Rüdiger Safranski: Nietzsche'ye Sıkı Bir Giriş

             Bir Düşüncenin Yaşamöyküsü —
         Nietzsche'ye Sıkı Bir Giriş




Ne çok “meta-kitap”, üstmetin okuduk gençliğimizde! Bunu Üniversite’ye, kılavuz-öğretmen eksikliğine bağlıyorum bugün. Spinoza’yı ya da Bergson’u Deleuze’e sığınarak anlamaya; Hegel’i Hyppolite’in içinden görmeye; Presokratikleri Beaufret’nin düşürdüğü ışığı izleyerek keşfetmeye çalışırdık. Nietzsche yorumları kafamızı karıştırırdı: En yakın acaba hangisiydi? Bir noktada tövbe edenlerdenim ben: Anlayabileceğim kadarını kendim anlama çabası veririm diyerek ana metinlerle başbaşa kalmaya karar verdiğimde 30’umu bulmuştum.
   
Gene de, her vakit tutmamıştır tövbe! İyi ki de öyle olmamıştır ayrıca: Bazı yorumlar tadına doyulmaz türdendir, hani düşünürün dönüp okuyacak olanağı olsa, “vay canına” diyebileceğini getirir akla.


   Son, Rüdiger Safranski’nin Nietzsche, Bir Düşüncenin Yaşam öyküsü'nü okudum bu çerçevede; hızıyla, Schopenhauer üzerine kurduğu ilk kitabını da edinmeye karar verdim.

"I am a bird now." Christian Schoeler (1976 - 2015)



WB: Describe yourself in five words


CS: I am a bird now.


Christian Schoeler (1976 - 2015)

What is most deep is the skin. (Paul Valery)

Christian Schoeler (1976 - 2015)


Christian Schoeler (1976 - 2015)


Painting Boys / Christian Schoele


SCHOELER: I've tried to paint girls, but it immediately looks like kitsch. I'm not saying male painting can't be kitsch, but it's definitely less mainstream. In that sense, it's harder to paint women.

FETTING: No, it's just different.

SCHOELER: Yeah, it's less sexy.




Homosexual Body / Christian Schoele


“I think there is something like a gay perspective. The homosexual body is particularly sensualized and carries different connotations than the heterosexual body. Also, I’m quite positive that my view on the male body is different from heterosexual perspectives - after all it’s queer, isn’t it?” 

Christian Schoeler



Christian Schoeler (Selfportrait)


Atın Boynuna Sarılmak

   Gustav Herling’in Geceleri Tutulmuş Günlük’ünü türün benim okuduğum en koyu örneklerinden biri olarak gördüğümü ve ne yazık ki özgün dilinden değil de kırpılmış bir çevirisinden tanımak durumunda kaldığımı daha önce yazdığımı anımsıyorum. Ona da, benzeri hizaya yerleştirdiğim günce örneklerine de ikidebir dönmemin gerekçesi yazı ayarları kaygısına dayanıyor; irtifa kaybını bir ölçüde önleme yolunun has metinlerle çarpışma alışkanlığını sürdürmekten geçtiğine inanıyorum.

    Napoli’de, 10 Kasım 1978 günü defterine yazdığı, Nietzsche’nin son günlerine ilişkin bölümü yeniden okuduğumda, daha önce dikkatimi çelmemiş canalıcı bir ayrıntı oyaladı beni. Son paragraflarda, yeni okuduğu bir kitaptan yazdıklarının kıvılcımının çaktığını belirtiyor Herüng: Yalnızca İtalyancasının izine rastlayabildiğim, Analecto Verrecchia’nın Nietzsche’nin Torino Felâketi, sözkonusu kitap. Bu bölümde, elinde hiçbir kanıt olmaksızın, aklın öteki yakasına geçmezden az önce, düşünürün Suç ve Cezayı yeniden okuduğunu söylediğini itiraf ediyor.

    “Oyaladı” dedim, şöyle: Uzun bir geceyi, yaklaşık dört saat, Colli-Montinari edisyonu “Bütün Eserleri”nin, Nietzsche’nin son dönem metinlerini içeren cildini arşınlayarak, bir de pür dikkat Dostoyevski'nin romanının ilk bölümünün beşinci perdesini okuyarak geçirdim. Arada, Son Mektupları ve Colli'nin iki kitabını da taradığımı eklemeliyim.

 Nietzsche’nin Dostoyevski okumalarına ilişkin bir dolu eleştirel basım notuna rastlıyoruz. Onu nereye koyduğunu, kendi sözleriyle açığa vuruyor Putların Günbatımı'nda: Stendhal’den de yükseğe, “bana bir şey öğreten tek psikolog.” Ecinniler'den etkilendiği, Dostoyevski nin “budala” figürüne köprü attığı sır değil. “Suçlu bağlamında da dönüyor Petersburgluya.

    Suç ve Ceza’da, Raskolnikov'un düşüne giren çocukluk anısını yazarın kaleme alış biçimi, şüphesiz o yaşantı kesitinin yakıcı özellikleriyle de, bir sara nöbeti uğultusunu taşır. Sahibinin sonsuz bir gaddarlıkla öldürdüğü atın boynuna sarılan çocuğun sahneyi ömür boyu taşımış olmasında, gördüklerinin onun bünyesini yoğurumunda şaşırtıcı bir yan bulamayız.

    Epi topu bir yakıştırma sayıyor ya Herling, sahnenin 3 Ocak 1889 günü Torino sokaklarında yinelenmiş olmasını, her durumda gerçeksi görünüyor bana gerçekleştirdiği buluşturma.

    Oradan, Belâ Tarr’ın filmine, Torino Atı'na bir adım.




 Dostoyevski karakterlerinin cinnet eşiklerinin, aklın sınırından taşma eğilimi gösterdikleri sahnelerin hem eleştirel aygıt hem ruhçözüm yakasından didiklendiğini biliyoruz. Yaşam öyküsel veriler, yazarın da bir dönem, özellikle Rusya’dan firari geçirdiği yıllarda devrilmeye enikonu yaklaştığını gösteriyor. Raskolnikov'un çocukluğuna yamadığı yaşantı kesiti kurmaca bir düş müydü, yoksa belleğine mıhlanmış bir kara anı mıydı, öğrenemeyeceğiz.

    Aklın öteki yakasına gidip orada demir atmak, sözgelimi Nietzsche’nin son onbir yılında indiği koyu kuyu karanlık içinde günlerini tamamlamak başka, gidip dönmek, yarıyarıya da olsa geri gelmek bambaşka: Dino Campana bütünüyle sönmüştür. Artaud ya da Oscar Palazzi yakıcı metinler çıkarabilmişlerdir her şeye karşın, bir de yazdıklarında gelgitin payını tam kestıremediğimiz tahteravalli konumlar var: Femando Pessoa kırılgan ruhsal bünyesiyle her döneminde baş etmeye çalışmış, birkaç kez akıl hastalıkları kliniğine  yatırılmayı dilemişti. Huzursuzluğun Kitabı'nı nereye kadar bir üst ya da yan kimliğin kayıtları olarak görebiliriz? öte yandan, özellikle siyasal ve düşünsel savruluşlarının önemli bir gerekçesini geçirdiği sarsıntılara bağlamak büsbütün yanlış olmaz sanırım.

 Herkesin, hepimizin sokağa fırlamak ve orada sahibinin kamçıladığı bir atın boynuna sarılarak öteye geçme isteği duymak yazısı.

Yeni Noktalama İşaretleri


E.B 

"Marxçı değilim"

     Toplumcu bir yazar olmamak ne demek? Bir kişinin yazı yazması ve bunu yayımlaması toplum içine atılmış bir adımdır zaten. Bu atılımdan doğan ilişki olumsuz bir kılık alıyorsa bunun nedenlerini daha geniş bir düzlemde taramak gerekir. Belki görülen birşey ama belirteyim gene de: Marxçı Değilim. Yirminci yüzyılda düşünce gelişimlerini izleyen, uğraşını bu çerçevede kurmuş bir kişi ne kadar marxçı olamayabilirse, doğal olarak. Afşar Timuçin son kitabında "Yirminci yüzyılda marxçı olmamak olanaksızdır" diyor, yaklaşık olarak. Doğru bir yaklaşım bu. Uğraşını düşünce evriminin içinde kuran kişi, zamandışılaşmaz ya da, başka bir deyişle kendisini başka tarihsel dönemlerin içinde soyutlaşma yoluna sokmazsa üretim-tüketim ilişkilerini, hemen her düzeyde beliren sınıf çatışmasını ve çağdaş insanın başlıca dış sorunları arasında saydığım erk-baskı denklemini yaşayacaktır zorunlu olarak. "Marxçı değilim" diyen kişi, "Marx’a göre oluşunu” bugünkü koşullarda yadsıyamaz. Neyi imlemek istiyorum "marxçı değilim" derken? Şunu: İnsan’ın koşulunu, çağlar ötesi ve çağdaş durumunu olduğunca "gelecek durumunu" bir çoğulluğun bünyesinde görmekten yana olduğumu -ya da, başka türlü göremediğimi. Daha açılabilirse: İnsan’ın gerçeği tekboyutlu değildir. Dünya üzerinde oluş niteliği tek bir yoldan devinime geçerek çözümlenemez. Sartre, "Marxçılık çağımızın aşılamaz felsefesidir" diyordu. Yersiz bir konumlama bence. Sorun marxçılığın aşılır aşılmaz olduğunu saptamak, herhangi bir felsefenin neye göre üstün oluşunu belirlemek olmamalı. Bir kentsoylunun yıpranmış bakış açısını dışlaştırışıdır bu. Doğrudan doğruya Sartre’ı göz önüne alıyor değilim bu yargıyla. Belirli bir inakçılık düzeyini aşmış bir kişidir Sartre. Ama varoluşçuluk ile marxçılık arasındaki ilişkiyi sonuna dek savunarak ayakta duran kişi neden Husserl’ı, Freud’u, Nietzsche’yi dışarıda bırakma eğilimini gösteriyor anlamıyorum. Bugün insanın genel koşulunun irdelenmesi yolunda Heidegger’i, Wittgeinstein’ı, Foucault’yu, Lacan’ı safdışı bırakmak isteyen anlayış ancak inakçı, gerici olmakla tanımlanabilir. Marx'ı bağlamaz bu ama şunun altının çizilmesinden yanayım: Günümüz marxçılarının, maocularının pek çoğunda kentsoylu aktöresinin değişkenlerini görmek olasılı. Marxçı bir aktörenin varolduğuna inanmıyorum ben. Bu önemsenmesi gereken bir durumdur. Marxçı felsefe aktörel açıdan olsun, yöntemsel açıdan olsun sarsalanmak, yeni boyutlar almak zorundadır. Yoksa uygulanıma geçildiğinde beliren gedikler kapanamayacaktır. Freud’u, ya da ruhbilimsel gerçeği rafa kaldırmak, "Parti" dendiğinde yerine göre anneden ya da babadan sözedildiğini ve bu bağlanmanın bitişik açmazları öne getireceğini unutmak demektir en azından.

