iki ana dersin işime yarayacak önemli bilgiler içer­diğini düşünüyorum; biri göstergebilim, diğeri ise tüm canlı varlık biçimleri arasındaki temel bağıntı ve evrensel koordi­natların işlendiği görsel bilim.”


Haring belki bir kitap kurdu değildir; ancak o yaştaki bir gençten beklenmeyecek ölçüde okuduğu her şeyi derinlemesi­ne didikleyip kendisine mal eder — müzik, dans, şiir, felsefe, roman, tiyatro, sanat tarihinin temel kuramları vb. geniş bir ilgi alanına yayıldıkça, değdiği her şeyi anında emmeye hazır bir süngerdir sanki. İster Mısır sanatı, ister Keats’in şiiri olsun o sırada hesaplaşma imkânı bulduğu ne varsa, onun hakkın­da adamakıllı kafa yorup, sonunda yapmak fiilinin hizmetine sunmak üzere her şeyi sistematik bir bütün içinde toparlama­ya çalışır.

Günlüğün daha ilk sayfalarında, dolaylı yoldan da olsa, durmadan sürecin ne anlama geldiğini sorgulayan bir sanatçı ile karşı karşıya geliriz. Her gün, her saat, her dakika, her sa­niye farklı resim yaptığını söyleyen Haring, tanıdığımız şekliy­le fiziki dünyanın bir devinim olduğuna işaret eder; bu da de­ğişimle eşanlamlıdır: “Tekrar olsa bile aynı şeyin tekrarı değil­dir bu; çünkü (en azından) zaman geçip, bir öğe değişmiştir böylece.” O halde hayatın kendisi kesinlemeye izin verme­mektedir; bitimsiz değişim, doğru/yanlış ayrımına yönelik ha­zır yanıtların bütünüyle tartışmaya açık olduğunu gösterir bi­ze: “Yanıtları bilmek, yanıtların olmadığı olabilirliğini düşün­memek denli tehlikelidir.”


Sanatsal üretimde yaratıcı özgürlüğün çapı, bu üretimi zorunlu kılan sorunun ne ölçüde belirlendiğine bağlıdır; sorum­luluğunu çerçevelemekte acze düşen sanatçı, önce özgürlüğü­nü çarçur eder. Değişimin acımasız hızını yüreğinde hisset­mekle yetinmeyip buna ayak uydurmaya çalışan Haring, henüz ikinci sınıftayken bir çıkış yolu bulur kendine: Resim yap­mayacaktır — en azından yaşanan ânın baş döndürücü hızı­na körü körüne boyun eğmek yerine onunla barışçıl işbirliği­ne girecektir; bu da sanat yapmak eyleminden süreklilik beklentisini çıkarmaktan başka bir şey değildir; kalıcı olma arzu­su, sanat eseri için hayati tehlike arz eden bir parazittir — ya da sonunda zamana yenik düşmeye mahkûm sanat eseri için bu yenilginin bizzat sanatçı tarafından hızlandırılmasını peşin peşin taahhüt eden gizli protokol; sanat adına yapılan şey gi­yilmeli —KH tişörtlerini anımsayalım—, düğmeden ambalaj kâğıdına kadar gündelik yaşamın her alanına sızmalı, doğal koşullara öylece maruz kalmak üzere asfalttan duvara kadar her yerde zaman ile birebir hesaplaşmayı göze almalıdır. Bu noktada Haring’in izleyiciden beklediği şey anlamak değil, bi­reysel tepkidir sadece; çünkü sanat yapıtının bağlayıcı nitelik­te bir tanımı yoktur: “Resme bakan izleyici anlayıp anlamadı­ğı üzerine kafa yormadan bireysel tepki gösterebilmelidir. Resmin anlaşılma yönünde bir beklentisi yoktur. Sanat yapı­tını kim anlıyor ki?”


