UYUYAN ADAM




Çalar saatin çalıyor ...kılını kıpırdatmıyorsun... yatağından çıkmıyorsun ...tekrar kapatıyorsun gözlerini... Önceden düşündüğün bir eylem değil... hatta bir eylem bile değil... eylem yoksunluğu... gerçekleştirmediğin bir eylem... gerçekleştirmekten kaçındığın bir eylem.

Hareket etmiyorsun, hareket etmeyeceksin.

Başka birisi, belki ikizin, belki de düzenli benzerin senin yapmadıklarını, birer birer senin yerine yapıyordur: Uyanıyor, yüzünü yıkıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, dışarı çıkıyor.

Okulunu bitiremeyecek, diplomanı asla alamayacaksın. Artık ders çalışmayacaksın. Her günkü gibi kendine Nescafe yapıyorsun, her günkü gibi, şekerli konsantre süt ilave ediyorsun. Yıkanmıyorsun, üzerini bile güç bela giyiyorsun. Her günkü gibi alışkanlıklarına uyarak arkadaşlarına katılmak için kafeye gitmiyorsun.  




Ertesi sabah, arkadaşlarından birisi odana çıkan altı kat merdiveni tırmanacak. Kapını çalmasını dinleyeceksin. Bekleyeceksin. Tekrar çalacak. Sonra daha yüksek sesle. Yine bekleyeceksin. Daha sakin çalacak. Bağırmadan sana seslenecek. Duraksayacak. Sonra gerisin geri inecek.

Ertesi gün, daha ertesi gün, başkaları da geldi kapıyı çalıp, bekleyip, sana seslendiler, sana mesajlar bıraktılar. Daracık döşeğinde dizini içeri çekip ellerini ensende birleştirerek uzanmaya devam ediyorsun. Kimseyi görmek ya da konuşmak ya da düşünmek, veya düşünmek hatta kıpırdamak istemiyorsun. Yine böyle bir günde biraz daha geç, biraz daha erken saatte, hiç şaşırmadan, bir şeylerin yanlış olduğunu, nasıl yaşayacağını bilmediğini ve asla bilemeyeceğini fark ediyorsun.




ODAN



Odan dünyanın merkezi.

Odan ıssız adaların en güzeli, Paris ise kimsenin hiçbir zaman aşamadığı bir çöl. Bu dinginlikten, bu uykudan, bu sessizlikten, bu uyuşukluktan başka bir şeye ihtiyacın yok. Günler başlasın, günler bitsin, ağzın kapansın, ensendeki, çene kemiğindeki, çenendeki kaslar bütünüyle gevşesin, sadece
ve sadece göğüs kafesinin inip kalkması, yüreğinin atışları tanıklık etsin hâlâ sabırla var kalmana.



Odan, bir kazan gibi, bir fırın gibi sıcak. Bu sığınak, kokunu hiç kaybetmeyen, yatağına yalnız başına sokulduğun bu yüklükten bozma çatı katı, etajerin, muşamban, çatlaklarını, kabartılarını, lekelerini, çizgilerini, binlerce kez saydığın, tavanın, maket bir evin mobilyasını andıracak kadar küçük olan lavabon, pembe kabın, penceren, üzerindeki tüm çiçekleri ezberlediğin duvar kağıdın, defalarca okuduğun ve defalarca okuyacağın gazeten; yüzünü ancak birbirine eşit olmayan üç parça halinde gösterebilen bu kırık aynan; raflara dizilmiş kitapların: Böyle başlıyor ve sonlanıyor krallığın... 


Georges Perec: Uyumayan Adam


Perec Uyuyan Adam'ı yazdığında uyanmıştı



RİMBAUD



Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de: Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak: Düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lânetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Sarhoş Gemi, sefil mucize: Harrar bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı: büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap, bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini Etna'ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır: Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu.





En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin ki? Neden sürdüresin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına lâyık bir oğul, küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğrenci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kurbağalar gibi, toplumsal başarının küçük basamaklarını bir bir tırmanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze içinden, arzularına en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verilecek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?







Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun. Şansını hiç denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. Sabanı öküzün önüne koşuyorsun, her şeyden sıtkın sıyrılıyor, dereyi görmeden paçayı sıvıyorsun, elindekini avcundakini yiyip bitiriyorsun, sermayeyi kediye yüklüyor, palamarı koparıyor, ardına bakmadan çekip gidiyorsun.

Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın.

Yalnızsın




Yalnızsın.

 Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.



Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine nehrine, kasap dükkanlarına, trenlere, afişlere, insanlara bakıyorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikâye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün reklâm filmleri, haftanın belli başlı olayları üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında, Hawaii yada Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçaları, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Etretat plajı, denizi, martıları, kumda oynayan çocukları ile.



Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırılmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu, yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta fal taşı gibi açık, elin dar sedirin ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.



Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare dolaşıyor, barların, Rosebud’ın, Harry's'in taburelerine tünüyor, Saint-Honore sokağında, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse'e gidip oturuyor, Hal'deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, sütsüz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklarına, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlarına, yalnız sarhoşlara, fahişelere bakıyorsun.


PEREC'İN PARİS'İ

Keçi sakalıyla birlikte bir botanikçi ruhu vardı onda. Kimileri nasıl marulcuk ve sinekkapan bulmak için tarlalara koşarsa Perec de kentin azgın otlarından toplamak için yolları arşınlardı: Küçük olgular, işaretler ve düzensizlikler. 1969’dan başlayarak, altı yıl boyunca Paris’in on iki bölgesini yalnızca gördüklerini basit bir biçimde not etmek amacıyla belli aralıklarla düzenli biçimde gezdi. Doğduğu ve annesinin kuaförlük yaptığı Vilin Sokağı, çocukluğunda bir kaçış sırasında keşfettiği Franklin - Roosevelt kavşağı yakınındaki pulcular çarşısı, bir süre oturmuş olduğu Assomption Sokağı, Place d’İtalie, Place Saint-Sulpice ve bir kahvede oturarak incelediği Mabillon istasyonu. İşte Perec’in bitki bilimcisi olduğu Paris. Perec bu kentteki genellikle önemsiz kabul edilen, aceleci ve sıkışık bir yaşamın ihmal ettiği küçük yeşillikleri gruplandırdı. Bir mübaşir gibi özenle ve dikkatle notlar aldı. "Zamanın, insanların, arabaların ve bulutların dışında hiçbir şey geçmediği zaman olup bitenleri yazdı." Reklam mesajlarını, film adlarını, ışıklı tabelaları, peynir etiketlerini, güvercin seslerini, şemsiyelerini açarak, bir sepeti sürükleyerek geçip gidenleri, yürürken okuyanları, otobüsleri dolduranları, arabalarından inenleri, bira içenleri not etti.



Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda...


Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda, Bazen tüm gece yürüyorsun, bazen tüm gün uyuyorsun. Başıboş, uyurgezer, parazitin tekisin. Yaşama, bir şeyler yapma havanda değilsin: Sadece devam etmek istiyorsun... beklemeye ve unutmaya devam etmek. Hiçbir şeyi geri çevirmiyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemeyi bıraktın, çünkü zaten ilerlemiyordun, tekrar yola çıkmıyorsun, vardın bile, ilerlemek için bir gerekçe bulamıyorsun: bir Mayıs günü, hava çok sıcakken ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan Nescafe'nin, kararan suda altı çorabın yüzdüğü pembe bir kabın bir araya gelişi fazlasıyla yetiyor, bir şeylerin kötüye gitmesine, çözülmesine yetiyor, adeta bir delinin kafasına geçirdiği huni gibi üzücü ve saçma bir şekilde.



Devam etmeye hevesin yok. Yalnızca gece ve odan, uzanıp esnediğin döşek, her an yeniden keşfettiğin tavan koruyor seni; Geceleyin,  kalabalığın ortasında yalnız kaldığında gürültü ve ışıkların içinde, koşuşturma ve unutuşların arasında neredeyse mutlu oluyorsun. Ölmüş vakitler, boş geçitler, gelip geçici ve kederli, hiçbir şey duymama, görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma isteği. Yalnızlığa dair çılgın düşler. Körler ülkesinde gezinen bir unutkan: Geniş, dar sokaklar, soğuk ışıklar... bakıp da görmeyeceğin, ağzı olmayan suratlar. Sanki o sakin ve güven verici, uslu bir çocuk olduğun geçmişinde, o bariz büyüme ve olgunlaşma belirtilerinde, yani tuvalet kapılarına çizdiğin resimlerde, diplomalarda, uzun pantolonlarda, ilk sigarada, usturayla ilk temasta, alkolde, Cumartesi geceleri için paspasın altına bırakılan anahtarda, bekaretini kaybedişinde, ilk uçuşunda, ilk savaşında sanki orada olan ama sıkı sıkı tutulan şimdi de baştan keşfettiğin hayatının halısını dokuyan, terkedilmiş hayatının temellerini kuran bir iplik tutuluyordu hep: İçinde de üstü örtülü gerçeklerin bulunduğu fotoğraflar uzun zamandır ertelenen bu istifanın bu, durgunluğa çağrının puslu, cansız, aşırı ışık almış, neredeyse bembeyaz, neredeyse ölmüş, neredeyse fosilleşmiş fotoğrafları...


