“Aslında bu ziyaretçinin bir pagan
bereket tanrısı olduğunu düşünmüştüm; sanayi öncesi bir tanrı, güneş tanrısı,
İncil’deki tanrı. Doğal olarak gerçeklerle yüzyüze gelince ilk fikrimden
vazgeçtim ve ziyaretçiye bu dünyanın dışından gelen metafiziksel bir görünüm
verdim. O, şeytan olabilirdi ya da Tanrıyla şeytan karışımı. Önemli olan özgün
ve karşı çıkılamaz bir şey olmasıydı. ”
Pasolini ve İnanç
"Eğer benim bir inançsız olduğumu biliyorsan, beni benden
daha iyi tanıyorsun demektir. Bir inançsız olabilirim, fakat bir inanca özlem
duyan bir inançsızım ben."
... İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu kabul edilirse, ben, İncil efsanesinin dışındayım demektir: inanmayan bir adam olduğumdan, böyle bir düşüncenin dışında kalacağım bellidir. Ama İncil efsanesi derken, sözcüğü en geniş anlamında alıp, dinsel bir efsaneden söz ettiğimiz kabul edilirse, o zaman buna çok yakın olduğum görülür.... Estetik bir uç nokta değildir. Bunu genel olarak sinemadan söz ederken söyledim ve burada çok karmaşık bir kuram alanına giriyoruz. Ama kısaca özetlersek; Sinema birebir yaşantıya benzer, çünkü her birimizin önünde doğuştan ölüme değin aralık vermeksizin arkamızdan gelen, gözle görünmeyen bir kamera vardır. Gerçekte sinema yaşantımız süresince sonsuz bir sekans düzlemidir; bu nedenle gerçek göstergebilimiyle sinema göstergebilimi aynı bilimlerdir.
Etiketler:
Pasolini
TEOREMA
Kluge ile üst üste izleyebilmiş
olmam, hem rastlantı, hem büyük şans: Pasolini, Teorema, 1968
Sinemanın bir sanat olarak
ölümüne kesin, tılsımlı bir tarih aramıyorum, böyle bir şey yoktur, ama 1968,
pek çok toplumsal gelişme için olduğu gibi sinema için de anlamlı bir dört yol ağzı
yaratmış, besbelli.
Teorema, şematik, bağırgan
bildirisine karşın sessiz, daha doğrusu yeterince sesli bir film. Pasolini’nin
Marksizm-Hıristiyanlık-cinsellik üçgeninde kurmaya çalıştığı olanaksız bireşimi
önümüze sürüyor. Milano'lu, ortayaşlı, sanayici bir büyük burjuvanın evine
yabancı bir konuk geliyor. Onunla, karısıyla, oğluyla, kızıyla ve evin
hizmetçisiyle yattıktan sonra, gelişindeki kadar ani çekip gidiyor - onu bir
daha görmüyoruz. Arkasında, düzenlerinden devrilmiş, içinde yer aldıkları
boşluğu bütün çıplaklığında gören, çıkış noktası bulmak için çırpınan beş kişi bırakıyor:
Çıkış, mistik yoldadır. Film biterken, anlıyoruz ki, gelip geçen yabancı İsa
değilse, Pasolini'nin söylediği gibi Tanrı'nın ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Pasolini'nin değer sistemi, o
yıllara bakıldığında anlamını kazanıyor gerçi, ama bu sistemle herhangi bir
ortaklık taşımıyorum ben. Sınıf savaşı, din, çoğul cinsellik - reçetenin çözüm
getirmediğini hayat gösterdi çoktan. Bu sancılı arayışı Batı toplumları,
bireyleri yaşadılar; onlara bir çıkış getirmedi. Şimdi sıra öteki toplumlarda,
bireylerde. Aczmendi olayını Pasolini böyle okurdu bugün. Beni Teorema'da ilgilendiren
başka şey. Ne düşünürse düşünsün, öngördüğü dünyayı da, diklendiği dünyayı da
özgün bir sinema estetiği çerçevesinde avucunun içine alabiliyor mu yönetmen?
Böyle baktığımda: Sağlam, güçlü, etkileyici bir film Teorema - üstelik
içeriğini sabun kalıbı gibi görmeme yol açan temel felsefesine karşın.