Haring, aynı konuya ertesi yıl da devam edip, yapıtlarının izleyici üzerindeki etkisinden hareketle bir dizi soruyu yanıtla­maya çalışır — sanatın amacı ve işlevi konusunda kişisel ola­rak üstlendiği sorumluluğu belirleyebilmek düpedüz bir hayat memat sorunudur onun için: “Sanat, içinde bulunduğumuz toplumun temel öğesi olarak yaşam, görme ve varlık tarzına ilişkin bir idea, hayata karşı bir tavır, yaşamı saygı ile idrak et­mektir. Bu ideayı somut şekilde aktarmanın sonucu sanat dediğimiz şeydir. (...) Çeşitli kaynaklardan topladığım bilgiyi re­sim ve nesneler aracılığı ile somut biçimlere çeviriyorum; ve bundan ötesi beni değil, kendi düşüncesini bulup çıkarmak üzere seyirci ve yorum yapan kişiyi ilgilendiriyor.”





On gün sonra, 22 Ocak 1979 tarihinde, yine aynı konuya ama bu kez bir başka açıdan yaklaştığını görüyoruz: “Birey­sel biçimlerin anlamı. Bunlar sembolün ötesine geçip en yük­sek yaratıcı yeteneğimin ifadesi olabilir mi. Bazısı evet, ama çoğu hayır. Öyleyse en fazla ilgimi çeken biçimleri araştırıp sebebini belirledikten sonra o doğrultuda çalışmalıyım — özümü daha açık ve kesin yansıtacak resimler üretmek.”

Bugün geriye dönüp baktığımızda Haring’i böylesine tut­kuyla aramaya sevk eden şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyo­ruz: Sözcükleri gündelik hayatın akışıyla özdeş biçimlerden müteşekkil bir dille konuşup, herkesle iletişim kurmak yalnızca sanatın birincil amacı değil, sanatçının yegâne varlık nede­nidir; transit-ilkesi, sanatın sürekli akıp giden hayatla çıktığı yarıştır burada.





Erotograph

Haring’in şaşırtıcı bir üretim hızıyla her koşulda çalışmaya öncelik vermesi, dizginlemekte zorlandığı cinsel gücü için giz­li bir garanti supabıdır esasen; otuz bir yaşında ölümün eşiği­ne geldiğinde tek avuntusu, normal bir insanın ancak hayatı boyunca yaşayabildiği cinselliği on yıla sıkıştırmış olmaktır.

Gerçi güncenin bütününü dikkate aldığımızda cinsel fante­zi yahut deneyimlerine ilişkin sayfaların hayli sınırlı olduğunu görürüz; ancak cinsel tercihini kendi cinsinden yana yapan bir kişinin cesurane itirafları, gitgide ayrıntı olmaktan çıkarak eşsiz ve bu arada tüm günlüğe damgasını vuran— bir belgeye dönüşür sonuçta. 1 Ekim 1979 tarihinde büyük harfle yazdık­ları tıpkı bir tokat gibi okurun yüzünde patlar; öyle ki, bu noktadan sonra itiraf edenin değil, itirafa tanık olanın yüzü kızarmaktadır artık:

BÜYÜK YARAKLAR. PORNOGRAFİ 
MAGAZİNLERİNE BAKIYORUM 
42. CADDE’DE BİRİNİ 
CHRISTOPHER STREET’TEN 
TANIYORUM.
SEVİMLİ YARAK. GÜLÜMSÜYOR.
İLİŞKİYE PARA GEREK 
PARLAK FOTO KAĞIDINDA 
GERÇEK GİBİ GÖRÜNÜYOR.
DİK OTURUP 
GÜLÜMSEMEYEN 
YAKIŞIKLI OĞLAN.
YARAĞINI EMMEK
İSTİYORUM. SEN FİLM YILDIZI
ELİNİ TUTMAK İSTİYORUM, DELİKANLI!!
EAST VILLAGE’LI GÜZEL 
OĞLAN BİR OZAN
GİBİ GÖRÜNÜYORSUN PARMAĞINI EMİP 
AĞZIMA ALMAK İSTİYORUM.
KÜÇÜK HIPPIEBOY BIRAK DA 
SİKEYİM SENİ. BIRAK DA .
BURAYA OTURUP KÜÇÜK KALIN 
YARAĞIN ÜZERİNE BİR ŞEYLER 
YAZAYIM. DEFTERİ ELİMDEN KAPIP 
HAKKINDA YAZDIKLARIMI OKUYABİLİR MİSİN 
(KÜÇÜK HIPPIE DOSTLARINLA) SURATIMA 
TOKAT ATAR MIYDIN.
SİZ KÜÇÜK HIPPIE’LER
HAYALİMDE ÖPÜYORUM YARAKLARINIZI.