Şurası gerçek ki, insan benzer düşüncelere kapılmaya başlayınca (bunlar sadece karikatür de olsa), kendi kendine birkaç soru sorması acil hale geliyor...
Nasıl yazar olduğumu kabaca biliyorum. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Acaba var olmak için, sözcük ve cümleleri sıralamaya mı ihtiyacım vardı gerçekten? Birkaç kitabın yazarı olmak, var olmam için yeterli miydi?
Var olmak için başkalarının beni göstermesini, beni tanımlamasını, beni kabul etmesini mi bekliyordum? Ama neden yazı yoluyla? Sanırım aynı nedenlerden dolayı uzun zaman ressam olmak istedim ama yazar oldum. Neden ille de yazı?
Yoksa söyleyecek son derece özel bir şeyim mi vardı? Ama ne söylemiştim? Söylenecek ne vardı? Var olduğumu söylemek mi? Yazdığımı söylemek mi? Yazar olduğumu söylemek mi? Neyi iletme ihtiyacı? İletmeye ihtiyaç duyduğumu iletme ihtiyacı mı? İletmekte olduğumu iletme ihtiyacı mı? Yazı diyor ki, ben buradayım ve başka hiçbir şey yok, ve işte biz gene sözcüklerin karşılıklı paslaştığı, kendi gölgelerinden başka şeye hiç rastlamadan sonsuza kadar birbirlerini yansıttıkları o aynalar sarayındayız.
On beş yıl önce yazmaya başlarken yazıdan ne beklediğimi bilmiyorum. Ama bu arada, yazmanın üzerimde uyandırdığı -ve hâlâ uyandırmaya devam ettiği- büyülenme ve bu büyülenmenin ortaya çıkardığı ve içinde barındırdığı zaafı anlamaya başlıyorum sanki.
Yazı beni koruyor. Sözcüklerimin, cümlelerimin, birbirine ustaca bağlanan paragraflarımın, zekice programlanmış bölümlerimin siperi altında ilerliyorum. Ustalıktan yoksun değilim.
Hâlâ korunmaya ihtiyacım var mı? Ya kalkan bir prangaya dönüşürse?
Günün birinde gerçeğin maskesini düşürmek için, kendi gerçekliğimin maskesini düşürmek için sözcükleri kullanmaya başlamam gerekecek.
Georges Perec
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder