Düş Söylemleri


William Blake America, a Prophecy adlı yapıtında düşlerin insanlar tarafından kavranılamazlığını vurgular:

“Düş gören yakalamaya çalışır hoş imgeleri boş yere,
 onlarsa uçar belli belirsiz izler halinde...”

Onun Thiralatha’nın Düşü adlı gravüründe böyle geçici bir durum gösterilir. Thiralatha, yani Blake’in mitolojisinde özgür aşkın simgesi kadın, oturduğu yerde uykuya dalmış, dizlerinin üstüne kapanmıştır. Bir mağaranın iç duvarı ya da büyük bir dalga olan yarı oval bir biçim çevreler onu. Başının hemen üstünde ve arkasında resmedilmiş iki siluet vardır. Bu silik, gölgemsi profiller kadının kafasından geçen bir anlık görünümleri simgeler. Düşte görülen mağaralar ve dalgalar psikanalistler tarafından genellikle uterusla ve amniyon sıvısıyla ilişkilendirilir. Uyuyan Thiralatha, annesinin rahmine hayali bir geri dönüşü yaşıyor olabilir. Bu düşün rahatlatıcı, hoş niteliği, sağa doğru uçan bir kuşla vurgulanmıştır. Ama kadın sadece hoş duygular duymakla kalmaz; buna katılan başka bir imge daha vardır: Bir çocuğu tutan ve öpen ince, çıplak bir kadın görür düşünde. Kendisini annesinin kollarında mı görüyor? Ya da daha büyük bir olasılıkla, kendisi bebeğiyle birlikte mi?

Blake’in gravürü hoş bir düşün yarattığı etkiyi mükemmel biçimde anlatır. İlk olarak bir duygu, yoğun ama net olmayan bir derin düşüncelere dalmışlık hissi vardır. Blake’in karakteri rahatlamıştır; belli belirsiz figürler uçup geçer kafasından. Bunların kökeni tamamen fizyolojik olabilir. Ama kökleri zihinsel yaşamımızın derinlerinden gelen nörolojik fenomenlerin yapısında, onları kavrama yolundaki dilsel çabalara karşı bir direnç vardır. Eğer ortada bir imge yahut anlatısal bir öğe yoksa, gece ne düş gördüğümüzü anlatmaktan aciz kalırız. Aklımızda kalanlar görsel ve işitsel olduklarından, bunlar anlatılabilir. Fakat aynı zamanda, bunlar hafızadan çabucak silinip giden şeylerdir. Blake’in kadını hoşa giden, güzel figürler algılamışsa da bunların kimliği pek belirgin değildir. Onun gördüğü şeylerin ne olduğunu açıklama yolundaki her çaba kısmidir ve tam anlamıyla tatmin edici olamayacaktır.

*
Pierre Sorlin
Düş Söylemleri

Dünyanın Sonu



1910 yılında Halley Kuyrukluyıldızı’nın "siyanid"li olduğu ve Dünya’ya zehir saçacağı haberlerinin yarattığı korkuyu temsil eden bu resim 14 Mayıs 1910 tarihli Amerikan dergisi Harper’s Weekly’de yayınlandı. Romantik kaderciliğin ifadesi bu resmi R. Jerome Hill adlı sanatçı çizmiştir.

Where Do We Come From? What Are We? Where Are We Going?

Çoğu anlatıda deli, hastalıklı ve tehlikeli biri diye bahsedilen Fransız ressam ve yazar Paul Gauguin, Darwin’in ve diğer Viktorya dönemi bilim adamlarının sebep olduğu kozmolojik bir baş dönmesinden ciddi biçimde acı çekmekteydi.

1890’larda, tropik ülkelerde yaşayan yerli kızların resimlerini yapmak (ve onlarla yatmak) için Paris’ten, ailesinden ve borsa simsarlığı işinden ayrıldı. Rahatsız bir ruha sahip pek çok kişi gibi, alkol ve afyonun yardımıyla dahi kendisinden kaçması hiç de kolay olmadı. Huzursuzluğunun altında, kendisinin “vahşi” olarak tanımladığı şeyi -ezeli erkeği (ve kadını), insanlığın uygarlaşmamış halini ve türümüzün ele geçmesi zor özünü- bulma arzusu yatıyordu. Bu arayış onu sonunda Tahiti ve diğer Güney Denizi adalarına sürükledi; burada, Hıristiyanlık haçının ve Fransız bayrağının ötesinde el değmemiş bir dünyanın izlerini -onun gözünde burası günahsız bir dünya idi- bulacaktı.


1897’de korkunç haberler taşıyan bir buharlı Tahiti’ye yanaştı. Gauguin’in en sevgili çocuğu Aline ansızın zatürreeden ölmüştü. Hastalık, yoksulluk ve intiharı düşündürecek denli umutsuzluk dolu aylar süren bir dönemin ardından sanatçı, kederini oldukça büyük bir resme taşıdı. Tuvalden çok bir duvar resmine uygundu konu ve aynen Viktorya dönemi gibi, varoluş bilmecesine yeni yanıtlar arıyordu. Resmin üstüne iri harflerle, çocuksu, basit ama derin üç soru yazılmıştı: 

“D’Où Venons Nous? Que Sommes Nous? Où Allons Nous?” 
Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?

Resimde, putperest Tahiti’nin veya kural tanımaz bir Cennet Bahçesi’nin korulukları olabilecek bir sahnenin ortasında, esrarengiz figürlerin sere serpe yayıldığı bir manzara resmedilmişti: Dua edenler veya tanrılar; kediler, kuşlar, dinlenen bir keçi; yüzünden dinginlik okunan büyük bir put ve ötelere işaret eden yukarı kalkmış eller; ortada meyve toplayan bir figür; ve resimdeki diğer kadınlar gibi masum görünmeyen, Perulu bir mumyanın delici bakışlarına sahip bir kocakarı olarak betimlenmiş olan Havva, insanlığın anası. Resimdeki bir başka figürse, sanatçının deyişiyle “kaderleri üzerine kafa yormaya cüret eden” genç bir çifte şaşkınlık içinde dönüp bakmaktadır.

*
Ronald Wright

A World, An Earth ya da Milyarlarca ve Milyarlarca

Hubble Uzay Teleskobu’nun Derin-Ötesi Alandan Aldığı Görüntü :2004 yılında Hubble Uzay Teleskobu gökyüzünün küçük bir bölümüne gözünü dikti (Dolunay’ın onda birlik bir bölümü kadar). On bir gün süreyle aynı bölgeye baktı yaklaşık on bin galaksinin bu görüntüsünü almak için. En uzak galaksilerden, Hubble’ın merceğine ışık yaklaşık on üç milyar yıllık bir yolculuk sonucu ulaşan ışıktır. Her galaksi birçok milyar yıldız kapsıyor, her yıldız da belki bir düzine dünyaya güneş olabilecek potansiyeldedir. Bilim, gökyüzü gecesinin küçücük bir bölümünün perdesini aralıyor ve orada on bin galaksinin saklandığını görüyor. Orada, evrenin nice öyküleri, nice varoluş yolu yatıyor? Hepsi de, bizim için boş, küçücük bir gökyüzü parçacığının içinde bulunuyor.

Dünya sözcüğünün önüne İngilizcede “the” konulunca başka dünya değil “biricik” yani “bu” dünya kastedilir. İngilizce “the” world ya da “the” Earth denilince “malum” anlamını kazandırır sözcüğe ve başka “dünya” değil, başka “yer” değil, işte, bu “tek, biricik” dünya ya da yer anlamı yükler. Bu da, sanırım özenli el sanatı eseri gibi eskiden intikal etmiş bir lisan armağanı. Kopernik öncesi bir takıntı. Tıpkı Kopernik öncesi bir takıntı olarak, “güneş doğuyor”, “güneş batıyor” deyimlerini kullanmamız gibi.

On altıncı yüzyıla geldiğimizde Kopernik değişik bir görüş önerisinde bulunuyor. Yerküre’nin döndüğü görüşünü sunuyor ve aslında duruyor olan yıldızlardır diyor. Gezegenlerin geri planda, fondaki çok daha uzak yıldızlara kıyasla, ön planda, görünür bir hareket sahibi oldukları kabul edilerek bu gezegenlerin ve Yerküre’nin kendi eksenleri etrafında hareket etmekten başka bir de Güneş etrafında döndükleri görüşünü ortaya attı Nicolaus Copernicus. Yerküre’nin rütbesi sökülmüş, fiyakası bozulmuştu. 

Bu arada şunu da söylemeliyiz ki Kopernik, fikrini öylesine tehlikeli buldu ki fikrini ölüm döşeğine düşünceye kadar yayınlamadı. Yayınlandığında da fikri çok tehlikeli ve radikal bulan Osiander adında birinin giriş yazısı yer aldı kitapta. Tehlikeden korkan Osiander açık açık şunu yazmıştı: “Kopernik gerçekte buna inanmıyor. Matematik alanında yaptığı hesapların sonucu bu. Hiç kimse yerleşmiş doktrine ters bir şey söylediğini sanmasın.” Bu, önemli bir sorun. 

Aristo'nun görüşleri, ortaçağ kilisesi tarafından tamamen kabul görmüştü -bunda Aquina’lı Thomas’ın büyük rolü olmuştu- böylece Kopernik döneminde yer-merkezli bir evren görüşüne ciddi bir itiraz dinsel bir suçtu. Şimdi anlıyorsunuz, sanırım, eğer Kopernik haklıysa, Yerküre’nin tenzil-i rütbeye uğrayacağını ve Dünya ya da Yerküre, artık “biricik, tek” ifade eden “the” harfi tarifinden yoksun kalacak ve birçok dünya arasında “bir dünya” (a world) “bir yerküre” (an earth) durumuna gelecekti.