Çok uzaktan da olsa, Brecht'in
yapıcı izleri görünüyor. Dozunda, dengeli bir epik. Bazı izlekler, daha uzun
bir filmde, sözgelimi üç saatlik bir versiyonda derinlemesine işlenebilirdi.
Hizmetçinin, popüler kültürün dine bakışını biçimleyen, havada asılı kaldığı bölüm;
oğulun, Bacon örneğinin içinden, sanat bağlamında bir mistik peşine takılışı;
kızda kilitlenen gövde ve bilinç, annede Magdalena, babada Golgotha'ya tırmanan
çırılçıplak İsa, bir de, vurucu fotofiniş: Yalnızca ünleme, nidaya, çığlığa yer
bırakan çöl-yeryüzü.
Kişinin canıyla kanıyla yaptığı
sinema bu, Celine'in dediği gibi.
Ötesi, herkesin söyleyecek,
dinleyecek tırışka hikâyeleri nasıl olsa vardır - hepimizde bir Şehrazat
yaşayacaktır, yaşıyordur. Kural mı?
Etiketler:
Enis batur,
Pasolini,
Sinema
Tanrım, yalnızız biz
Tanrım, yalnızız
biz, artık arama bizi!
Gözetleme bizi, gün be gün, yıl be yıl!...
Ne öfke, ne merhamet
hissediyorsun bizim acılarımız için.
Hiçbir şey
değişmedi,
otuz asırdan bu yana, hiçbir şey...”
(P.P. Pasolini, Le meglio gioventudan)
Lucio Carusso’ya yazdığı mektupta
Hz. İsa’yı şöyle değerlendirir:
“...Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu
olduğuna inanmıyorum... Fakat İsa’nın kutsal/yüce olduğuna inanıyorum: Diğer
bir deyişle, insanlık onda öyle yücelmiş, öyle güçlenmiş, öyle ideal bir konum
kazanmıştır ki, insanlığın normal anlamının ötesine geçmiştir.”
Etiketler:
Pasolini
Porcile (1969, Pier Paolo Pasolini)
Kendine özgü bir anlatımla burjuva kültürünün dinsel ve politik ikiyüzlülüğünü yansıtan Pasolini, "Porcıle-Domuzlar Ahıri"nda insanın ilkelliğini ve barbarlığını yaşadığı çağa uyum sağlayarak varlığını sürdürmesini iki farklı öyküde anlatır. İlk öykü ilkel bir çağda, İkincisi günümüzde geçer.
Volkanik ve ıssız bir çöle
bırakılan tehlikeli bir haydut, açlıktan ölmemek için oradan gelip geçen
insanları avlayarak yemeye başlar. Sonunda tuzağa düşürülüp yakalanır. Ölüme
mahkum edildiğinde; “Ben babamı öldürdüm, ben insan eti yedim ve zevkten titriyorum.”
cümlesini defalarca tekrarlayarak yaşamına son verir.
Etiketler:
Pasolini
Pasolini ve Sineması Üzerine
Pier Paolo Pasolini (1922 - 1975)
Günümüz sinemasının en usta
kişilerinden Pier Paolo Pasolini öldü. Öylesine değişik ve kendine özgü bir
sinema anlayışı vardı ki filmlerinden birini hiç bilmeden 10 dakika
seyretseniz, bir Pasolini filmi olduğunu anlayabilirdiniz. Sinemayı biçimde
yeniledi, içerikte yeniledi, marksizmle hıristiyanlığı, gerçekle mitos’u, kutsal
ve dinsel olanla dindışıyı birleştirmeye çalıştı. İçgüdülerinin buyruğunda,
doğanın kendisini yönelttiği yolda yaşadı. Yolun sonunda trajik biçimde öldü.
Birlikte yaşadığı söylenilen 17 yaşlarında gencecik bir delikanlı tarafından
vurularak... Ardında, 40 yaşına dek olan yazar döneminden yarım düzine ilginç
roman, birçok şiir, sayısız edebiyat ve sinema eleştiri yazısı, ve bir düzine
kadar unutulmaz film bırakarak...