 Nietzsche’yi rafa kaldırmak (bırakalım artık Nietzsche konusunda yaratılan gerçekdışı efsaneleri) demek, erek olarak alman sınıfsız insanın, "yeni insan"ın niteliklerini, boyutlarını, oluşma yollarını, kendi kendini aşma evrelerini umursamamak demektir. Yeni insanın, geleceğin insanının aktörel değerleri nasıl kurulacaktır. Kentsoylu aktöresi yıkılarak kuşkusuz. Nietzsche yalnızca bir değerler yıkıcısı olarak değil, bir temel atıcı olarak da yer tutmuştur. Husserl'i, Frege’yi küçümsemek marxçılığı yöntemsel tıkanıklık ile karşıkarşıya bırakmak olacaktır. Marx’ı okumamak ise -pek çok marxçının "Das Kapital'i, "Gründrisse" yi okumadıklarını deneyimlerimden biliyorum- kılgısal alanda oluşan kırılmaların nedenini kavrayamamak, "işçi sınıfı iktidarı" adı altında yeni bir yönetici sınıfın, üstelik yaz-çizci, oluştuğu gerçeği karşısında körleşmek, bunun sonucu olarak ta negativiste bir tavır almak gibi acı sonuçlara götürecektir. Bugün marxçı kuramın içinde yer aldığı en büyük sakınca,"communistologue"lar (terim Foucault’nundur) tarafından kutsallaştırılması, dokunulmaz kılınması ve giderek belli bir erk birikimine ulaşarak baskı altında tutan bir inak, kurumlaşan felsefe haline dönüştürülmesidir. Marxçı felsefenin aynı zamanda praxis felsefesi olduğu üzerinde duruluyor. Bu, belki de bir yeniden okuma, yeniden konumlama evresinin başlangıç imidir. Axelos'un, Derrida’nın, Lefebvre’in çalışmalarını bu yolda olumlu adımlar olarak görüyorum ben.
    