Kitap: Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim
Carl Sagan

Sigara Molası



Yeryüzündeki En Büyük Gösteri

BİLİMSEL MISRALARI (itiraf etmeliyim ki şaşırtıcı bir şekilde) Wordsworth ve Coleridge tarafından takdir edilen evrimci dede­si Erasmus'un aksine, Charles Darwin bir şair olarak bilinmezdi ama Türlerin Kökeni Üzerine'nin son paragrafında lirik bir kreşendo ortaya koymuştur.

Böylece, tasavvur edebileceğimiz en yüce nesne yani yüksek hayvanların üretimi, doğanın savaşının, kıtlık ve ölümün doğrudan bir sonu­cudur. İlk olarak bir veya birkaç formun içine üflenmiş olan pek çok gücüyle birlikte bu yaşam görüşünde ihtişam var; ve bu gezegen sabit yerçekimi yasası uyarınca dönmeye devam ederken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel ve en şahane sayısız form evrimleşti ve evrimleşmekte.


“DOĞANIN SAVAŞININ, KITLIK VE ÖLÜMÜN”

Her zamanki açık zihinliliğiyle Darwin, büyük teorisinin kalbinde yatan ahlaki paradoksu fark etmişti. Sözünü esirgememişti ama doğa­nın kötü niyetleri olmadığı tesellisini öne sürmüştü. Aynı paragrafta­ki önceki cümlelerinden birini alıntılamak gerekirse, olgular, basitçe, “çevremizde etkiyen yasalar”dan doğuyordu. Benzer bir şeyi Köken'in yedinci bölümünün sonunda da söylemişti:

ı- Darwin bize, doğal seçilim için ilk ilhamını Thomas Malthus'tan aldığını söylemişti ve belki de Darwin’in bu ifadesi, dikkatimi dostum Matt Rıdley’in çektiği aşağıdaki kıyamet habercisi paragraftan kaynaklanmış olabilir: "Kıtlık doğanın son ve en korkunç çaresiymiş gibi gözüküyor, Popülasyonun gücü, insanoğlunun geçinmesi için dünyanın sağladığı güçten o kadar üstündür ki, erken ölümler bir şekilde insan ırkını ziyaret edecektir. İnsanoğlunun zaafları, nüfus azaltımının aktif ve etkili vekilleridir. Büyük yıkım ordusunun habercileridir ve sıklıkla bu korkunç işi kendileri tamamlarlar. Ama bu imha savaşında başarısız olurlarsa, hastalıklı mevsimler, salgınlar ve veba inanılmaz boyutlarda artar ve binlerce, on binlerce kişiyi yok eder. Başarı yine gelmez­se, devasa boyutlardaki kaçınılmaz kıtlıklar sinsice gelir ve tek bir büyük hamlede popülasyonu dünyadaki yiyeceklerle dengeler.”

Bu mantıksal bir çıkarım olmayabilir ama, genç guguk kuşunun süt­kardeşlerini yuvadan itme, karıncaların köleleştirme ve Ichneumon arısı larvalarının tırtılların canlı vücutlarıyla beslenme içgüdülerini, özel olarak bahşedilmiş veya yaratılmış içgüdüler olarak değil de tüm organik varlıkların gelişimine sebep olan genel bir yasanın yani çoğal­manın, çeşitlenmenin, güçlü olanların hayatta kalıp zayıfların ölme­sinin küçük sonuçları olarak görmek benim hayal gücüme göre çok daha tatmin edicidir.

Darwin’in, dişi Ichneumon arısının avını sokup öldürmeden felç ederek, larvaları canlı avı içerden yerken sineğin etini taze tutması karşısındaki (çağdaşları tarafından yaygınca paylaşılan) tiksintisin­den bahsetmiştim. Hatırlayacağınız üzere, Darwin kendisini iyilikse­ver bir yaratıcının böylesi bir alışkanlığı tasavvur edebileceğine ikna edememişti. Ama sürücü koltuğunda doğal seçilim varken her şey netleşir, anlaşılır ve mantıklı olur. Doğal seçilim kimsenin rahatını umursamaz. Neden umursasın ki? Doğada bir şeyin olabilmesi için gereken tek şart, aynı şeyin atasal zamanlarda, onun olmasını sağla­yan genlerin hayatta kalmasına yardım etmiş olmasıdır. Genlerin ha­yatta kalması, sineklerin gaddarlığı ve tüm doğanın hissiz kayıtsızlığı için yeterli açıklamadır. Yeterli ve (insan şefkati için değilse bile) zih­nimiz için tatmin edicidir.

Evet, bu yaşam görüşünde ihtişam var, hatta doğanın, kendisinin ana ilkesi olan, uygun olanın hayatta kalmasının acımasız bir sonucu olan acıya karşı dingin kayıtsızlığında da bir tür ihtişam var. Bu nok­tada ilahiyatçılar teodisedeki tanıdık bir taktiği, acının özgür iradeyle olan kaçınılmaz bağıntısını öne sürebilirler. Biyologlar ise acı çekme kapasitesinin biyolojik işlevi üzerine (belki bir önceki bölümde benim "tehlike sinyali” düşüncemdekine benzer şekilde) kafa yorduklarında, "acımasız” kelimesini kesinlikle çok güçlü bulmayacaklardır. Eğer hay­vanlar acı çekmiyorlarsa, birileri genlerin hayatta kalımı işinde yete­rince çaba harcamıyor demektir.

Bilim İnsanları da insandır ve herkes gibi onların da gaddarlığa sövme ve acıdan tiksinme hakları vardır. Ama Darwin gibi iyi bilim insanları, ne kadar nahoş olursa olsun gerçek dünyanın hakikatleriyle yüzleşmek gerektiğinin farkına varırlar. Dahası, eğer öznel düşünce­lere izin vereceksek, avlarının sinir düğümlerine saldıran eşekarıları, sütkardeşlerini yuvadan iten guguk kuşları, köleleştiren arılar ve tüm parazitler ile avcılar tarafından acıya karşı gösterilen tek amaçlı (veya «hiç" amaçlı) kayıtsızlık da dâhil olmak üzere, yaşamının tamamına nüfuz eden kasvetli mantıkta bir cazibe var. Darwin, hayatta kalma mücadelesi hakkındaki bölümünü şu sözlerle bitirirken teselli etmek için elinden geleni yapıyordu:

Yapabileceğimiz tek şey, her organik varlığın geometrik olarak artma­ya çalıştığını, her birinin, yaşamının bir bölümünde, yılın bazı mev­simlerinde, her nesilde veya aralıklarla, hayatta kalmak için mücadele etmek ve büyük yıkımlara uğramak zorunda kalacağını kati suretle akılda tutmaktır. Bu mücadeleyi düşündüğümüzde, kendimizi doğa­nın savaşının sürekli olmadığı, hiç acı çekilmediği, ölümün genelde ani olduğu ve güçlü, sağlıklı ve mutlu olanların hayatta kalıp çoğalma­ları ile teselli edebiliriz.

 Elçiye zeval yüklemek insanoğlunun aptalca zaaflarından biridir ve Giriş bölümünde bahsettiğim evrim karşıtlığının da önemli bir bö­lümünün altında yatar. “Çocuklara hayvan olduklarını öğretirseniz hayvan gibi davranırlar.” Evrimin, veya evrim öğretiminin, ahlaksızlığı teşvik ettiği doğru olsaydı bile bu, evrim teorisinin yanlış olduğu anlamına gelmezdi. Bu basit mantık kuralını bu kadar çok insanın kavraya­maması oldukça şaşırtıcı. Bu mantık hatası o kadar yaygın ki, kendine özgü bir adı bile var; argumentum ad consequentiam: sonuçlarını çok sevdiğim için (veya hiç sevmediğim için) X doğrudur (veya yanlıştır).

“TASAVVUR EDEBİLECEĞİMİZ EN YÜCE NESNE”

“Yüksek hayvanların üretimi” gerçekten de “tasavvur edebileceği­miz en yüce nesne" mi? En yüce mi? Gerçekten mi? Daha yüce nes­neler yok mu? Sanat? Maneviyat? Romeo ve Juliet? Genel Görelilik? Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi? Şistine Şapeli? Aşk?

The Greatest Show on Earth - Nightwish


Şarkıyla İlgili Bilgiler:

“The Greatest Show on Earth”, Fin senfonik metal grubu Nightwish’in 8 Mayıs 2015’te yayımladığı 8. stüdyo albümü olan "Endless Forms Most Beautifu" albümünün 24 dakika süren son ve en uzun şarkısıdır. Şarkı “doğal seçilimle hayat ve evrim”den bahseder. Şarkının ismi Richard Dawkins’in “The Greatest Show on Earth (Yeryüzündeki En Büyük Gösteri)” kitabından alınmıştır. Nightwish grubunun kurucusu, klavyecisi, fikir babası, bestecisi ve söz yazarı olan Tuomas bu şarkıyı “yaptığımız en iddialı şarkı” olarak tanımlar ve şarkının orijinalinin 30 dakikadan da uzun olduğunu belirtir. Şarkının ismi kutup ışıklarına göndermedir. (bkz: Aurora Borealis)


Kuzu'yu Yaratan mı Yarattı Seni?

Dawkins'in yazısında birkaç kez değindiği William Blake'in
ünlü Kaplan şiiri:

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr
/2013/09/tyger-and-lamb.html)


***

Memeli türüne mensup en hızlı beş koşucu, çita, çatal boynuzlu antilop, gnu, aslan ve Doğu Afrika
ceylanıdır. Dikkatinizi çekerim, bu birinci sınıf koşucular listesi av ve avcıların karışımından oluşuyor ve benim vurgulamak istediğim nokta da bunun bir tesadüf olmadığı.