Pasolini’de Erotizm :
Marks + Freud :
Evet, Pasolini bir marksisti ve
marksizmi sonuna dek savundu. Ama o, marksizmi çok kendine özgü biçimde
yorumlamayı deniyordu. Bir kere, marksizmi birçok çağdaş düşünürün yaptığı gibi
Freud’le uyuşturmayı deniyor, marksist bir yapı içinde bile bireyin son kerte
önemli olduğunu savunurken, bireyin çağımız dünyasındaki sorunlarına Freud'cü
bir yaklaşımla tanımlamalar ve çözümler getirmeye çalışıyordu. Pasolini’ye göre
marksizmle hıristiyanlık bağdaşabilirdi, çünkü ikisi de insanda insancıl olan
yanları korumaya, kurtarmaya yönelikti. İkisinin de ortak bir düşmanı vardı:
İnsanı ve insancıl değerleri silinir gibi ezip geçen çağdaş burjuva toplumları.
Şu sözler Pasolini'nindir: «Kutsal olan, gerçek olandır. Asıl gerçekçiliktir,
benim ön uğraşım olan bir şeydir. Bütün eserlerim, insan varlığının kutsal
olanla bağıntılarına ve gündelik yaşam içinde kutsallığa yöneliktir. Kapitalist
burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı, ama her zaman bir yolunu
bulup ortaya çıkan işlerdir bunlar». Bu sözlerle Pasolini, dinleri her zaman
toplumların afyonu olarak niteleyen klasik marksist görüşle çelişkiye düşüyor
ve günümüz marksistlerini hayretten hayrete düşürüyordu.
Ayık görülen düş :
Edipo Re
Edipo Re
Etiketler:
Pasolini
MERKEZ ARKASI
Merkez Arkası (şiir ağırlıklı kültür sanat bülteni) diye bir dergi çıkıyor şu sıralar kentte, şiir budalaları, toplanmışlar bir de ciddi ciddi, konuşuyorlar, sizi gidi uluyan deli maymunlar sizi...
hatırlayacaksınız, bizle de yapamıyorsan artık yalnız yaşa demiştiniz bana üç sene evvel: ben, yalnızlığı seçtim.
Evet, Merkez Arkasında bu ay Pasolini'ye selam edeceğim uzun uzun (üstteki fotoğraf ilk selamım olsun. Bak: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/Pasolini), sonra Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk) dosyasına yer açacağım vakit ayırabilirsem; biraz da aklıma gelenler, resim, fotoğraf, sinema, müzik tabi... aslında çok fazla müzik paylaşımında bulunamadım blogda, (bu yüzden acı acı yerinebilirim), oysa en güzel eşlikçim, en gerçek dostum değil mi müzik? ve tabi blogda edeceğim bir çift sözü dahi çok gördüm kendime; umarım paylaştıklarım her şeyden çok benim hakkımda bir şeyler söylüyordur.
Merkez arkasından selamlar, sevgiler...
Etiketler:
Ben,
Merkez Arkası,
Queer
Yazan Gövde
Enis Batur
*
*
Sabırlı, ufuklu, kılı kırk yaran bir araştırmacının bir gün
çıkıp “yazan gövde"yi
konu edinen satırları, sayfaları toplamasını beklemek gerekiyor - ben aradım,
arandım, taradım: Böyle bir araştırmaya rastlamadım.
Bu tür bir antologya
oluşturulduğunda herkes farklı bir yorum çizgisi çekebilir şüphesiz; gene de,
seçilen (bulunan ve seçilen) metinlerin toplamı zaten bütün yorumları içinde
hapsedecektir sanısını taşıyorum: Kişi yazsın, hem de yazarken yazma halini
kurcalasın, söylediklerinden ötesini kim söyleyecek, söylesin?
Yazan gövde yazan kişiye zaten içkindir, denilebilir.
Tarihçiler tanıdım, tarih felsefesiyle ilişkileri sınırlıydı; Pek çok yazarla
karşılaştım, görüştüm: Yazı üzerinde derinlemesine düşünen yazın adamı karşıma
pek az çıktı.
Yazmak fiili, yazma edimi, yazı yazanların çoğunun gözünde
kendiliğindenlik taşır, ötesini didiklemenin tılsımı, büyüyü bozmak anlamına
geleceğine inananların sayısını abartmıyorum.