 ***

     Yazarın bağlanması ile kişinin bağlanmasını bir tutmuyorum. Bir yazar olarak apaçık bir siyasal bağımlılığım yok. Derinden derine geliştirmeye çalıştığım karşı-kentsoylu bir aktöreden sözedebilirim. Ne ölçüde bütünlenebilir bu ve hangi yollardan, şimdiden bir-şey söylemek çok güç. Genel bir görünüme ulaşabilir mi ileride, onu da kestiremiyorum. Zaman gösterecek bize, bunları. Yazı yaşamımda ana gövdeyi oluşturan şiirsel çalışmalarım bir yana koyulursa; görsel sanatların işleyişi konusunda, yazınsal üretimin nitelikleri konusunda ayrı ayrı çalışmalarım da var. Bunların toplumdışı ürünler olduğu, somut bir düşünceye dayanarak söylenemez kolay kolay. Ece Ayhan, yıllar önce, okurun kentsoylu olduğunu, bunlarla bir alışverişe girmeye niyetli olmadığını söylemişti. Aynı tutumu bir ayrımla, benimsiyorum: Benim alışverişim kentsoylu okurla. Bu okur, beni kabul etmiyor: Zorlanmaktan, arınmaktan yana değil çünkü. Çürük, yıkılmaya yüz tutmuş bir dizgenin ürünü o - sayrı kişi. Tepetaklak edilmek zorunda. Benimkisi alt tarafı bir girişim. Uzlaşmak niyetinde değilim kimseyle. Marx dünyayı dönüştürmek işti-yordu. Rimbaud ise, yaşamı değiştirmek. Bu iki ayırtının arasında bir yol arıyorum. Her an yolu yitirebileceğımi biliyorum. Ama dünyanın aleyhime döndüğünü kolay kabullenecek değilim: Başarırsam yapmak istediklerimi, dünyada olma nedenimi doğrulayabilirim belki de. Bu da az değil, bir birey için. Uzlaşma söz konusu olamaz, yazdıklarım bağlamında. Bizi aşan inançlara bel bağlayarak oluşturulan yazı yaşamını uzun boylu sürdüremez. Edebiyat kurumunun içinden geçmek zorundayız elbette -ama ödünler dağıtarak, ivedi hareket edip onun ardına düşerek yazar olunmaz. Kimliğini, üretiminin içinde bulgulayan, sergileyen kişidir yazar -toplumun kendisini tüketmesi için değil, ondan kalkarak yeniden üretime geçebilmesi için dışlaşır. Şöyle de düşünmeye alışmalıyız: Toplumun da yazara karşı yükümlülükler taşıması, sorumluluğunu üstlenmesi gerektir. Toplumu, halkı her yanılgıdan yalıtamayız herhalde. "Toplumcu” yazar olmaya şu açıdan da bakılabilir: Yazarın geniş halk kitlelerini temsil edebilecek bir durumu yok Türkiye’de. Bunu en çok okunan yazarımız Aziz Nesin bile söylemişti Yürüyüş’te. Önemli olan belki halkın çoğunluğunu okur-yazar kılma yolunda savaşım vermektir. Ama Aziz Nesin’in çok okunması halkın doğru yolda bilinçlendiğinin bir kanıtı değildir: Böyle olsa trenlerde okunan üç kitaptan ikisi Nesin’in olmazdı. Geçtiğimiz yıl, iş adamlarımızdan S.Beyazıt, kendisine yöneltilen bir soruya "en beğendiğim Türk yazarları Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet’tir" diye karşılık veriyordu. Bir başka iş adamımız da Bekir Yıldız ile Ahmed Arif'i beğenebilir. "Devrimci" yazarlarımız bunun çıkış kaynağını aramalılar. Belki bu yoldan bir partiyi neden bir gazetenin, o gazeteyi neden finans-kapitalin ve yahudi iş adamlarının desteklediğini kavrayabilirler. O zaman belki endişe duymaksızın sözkonusu gazetenin yayınlarında "terzilerin Marx okurken ellerine iğne batadursun" kitaplarını bastırtabilirler. Bu, kurnaz bir çarktır. Kentsoylunun kendisine mal etmek istediği değerler ve neden bu yolu seçtiği bellidir. Kentsoylu okur Ece Ayhan’ın kapkara şiirini sevmez, anasını bellediği için. "Minibüs şarkıları"nı da. Kentsoylu okur Bilge Karasu’yu gömmek ister, eşcinselliği öne vurduğu, aktöresini zedelediği için. Aynı okur Orhan Duru’yu sessizliğin kuyusuna düşürmek ister, gülerken bir yerini acıttığı için. Sartre’ın dediği gibi "marxçı eleştirinin görevi bu ilişkilerin imlemini çözmektir". Okurun da işlevi bu yolda dönüştürülmelidir. Türkiye’de eleştiri Lukacs-Fischer dolaylarında debelenmeyi sürdürdükçe ve okur yavanlığa, düztabanlığa çağında bulundukça bu aşamanın yapılması ertelenecektir. Benim, kendi yapıma, siyasal tutumu ne olursa olsun hiçbir tutucu anlayış ile söyleşiye girme niyetim yok. Çünkü, Türkiye kentsoylusunun, büyük olsun küçük olsun, hangi yazarlara neden sahip çıktığını, çıkabildiğini, onları hangi ölçütlerle, ne yolda özümsediğini ve özümsettiğini görebildiğimi düşünüyorum. Ne yapılabilir böylesine çetrefil bir kurum görünümü kazanan edebiyatın önünde? Sınırlara yakın durmak, kıyıda, çevrel bölgede kalmak en iyisi değişimi hazırlayıp beklerken. Zaten kurum da ortalarda tutacak değil ya sizi, olanca gücü ile itecek dışa doğru, yaban, sürgün olmanızı sağlayacak. Daha acısı sonra geliyor kaldı ki: Bekiniyor, direniyor musunuz, size de tırnak içinde bir değer veriyor kurum, böylelikle de onun dışında bir yer olamayacağını kanıtlıyor sanki.
   

Edouard Leve / Otobiyografi


"Belki de bu kitabı artık konuşmak zorunda kalmamak için yazıyorum..."

Edouard Leve / İntihar


"Yaşamımın en güzel günü belki de geçti."

Pornographie / Edouard Leve





Bilge Karasu

Bir Bilge Vardı


Bilge Karasu'yu 1971'de ikinci kitabının çıktığı günlerde tanıdım. İlk hikaye kitabı Troya'da Ölüm Vardı yayımlanmış, aynı yıl Lawrence'tan çevirdiği Ölen Adam ile TDK ödülünü kazanmıştı. İkinci hikaye kitabı ona Sait Faik Ödülünü getirdi: Tanışmamız bir rastlantı değildi: Yazdıklarını okuduğumda nutkum tutulmuştu: Büyük bir dil ustası, yaralı bir dünyayı çığlık atmadan ülküsel ifadesine oturtan özel bir yazarla karşıkarşıyaydım. Gidip buldum onu: Benim için birkaç üniversite birden oldu.

    O tarihlerde, Karasu’yu önemseyenlerin sayısı bir azınlığı bile güç bela oluşturuyor gibiydi. Hatta yazdıklarına tepki verenlerin baskıcı kimliği onu öylesine yalnızlığa itmişti ki neredeyse edebiyattan eline ayağını çekmenin eşiğine dayanmıştı. 1960 kuşağının Ankaralı yazarları bir ölçüde bu yalnızlık koşulunu kırmıştır, ama asıl ilgi benim kuşağımla gelişip somutlaşmıştır. Giderek bir “okul” oldu Karasu: Günümüzün pek çok şairinin, yazarının, düşünürünün Tunus Caddesi’ndeki mütevazı evden “el aldığını” hâlâ pek az insan biliyor bugün.

    Karasu’ya insanları çeken de, onlara itici gelen de aynı durumdur aslmda: Hem dil ve üslup düzeyinde, hem yapı ve anlatım teknikleri düzeyinde titizliği son raddeye taşıyan, edebiyatın başka türlü olamayacağını, oluşamayacağını savunan bir yazar kimliği çıkar karşımıza. Basmakalıp, alışılagelmiş anlatım yollarıyla sınırlı bir okur türü için içinden çıkılamayan değil, içine girilemeyen bir labirenti andırır Karasu’nun yapıtı. Ne var ki yapıtını teknik zenginlikle sınırlamak büsbütün yanlış olur: Dünyası, tematik örgüsü, insan hayatının en çetrefil düğümlerini sabırla çözme uğraşı verişi yanyana getirildiğinde, “biçimci” yaftasıyla yıllar yılı indirgenmek istenen bir ana özelliğin vazgeçilmez bir “biçimsel” gerekirliğe dönüştüğü hemen anlaşılacaktır.