Çıtaların saatte 100 kilometre hıza üç saniyede çıkabildiği söyle­nir ki bu Ferrari, Porsche veya Tesla standartlarında bir performanstır. Aslanlarda ürkütücü bir hızlanmaya sahiptirler, hatta dayanıklılıkları daha fazla olan ve aniden yön değiştirme kabiliyetine sahip ceylanlar­dan bile daha iyi hızlanırlar. Kediler genellikle kısa mesafe koşularına ve hazırlıksız yakalanan avların üzerine atlamaya uygun yapıdadırlar; Afrika yaban köpeği veya kurt gibi köpekler ise dayanıklılık ve avları­nın gücünü tüketme özellikleriyle öne çıkarlar. Ceylanlar ve diğer an­tiloplar her iki avcı tipiyle de baş etmek zorundadırlar ve dolayısıyla fedakârlık yapmaları olasıdır. Onların hızlanmaları büyük kedilerinki kadar iyi değildir ama dayanıklılıkları daha iyidir. Bir ceylan aniden yön değiştirerek kimi zaman çitanın adımlamasını bozabilir, böylelik­le çita maksimum ivmelenme safhasını aşıp yorulma safhasına geçene, zaten az olan dayanıklılığı iyice azalmaya başlayana kadar durumu erteleyebilir. Çita şaşırtma ve hızlanma özelliklerine güvendiği için, başarılı çita avları genellikle başladıktan kısa bir süre sonra sona erer. Başarısız çita avları da, çitanın ilk koşusu başarısız olduktan sonra enerjisini saklamak için pes etmesiyle erkenden sona erer. Diğer bir değişle, tüm çita avları kısa sürer!

Yüksek hız ve ivmelerin, dayanıklılık ve yön değiştirmenin, şaşırtma ve uzun takibin detaylarını boş verin. Bariz gerçek şudur ki en hızlı hayvanlar listesi hem avı hem de avları içerir. Doğal Seçilim, avcı türleri avlarını yakalamakta sürekli daha iyi hale gelmeye iterken, eş zamanlı olarak av türlerini de avlardan kaçmakta sürekli daha iyi hale gelmeye iter. Avcı ve avlar, evrimsel süreç boyunca cereyan eden evrimsel bir silahlanma yarışının içindedirler. Sonuç ise her iki taraftaki hayvanların silahlanma yarışına (vücut ekonomilerindeki başka bölümlerden çalmak pahasına) ayırdıkları ekonomik kaynakların miktarının düzenli olarak artması olmuştur. Avcı ve avlar sürekli olarak diğer taraftan daha iyi koşma (diğer tarafı şaşırtma, onlardan daha kurnaz olma vs.) becerileriyle donanırlar. Ama daha iyi koşmak için gelişen donanım illa karşı taraftan daha hızlı koşulacağı anlamına gelmez. Bunun nedeni basitçe, silahlanma yarışının diğer tarafının da kendi donanımını geliştiriyor olmasıdır: bu bir silahlanma yarışının ayırt edici özelliğidir. Kızıl Kraliçenin Alice'ye söylediği gibi, aynı yerde kalmak için koşabildikleri kadar hızlı koşmaları gerekir diyebilirsiniz.

Darwin (bu tabiri kullanmasa da) evrimsel silahlanma yarışlarının pekâlâ farkındaydı. Meslektaşım John Krebs ve ben konuyla ilgili 1979’da, “silahlanma yarışı” tabirini Ingiliz biyolog Hugh Cotta atfet­tiğimiz bir makale yayınladık. Belki de anlamlı bir şekilde, Cott kendi kitabını {Hayvanlarda Uyarıcı Renklilik) 1940'ta, ikinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken yayınlamıştır:

Bir çekirgenin ya da kelebeğin aldatıcı görünüşünün gereksiz derecede detaylandırılmış olduğunu ileri sürmeden önce, böceklerin doğal düşmanlarının algılama ve ayırt etme güçlerinin neler olduğundan emin olmalıyız. Bunu yapmamak, bir kruvazörün zırhının gereğinden faz­la ağır olduğunu veya silahlarının menzilinin gereğinden fazla uzun olduğunu, düşmanının silahlarının doğasını ve etkisini araştırmadan iddia etmeye benzer. Gerçek şu ki ormandaki ilkel mücadelelerde (keza gelişmiş medeni savaşlarda), sonuçları kendisini; (avunmada, süratlilik, uyanıklık, zırhlılık, dikenlilik, kazma davranışı, geceye özgü davranışlar, zehirli salgılar ve tiksindirici tatlar üretme, kamuflajlı, aposematik, taklitçi renklere bürünme gibi özelliklerde; saldırıda ise, süratlilik, şaşırtmaca, tuzağa düşürme, cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler, kamuflajlı olmayan ve cezbedici renklere bürünme gibi karşı nitelikteki özelliklerle belli eden büyük bir evrimsel silahlanma yarışının devam etmekte olduğunu görüyoruz. Tıpkı takip edilen hayvanın yüksek hızının takipçisinin artan hızıyla orantılı olarak; veya koruyucu zırhın saldırı silahlarıyla orantılı olarak gelişmesi gibi, saklanma tertibatındaki mükemmellik de artan algıla­ma gücüne cevaben evrimleşmiştir.

Silahlanma yarışının evrimsel zaman içinde cereyan ettiğine dik­kat edin. Bir çita ve bir ceylan bireyi arasında gerçek zamanda cereyan eden yarışla karıştırılmamalıdır. Evrimsel zamandaki yarış, gerçek za­mandaki yarışlarda kullanılacak donanımları geliştirmek üzere yapı­lan bir yarıştır. Bunun geldiği asıl mana ise, karşı taraftan daha zeki ya da daha hızlı olmayı sağlayan donanımları üreten genlerin her iki tarafın da gen havuzlarında biriktiğidir. İkinci olarak (ve bu Darwin’in kendisinin de çok iyi bildiği bir noktadır), hızlı koşmak için gerekli donanım, aynı avcıdan kaçan, kendi türünüze mensup rakipleri geç­mek için de kullanılır. Oldukça bilinen, koşu ayakkabıları ve ayıyla ilgili fıkra bunu güzel dile getirir. Çita bir ceylan sürüsünü kovaladığı zaman, bir ceylan bireyi için sürünün en yavaş bireyinden daha hızlı koşmak, çitadan daha hızlı koşmaktan daha önemli olabilir.

Silahlanma yarışı terminolojisini artık sizlere tanıttığıma göre, or­mandaki ağaçların da bir silahlanma yarışının içinde olduklarını görebilirsiniz. Her bir ağaç, ormanda hemen bitişiğindeki komşularıyla güneşe doğru bir rekabet içerisindedir. Bu rekabet, özellikle yaşlı bir ağaç ölüp saçakta boş bir yer açtığında daha da sert bir hal alır. Yaşlı bir ağacın düşüşünün yankılanması tam da böylesi bir şansı bekleyen körpe ağaçlar için (gerçek zamanda cereyan eden) yarışı başlatan ta­bancadır (gerçi bu biz hayvanların alışık olduğundan daha yavaş iler­leyen bir zamandır). Kazanan muhtemelen, evrimsel zamanda cere­yan etmiş atasal silahlanma yarışlarında başarılı olmuş olan daha hızlı ve daha yükseğe büyüme genleriyle donanmış bir ağaç olacaktır.

Ormandaki ağaç türleri arasındaki silahlanma yarışı simetrik bir yarıştır. Her iki taraf da aynı şeyi elde etmeye çalışır: saçakta bir yer. Av ve avcılar arasındaki silahlanma yarışı ise asimetrik bir silahlanma ya­rışıdır: saldırı silahlarıyla savunma silahları arasındaki bir silahlanma yarışı. Aynısı parazitler ve konaklarının arasındaki silahlanma yarışı için de geçerlidir. Hatta şaşırtıcı görünebilir ama bir türdeki dişi ve erkekler arasında ve ebeveynlerle yavruları arasında bile silahlanma yarışları vardır.

Silahlanma yarışlarının akıllı tasarımın taraftarlarını endişelendirebilecek bir yanı da onların aşın dozda gereksizliklerle dolu olmasıdır. Eğer Çitanın bir tasarımcısı olduğunu varsayacaksak, görünen o ki tasarımcı, tasarım konusundaki bilgisinin her zerresini, eşsiz bir katili mükemmelleştirmek için kullanmıştır. Bu muazzam koşu makinesine atılacak tek bir bakışla bundan hiç bir şüphemiz kalmaz. Eğer tasarımdan bahsedeceksek, çita ceylanları öldürmek için muhteşem bir şekilde tasarlanmıştır. Ama görünen o ki aynı tasarımcı, tam da bu çitalardan kaçmak için muhteşem bir donanıma sahip ceylanı tasarlamak için de tüm gücüyle çabalamıştır. Tanrı aşkına, bu tasarımcı kimden yana? Çitanın gergin kaslarına ve esnek omurgasına baktığı­nızda, tasarımcının rekabeti çitanın kazanmasını istediği sonucuna varırsınız. Ama ceylanın koşuşuna, sıçramasına, attığı çalımlara bak­tığınızda ise tam tersi bir sonuca ulaşırsınız. Acaba tasarımcının sol eli, sağ elinin ne yaptığından bihaber mi? Yoksa tasarımcı, gösteri sporlarından hoşlanan ve kovalamacanın heyecanını yükseltmek için her iki tarafın elindekileri sürekli arttıran bir sadist mi? Kuzuyu yapan mı yaptı seni?*


Akılsız Tasarım

Henüz bir lisans öğrencisiyken Profesör J.D.Currey’den ders aldığımda bana gösterdiğinden beri favorim olan örneklerden biri, geri dönen gırtlak siniridir. Bu gırtlak siniri, kafatasına ait (kranyal) sinirlerden (yani omurilikten değil doğrudan beyinden çıkan sinirlerden) birinin bir koludur. Kafatası sinirlerinden biri olan vagusun (uygun bir şekilde “avare” anlamına gelir), ikisi kalbe, her iki yanda bulunan iki tanesi de gırtlağa giden birçok kolu vardır. Boynun her iki yanındaki gırtlaksal sinirin kollarından biri, bir tasarımcının tercih edeceği gibi dümdüz bir rota izleyerek, doğrudan gırtlağa gider. Diğer kol ise gırtlağa, inanılmaz derecede dolambaçlı bir yol izleyerek ulaşır. Göğüsten içeri dalıp, ana atardamarların birinin (sağ ve solda farklı bir al atardamarın, ama prensip aynı) etrafından dolaşır ve geri dönerek boyna doğru yoluna devam eder.