Yazı yazan derken, önce edip/muharrir, sonra Barthes’ın
ustalıkla sınırlarını belirlediği yazar/yazan ayrımına bakmak gerekir; daha
sonra da, yazı ile yazın’ın ortasında kalan, duran, dönem dönem büyüdüğüne
tanık olduğumuz boşluğa. Orada oyalanırsak, göreceklerimiz
vardır.
Yaşıtım bir romancımız, çok olmadı, nasıl yazdığımı sordu
bana. Düz, dümdüz, fizik ile ilgili bir soruydu bu, öyle yanıtladım: "Masada,
uzun uzun oturarak" dedim. Masada uzun uzun oturamadığını söyledi bana,
iyi bir cümle kurduğunda kalkıp yürüme isteği duyuyor, isteğini
bastıramıyormuş. Fizikten Kimyaya geçtiğimizi anladık böylece: İki ayrı
gövdeden, gövde gerçekliğinden söz ettiğimizin farkındaydık.
Yıllardır öyle çalışıyorum ben: Masabaşına oturuyorum Bazı
günler yazıyor, yazabiliyorum: yazamadığım günler, haftalar oluyor; her gün
oturuyorum masaya ama: hemen hemen her gün oturuyorum. Ne kadar oturuyorum. Koşullara,
olanaklara bağlı bu: Bir-iki saatla yetinmek zorunda kaldığım günlerin sayısı
az değil: ortalama yedi - sekiz saat, masabaşında geçirdiğim günlerin sayısı
da.
İlk bakışta “oturuyorum, yazıyorum” ya da “yazmak için
masabaşına geçiyorum” demek malumu ilân olarak görülebilir. Tam öyle değil.
Çok kişi oturur, yazamaz. Yazamadıkça masadan ürperir, korkar, uzak durur.
Uzanarak (Colette), ayakta (Gide) yazarak çözüm bulanlar azınlıktadır.
Genellikle, yazan gövde, masabaşında oturan gövdedir.
Eylemin, edimin, fiziksel ve kimyasal açıdan bir uyum
denklemi mi vardır? Fiziksel hazırlıklar genellikle pek bilinmezler, önemleri
üzerinde yeterince durulmaz. Gövde ayarı, yazan kişi için canalıcı bir boyut
taşır oysa: Masayla temasının ülküsel koşulları, oturma biçiminin belirleyiciliği
küçümsenilmemelidir. Yazarın, kullandığı malzemeyle ilişkisinin de fiziksel
koşulu bütünlediğini unutmamak gerekir: Bunlar, yazma ediminin bâtıl
aksesuarları sayılamaz, kimyasal ortamı etkileyebilen öğelerdir. Yazan, yazmaya
hazırlanan gövdenin elektrik yükü, kimyasal dengesi terazinin öbür kefesinde
bekler, ilk kefeyle yetinme yanılgısı, ülküsel anlamda fiziksel koşullar
yaratıldığında bile yazma eyleminin fitilinin ateşlenememesi durumuyla açıklık
kazanır. Yusuf Atılgan, bir seferinde, “herşey” olabildiğince yola koyulmaya
elverişli gözükürken, penceresine dadanan bir kuşun onu durdurduğunu
anlatmıştı. “Herşey” hazır değilmiş besbelli, herşey bir yana, asıl hazır olmayan
kendisiymiş.
Yazmaya karar veren zihin, yazmaya oturan gövdenin elektrik
yükünün eksikliği ya da fazlalığı, içindeki kimyasal ortamın eksi ya da artı
düzeyinde oluşmuş bileşkenliği nedeniyle derişemeyebilir. Yazma isteksizliği,
tutukluğu, kilitlenmesi çarçabuk kısa devre yapacaktır. Bu dengesizlik arasıra
ya da belli bir dönem gövdede egemen olup giderilebilir, kimi zaman. Kimi
zaman da, yerleşerek, kronikleşecek bir kilitlenme olgusu yaratabilir.
Yazma sancısı ayrı birşeydir, yazamama sancısı apayrı
birşey. Derişememe durumu gündelik hayatta, dilde, handiyse sıradan bir
vurguyla kullanılır çoğu kez; oysa, teksif olma sıkıntısı kalınlaşan bireyin,
her uğraş alanında olduğu gibi, yazma edimi bağlamında da en zorlu engeli gövde/zihin
işbirliğinde uyumsuzluk zarfını yırtamayışında biçimlenir.