Belirsiz bir gölgesin sen, sert bir kayıtsızlık cevheri, başkalarının bakışlarından kaçınan nötr bir bakışsın. Sessiz dudakların, ölü bakışların. Yavaşlayan hayatının anlık yansımalarını su birikintilerinde, dükkan vitrinlerinde, arabaların parıldayan kaportalarında yakalayabileceksin artık.


Tek ihtiyacının şehir, taşları ve sokakları, seni sürükleyen kalabalıklar, olduğunu zannediyordun, tek ihtiyacının mahalle sinemanızda önden bir koltuk olduğunu, sadece odana, o barınağa, o kafese ihtiyacın olduğunu sanıyordun.

Fakirhanenden, budala sabrından, yanlışa mahal vermeden, seni her seferinde, en başa döndüren binbir dolambaçlı yoldan başka sığınacak yerin kalmadı. Parktan müzeye, kafeden sinemaya, denizin doldurulan kısmından bahçeye; istasyonların bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, metronun koridorları.


Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec




 Un homme qui dort (1974)

Yönetmen: Bernard Queysanne
Senaryo: Georges Perec
Öykü: Georges Perec
Oyuncu: Jacques Spiesser



Equus (Peter Shaffer'ın oyunundan)

  Peter Shaffer'ın Equus  adlı oyunundan uyarlanan aynı adlı filmi (Sidney Lumet, 1977)  izler izlemez oyun üzerinden ayrıntılı bir Bataille okuması yapılabileceğini fark ettim. Çünkü oyun Bataille'in mistik ve erotik felsefesine ait pek çok şeyle ilişkili. Oyunun teorik arka planını oluşturuyor Bataille'a dair kavramlar.  Aynı zamanda Martin Dysart ve Alan Strang karakterlerinde Nietzsche'nin Apollon Dioynsos ikiliğinin bir temsilini görmek de mümkün. Filmi izledikten sonra sıcağı sıcağına oyunu da okudum. Uzun zamandır bir metin beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Equus'un öyküsü Bataille'ı da cezbederdi.

Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir.  Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini,  normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar. 

Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış)  Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.


Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,

 Equus (Sidney Lumet, 1977)



Martin Dysart - Çok tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, Homer dönemi Yunanistan'ında bir baş rahiptim. Altın bir maske takıyorum, sakallı, soylu biriyim. Maskem, Miken'de bulunan Agamemnon'un maskesi gibi. Büyük, yuvarlak bir taşın yanında duruyorum, elimde keskin bir bıçak var. Aslında çok önemli bir kurban törenini yönetiyorum burada. Ekinlerin ya da askeri bir harekâtın kaderi buna bağlı. Argos ovasında, uzun bir sıraya dizilmiş yaklaşık 500 kız ve erkek çocuğu kurban ediyoruz. Argos olduğunu biliyorum, çünkü toprak kızıl. İki yanımda iki yardımcı rahip duruyor. Onlar da Miken'de bulunan yamuk yumuk, patlak gözlü maskelerden takmış. Bu rahipler muazzam kuvvetli ve yorulmak nedir bilmiyorlar. Her çocuk bir adım öne çıktığında, yakalayıp taşın üzerine atıyorlar. Daha sonra, beni bile şaşırtan bir cerrahi beceriyle bıçağı çocuğa saplıyorum ve karnına kadar ustaca yarıyorum, kumaş kesen becerikli bir terzi gibi. İç organları ayırıp, bağırsakları söküyorum ve yere attığımda, bağırsaklar sıcak sıcak tütüyor. Sonra diğer iki rahip, hiyeroglif okur gibi, kesikleri inceliyor. Görünen o ki, ben başrahibim. Bu konumda olma nedenim ise, parçalama sanatındaki eşsiz becerim. Diğerlerine yabancı olan şey ise Onlardan farklı olarak, büyük bir tiksinti hissetmem. Ve hissettiğim bu tiksinti, her kurbanda artıyor. Maskenin ardındaki yüzüm gittikçe soluyor. Tabii ki, profesyonel görünmek için, iki misli çabalıyorum. Benim için tek önemli olan, parçalamak ve kesmek çünkü biliyorum ki, eğer diğer iki rahip rahatsızlığımdan kuşkulanırsa ve ben herhangi bir şekilde, bu tekrarlanan, kokuşmuş işin hiç bir iyi tarafı olmadığını ima edersem bir sonraki kurban ben olurum. Sonra, tabii ki, kahrolası maske yüzümden kaymaya başlıyor. İki rahip de dönüp solgun yüzüme bakıyor. Sarı renkli patlak gözleri, ansızın kanla doluyor. Bıçağı elimden kapıyorlar ve uyanıyorum.