Bir tasarım ürünü olarak düşünüldüğünde, geri dönen gırtlak siniri tam bir rezalettir. Helmholtz’un bunu geri yollamak için, gözde olduğundan bile daha çok sebebi olurdu. Ama tıpkı gözde olduğu gibi, ne zaman ki tasarımı bir kenara bırakıp, onun yerine geçmişi göz önüne alacak şekilde düşünmeye başlarsanız, her şey anlam kazanmaya başlar. Bunu anlamak için, zamanda geriye gidip atalarımızın balık olduğu dönemlere dönmemiz gerekiyor. Balıkların kalbi, bizim dört odacıklı kalbimizden farklı olarak iki odacıklıdır ve kanı, karın aortu denilen merkezi bir atardamardan pompalar. Karın aortu, her iki taraftaki altı solungaca giden, (en fazla) altı kol çiftine ayrılır. Daha sonra kan, zengin bir şekilde oksijenle bağlanacağı solungaçlardan geçer. Solungaçlardan sonra, yine altı çift kan damarı tarafından toplanan kan, sırt aortu denilen ve balığın ortasından geçen tek bir büyük damarda birleşerek vücudun geri kalanına dağılır. Altı solungaç atardamarı çifti, balıklarda bizde olduğundan daha bariz olan, omurgalıların bölütlenmiş vücut planına bir kanıttır. Büyüleyici bir şekilde, (detaylı anatomileri incelendiğinde görüleceği üzere) “gırtlak kemerleri” açıkça atasal solungaçlardan türemiş olan insan embriyosunda ise bu çok barizdir. Elbette bu kemerler solungaç işlevi görmemektedirler, ama beş haftalık insan embriyoları solungaçlı minik pembe balıklar olarak kabul edilebilirler. Balina ve yunusların, dugong ve manatilerin neden yeniden işlevsel solungaçlar evrimleştirmediklerini merak etmeden (bir kez daha) duramıyorum. Tüm memelilerde olduğu gibi, gırtlak kemerlerinde, solungaç geliştirmek için gerekli olan embriyonik yapı iskelesine sahip oldukları gerçeği, solungaç geliştirmelerinin o kadar da zor olmaması gerektiğini düşündürüyor. Neden evrimleştirmediklerini bilmiyorum ama bunun iyi bir sebebi olduğundan ve birilerinin bunu ya da bunun nasıl araştırılacağını bildiğinden son derece eminim.

Tüm omurgalılar bölütlü bir vücut planına sahiptirler, ama (embriyoların aksine) olgun memelilerde bu sadece, omurga ve kaburgaların, kan damarlarının, kas kitlelerinin (miyotomların) ve sinirlerin tamamının, önden arkaya doğru modüler tekrarlanma örüntüsünü takip ettiği omurga bölgesinde açıkça görülebilir. Belkemiğinin her bir bölütü (segmenti), omurganın her iki tarafından çıkan, ön kök ve art kök adlı iki büyük sinire sahiptir. Bu sinirler görevlerini (artık her neyse) çoğunlukla, çıktıkları omurganın civarında yerine getirirler ancak bazıları bacaklara, bazıları ise kollara doğru uzar.


Kafada da aynı bölütlü plan takip edilir ancak (balıkta bile) bunu ayırt etmek daha zordur, çünkü bölütler belkemiğinde olduğu gibi baştan sona doğru düzenli olarak sıralanmamış, evrimsel süreç içerisinde karmakaRIşık bir hale gelmişlerdir. Kafadaki bölütlerin silik izlerinin ayırt edilmesi, on dokuzuncu yüzyılın ve yirminci yüzyılın başlaRInın karşılaştırmalı anatomi ve embriyolojisinin elde ettiği zaferlerden biridir, örneğin, bofa balığı gibi çenesiz balıklardaki (ve çeneli omurgalıların embriyolarındaki) birinci solungaç kemeri, çenesi olan omurgalılardaki (yani bofa balığı ve bazı asalak balıklar hariç tüm modern omurgalılardaki) çeneye karşılık gelir.

Böcekler ve kabuklular gibi diğer eklembacaklılar da bölütlü bir vücut yapısına sahiptir. Ayrıca böcek kafasının, böceklerin eski atalarında sıralı olan ama artık karmakarışık bir hale gelmiş ilk altı bölütü içerdiğinin gösterilmesi de benzer bir zaferdi. Böcek bölütlenmesi (segmentasyonu) ve omurgalı bölütlenmesinin, benim zamanımda öğretildiği gibi birbirlerinden bağımsız olmak bir yana, hox genleri olarak adlandırılan benzer genler (böcekler, omurgalılar ve diğer pek çok hayvanda bu genler açık bir şekilde benzerdirler) tarafından idare edildiğinin ve hatta bu genlerin kromozomlarda benzer sıralarda konuşlandığının gösterilmesi de, yirminci yüzyılın sonlarının embriyoloji ve genetiğinin zaferidir. Böcek ve omurgalı bölütlenmesinin tamamen ayrı şeyler olduğunu öğrendiğim lisans eğitimimdeyken, benim hocalarımın hiçbirinin hayal bile edemeyeceği bir şeydi bu. Farklı şubelerden hayvanlar (örneğin, böcekler ve omurgalılar) bizim her zaman düşündüğümüzden çok daha benzerdirler. Ve bu da paylaştıkları bir ortak ata olmasından kaynaklanıyor. Hox planı, iki yanlı simetriye sahip hayvanların tamamının ortak atasında mevcuttu. Tüm hayvanlar, bizim eskiden düşündüğümüzden çok daha yakın kuzenlerdir.

Omurgalı başına dönelim. Kranyal sinirlerin tıpkı omuriliğimizden çıkan sinirler gibi, ilkel atalarımızda tek bir ön ve arka kök dizisinin ön ucunu oluşturan bölütsel sinirlerden köken aldığı düşünülmektedir. Ayrıca göğsümüzdeki başlıca kan damarları, bir zamanlar açıkça solungaçlara hizmet eden bölütlü kan damarlarının kalıntılarıdır. Tıpkı balık kafasının, balıkların atalarının bölütlü örüntüsünü darmadağın etmesi gibi, memeli göğsünün de atasal balık solungaçlarının bölütlü örüntüsünü darmadağın ettiğini söyleyebiliriz.

İnsan embriyosu da, embriyonun “solungaçlarını" besleyen ve balıklarınkine oldukça benzeyen kan damarlarına sahiptir. Her iki yanda, sırt aortu çiftine bağlanan ve (her iki yandaki “solungaçlar” için) bölütsel aort kemerlerine sahip olan iki karın aortu bulunmaktadır. Bu bölütlü kan damarlarının çoğu embriyonik gelişimin sonunda yok olur, ancak yetişkinlerdeki örüntünün, embriyonik (ve aynı zamanda atasal) plandan türediğini bariz bir şekilde görebilirsiniz. Döllenmeden yaklaşık yirmi altı gün sonra insan embriyosuna bakacak olursanız, "solungaçlara” kan tedariğinin, balıkların solungaçlarına giden bölütlü kan tedariğine aşırı derecede benzediğini görürsünüz. Gebeliğin ilerleyen haftalarında, kan damarlarının örüntüsü kademeli olarak basitleşip orijinal simetrisini kaybeder ve yavru doğduğunda, balık benzeri insan embriyosunun düzenli simetrisinden oldukça farklı olarak, dolaşım sistemi fazlasıyla sol tarafa dayalı bir hal alır.

Göğsümüzdeki başlıca atardamarlarımızdan hangilerinin, hangi altı solungaç damarının sağ kalanları olduğunun karmakarışık detaylarına girmeyeceğim. Geri dönen gırtlak sinirlerimizin geçmişini anlamak için bilmemiz gereken tek şey, balıklarda vagus sinirinin, son üç solungacı besleyen kollara ayrıldığı ve bu sebeple bu kolların, ilgili solungaç atardamarının arkasından dolaşmasının son derece doğal olduğudur. Bu kollarda “geri dönüş" falan yoktur, mümkün olan en doğrudan ve mantıklı yolla hedeflerindeki organlara erişirler.

Ne var ki memeli evrimi esnasında, boyun uzayıp (balıkların boynu yoktur) solungaçlar kaybolmuştur. Bu solungaçlardan bazıları tiroid ve paratiroid bezleri ve gırtlağı oluşturan pek çok parça gibi faydalı şeylere dönüşmüştür. Gırtlağı oluşturan parçaları da kapsayan bu faydalı kısımlar için gereken kan ve sinir bağlantıları, bir zamanlar düzenli bir dizilime sahip olan solungaçlara hizmet eden kan damarları ve sinirlerin evrimsel torunlarını tarafından sağlanmıştır. Memelilerin ataları, evrimsel süreçte balık atalarından farklılaştıkça, sinirler ve kan damarları kendilerini, şaşırtıcı yönlere itilip kakıtırken bulmuşlardır, ki bu da onların birbirleriyle olan uzamsal ilişkilerini bozmuştur. Omurgalı göğsü ve boynu, balıkların düzgünce simetrik olan ve seri olarak tekrarlanan solungaçlarından farklı olarak, karmakarışık bir hal almıştır ve geri dönen gırtlak sinirleri, bu çarpıklıktan en çok nasibini alan vücut kısımlarından biri olmuştur.