Bütün bu saptamalar; ‘başarmak’, ‘üstesinden gelmek’ türü
kök-anlamlardan hareketle yaratıcı uğraş alanlarında epeydir ağırlığını duyuran
“performans” kavramının önünde yazarın duruş biçimine yakından bakmak için.
Üstesinden gelmeyi, üstesinden gelememe halinden soyarak
soyutlayarak okumak, anlandırmak bana olanaklı gözükmüyor. Sahne sanatlarında,
gösteri sanatlarında "track"tan sık sık dem vurulduğuna, gevşemek
için uyarıcılardan ya da uyuşturuculardan yararlanıldığına tanık oluyoruz.
Yazma edimi tıpı tıpına oynamaya, söylemeye benzeyen bir uğraş sayılamaz:
Kasılmış gövdeyi açmak, bundandır, her vakit yazma ediminin önünü açmaya yetmez;
tam tersine, gevşemenin bambaşka bir kilitlenme biçimini ateşlediği
örnek-durumlar saymakla bitmez: “Alkol” çerçevesinde yazdıklarıma bir kere
daha dönmek istemiyorum.
Buna karşılık, yazma anı üzerine gereğince bilgiden, birinci
elden bilgi ve görgü aktarımından geniş ölçüde yoksunuz. Doğal, bir bakıma:
Kişi hem yazsın, hem de, anı anına yazma edimini gözlesin, üzerinde akıl
yürütsün: Özel bir bilinç yarılması ister bu. Zihin ile gövde nasıl bir işbirliği
içindedir: Soruya yönelirsek, edim kesintiye uğrar, iki süreci çakıştırmak
olanaksızdır, olsa olsa yaklaşmalarını sağlamayı deneyebiliriz.
Öte yandan, zihnin işleyişiyle gövdenin ona ayak uyduruşu,
uyum sağlaması arasında kendiliğinden bir kayma olduğu gerçeğini yazmaya
başlar başlamaz öğreniriz. Bırakın zihindeki akışa, akışkanlık hızına
yetişmeyi, yazan gövde kolay kolay söze bile birebir ayak uyduramaz, onun
genellikle gerisinde kalır. Steno tekniği bundan geliştirilmiştir.
Bu “hız farkı” üzerinde, “Amerika Dersleri”nden birinde
durur Italo Calvino; De Quincey’in “İngiliz Posta Arabası"ndaki bir
gözleminden hareket ederek. Performans çerçevesinde dış dünyada gelişen bir hız
olgusuyla zihnimizin hızı algılama hızı arasındaki denklem bir yandaysa,
algılama hızımız ile algıladığımızı aktarma (yazma) tempomuz arasındaki
denklem bir başka yandadır. Şüphesiz, bireye özgü yetiler sözkonusu
denklemlerin ayrışmasına yol açar: Algı refleksi, derişme gizilgücü, yazma
kıvamı tutturma herkes için farklı bir sonuç ortaya koyar. Üstesinden gelmenin
kesin bir tanımı, yasası olduğundan söz edemeyiz.
CALVİNO: YAZMA,
OKUMA, ALGILAMA HIZI
Italo
Calvino’nun, tamamlayamadan -erken sayılabilecek bir yaşta- öldüğü ve “Amerika
Dersleri" başlığı altında kitaplaştırılan "Norton
Lecture"larının İkincisini Hız kavramına ayırdığını, Hector Bianciotti'nin
bir yazısından öğrenmiştim ilk. “Amerika Dersleri"ne ulaşana dek bir
aşamada, kitabı ele geçirip okuduktan sonra ikinci bir aşamada hız, hızlılık,
sürat, çabukluk kavramlarıyla didiştim. Bu alıştırmalar ve yan okumalar, biraz
da "Beyin Tutuşması"nın dümen suyunda, içine daldığım labirentin
koridorlarını artırdı: Tempo, düzen, düzenek, odaklaşma, yoğunluk ve yeğinlik
kavramları çerçevemi hayli genişletecekti.