   İlk hikâye kitabı olan Troya’da Ölüm Vardı, özellikle de bu kitabın büyükçe bir bölümünü kaplayan uzun anlatı, işlediği kesit açısından öncülük taşır: İnsan ilişkilerinin etik ve estetik karmaşasına yöneltilmiş o kavrayıcı bakış genç kuşak yazarlarını derinden etkilemiştir. İkinci kitap, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, bana kalırsa, Türk hikâyeciliğinin doruk örneğidir; gelgelelim, bugün bile öneminin keşfi tamamlanmış sayılamaz. Edebiyatımızda, Kemal Tahir’den Orhan Pamuk’a uzanan bir çizgide tarihin fona alındığı epey örnek ortaya çıkmıştır, ama Uzun Sürmüş'ûn ulaştığı altın denge bence biriciktir. Şüphe yok ki o kitabı bu yanıyla çerçevelemek en hafifinden insafsızlık olur. Zamanında Mehmet H. Doğan’ın ilk dikkat çektiği içeriğinin Türkiye’de 1970’lerde yaşanan olayları Öncelemesi bir yanda; dostluk kavramına yüklediği kavurucu boyutlar bir başka yanda, kitaba her dönemde farklı açılımlar getiren bir özellik yüklemişti.

    Bu iki yapıtı izleyen Göçmüş Kediler Bahçesi (masallar) ve Kısmet Büfesi'ni (metinler) bir bakıma iç-içe yazmıştır Karasu. Anlatı sanatının aynı anda en klasik ve en avantgarde ölçütlerini kurcalarken, insani optiğinin uçlarına uzanmıştır: Aşk, dostluk, ölüm, korku, yalan temel izleklerinden birkaçıdır, öte yandan masallar ve metinler, Karasu’nun görsel sanatlarla ve musikiyle olan birebir ilişkisinin sonuçlarını da okurlara getirebilmiştir.
   
 Karasu, düpedüz bir buzdağıdır, ilk romanı Gece'ye geçen yıl yayımlanan Kılavuz onun roman bağlamındaki çalışmasının topu topu iki ışığıdır, Yıllardır üzerinde çalıştığı ve oylumunu, debisini durmadan geliştirdiğini bildiğim, birkaç ciltten oluşacak anlatısı “Lağımlaranası” günışığına çıkmadan, Karasu’nun romanesk güzergâhını izlemek kolay olmayacaktır.

    Yakından tanıyanlar bilir Bilge Karasu, kurduğu dünyayı bütünlüğüne kavuşturmak için sabırla, piyasa beklentileri nedeniyle acele etmeden, sancılar içinde yol alan ender yazarlardan biridir. Pegasus ödülü’nün sağlayacağı yerel ve uluslararası ilgiyi küçümsüyor değilim, ama Bilge Karasu'nun çok iyi bildiği, tiryakilerine de öğrendiği, aslında bütün iyi okur yazarların bilincinde olduğu bir şeyi anımsatmam belki abes kaçacak: Aslolan edebiyatın iç utkusudur.

    Edebiyatın dış utkusu, yalnızca Bilge Karasu'ya bir uçtan ötekine hakkını vererek okuyacakların sayısının artmasıyla sağlanır. Yoksa Bilge Karasu, nicedir, zaten "orada" duruyor

E.B. 

Erteleyiş


Öbür gün, evet, en erken öbür gün
Yarını, öbür günü düşünmeye ayıracağım.
o zaman çözümlenecek her şey, ama bugün değil…

Hayır, bugün değil, yapamam bugün.
Şu benim inatçı öznel nesnelliğim,
geçek yaşamımın bölünmeli uykusu
şu tutulduğum ve bitmek bilmeyen yorgunluk
tüm dünyanın yorgunluğu bir tramvaya binmek için…



İşte öyle bir ruh…
En erken öbür gün…

Bugün salt hazırlanacağım.
yarın öbür günü düşünebilmek için
hazırlayacağım bugün kendimi…


Sonucu bu belirleyecek.
Şimdiden tasarladığım bir şeyler var ama kalsın;
bugün tasarı da yok
O işe yarını ayırdım.
yarın oturacağım masanın başına
dünyayı yenmek üzere.
Ama ancak öbür gün yeneceğim dünyayı…
ağlamak geçiyor içimden
çok ve apansız ağlamak istiyorum
göstermeden içimden.
Hayır, fazla sormayın, bir sır bu
söyleyemem.


*
Fernando Pessoa
(1888-1935)

Geleceğin Savaşı (1930, Aleksandr Rodçenko)


                      
Aleksandr Rodçenko’nun “Geleceğin Savaşı” başlıklı kolaj çalışması, bugün bakıldığında, Sanat’ın öngörü gizilgücü adına ürpertici bir tanıklık getiriyor: 11 Eylül’ü 1930’un Rusya’sından ancak bu kadar net görmek mümkün olabilirdi.
   