Berry ve Hallama ait 1986 tarihli bir ders kitabından alınmış olan bir sonraki sayfadaki resim, gırtlak sinirinin köpekbalıklarında dolambaçlı olmadığını ortaya koyuyor. Memelilerdeki dolambaçlı yolu göstermek için Berry ve Hallam'ın seçtikleri hayvan ise (bundan daha çarpıcı bir örnek olabilir mi?) zürafaydı.

Bir insanda, geri dönen gırtlak sinirinin fazladan dolaştığı yol birkaç desimetreyi aşmaz. Ama büyük bir yetişkin zürafa söz konusu olunca bu yol, şaka değil, 4,5 metreyi bulabilir! 2009 Darwin Gününden (Darwin'in 200. yaş günü) bir sonraki günün tamamını, Londra'nın yakınlarındaki Kraliyet Veterinerlik Kolejinde karşılaştırmalı anatomistler ve patalog veterinerlerle, hayvanat bahçesinde ne yazık ki ölmüş bir zürafayı kesip inceleyerek geçirme ayrıcalığını yakaladım.


Neredeyse Bir Balina

"Bunu düşünmemek ne büyük bir aptallık!"

T.H. Huxley, Türlerin Kökeni'ni okumasının ardından yaptığı yorum.

"Kişi kesinliklerle başlarsa gideceği yer kuşkulardır; ama kuşkularla başlayacak kadar doygun ise, kesinliklere ulaşır."

Bacon, öğrenmenin İlerleyişi



TÜRLERİN KÖKENİ DÜŞÜNCESİNE İLİŞKİN
 İLERLEYİŞİN TARİHSEL ÖZETİ

Origin of Species title page.jpg

İngiliz şiirinin belki de en kötü iki dizesi 1799 yılında John Hookham Frere tarafından yazılmıştı:

“Kanatları olan tüylenmiş tür havada süzülür
Artık bir uskumru değildir o, ama ayı olmaktan uzaktır hâlâ!”

Hookham Frere’nin iğneli bir dille yazdığı, “İnsanın İlerleyişi; Anti-Jacobin Manzumeler” şiirinden alınma bu zavallı dizeler, kendince bir ahlak anlayışına sahiptir. Kuşlar, ayılar ve balık sözcükleri politik bir mesaj taşımaktadır. Nesneler olduğu gibidir ve onlara farklı işlevler yüklemek budalacadır. Fransız Devrimi, “Tanrı’nın düzeni” anlayışını sarsmıştı; insan haklarına dayanan bir düzen ilan etmek, uskumruların -ya da ayıların- uçabileceğini söylemek kadar saçmadır.

Altmış yıl sonra yayınlanan Türlerin Kökeni kitabından bir çift alıntı yapalım:

“Hafifçe dönüşlere ve yükselişlere olanak sağlayan çırpınan yüzgeçleriyle havada süzülerek uzun mesafeler gidebilen uçan balıkların, mükemmel kanatlara sahip hayvanlara dönüştüğünü düşünmek anlaşılmaz değildir. Değişimlerinin erken aşamalarında bu canlıların okyanuslarda yaşadıklarını, oluşum halindeki uçma organlarını, bugün bildiğimiz kadarıyla diğer balıklara yem olmamak için kullandıklarını neden düşünmeyelim?” “Hearne, Kuzey Amerika’da siyah ayıların bir balina gibi ağızları açık biçimde saatlerce yüzerek böcek yakaladığını görmüştü... Teorime göre, böyle bireyler bazen, tipik olan yapılardan yavaş ya da keskin biçimde farklılaşarak, olağandışı davranışlar sergileyen yeni türlerin ortaya çıkmasına neden olabilir.” Böylelikle Charles Darwin, evrimin nasıl bir gelişim izlediğini ele alıyor. Evrim henüz, suda yaşayan böceklerin tadına bakan bir kara hayvanından bir balina-ayı yaratmamış olsa da, yaratabilirdi. Evrim zaten, havada süzülen balık örneğindeki gibi sıra dışı canlılar yaratmıştı. Tanrısal hamurdan yoğrulmuş, donmuş bir canlı yaşamı düşüncesi ölmüştü artık. Bunun yerini, her şeyin değişebilirliği düşüncesi alıyordu.

Darwin’den önce doğa bilimcilerin büyük bir bölümü, türlerin değişmez varlıklar olduğuna ve ayrı ayrı yaratıldığına inanırdı. Bugünse, onun teorisinin temel öğesi olan, türlerin değişim geçirdiği ve bugünkü türlerin erken dönem türlerinin torunları olduğu düşüncesi herkes tarafından (ya da kabul etmeme inadında olan herkes tarafından) kabul edilmektedir. Sorulduğunda, çoğu insan neden böyle düşündüğünü açıklamakta zorlanacaktır. İnsanların ve şempanzelerin akraba olduğunu; bitkilerin, hayvanların ve diğer canlı formların ortak bir atadan geldiğini biliriz. Hayatta kalmak için mücadele, en iyi uyum sağlayanın hayatta kalması ve türlerin kökeni yaygın olarak kabul gören bir anlayış durumuna geldi. Evrim gerçektir: Ve, Papa bile bunu kabul etti (“Yeni bilgiler bize evrim teorisinin bir hipotez olmanın ötesine geçtiğini göstermektedir,” diyerek kaçak güreşse de).

Evrim teorisine ilişkin bu durum, Galileo’nun dünyanın güneş çevresindeki hareketine ilişkin modelinin kabulüne fazlasıyla benzemektedir. Galileo’nun haklı olduğunu biliyoruz, fakat onun kanıtları nelerdi? Vatikan’la yaptığı tartışmada, neden "eppur si muove" (ama o hâlâ dönüyor) diye mırıldanmıştı? İleri teknolojinin yokluğunda, Galileo’nun kanıtları yeterince sağlam değildi. Teorisi, derin uzaydaki sabit gök cisimlerinin oluşturduğu fonda ‘dolaşan yıldızlar’ı -gezegenler- hareketini açıklıyordu. Model, ancak ve ancak dünyanın bir gezegen olması ve gökyüzünün onun çevresinde dönmemesi durumunda anlamlı oluyordu. Galileo’nun kanıtları, doğru olabileceği noktasında ikna edici olsa da, onun düşüncelerine inananların çoğu için bilinmezliklerle doludur.

Evrim teorisinin durumu da buna benzer. Düşünce temelinde güneş sistemi modeli kadar basit olsa da, yaşamın nasıl işlediğine ilişkin anlatımı apaçık değildir. Yaygın algılayışa göre -dünya-güneş örneğindeki gibi- hayat bizim çevremizde döner.

Ancak bu düşüncenin bir kusuru vardır: Yanlıştır.

Uydular aracılığıyla sağlanan bilgiler, evrenin yapısına ilişkin inkâr edilmesi olanaksız bilgiler sağlamıştır. Evrim kuramı için aynı işlevi genler görmüştür; genler evrim kuramının muzaffer kanıtlarıdır. Galileo'nun gezegenlerinin gördüğü işlevi, biyoloji alanında Darwin’in teorisindeki ortak köken (common descent) kavramı görmüştür. Bu kavram, insanın kendisi ile ilgili algılamayı değiştiren tek bestseller olan ve sıradan okuyucu için yazılan bir kitapta tanımlanmıştır. 1859 yılında yazılan bu kitapta ileri sürülen düşünceler, bugün halâ birçok önemli buluşu birbirine bağlayan çimento işlevini görmektedir.

Evrimin işleyişi başka hiçbir yerde daha iyi açıklanmamıştır. Darwin çalışmasını, “uzun bir tartışma” olarak adlandırmıştı. Modern biyologlar bu tartışmayı sürdürebilir, ama eninde sonunda Darwin’in teorisini kabul etmek zorunda kalacaklardır. Onun dört yüz sayfalık kitabını okuduğunuzda, söylediklerinin her yeni bilimsel atılımla nasıl uyumlu olduğunu görmek insanı şaşırtıyor. Türlerin Kökeni'nin bugün de, yazıldığı günkü kadar güçlü bir mantığı bulunduğuna kuşkumuz yoktur.

Ancak, onun yüz elli yıl önce ortaya atılmış tezleri, kanıtları gösterilmeden önce çok sayıda boşluk barındırmaktaydı. Bu boşlukların hepsi -ya da hemen hepsi- şimdi doldurulmuş durumdadır. Benim kitabım Darwin’i güncelleştirmektedir. Kitabım, olabildiğince, ‘Türlerin Kökeni'ni yeniden yazma girişimidir. Onun planını, tarlalardan fosillere, arı kovanlarından adalara kadar uzanan bir iskelet üzerinde geliştirdiği planı kullandım; ama benim Büyük Gerçeklerim (Grand Facts -Darwin’in çok sevdiği ifadelerden biridir), 20. yüzyılın sonlarının bilgi düzeyi üzerine kuruludur. Neredeyse Bir Balina (Almost Like A Whale), Darwin’in düşüncelerini, bilimsel gelişmelerin ışığında yeniden okumaya çalışmak ve evrim kuramının biyolojiyi bütünleştirdiğini göstermek için yazıldı.

 Evrim kuramı, içerdiği düşünceler bilinçli ya da bilinçsizce, ekonomi, politika, tarih, sanat ve daha pek çok alanda kullanıldıkça, bilimsel bir teori olmaktan daha fazla bir şey haline geldi. Konuya yabancı insanların bu teoriyi küçümsemeye gücü bile yetmez; ve ortalama okuyucu için evrim kuramının pek çok yönünü açıklayan mükemmel kitapların yazılmış olduğu düşünülürse, böylesi bir küçümsemenin hiçbir özrü olamaz. Ancak, teoriyi bütünüyle ele alan bir kitap yoktur; evrimsel biyolojinin, alanının derinliğini ve zenginliğini yansıtan teknik olmayan ve modern bir ele alınış tarzından söz edilemez. Türlerin Kökeni'ni yeniden yazmak, çoğu biyologun cesaret edemeyeceği bir şeydir. Görevin zorluk derecesi cesaret kırıcı olsa da (bazı yönlerden umutsuz), bu kitapla ben bunu denedim.