Bianciotti,
Calvino’nun yaklaşımını, her zamanki fantezi eğilimi bir yana, Borges’ten bir
örnekle özetliyor: Borges, minör bir yazarın (Arthur Machen), Henry James’in
bir öyküsü için kaleme aldığı tanıtım notunun “üzerinde hayli çalışılmış özgün
metinden çok daha heyecan verici" olduğunu ileri sürmüş. Cerçekten de,
Calvino, Charlemagne’a ilişkin bir efsanenin başta Petrarca olmak üzere pek çok
usta kalemden versiyonu dururken, ayrıntılardan ve karmaşıklaşma sürecinden
ayrılan bir metni, Barbey d’Aurevilly’nin birkaç satırlık “bütün bütüne çıplak
özeti”ni yeğliyor: "Çünkü bu hızla ardarda dizilmiş olay akışında herşey
imgeleme bırakılmıştır.”
Calvino’nun
hız’dan, hızlılık’tan ne anladığını bir tek bu örnek mi, konferansın gövdesine
yazdığı bütün örnekler aydınlatıyor. Bir yazma hızı değil sözkonusu ettiği, tam
tersine okunma hızını öne çekiyor dense yeri.
Konferansın
neredeyse merkezinde, bir Latin deyişine geliyor Calvino: "Yavaşça acele et” diye çevirebileceğimiz Festina Lente. Ağır
ağır, her kelimesini tartarak, dağılıp gitmeden, binbir eksende avare bir yazı
kuracağına eksenini iki uca doğru
sonsuza açmayı seçen bir yazma türünü benimsediğini açıkça yazıyor: Üzerinde
çalışılmış, yoğunlaştırılmış, derişik
kılınmış bir metni daha övgüye değer bulduğu da ortada. Ama, diyor bir noktada,
soluklu ve kapsamlı bir anlatıda bu kıvamı tutturmak zordur - onun için de
kısa metinlerin gerilimi sağlaması daha kolay olur.
Neden bilmem, ikinci konferansın başlığı “Hızlılık"
da, konusu bana, metni okudukça "Kısalık"
gibi göründü. İlk ‘alıştırma'larım bağlamında üzerinde (başta da değindiğim
gibi, "Beyin Tutuşmasının ana izleğinin etkisiyle) kafa yorduğum
“sürat” ve "tempo” konularını açmak istememiş pek Calvino. Daha doğrusu
“sürat”i "hız”dan hem ayırmak, hem
de bu iki kavramın örtüştükleri, örtüşebilecekleri durumlara el atmak için
iki önemli örneği kuşatmış da, "yazma sürati"ni dışlamış.
Konferansta, biri De Quincey’nin "The English
Mail-Coach"una, diğeri Galileo’nun "Saggiatore” başta olmak üzere
bütün yazdıklarına bağlı olarak Calvino’nun at’ın farklı koşu hızlarıyla düşünme sürati arasın da koşutluğu çekici bulduğu göze çarpıyor. Canalıcı bir konu
şüphesiz. Hele, De Quincey'nin anlatısındaki denklemin ortaya koyduğu zihinsel
süreçlerin hız odağına bağlılıkları düşünülürse. Süratin fiziksel yanıyla
zihinsel yanını karşılaştırırken, Quincey, aynı yolda çarpışmalarına ramak
kalan iki atlı arabadan birinin üzerinde düşünür: "Fırlatılan bakış, insan
düşüncesi , melek kanadının çarpışı:
Soruyla yanıtın arasına onları bölerek girecek ölçüde hızlı olan hangisidir?”
Calvino
"hızlı zihni” yüceltmiyor, ağır çalışan ama etkili sonuç alan bir zihnin
etkinliği ile eşdeğer buluyor süratli aklın etkinliğini. Bunun yazıya yansıyan
sonuçları açısından da yansız gibi: "Üslûbun ve düşüncenin hızlılığı ilk
ağızda çeviklik, devingenlik, özgürlüğün biraz abartılı biçimi demeye gelir;
başıboş yol almaya hazır, bir konudan ötekine atlayan, yüz kez ipin ucunu
kaçırıp yeniden yakalayan bir yazıyla atbaşı giden pek çok kalite”. Ne var ki
digressif (kaçıp» giden, durmadan uzaklaşmaya yatkın, serseri mayın) bir yazıya
yatkın olmadığını da belirtiyor. "Yavaşça acele et"mekten anladığı,
yazma sürecine ait bir olumlama değil de, okunma sürecine ait, yazarın bir
yetisi ya da erdemi.