Fütüristler savaşa marazi bir ilgi duymuşlardı. İtalyan fütüristlerinin, özellikle de Marinetti’nin ağzı köpüklü tutkusu, ne yazık ki savaşa övgü dolu önemli yapıtlar getirmişti. Rus fütüristleri, daha mesafeli: Birinci Savaş’ın yılgısını unutmamışlar, İkinci’nin ilkinden çok daha ağır sahneler kuracağını sezmiş olabilirler, ama Rodçenko ötelere bakmayı yeğlemiş: Dünün gözü, içgözü bugüne dikildiğinde, insanın herşeyi çoktan hazırladığını, bizlerin bize hazır edilmiş bir zamanı yaşama çaresizliğine mahkûm edildiğimizi gösteriyor topu topu.

   Şimdi Yarına nasıl bakarkörüz?


*

E.B.

Ayvalık




Pisa Kulesi İçin Magritte'ten Mütevazı Bir Öneri


   Pisa Kulesi 800 yaşında ve yılda 700 bin kişinin tırmandığı 294 basamağı artık adımlanmıyor.  54,4 metrelik kulenin dik açıdan yaklaşık 5 metre uzaklaşması, ziyaretçilere kapatılmasına yol açtı. Yıllardır kulenin plastik ve metalik minyatürlerini turistlere satan Pisalı bir satıcı varılan sonucu şehrin ekonomisi açısından “felaket" olarak nitelendiriyor. Kule yöneticisi Giuseppe Toniolo, kendisine iletilen birkaç kurtarma projesine değiniyor: Kuleye dev bir destek inşa edilmesi, zeminin dondurulması ve eğildiği tarafa güçlü bir rüzgâr makinası yerleştirilmesi.
   

Magritte’in, Pisa Kulesi’ni onunla aynı büyüklükte bir kuş tüyü ile ayakta tutmaya çalışan resmi 1958 tarihîni taşıyor. Belçikalı gerçeküstücünün tipik imge düzeniyle karşıkarşıyayız: Büyüteç altında okunan çelişki. Sanatçıların hakikat ile ilişkileri farklı bir boyutta gelişir. Magritte, hemen hep, kütlelerin ağırlıklarını alışılmamış unsurlarla dengeye getirmeye çalışmıştır. Bu resimdeki "fantezi", onun neredeyse düz mantığını simgeler; Ağırlık, gerçekten de görece değil midir?

Cunda (Lesvos'a Doğru)


Uyumayan Adam: Georges Perec

Başlangıçta her şey basit görünüyor: yazmak istiyordum ve yazdım. Yaza yaza yazar oldum, önce, uzun zaman sadece kendim için, bugünse başkaları için. İlke olarak artık kendimi kanıtlamaya ihtiyacım yok (ne kendi gözümde, ne de başkalarının gözünde): ben yazarım, bu bir olgudur, bir veri, bir kesinliktir, bir tanımlamadır; yazabilirim ya da yazmam, haftalar ya da aylarca yazmadan durabilirim veya "iyi" ya da "kötü" yazarım, bu hiçbir şeyi değiştirmez, bu benim yazarlık etkinliğimi paralel ya da tamamlayıcı bir etkinliğe dönüştürmez; ben yazmaktan başka bir şey yapmıyorum (yazacak zaman kazanmanın dışında), başka bir şey yapmayı bilmem, başka bir şey öğrenmek istemedim... Yaşamak için yazıyorum ve yazmak için yaşıyorum ve yazıyla hayatın tamamen birbirine karıştığını hayal etmek benim için hiç de uzak bir şey değil: ben bir taşra inzivasının en kuytu köşesinde sözlüklerin arkadaşlığıyla yaşayabilirdim, sabah ağaçlıklarda dolaşır, öğleden sonra birkaç sayfa karalar, akşam belki de biraz müzik dinlerken dinlenir, yorgunluğumu atardım...
   
Şurası gerçek ki, insan benzer düşüncelere kapılmaya başlayınca (bunlar sadece karikatür de olsa), kendi kendine birkaç soru sorması acil hale geliyor...

 Nasıl yazar olduğumu kabaca biliyorum. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Acaba var olmak için, sözcük ve cümleleri sıralamaya mı ihtiyacım vardı gerçekten? Birkaç kitabın yazarı olmak, var olmam için yeterli miydi?

     Var olmak için başkalarının beni göstermesini, beni tanımlamasını, beni kabul etmesini mi bekliyordum? Ama neden yazı yoluyla? Sanırım aynı nedenlerden dolayı uzun zaman ressam olmak istedim ama yazar oldum. Neden ille de yazı?

     Yoksa söyleyecek son derece özel bir şeyim mi vardı? Ama ne söylemiştim? Söylenecek ne vardı? Var olduğumu söylemek mi? Yazdığımı söylemek mi? Yazar olduğumu söylemek mi? Neyi iletme ihtiyacı? İletmeye ihtiyaç duyduğumu iletme ihtiyacı mı? İletmekte olduğumu iletme ihtiyacı mı? Yazı diyor ki, ben buradayım ve başka hiçbir şey yok, ve işte biz gene sözcüklerin karşılıklı paslaştığı, kendi gölgelerinden başka şeye hiç rastlamadan sonsuza kadar birbirlerini yansıttıkları o aynalar sarayındayız.