Bu hedefi başarmaktaki en büyük güçlük, neleri kapsam dışında bırakacağımı belirlemekti. Türlerin Kökeni, yalnızca modern biyolojinin değil, yerbilim (jeoloji) ve psikolojinin birçok alanının da kuruluşunu işaret eder. Çalışmamda bütün bu alansal genişliği yansıtmaya çalıştım, ama kuşkusuz yetersiz kaldım. Kitabım, Darwin’in mantığını kullanarak bugünün buluşlarını temellendirmeye çalışmaktadır. Kitap, evrim düşüncesinin ya da yaşamın bir tarihi değildir; ne Darwin’in biyografisidir ne de hayvanların ve bitkilerin. Fakat çalışmam, okuyucularımı evrim teorisinin doğruluğuna ikna edeceğine inandığım bir tartışmadır. Kitabı belirli sınırlar içinde tutabilmek (orijinaliyle aynı uzunluktadır ve konu başlıklarına ayırma büyük ölçüde aynıdır) ve kimi konulara yer açabilmek için bazı konuları ayıklamak zorunda kaldım.

Çalışmamın kapsamı konusunda referansım Darwin’in büyük çalışmasıdır. Yalnızca önemsiz bir istisna yaptım. Onun kitabında insanlık üzerine önemli bir tümce vardır (‘insanın kökeni ve tarihi mutlaka aydınlanacaktır’), fakat bugün geçmişimiz hakkında bilgi birikimi çok büyüktür ve çalışmamın son bölümünde bu konu üzerine yoğunlaştım. Darwin, kitabında çeşitli konuları kapsam dışında bırakmıştı. Onun kitabında temel düşünsel yetilerin kökenine değinilmemiştir, canlı hayatın erken dönemlerinin fazla ele alındığı da söylenemez. Yaşamın ve bilincin başlangıcı konuları benim sayfalarımda da bulunmamaktadır; ve teorinin ahlaki yönleri ile ilgili değinmelerden uzak durulmuştur.

Bu metni, hem içerik hem biçim bakımından orijinalinin bir gölgesi olmaktan öte bir çalışma olarak değerlendirmek küstahlık olurdu. Türlerin Kökeni, hayata ilişkin literatürün en yüksek noktasıdır. Darwin çok iyi yazıyordu, çünkü çok fazla okumuştu. Günlüğüne yazdıklarından, tek bir yaz mevsimi boyunca, Hamlet, Othello, Mansfield Park, Sense and Sensibility, Bosusell’s Tour of the Hebrides, the Arabian Nights ve Robinson Crusoe'yu okuduğunu anlıyoruz. Onun yazını, bir Victoria dönemi kır evi gibidir. Hangi doğrultudan bakarsanız bakın kendine güven yayan bir yazın; edebi bakımdan da, otobiyografi olarak da, göz alıcı bilimsel eserler olmaları yönünden de.
Darwin’in Galapagos takımadalarını ilk görüşü ile ilgili anlatımıyla, Herman Melville’in 1854’te basılan The Encantadas (takımadaların bir başka adı) adlı kitabındaki ilk izlenimleri karşılaştıralım. 

Darwin’in anlatımı canlı ve dolaysızdır: “17’sinin sabahında, yer yer tümseklerle bozulmuş tekdüze yuvarlak hatları olan ve krater kalıntılarının bulunduğu Chatham adasına ayak bastık. Hiçbir şey bu ilk görüntüden daha itici olamazdı. Siyah bazalt lavların oluşturduğu düzensiz iniş çıkışlarla dolu olan ve çok az yaşam belirtisi taşıyan bu alan derin yarıklarla kesiliyordu ve her yer güneşte yanmış bodur çalı çırpıyla kaplıydı. Öğle güneşinin pişirdiği kuru ve susamış yüzey, bir sobadan yayılan aşırı sıcağın neden olduğu rahatsız edici duygulara benzer duygular uyandırıyordu: Çalılar bile kötü kokuyor gibi geliyordu bize.”

Buna karşılık, Melville’in anlatımı kuru ve cansızdır: “Lanetli bir sözü andıran Encantadas, Idumea ve kutuptakine eş bir yalnızlık ve perişanlığı yaşar ve orada hiç değişiklik yaşanmaz; ne mevsimler ne de sıkıntılar değişir. Ekvatorun üzerinde bulunan bu adalar ilkbaharı da sonbaharı da tanımaz. Ateşin altında zaten oldukça küçülmüşlerdir, fakat, felaketler işini henüz tamamlamışa benzemez. Yağmurla birlikte çöller bile hayat bulur, ama bu adalara hiç yağmur düşmez. Güneş altında kurumaya bırakılmış bir su kabağında oluşan çatlaklar gibi, hiç bitmeyen kuraklık bu adalarda toprağı çatlatmıştır.”

Hiç kimse Darwin’in dilini taklit edemez. Bunu denemedim bile (yine de, kitabımın diline ahenk kazandırsın diye onun birkaç tümcesini aşırmadan edemedim). Türlerin Kökeni'nin orijinalini okumanın okuyucuya kazandıracaklarına ipucu olsun diyerek, Darwin’in özetlerini, bölüm içeriklerinin listesini ve kitabının final bölümü ‘Özet ye Sonuç’u kitabıma aldım.
Don Kişot'u sözcüğü sözcüğüne yeniden yazan Borges’in yaptığı gibi, Türlerin Kökeni'ni, 19. yüzyılda anlaşılmaz olan bazı düşünceleri anlaşılır kılacak modern bir dille cümle cümle yazmak olanaklıydı. Ben böyle yapmadım. Onun tartışmalarının planını değiştirmeden kullansam ve kitap düzenini aynen alsam da, Darwin’in büyük eserini hareket alanımı sınırlayan bir mengene gibi değil, bana yol gösteren bir kılavuz olarak değerlendirdim. Bu çalışma, evrim teorisinin güçlü ve zayıf yönlerini birlikte ele alan bir denemedir. Mimarisi uzun yıllar öncesine dayansa da, bugünün malzemeleriyle inşa edilmiştir. Türlerin Kökeni'nin, Victoria dönemine özgü kesin bir ciddiyetle yazıldığı ve pek de neşeli bir havaya sahip olmadığı söylenmelidir. Her şeyin hafife alındığı yaşadığımız dönemde, zaaflarıma yenilerek, bilimsel anlatımları evrim teorisinin ve evrim üzerine çalışanların ilginç öyküleriyle renklendirmekten geri duramadım.

Evrim öğrencileri, bir tehlikeyle daha karşı karşıyadır. Kimi anlayışların değişmez gerçekler olarak kabulü tehlikesi... Kimi biyologlar (tıpkı kimi Marksistler gibi) bu itici davranışı paylaşmaktadır. İstedikleri şey, din adamlarının davranış ve düşünce tarzından farklı mıdır? Kutsal metinleri yorumlamak başlı başına baştan çıkarıcı bir eylemdir. Ama ben bu yöntemden kaçınmaya çalıştım.
Darwin, bütün bilim insanları içinde belki de biyografisi en iyi yapılmış olanıdır. Bu donuk ve bazen küstah olan insanlar grubu içinden, Darwin çekiciliği ve alçakgönüllülüğü ile dikkat çekmektedir. Darwin’in ailesini incelemenin bile çekici bir yönü vardır. Büyük büyükbabası Erasmus, kahramanlık mısraları ile evrim teorisini dile getirdiği bir kitap yayınlamış ve kitapta Frankenstein’a dönüşmekten söz etmişti: “Bu kurgusal olay Dr. Darwin ve Almanya’daki kimi fizyoloji yazarları tarafından önerilmiş ve gerçekleşmesi olanaklı bir durum olarak değerlendirilmişti.” O, Joseph Priestley ve Josiah Wedgwood’un da üyeleri arasında olduğu Lurıatick grubuna üyeydi. Oksijenin keşfiyle ya da İngiltere’de endüstrinin geliştirilmesiyle uğraşmadıkları zamanlarda, çeşitli duaları halk dilinde söyleme yeteneğinde olan makineler icat etmekle meşgul olurlardı. Charles’in babası Robert Darwin, aristokrasiyle içli dışlı olan bir hekimdi ve torunu Bemard, İngiltere’yi temsil etmiş bir golfçüydü.

Bu kitap, biyolojinin kalbini oluşturan Darwin'in bilimine ilişkindir. Kökleri geçmiştedir, ama bugün için bir anahtardır. Konuları arasında AIDS’e neden olan virüs (HTV) ve insan türü, köpek gösterileri ve Pasifik’te akıntıyla sürüklenen çöpler de vardır. Bazıları der ki, Milton her şeyi bilen en son adamdı (ya da, bir otorite olarak birçok konuda tartışabilecek yeterli bilgi birikimine sahipti). Darwin, bunu iddia edebilecek en son biyologtu. Kendi anlatımıyla aklı, gerçekliğin çok sayıda alanında genel yasalar üretip duran bir makine gibi çalışırdı. Türlerin Kökeni’nin taslağının oluşturulmasında The Cottage Gardener and Country Gentlemaris Companion, The India Sporting Re view ve The Philosophical Transactions of the Royal Society of London'ın da içinde bulunduğu çok sayıda kitap ve gazeteye başvurulmuştur. Charles Darwin çalışmasında, bilgi edinmek için, uzman ya da amatör çok sayıda insandan yararlanmış, onların bilgilerini kendi çalışmasının potasında eritmiştir.

Bugün yaşamın yasalarının nasıl işlediğini bildiğimiz için, evrimin, istisnaların (exceptions) bilimi haline geldiğini söyleyebiliyoruz. Konunun özünü karartan ve neredeyse kan davasına dönüşmüş ayrıntıların tartışmasına girmek boğucu olurdu (yine de her biyolog bu kitapta hoşuna gitmeyecek bir şeyle karşılaşabilir). Fakat tartışmalar ne denli keskin olursa olsun, hiçbir bilim insanı Türlerin Kökeni'nin temel gerçeğinin ortak kökenden değişim olduğunu yadsıyamaz.