Nihilist Penguin (Werner Herzog)

Sürüden ayrılan bir penguenin 70 km. uzaklıktaki dağlara doğru gittiğini görüyoruz. Dr. Ainley eğer onu yakalayıp sürüye geri götürsek bile tekrar dağlara doğru gideceğini söyledi.

Ama neden?







Kafası karışmış veya uyumsuz penguenlerden biri New Harbor dalış kampında ortaya çıkıyor, olması gerektiği yerden 80 km. uzaklıkta. Kurallar insanların onları rahatsız etmemesi veya engel olmamasını söylüyor. Olduğunuz yerde durun ve gitmesine izin verin.

İşte, kocaman kıtanın içlerine doğru gidiyor. Önündeki 5.000 kilometre boyunca kesin olan ölümüne doğru yol alıyor.

Werner Herzog on Filmmaking

"Read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read...
 if you don't read, you will never be a filmmaker."

Başlıyor yeni yaşam!

Hesse'nin Nietzsche izleri çok açık olan öyküsünde olduğu gibi insan korkusuzca en uca gidebilir
ve bir dönüşümü talep edebilir..

Başlıyor yeni yaşam!



HERMANN HESSE

INCIPİT VITA NOVA

Almancadan çeviren : Oruç ARUOBA

Yaşamımda, çoğunluk insanların yaşamındaki gibi, bir özel baş­kalaşım noktası, bir korku, karanlık, yalnızlaşmışlık yeri, bir görülme­miş körelme ve boşluk günü var; bugünün akşamında ise, gökyüzün­de yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.

O zamanlar, titreye titreye, gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler, kopuk, dağınık düşler üstün­de; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu. Yanımdan, tanı­maktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, san­ki yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıl­dı, kaydı gitti, korkunç bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik aşılmıştı. Sanki bütün temiz­lik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları kırılmış, ayaklar al­tına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık, tapınacak, nefret ede­cek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne kaldıysa, ba­kışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri uyuyakalmıştı. Bü­tün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden soyulmuştu.

Çekici, sevmeğe değer ne varsa böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin, anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilli­ğimin bilincine vardığımda, gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacak­larım ağır, kalktım, geçmişimin bütün alışkanlıklarını bırakıp uzaklaş­tım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı kapatmadan evini bıra­kıp giden bir hükümlü gibi.

Yalnızlığın dibini gören kim var? Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma ülkesini ge­zindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önüm­de uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.

Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu ve rahatlatıcı, kubbelendi üze­rimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler sırtımdan.

Hiç kazazede olup karayı gördüğün, yüzerek sana yaklaşan biri­ni gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı kıpırtısını hissettiğin ol­du mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana dostça yaklaş­tıklarını anladığımda.

Gökyüzü, daha önceleri hiç görmediğim bir görünümdeydi. Yıldız­ların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu billurlar gi­bi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.

Incipit vita nova. Yeni birisi oldum artık, kendi kendime bir mu­cize gibi geliyorum daha, hem dingin hem etkin, kabul eden ve bah­şeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha bilmediği değerlerin sahibi.



***
Çevirenin Notu:

Metin, Hesse’nin 1897-99 yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince (Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9 parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.

Kitabın ilk farkına vararak üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500 nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi «yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının yaygın okur kitlelerini ilgilen­dirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler çevresine yeniden ulaştırılma­ları gerektiğini söyler.

Burada aslı ve çevirisi verilen metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).

Parçanın (son paragrafın ilk tümcesi olarak yinelenen) Latince başlı­ğı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da «dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni ya­şam») demektir. Bu, akla hemen (metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte) Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının (1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya. Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik gör­meksizin) Nietzsche’nin bir sonraki kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en ba­şında yer alan parçadır.

"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4

Between Birds of Prey (Blood Axis & Nietzsche)


YIRTICI KUŞLAR ARASINDA..

burada aşağıları isteyeni

nasıl da çabucak

yutuyor derinlikler..

ama sen , zerdüşt ,

seversin uçurumu gene de,

çama mı benziyorsun..-



o kayaların bile

derinliklere titreyerek baktığı yerlerde

salar köklerini – ,

her şeyin çepeçevre

aşağıyı istediği

uçurumlarda dikelir

vahşi heyelanların , çağlayan çayların

sabırsızlığı ortasında

sabırla sebatlı , sert , sessiz ,

yalnız..


America's Finest Kids

dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

Everett Ruess'in Son Mektubu

Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor...

 Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim.


EVERETT RUESS’İN KARDEŞİ WALDO’YA YAZDIĞI,
KENDİSİNDEN ALINAN SON MEKTUP


11 KASIM 1934 

DOSTLUK

fotoğraf: herber list


Dünya tarihi, doğa yasalarının aceleci biçimde unutulması ve “haz uçurumlarına” dalınması şeklinde değil, ilkel gereksinimlerin giderek artan biçimde gevşemesi olarak görülmelidir; insan, kökeninde gereksinimin zorlamasıyla sıkıştırılmıştı; teknikler ve bilgiler (tekhnai ve epistemai) ona bu zorlamaların elinden kurtulma ve onlara daha iyi karşılık verme olanağı sundu; giysi, dokuma, ev yapma öğrenildi. Ancak dokumacının emeği hayvan postu karşısında neyse, mimarın sanatı korunmak için girilen mağaralar karşısında neyse, oğlanlara duyulan aşk da kadınlarla ilişki karşısında aynı konumdadır. Kadınlarla ilişki, başlangıçta, türün yok olmaması için elzemdi.

Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...

*
Foucault

Sokrates



SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Sokrates! Nereden böyle? Sanırım yine avlanıyordun. Ama söylemeliyim ki Alkibiades'i geçenlerde gördüm, halen yakışıklı bir çocuk gerçi artık büyümüş, sakalları çıkmış.

SOKRATES: 

Ne olur ki? Hem Homeros'un insanın en etkileyici yaşının bu sakalların çıktığı dönem olduğunu söyleyen düşüncelerine katılmıyor musun?

SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki şimdi aranız nasıl?
Onun yanından mı geliyorsun? Sana nasıl yaklaşıyor?

SOKRATES: 

Aramız iyi. Bugün diğer günlerden de daha iyiydi. Çünkü bugün ilk defa tüm tartışmalarda benimle aynı fikirdeydi. Fakat ilginç bir şey daha var, bugün sürekli onun yanında oturdum ama çoğu zaman yanımda olduğunu bile unuttum.


SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki ne oldu aranızda? Hem burada ondan daha güzel bir delikanlıyla karşılaşmış olamazsın diye düşünüyorum.

*
Platon - Şölen'den
bir diyalog

*

Q



Effeminatus


XIX. yüzyıl metinlerinde eşcinselin ya da ters ilişkide bulunan kişinin tipik bir portresi vardır. Davranışları, duruşu, süslenme biçimi, abartılı şıklığı, ayrıca yüzünün biçimi ve ifadeleri, anatomisi ve tüm bedeninin kadınsı biçimi gözden düşürücü bir betimlemenin içinde yer alır. Bu betimleme ise, hem cinsel rollerin tersine dönmesine, hem de bu durumun doğaya yapılan saldırının doğal bir damgası olduğu ilkesine gönderme yapar. İnsanın “doğanın kendisinin de cinsel yalana suç ortağı olduğuna”' inanası geldiği söylenir. Karmaşık bir tümevarım ve meydan okuma ilişkisi aracılığıyla fiili davranışların tekabül etmiş olabileceği bu imgenin uzun bir tarihinin yapılması gerektiği su götürmez.