  On beş yıl önce yazmaya başlarken yazıdan ne beklediğimi bilmiyorum. Ama bu arada, yazmanın üzerimde uyandırdığı -ve hâlâ uyandırmaya devam ettiği- büyülenme ve bu büyülenmenin ortaya çıkardığı ve içinde barındırdığı zaafı anlamaya başlıyorum sanki.

    Yazı beni koruyor. Sözcüklerimin, cümlelerimin, birbirine ustaca bağlanan paragraflarımın, zekice programlanmış bölümlerimin siperi altında ilerliyorum. Ustalıktan yoksun değilim.

     Hâlâ korunmaya ihtiyacım var mı? Ya kalkan bir prangaya dönüşürse?

     Günün birinde gerçeğin maskesini düşürmek için, kendi gerçekliğimin maskesini düşürmek için sözcükleri kullanmaya başlamam gerekecek.


Georges Perec

AD ABSURDUM:



Düşünce insanı denilen insan, kendini o çığır açan yapıt dediği tek yapıtla bozar ve sonunda gülünç duruma düşürür, ister adı Schopenhauer olsun, ister Nietzsche fark etmez, ister Kleist olsun ya da Voltaire, kafasını harap eden ve sonunda kendini ad absurdum'a ulaştıran zavallı insanı görürüz. Tarih onu yuvarlamış ve geçip gitmiştir. Büyük düşünürleri kitaplıklarımızda tutukladık, oradan bize ilelebet gülünçlüğe mahkûm edilmiş olarak bakarlar, dedi, diye düşündüm. Gece gündüz kitaplıklarımıza hapsettiğimiz büyük düşünürlerin yakarışlarını duyuyorum, o gülünç düşünce büyükleri dumura uğramış kafalar olarak camın arkasındalar, dedi, diye düşündüm. Bütün bu insanlar doğa karşısında yanıldılar, dedi, düşüncede sermaye suçu işlediler, bu yüzden cezalandırılıyorlar ve biz onları sonuna kadar kitaplıklarımıza tıkıyoruz. Çünkü kitaplıklarımızda boğuluyorlar, gerçek bu. Kütüphanelerimiz sanki cezaevi, büyük düşünürlerimizi tıktık oraya, doğal olarak Kant'ı, tıpkı Nietzsche gibi tek kişilik hücreye, Schopenhauer'i de, Pascal'i de, Voltaire'i de, Montaigne'i de, en büyükleri tek kişilik hücrelere, tüm diğerlerini koğuşlara, ama hepsini de sonsuza kadar olmak üzere dostum tüm zamanlar için ve sonsuzluğa kadar, gerçek bu. Bu sermaye suçlularının biri kaçacak olursa vay haline, kaçarsa işi hemen bitirilir, gülünç duruma düşürülür, gerçek bu. İnsanlık tüm bu sözüm ona büyük düşünürlere karşı kendini korumayı bilir, dedi, diye düşündüm. Akıl nerede ortaya çıkarsa çıksın yok edilir ve hapsedilir ve doğal olarak her zaman hemen akılsızlık olarak damga yer, dedi, diye düşündüm lokantanın tavanına bakarken. Ama konuştuklarımızın hepsi saçma, dedi, diye düşündüm ne dersek diyelim saçma ve yaşamımızın tümü de başlı başına bir saçmalık. Ben erken kavradım bunu; düşünmeye başlar başlamaz kavradım biz yalnızca saçma şeyler söylüyoruz, söylediğimiz her şey saçma, ama bize söylenen şeylerin de hepsi saçma, yani söylenenlerin hepsinin saçma olduğu gibi, bu dünyada yalnızca saçma şeyler söylendi şimdiye kadar, dedi, gerçekten ve doğal olarak da yalnızca saçma şeyler yazıldı, elimizdeki yazılı metinlerin hepsi saçmalık dedi, diye düşündüm. 

Bitik Adam'ı (Thomas Bernhard)
yeniden karıştırırken

Kusursuz uğruna didinen mükemmelde dinlenmeye can atar...


Kusursuz uğruna didinen mükemmelde dinlenmeye can atar; hiçlikse mükemmelin bir biçimi değil midir sadece? Aschenbach böyle derin hayallere daldığı sırada, kıyının ufuk çizgisi bir insan siluetiyle birdenbire kesildi; bakışlarını sınırsızdan çekip da toplayınca, bunun sol yandan gelen, kumların içinde yürüyerek önünden geçen polanyalı güzel olduğunu anladı. Çocuk, pantolonu dizlerine kadar sıvalı, ince uzun bacakları açıkta, suda yürümeye hazırlanmış, yalınayak, yavaş, fakat ayakkabısız gezmeye tamamen alışıkmış gibi gayet hafif ve mağrur yürüyordu... (sf. 50)  


Tadzio yüzüyordu. Onu gözden kaybetmiş olan Aschenbach, denizin ötelerinde başını ve yüzerken kürek gibi kullandığı kolunu gördü: Deniz enginlere kadar dümdüz uzanıyordu anlaşılan. Ama şimdiden onun için telaşa düşenler oluyor, şimdiden kabinlerden kendisine bağıran kadınların sesleri duyuluyor, plaja hemen hemen bir parola gibi hakim, yumuşak seslisiyle hem tatlı, hem de vahşi bir eda taşıyan bu isim tekrarlanıyordu: "Tadziu! Tadziu!". Çocuk geri döndü, karşı koyan suları ayağıyla çırpıp köpürterek, geriye atılmış başıyla koşa koşa dalgaları geçti; bu canlı varlığın buluğ çağının edası ve burukluğu içinde, gökle denizin derinlerinden gelen narin bir tanrı kadar güzel, sular sızan perçemiyle dalgalardan çıkışını, sıyrılışını seyretmek, insana mitolojik düşünceler esinliyordu. Dünyanın kuruluş dönemlerine, biçimin kökenine ve tanrıların doğuşuna ait şiirleri andırıyordu bu manzara. Aschenbach, gözleri kapalı, gönlüne başlayan bu şarkıyı dinliyor, yine buradan memnun olduğunu, ayrılmak istemediğini düşünüyordu.

Az sonra Tadzio, sağ koltuğu altından geçen beyaz bir havluya sarılı, başı çıplak koluna dayalı, kumlara uzanmış, deniz yorgunluğunu çıkarıyor, Aschenbach ona bakmaksızın kitabından birkaç sayfa okurken bile onun orada yattığı ve hayran olunası bu çocuğu görmek için başını hafifçe sağa çevirmesinin yeteceği neredeyse hiç aklından çıkmıyordu. (sf. 52-53)

 Tadzio'ya göz kulak olan kadınlar taraçanın arka tarafında oturuyorlardı; iş o dereceye gelmişti ki, tutkun adamın göze batmaktan, şüphe uyandırmaktan çekinmesi gerekiyordu. Hatta birçok defa plajda, otelin lobisinde, San Marco Meydanı'nda yakınında duran Tadzio'yu yanlarına çağırdıklarını, çocuğun kendisinden uzakta bulunmasına dikkat ettiklerini görmüş, adeta donup kalmış, bundan korkunç bir hakaret anlamı çıkarmaya zorlanmış, bu duygunun etkisi altında gururu o zamana kadar tanımadığı acılar içinde kıvranmış, bu hakareti reddetmesine vicdanı elvermemişti. (sf. 88)

Seyirci Aschenbach, böyle güzel bir zemin önünde kendini bu kadar sere serpe sergileyen bu vücudun her çizgisini, her davranışını çoktan öğrenmişti; artık aşinası olduğu bu vücudun ayrı ayrı güzelliklerini her görüşte sevinçle karşılıyor,hayranlığının, duyduğu ince hazların sonunu getiremiyordu. Çocuğu kalbinin önündeki kadınları ziyarete gelmiş bir misafire görünmesi için çağırırlar, belki üzerinde denizin ıslaklığıyla koşarak gelir, saçlarını geriye atar, elini uzatırken bir ayağını yere basıp ötekinin ucu üzerinde durur, vücudunda hoş bir bükülüş, zarif bir gerilme, nezaketten doğan bir utanç,asaletten gelen bir beğendirme arzusu görülürdü. Havlu göğsüne sarılı uzanıp yattığı zamanlar ince işçilikle yontulmuş kolunu kuma dayar, çenesini avucuna alır, "Jaschu" diye çağrılan çocuk ise hemen yanına çömelerek onu okşardı; özel davranış gören bu çocuğun kendisine bağlı olana, hizmet edene doğru, yukarıya bakarken dudaklarında ve gözlerinde beliren gülümsemeden daha sevimli bir manzara düşünülemezdi. Bazen de denizin kenarında ayrı tek başına, arkadaşlarından ayrı, Aschenbach'ın hemen yakınında, elleri ensesinde kenetli, ayakta durur, parmaklarının ucuna basarak ağır ağır sağa sola sallanır, dalgın dalgın maviliklere bakar, ayak parmakları kıyıya vuran küçük dalgalarla yıkanırdı. Bal rengi saçları kıvrım kıvrım şakaklarına ve ensesine sarkar, belkemiğinin yukarı kısmındaki ayva tüyleri güneşte parlar, kaburgaları, ince çizgileri, göğsünün güzelliği, vücuduna yapışmış dar mayodan belli olur, koltuk altları bir heykeldeki gibi kılsız, göze çarpar, diz çukurları parlar, bu çukurların morumsu damarları vücudunu saydam bir maddeden yapılmış gibi gösterirdi. Yaşının mükemmelliğini taşıyan bu dimdik vücutta ne kadar kuvvetli bir disiplin, ne kadar keskin bir fikir ifade edilmişti!  (sf. 67)

*



Venedik'te Ölüm

*
Müzik: Mahler - Zarathustra's Midnigt Song

Venedik'te Ölüm Vardı...







Narcisus’un gülümseyişi



“Onunkisi, sudaki yansımasına eğilmiş Narcisus’un gülümseyişidir; kollarını kendi güzelliğinin imgesine uzatırken ki derin, büyülenmiş, çekici gülümseyişi."


Aschenbach hayretle, oğlanın eşsiz bir güzellikte olduğunu gördü...



Aschenbach hayretle, oğlanın eşsiz bir güzellikte olduğunu gördü. Bal sarısı saçlarla çerçevelenmiş, şirin bir sessizlikteki solgun yüzü, çekme burnu, sevimli ağzı, tatlı ve tanrısal bir vakar taşıyan edasıyla Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatıyordu. Biçimin pürüzsüz bir şekilde kendini açığa vurduğu bu yüzde, öyle özgün ve kişisel bir çekicilik vardı ki, bunu seyreden Aschenbach, ne doğada ne de güzel sanatlarda buna benzer bir başarıya rastladığına hiç ihtimal vermiyordu.

*
Venedik'te Ölüm / Thomas Mann (sf. 43)