G A L Â P A G O S A D A L A R I

Bu adada bir masumiyet,
zamanın ötesinde saf bir nitelik vardı.
Burada doğa kendisiyle uyum içindeydi.
Tek davetsiz misafir ise insandı.





Galâpagos Adaları Tahiti’den sonra Pasifik’in en ünlü tropikal adalarıydı. 1535’te Panama piskoposu Fray Tomas de Berlanga tarafından keşfedilmişlerdi. Şimdiyse 800 kilometre kadar uzaktaki Ekvador’un egemenliği altındaydılar. 1830’lu yıllarda bile, bu adalara her yıl çoğunluğu Amerikan bandıralı olan 70-80 balina gemisi “ikmal” için uğrardı. Gemiler buradaki kaynaklardan su depolarını doldurur, et gereksinmeleri için kaplumbağa yakalar (İspanyolca galâpagos dev kaplumbağa anlamına gelir), sonra da sahilde bir posta kutusunun bulunduğu Postane Koyu’na giderlerdi. Gemi kaptanları sahiplerine kendilerinin iletebilecekleri mektupları kutudan alırdı. Beagle ziyaretinden kısa bir süre sonra Herman Melville de gemisiyle Galâpagos’a gelmişti. Beyaz balinanın efsanesinde “uğursuz Encantadas”dan da bahsedilir.

Melville “Burada sürüngenler dışında pek az canlı vardı, duyulan tek ses bir tıslamadan ibaretti.” diye yazmıştır.

Galâpagos Adaları ’nın pratik yararları dışında, övülecek pek bir yanı yoktu. Tahiti takımadaları gibi bereketli ve güzel değillerdi, gemi rotalarının uzağındalardı (hâlâ da öyledirler), çevreleri değişken akıntılarla sarılıydı.

Ekvador hükümetinin sürgüne gönderdiği bir avuç siyasi mahkûm dışında bu adalarda yaşayan yoktu. Ünleri dünyadaki başka hiçbir adaya benzemeyişlerinden kaynaklanıyordu: Oraya gidenler bu adaları bir daha unutamazdı. Beagle içinse burası çok uzun bir yolculuk sırasında uğranan limanlardan sadece biriydi. Ancak, Darwin için çok daha büyük bir anlamı vardı. Çünkü hiç beklenmedik şekilde -tıpkı otomobil veya trenle yolculuk yapan bir kimsenin ani bir esinle karşılaşması gibi- bu gezegendeki hayatın nasıl evrimleştiği konusunda tutarlı bir görüş oluşturmaya burada başlamıştı.

Kendi deyimiyle: “O büyük gerçeğe, Dünya’da yeni canlıların ilk kez ortaya çıkışı olgusuna bilinmezlerin en bilinmezine- zaman ve mekân bakımından, burada oldukça yakınlaşmış gibiyiz.” Beagle'ın mürettebatına göreyse bu adalar bu dünyaya ait değildi, daha çok cehenneme benziyorlardı. Gemi güçlü bir rüzgârla, takımadaların en doğusundaki Chatham Adası’na geldi. Bir anda taşa dönüşmüş fırtınalı bir denizi andıran , eğri büğrü siyah lavlardan oluşmuş bir kıyıyla karşılaştılar. Hiç yeşillik yoktu. İskelete benzeyen seyrek çalılıklar yıldırımlarla kavrulmuşa benziyor, parçalanmış kayalar arasında iğrenç kertenkeleler dolaşıyordu. Pasifik’in simgesi olan hindistancevizi ağaçlarından bile eser yoktu. Nemli ve sıcak hava bunaltıcıydı. Bacalara benzeyen küçük, volkanik konilerin oluşturduğu orman, Darwin ’e memleketi Shropshire’daki demir dökümevlerini anımsattı; havada bir yanık kokusu bile vardı. FitzRoy’a göre de burası “şeytanların yuvası olmaya layık bir
yer, cehennemin bir parçası”ydı.

Chatham Adası

Bütün bunlara karşın 15 Eylül 1835’te Beagle St. Stephen Limanı’na demir attığında keyifleri yerine geldi. Çevreleri köpekbalığı, su kaplumbağası ve tropikal balık kaynıyordu. Tayfalar hemen küpeştelerden oltalarını sallandırdı.

Darwin’in notlarına göre “bu oyun herkesi çok eğlendiriyor, her yandan kahkahalar ve güverteye atılan balıkların sesi geliyor”du. Limanda birkaç Amerikan balina gemisi vardı. Bunlardan büyük olan biri, en az dokuz balina sandalı olan Science, FitzRoy’u n gözünden kaçmadı. Yanlarından haşmetle süzülüp geçerken onu “olağanüstü güzel” bulmuştu. Bir grup gemici siyah kumlu sahile çıktı, kum o kadar sıcaktı ki kalın botlarına rağmen ayakları yanıyordu. Sahili, balina gemilerinin tayfalarının kaplumbağaları sandallara taşımak için kullandıkları el arabalarıyla dolu buldular. Ortalığa saçılmış yığınla karakaplumbağası kabuğu yapılan katliamı açıkça kanıtlıyordu. FitzRoy, ilkel bir bahçede fidanlar için saksı yerine kullanılmış büyük terrapin kabukları gördü. Stokes “bir su kaynağı yakınlarındaki yumuşak, killi toprakta homurdanarak , paytak adımlarla keyifli keyifli dolaşan ” kara kaplumbağalarıyla karşılaştı. Bazıları o kadar büyüktü ki, fillerinkini andıran dört bacakları üstünde dururken, başları insan göğsü hizasına geliyordu. Ağırlıkları da 250 kiloya kadar çıkıyordu. Darwin bir tanesinin karın çevresini 2,36 metre, sırtının uzunluğunu da 1,34 metre olarak ölçtü. Tuhaf kertenkeleler (aslında bunlar iguanaydı) insan görünce hantal hantal yuvalarına kaçışıyordu.

Beagle bir aydan uzun bir süre  Galâpagos Adaları’nı dolaştı. İlginç bir yere geldiklerinde FitzRoy bir sandal dolusu gemiciyi çevreyi araştırmak üzere kıyıya gönderiyordu. Narborough Adası’nda binlerce su kaplumbağası yumurtlamak için geceleri kumsala iniyor, her deliğe altışar yumurta bırakıyordu. Charles Adası’nda 200 mahkûmun bulunduğu bir cezaevi vardı; mahkûmlar, yükseklerde şeker kamışı, muz ve mısır yetiştiriyordu. Ancak, James Adası’nda karaya çıkan grup bizi daha çok ilgilendiriyor. Darwin, Covington, Bynoe ve iki tayfa bir çadır ve erzakla adaya çıkmış, FitzRoy bir hafta sonra onları almaya geleceğini söylemişti. Bu arada Darwin başka adalara da gitti, ancak bunlar James Adası’ndan pek farklı değildi. Bu nedenle yaşadıklarını bu olağanüstü haftayı anlatarak aktarabiliriz. Önce kumsalda çadır kurup, yataklarını ve erzakı yerleştirdiler, sonra da çevreyi incelemeye giriştiler.

Deniz kertenkelelerinin, yakından incelendiklerinde, minyatür birer ejderha oldukları ortaya çıktı. Uzunlukları 50-90 cm civarındaydı, altları torba gibi sarkan kocaman ağızları ve uzun, yassı kuyrukları vardı. Darwin’in deyimiyle “karanlıkların küçük şeytanları "ydılar. Binlercesi bir arada, Darwin’in gittiği her yerde önünden telaşla kaçışıyordu. Üstünde yaşadıkları korkunç kayalardan bile daha siyahtılar. Bu iguanaların her şeylerinde bir tuhaflık vardı. Kıyıdan içeri on metreden fazla gitmiyor, ya sahilde güneşleniyor ya da denize atlayıp perdeli ayaklarını yanlarına yapıştırarak, güçlü kuyruk hareketleriyle kendilerini ileri doğru iterek usta yüzücülere dönüşüyorlardı.

Berrak suda denizin tabanına yakın yüzüşleri gözlenebiliyordu; su altında çok uzun süre kalabiliyorlardı. Ağırlık bağladığı bir iguanayı denize atan bir tayfanın, bir saat sonra sudan çıkardığı hayvan hâlâ canlıydı.

Bynoe ve Darwin, ameliyat bıçağıyla bir tanesinin karnını açıp incelediklerinde, su yosunlarıyla beslendiklerini saptadılar. Ancak bu deniz hayvanları, bazı denizcilerde de görüldüğü gibi, denizden nefret ediyordu. Darwin bunlardan birini kuyruğundan yakalayıp, kayaların arasında gelgitin oluşturduğu büyük bir havuza fırlattığında hayvan hemen kıyıya yüzdü. Darwin hayvanı tekrar suya fırlattığında da aynı şey oldu. Darwin ne yaparsa yapsın hayvan suda kalmıyordu. Sonunda Darwin, sudaki köpekbalıklarından korktukları ve bir şeyle tehdit edildiklerinde kendilerini içgüdüsel olarak hiçbir düşmanlarının olmadığı karaya attıkları sonucuna vardı. Üreme dönemleri kasım ayıydı. O ayda, erkekler dişilere kur yapma amacıyla değişik renklere bürünüp kendilerini haremleriyle çevreliyorlardı.