Bu stereotipin son derece olumsuz yoğunluğunda, toplumlarımızın üstelik birbirinden farklı iki olguyla, yani cinsel rollerin değişmesi ve aynı cinsten olan kişiler arasındaki ilişkiyle bütünleşmesindeki kadim güçlüğü görebiliriz. Oysa, çevresindeki itici atmosferle birlikte bu imge yüzyılları aşmış durumdadır, bu imge, daha imparatorluk dönemi Yunan-Roma yazınında gayet güçlü bir biçimde belirginleşmişti. IV. yüzyılın anonim bir Physiognomonis’inin yazarının çizdiği Effeminatus portresinde bu imgeye rastlanır; Apuleius Lucius, Dönüşümler'de alay etliği Atargatis papazlarını betimlerken, Prusalı Dion Khrysostomos monarşi üzerine konferanslarından birinde sözünü ettiği aşırılık daimon'unu simgeleştirirken, Gpiktetos sınıfının arka sıralarından çağırıp kadın mı erkek mi olduğunu sorduğu güzel kokulara bürünmüş kıvırcık saçlı retorik öğrencilerine kaçamak atıflarda bulunurken”, Hatip Seneca çevresinde iğrenerek baktığı çöküş içindeki gençliğin portresini çizerken (“Efeminelerimizin yüreğini sağlıksız bir şarkı söyleme ve dans etme tutkusu sarıyor, saçlarını kıvırmak, kadın sesinin okşayıcılığıyla rekabet edebilmek için seslerini inceltmek, davranışların yumuşaklığı konusunda kadınlarla yarışmak, çok müstehcen şeylerin arayışı içinde olmak; İşte yeniyetmelerimizin ideali... Doğuşlarından itibaren gevşek ve sinirli olan bu gençler, isteyerek böyle kalıyor ve kendi ar ve namuslarıyla ilgileneceklerine, başkalarının ar ve namusuna saldırmaya hazır bulunuyorlar”) karşımıza çıkan yine aynı imgedir. Ama temel çizgileriyle bu portre daha da eskidir. Sokrates, Phaidros’taki ilk söylevinde, nazikâne bir biçimde gölgede yetiştirilmiş, boyalı ve ziynetler takan yumuşak oğlanlara duyulan aşktan söz ettiğinde aynı şeye değinir. Thesmophoria Bayramını Kutlayan Kanunlarda Agathon da bu görünümdedir, solgun bir ten, tıraşlı yanaklar, kadın sesi, safran rengi bir elbise ve fileyle tutturulmuş saçlarıyla belirdiğinde, karşısındaki muhatabı onun kadın mı erkek mi olduğunu düşünür.”

Bunda oğlanlara duyulan aşkın ya da daha genel olarak tanımladığımız biçimiyle eşcinsel ilişkilerin suçlanmasını görmek tamamen yanlış olur. Ama ortaya çıkanın eıkeklerarası ilişkinin bazı olası görünümlerine ilişkin oldukça olumsuz değerlendirmeler ve erkek rolünün saygınlık ve göstergelerine gönüllü olarak karşı çıkanların tümüne karşı duyulan güçlü bir iğrenme olduğunu kabul etmek gerekir. Erkeklerarası aşk alanı Antik Yunan’da, en azından modern Avrupa toplumlarına oranla çok daha “özgür” olmuş olabilir, ama yine de oldukça erken bir dönemde yoğun olumsuz tepkilerin ve uzun zaman sürüp gidecek olan dışlama biçimlerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir.

Cinselliğin Tarihi

Cock + Devil (1982, Mapplethorpe)




*

Gymnasium'da Çıplaklık


 Thukydides iö 5. yüzyılda Lakedaimonyalılar hakkında şunları söylüyor:

"Beden hareketlerinde ilk soyunanlar, herkesin önünde giysilerini çıkartanlar ve yağ sürünenler de onlardı. Başlangıçta Olimpiyat Oyunları’nda yarışmacıların edep yerlerinde örtüleri vardı, buna ancak birkaç yıl önce son verildi."

Thukydides herhalde burada iö 448’de sona eren Pers Savaşları dönemini kastediyor, o dönemde kendisi henüz küçük bir çocuktu ve Platon daha doğmamıştı.


Platon da bir süre sonra, kızların sporunu itici bulanların “şimdi barbarların çoğuna utanmazca ve komik görünen şeyin, yani erkeklerin kendilerini çıplak göstermesinin, Yunanlılar’ın da öyle görünmesinin üstünden henüz çok zaman geçmediğini anımsamaları gerektiği görüşünü bildiriyor ve ekliyor: “Ve ilkin Giritliler, sonra Lakedaimonyalılar (Spartalılar) spor sahalarına çıktıklarında o dönemin tüm alaycıları, tüm bunlarla dalga geçerdi.”