Bu
kavşakta "çabukluk” devreye giriyor. Karşımızda süratle yazan, süratli bir
yazar yok. Kurduğu metnin süratle okunmasını mı sağlıyor öyleyse? O da değil:
Kurduğu metnin dayandığı ekonomi sürati ve hızı içeriyor. Alabildiğine yoğun,
yeğin, derişik kılınmış bir yazı. Şiirle düzyazı arasında bir fark görmüyor
Calvino: "Mürekkebe su katma” açısından. Ama, bu inancın onu kısa
metinlere sürüklediğini yadsımadığı gibi, kısa metinlere bir övgü de düzüyor -
"Monsieur Teste "e, Ponge’un kısa parçalarına, Leiris’e ve
Michaux'ya. Arada, "metnin uzunluğunun ya da özlülüğünün dış ölçütler
olduğunu biliyoruz, ben burada özel bir yoğunluktan sözediyorum, bu soluklu
yapıtlarda da ortaya çıkabilir herhalde, gene de ölçü birimi kuytuda kalmış
sayfa olur” diyor.
Ne
yazık ki, belki de keskin bir tavır almaktan yana olmadığı için, bulanıklığı
göze alıyor Calvino - bir sonraki konferansıyla üstelik çelişerek. "Özel
bir yoğunluk”tan ne anlıyor? Neden "herhalde"ye başvuruyor?
Genelde
tahmine büyük pay bırakıyor.
* Italo Calvino,
"Rapiditâ", in "Leçons Amöricaines”, s. 59-93, Gallimard 1989.
** E/oge de la Rapiditt, Le
Monde, 7. VII. 1989.
Etiketler:
Enis batur
Egon Schiele: Eros ve Seksus
Schiele'nin bu ifadesi, aynı zamanda hem kendi
yaratısının bir savunusudur, hem de Eros'un varlık açısından taşıdığı
derinliğin bilincinin dile getirilmesidir. Ölümün Schiele açısından taşıdığı
çekicilik, sanatçının Eros ve cinsellikle yoğun düzeyde ilgilenmesiyle
karşılıklı bir etkileşim içersindedir. Schiele'nin dışavurumcu nitelikteki ilk
eserleri, Eros ile Thanatos arasındaki gerilim alanına indirgenebilir.
Schiele'nin "her şeyi yaşamaya çalışın"
sloganı, başka deyişle engel tanımaz merakı, doğal olarak tabulaştırılmış bir
alana yöneliktir. Schiele'nin kadın nülerini işlediği karakalem ve suluboya
resimleri, sayısal olarak yaratısının en büyük bölümünü oluşturur. Bu alanın
Schiele'nin eserleri açısından taşıdığı odak noktası olma niteliği, benzer bir
biçimde Klimt'de de vardır, Ancak Schiele'nin nülerindeki ve yarım nülerindeki
zayıf, kemikli, uzun uzuvlu kızları, bedenlerindeki çeşitli bükülmeler ve
bunların çoğu kez izleyiciyi tedirgin eden bir biçimde ele alınmış oluşu,
Klimt'in betimlediği çoğu kez yumuşak karakterli, kendi içersinde dingin
çıplaklıktan çok farklıdır. Schiele'nin erotik betimlemelerindeki ödün
tanımazlığı ve kendi yaşama biçimi, 1912 yılında sanatçının yirmi dört günlük
bir hapis cezasına çarptırılmasına yol açmış, bu duruşma sırasında sanatçının erotik
nitelikteki bir kalem çalışması da ibret dersi olması amacıyla yok edilmiştir.