Adadaki diğer yaratıkların da çeşitli tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, soğuk denizlerde yaşayan hayvanlar oldukları halde beklenmedik bir şekilde bu tropikal sularda da yaşayan penguenler ve foklar, bir de kertenkelelerin sırtında kene avlayan kırmızı bir yengeç türü. Covington’la içerilere doğru yürüyen Darwin, kaktüsler arasında karınlarını doyuran iki tane kocaman karakaplumbağasına rastladı. Tamamen sağır olan kaplumbağalar, göz göze gelene kadar onları fark etmedi. Fark ettikten sonra da yüksek sesle tıslayarak kafalarını içeriye çektiler. Bu hayvanlar o kadar iri ve ağırdı ki kaldırmak, hatta ters döndürmek olanaksızdı (Darwin ve Covington b u n u denedi). Bir insanı kolayca taşıyabiliyorlardı. Darwin birinin sırtına bindi; biraz sallantılıydı ama hayvanın yürüyüşü etkilenmemişti.



Darwin Galapagos'ta


Majestelerinin gemisi Beagle, 15 Eylül 1835'te Galapagos'a vardığında uzun bir eve dönüş yolculuğunun son durağındaydı. Üç seneden fazladır Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarıyordu. Şimdiyse uzak ve az bilinen bu yerin düzgün bir haritasını çıkarmak için 5 haftası vardı. Ama burası karanın görünmesinden daha fazlasını gerektiriyordu. Tarihin akışı değişmek üzereydi. Güvertedeki doğabilimci Charles Darwin bildiğimiz gri sakallı, bilge Darwin değildi ama genç, duyarlı ve 26 yaşındaydı. İlk başta, adayı kendinden öncekiler gibi gördü.

"Hiçbir yer burası kadar az davetkâr olamaz. Hiçbir yer bu kadar
engebeli ve korkunç olamaz. Dik güneş ışınlarıyla kavrulmuş siyah
kayalar havaya boğucu bir etki bırakıyor, tıpkı bir ocak gibi."


Ama çok geçmeden daha fazlasını görmeye başladı. Üzerinde yürüdüğü zemin daha dün katılaşmış gibi görünüyordu.

"Sanki deniz en fırtınalı anında
taşlaşmış gibiydi."

Gemide, fiziki dünyanın doğanın güçleri tarafından sürekli değiştiğini anlatan yeni ve tartışmalı bir kitap olan "Jeolojinin İlkeleri" ile ilgileniyordu. Ve birkaç hafta önce, Güney Amerika'da
bir depreme yakalanmıştı. Okuduklarından ve deneyimlerinden esinlenerek genç ve üretken zihnini
harekete geçirdi. Galapagos'a çok farklı bir gözle bakmaya başlıyordu. Diğerlerinin berbat, eski ve değişmez gördüğü yerlerde Charles Darwin, okyanusun derinliklerinden gelen akıntılarla bugün bile canlılığını koruyan, yepyeni bir kara gördü; hemen altındaydı. Haklıydı.

Gemi adadan adaya hareket ettikçe karaya çıkmak için her şansı değerlendirdi. Floreana Adası'ndaki "Postane Koyu"nun kumsalında Galapagos’daki ilk yerleşim biriminin yöneticisi olan Lawson adında bir İngiliz ile tanıştı. Lawson'ın Galapagos ile ilgili ilginç hikâyeleri adanın daha iç kısımlarına
gitmesi için Darwin'i cesaretlendirdi. Gittiği her yerden parçalar topladı. Kaplumbağaları gördü,
ama sadece kubbe kabuklu olanlarını bu yüzden asıl sırlarını fark edemedi. Değişik gagaları olan küçük kuşları gördü ama hepsinin ispinoz olduğunu düşünemedi. Birine siyah kuş dedi, bir diğerine çalıkuşu. Başka bir kuş daha vardı, alaycı kuş. Bu kuşları Güney Amerika’da görmüştü; ama nedense bunlar farklıydı. O an için bu farkın ne kadar önemli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Darwin daha da uzaklara, adaların kalbine doğru ilerledikçe Galapagos’da daha önce hiçbir doğabilimcinin görmediği şeyleri gördü. Floreana ve Santiego'nun dağlık bölgelerinde büyüleyici ormanlar gördü.
Ve çok az bir yerde tatlı su buldu 600 mil içindeki tek tatlı su kaynağı. Ördekler sanki parktalar gibi suyla oynuyorlar. Kaplumbağalar volkanik çamurda yuvarlanıyorlar. Fregat kuşları ağır şartlardan geçip su içmeye geliyorlar. Burası cehennem değildi, cennetin bir bahçesiydi. Darwin kendine şu can alıcı soruyu sordu:

"Bu küçük adalar neden böylesine
tuhaf ve eşsiz yaşamlarla kutsanmıştı?"

Ama cevabı bulmaya ramak kalmışken Darwin bir daha geri dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldı. 20 Ekim 1835 günü, gün batımında Beagle önce Tahiti, sonra da eve gitmek için yelken açtı. Ama her şey sona ermemişti. Büyüleyici adalar büyüsünü yapmıştı. Darwin Galapagos’dan ayrılır ayrılmaz gerçeği görmeye başladı. Denizde geçirdiği uzun saatlerde, adadan topladıklarını sınıflandırırken özellikle bir tanesi birdenbire dikkatini çekti kaplumbağa ya da ispinoz değil,
bu bir alaycı kuştu.

"Dört farklı adadan örnekler vardı. İkisi birbirinin aynıyken,
diğer ikisi farklıydı. Her adada, o adaya has bir tür vardı."

Birbirlerinin görüş alanında olan değişik adalarda farklı türden alaycı kuşlar var. Biraz farklı tüylere sahipler ve gagaları da ispinozlar gibi farklı. Darwin o an Lawson'ın kaplumbağalar hakkında söylediği bir şeyi hatırladı. Bir kaplumbağanın sadece kabuğuna bakarak hangi adadan geldiğini bilebileceğini iddia etmişti. Farklı ada, farklı kaplumbağa, aynı şeydi. Etkileyici Galapagos manzarasına bakarken adaların sürekli değiştiğini fark etmişti. Yaşayan şeyler de değişebilir miydi?
Zaman tünelinde geçmişe doğru bakmaya başladı.

"Kendimi yaradılış anının
içindeymişim gibi hayal ettim."

Galapagos'un ateşten doğuşunu, okyanusun derinliklerinden yükselişini gördü ama yaşam daha sonra,
başka bir yerden gelmişti. Galapagos’daki izolasyon ve sonra adadan adaya olan izolasyon bir türü başka bir türe dönüştürmüştü. Darwin Galapagos’un büyük sırrı hakkında küçük bir ipucu yakalamıştı. Yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni hayatlar... hepsi adanın kendisi tarafından yaratılıyordu. Benzer örnekleri diğer türlerde de aradı. Bir gün, küçük ispinozlar onun verdiği isimlerle anılacaktı. Çok çeşitli gagalardan oluşan mükemmel bir koleksiyona sahip olmasına rağmen bu türlerin hangi adalardan geldiğini işaretlemeyi düşünememişti. Bu yüzden bir faydası olmuyordu. Ve kaplumbağalara gelince, 45 yetişkin gemiye taşınmıştı ama hepsi de yenilmişti. Kabukları da denize atılmış, sonsuza dek kaybolmuştu. Geri dönme imkânı olmayan Darwin, ispinoz gagaları ve kaplumbağa kabuklarının gerçek hikâyesini hiç bilemeyecekti. Ama alaycı kuşlarda, evrim hakkında ipuçları yakalamıştı. 1859'da, Galapagos’dan ayrılışından 24 yıl sonra Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı yayımlandı. Dünyayı sonsuza dek değiştirdi. Yaşamı boyunca, her zaman tek bir gerçeğe tutunmuştu: ıssız Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğuna "Türlerin Kökeni" adlı kitabının kaynağı olduğuna.

Galapagos, dünyadaki cehennem değil ama evrimin hayat dolu, capcanlı bir göstergesi.

"Kendi içinde küçük bir dünya olan bu yerde büyük gerçeği görmeye oldukça yakınlaştık gibi. Bir gerçek ki tüm gizemlerin en gizemlisi... bu dünyadaki varlıkların ilk yaradılış safhası."

Darwin'in üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki daha sonralarda, 
Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğunu söyledi.

Galapagos (0°40′G 90°33′B)




90 derece batı 1 derece doğu. Büyük Okyanus'un enginliğinde kaybolmuş bir dünya. Hayal edilebilen en ilginç yaşamların olduğu yer. Vahşi doğa güçlerinin hüküm sürdüğü, Dünyadaki yaşam anlayışımızı değiştirmiş olan adalar.

Galapagos, Güney Amerika kıyılarından 600 mil kadar açıkta Ekvator'un üzerinde 13 dağınık ada ile yüzden fazla adacık, kayalık ve resiften oluşur. Her adanın kendine özgü yapısı vardır. Kimisi orman ile kaplıdır, içindeki yaşamı gizler. Kimisi de için için yanar, sert ve engebelidir, korsanlara ev olur, ejderlere de yuva. Hepsi de gezegenimizin başka bir yerinde bulunmayan özelliklerde yaratılmışlardır. 

Galapagos sıradan adalardan oluşmaz. Gizemli bir tarih öncesi dünyadır. Yaşamı çok derince
etkileyen bir manzaradır. Galapagos, dünyadaki en bozulmamış tropik takımadadır. Mevcut doğal vahşi yaşamın %95'i hâlâ zarar görmemiştir.

Şu an Galapagos’da yüksek derecede etkin altı yanardağ vardır. İçlerinden biri birkaç yılda bir patlar. Bazen birkaç ayda bir de olur. Volkanik faaliyet, Galapagos’daki en temel güçtür. Sadece on bin yıl içinde yeni bir ada inşa edebilir. Ve bir anda tüm yaşamı silip atabilir. Galapagos’daki jeolojik güç her boyda ve her şekilde bir yığın ada oluşturdu. Bazısı sıkıştırılmış külden oluşan
bir sütun gibi. Bazısı da lav püskürmesi sonucu oluşmuş. 100'den fazla ada, adacık ve kayalık
okyanusun yüzeyine serpilmiş.