İlyada ve Odyssea'da yarışmacıların giyinik olduklarını onaylayan bir tek Homeros değildir. Geç 5. yüzyıl siyah vazo resimlerinde de atletler, Pertioma, takarlardı, bu  bağ İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japon sporcuları tarafından takılmıştır ve bugün bile  "çıplak şenlikler" şenliklere katılan erkekler tarafından takılmaktadır.

 Yunan erkeklerinin atletik çıplaklığının arkaik bir töre değil, bir uygarlık ürünü olduğu gerçeği bir yana, Klasik Yunanlılar'ın erkek çıplaklığı gerçekten de ayıp yüklü müydü?, çıplak Yunanlı atletlerin kendi aralarında kaldıklarını, başka bir deyişle kadın cinsinden olanların antrenman ve yarışma yerlerine girmesinin kesinlikle yasak olduğunu saptamak, pek de önemsiz sayılmaz. Olimpiyat Oyunları’nda hazır bulunabilen biricik kadın Demeter Khamphyne'nin rahibesiydi. Bir mermer sunağın üzerinde yarışmaları izlemesine izin verilirdi. Bunun nedeni de elbette bir zamanlar şerefine doğurganlığı teşvik edici düğün koşusu olarak stadyum koşusunun düzenlendiği tanrıçayı temsil etmesiydi.

Ancak sıradan kadınların oyunları izlemesi yasaktı ve Pausanias'a inanılacak olursa, gizlice araya karışan ya da sadece yarışma yerinin yakınına gelen bir kadını Eleer’ler Tympaion’un yüksek ve dik bir kayasından aşağıya atmışlardı.

Ancak, Helen delikanlılarının bu sınırlı kamusal çıplaklığı, Elias'ın öne sürdüğü gibi, sorunsuz değildi.

Bir yandan penis başının çıplaklaştırılması, yani sünnet derisinin geri çekilmesi, anlaşıldığına göre son derece ayıptı ve bu yüzden sanatta bile penis başının hemen hemen hiç görülmemesi şaşırtıcı değildir: hatta erekte olmuş penis başı bile tamamen sünnet derisiyle örtülü kalır. Ama Gymnasium’da genital organları gelişmiş sünnet derileri doğal bir biçimde geri çekilmiş bulunan gençler, biraz daha büyük penis başlarını başkalarının bakışlarından korumak için iki teknik uygulamış gibi görünüyorlar. Ya sünnet derisini penis başının üstüne çekip önden bağlıyorlar ve böylece penis bir sosis ucu gibi görünüyor; ya da -sözlükbilimci Phrynikes’in betimlediği gibi-penis arkaya doğru kıvrılıp, yukarıya doğru bağlanıyor.

İlk yöntemin avantajı, pedofil ideale uygun olarak, genç erkeğin penisini daha çocuksu göstermesiydi, bu yüzden vazo resimlerinde de sünnet derisi genellikle çok uzundur, kimi zaman penisin yarı boyu kadardır. Öte yandan, terbiyeli bir çıplak atlet asla bacaklarını açarak oturmaz ya da edepsiz bir biçimde çömelmezdi. Böyle davranan biri, böylelikle Platon'un betimlediği gibi— kendisine bakan erkekleri cinsel tahrik etmek isteyen ahlakı bozulmuş biriydi. Satyrler de hep bacaklarını açmış bir halde resmedilir; uygarlaşmamış varlıklar olarak, dizginsiz cinsel azgınlığın ve terbiyesizliğin cisimlenişi olarak genellikle -Yunan sanatında ender rastlanan bir biçimde- cepheden görülürlerdi.

Aristophanes’in eski göreneğin avukatını konuştururken, bazı Atina yurttaşlarının hislerine tercüman olduğu kabul edilebilir:

 "Ve güreş meydanında, kumun üzerine dinlenmek için oturduklarında, edeplice / bacaklarını öne eğmeleri gerekirdi ki, ayıp yerleri dışarıda çevredekilere görünmesin / Ve ayağa kalktıklarında, kumdaki izleri özenle ortadan kaldırırlardı / çiçek açan biçimleri, kalıp halinde, kirli hevesleri uyandırmasın;” 

Oysa bugünlerde genç adamlar kendilerini şehvetli erkeklere sergiliyorlardı.