Schiele’nin anlatım gücünden yana
çok zengin bir dizi erkek resmi yapmış, buna karşılık oldukça düşük sayıda
kadın portresi yaratmış oluşu, dikkat çekicidir. Betimleme biçimindeki köktencilik
göz önünde tutulduğunda, sanatçının kadın resimleri bakımından az sipariş
almış olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Yüzyıl sonu Viyana'sında kadın resmi,
kimi zaman bir süslemeler denizinde kendisi de dekoratif bir öğe niteliğini
taşıyan güzel ve şık kadınlara ağırlık tanımaktaydı. Böyle bir durumda
Schiele'nin işlevi, doğal olarak maskeleri kaldırmak ve dış görünüşü
olabildiğince çarpıtmaktı. Entelektüel yapısı dışavurumculuk deneyi bakımından
elverişli olan bir erkekler dünyası ve incelmiş bir cinselliği sergilemesi
öngörülen bir kadınlar dünyası doğrultusundaki ayırım, iki cins arasındaki gerilimi
yansıtır. Schiele, böyle bir ayrımın zorunluluğundan derinden etkilenmişti. Bu
nedenle sanatçı, ancak geç dönemlerinde erotizmi daha esnek olarak ele alıp
işlemiştir; 1917 tarihli Yatan Kadın ve 1918'de yapılan Çömelmiş Bir Çift
Kadın resimleri, bunun örnekleridir. Kirchner ya da Heckel'in ilk dönemlerindeki
kimi olgular, örneğin cinselliğin taşıdığı arkaik doğallık, bunların yaşamla
doğrudan bağıntılı kılınışı, Schiele'nin betimlediği, sorunlarla yüklü
cinsellikle büyük bir karşıtlık oluşturur. Alman dışavurumculuğunun erken dönem
sanatçılarının resimlerinden yansıyan özgür cinsellik de, Schiele'nin çoğu
kez trajik ya da melankolik bir atmosfer içersinde işlediği erotizmle çatışır.
Etiketler:
Resim
Aşk Acısı
Caspar David Friedrich |
Romantik bir tabloda kutup ışığı altında bir yığın donmuş
yıkıntı görülür; hiçbir insan, hiçbir nesne yoktur bu ıssız ve hüzünlü yerde;
ama aşk acısına kapılmaya göreyim, sırf bu yüzden, bu boşluk kendimi hemen
buraya yansıtmamı ister; bu kitlelerin üzerine oturmuş, sonsuza dek bırakılmış
bir küçük yontu gibi görürüm kendimi. "Üşüyorum, dönelim", der aşık,
ama yol yoktur, gemi parçalanmıştır. Aşığın özel bir üşümesi vardır, ana
sıcaklığına gereksinimi olan küçüğün (insan, hayvan küçüğünün) üşegenliği.
Etiketler:
Resim,
Roland Barthes
Fellini's Satyricon (1969)
Aylaklar’ı yaptığım günlerden
beri Casanova, Decameron ve öfkeli Roland'la birlikte Satyricon, beni daha çok
ilgilendiren Strada ya da başka şeylere karşılık yapımcılara, ağızlarına bir
parmak bal çalmak için vadettiğim filmlerin arasında yer alıyordu. Aslında, bu
vaatleri tutmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Allerjik zatürreden yatarken, nekahat
döneminde Petrone'yi yeniden
okumuştum. Ve daha önce yakalayamamış olduğum bir ayrıntıdan çok etkilendim.
Eksik kalan parçalar, yani iki koro ezgisi arasında kalan konuşmalı bölüm ile
diğeri arasındaki karanlık... Daha lisede Pindare öncesi eski yapıları
araştırırken, bölümler arasındaki boşlukları hayal gücüyle doldurmaya
çalışırdım. Öğretmenimiz, bir şairden kalma tek dizeyi, "uzun mızrağıma
dayanmış içiyorum"u kırık sesiyle gür biçimde okuduğunda, on altı yaşındaki
çocukların heyecanlanmalarını beklerken gülünç duruma düşüyordu. Ben de ona
teklif edeceğimiz bir dizi parçayı uydurarak şamatanın başını çekiyordum.
Bu parçalar hikâyesi beni çok
cezbediyordu. Yüzyılların tozlarının tamamen durmuş bir kalbin atışlarını
muhafaza ettiği fikri, beni büyülemişti. Manziana'da, nekahat döneminde
kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez
daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere,
kırık burunlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak
arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerinden oynatılmış ve unutulmuş,
bir rüyadan da çıkmış olabilecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar,
kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlanabilecek,
müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlığın içine gömülmüş, ışık
saçarak uçuşan parçaları bize kadar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle
sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şeffaflığı,
anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur.
Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade
ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram
düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bilincimiz, rüyaların hava
gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ
dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu"
diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok
etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu
keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok değişmiş bir
şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)