Po(e)rtre

        
 Edgar Allan Poe, The Fail of the House of Usher'i 1839 yılının Eylül ayında, Burton's Gentleman’s Magazine'de ilk kez günışığına çıkarmış; sağlığında altı kez daha yayımlamış öyküyü: Dergi, kitap ve derlemelerde. Avrupa’ya, Baudelaire’in çevirisiyle 1855’de gelmiş Usherların Çöküşü. Eliot’ın kaşı çatık yorumu bilinir: Fransa’da Poe’nun abartılı bir önem kazanmış olmasının nedeni, Baudelaire’in ve Mallarme’nin onu hak ettiğinden yüksek bir konuma yerleştirmiş olmalarıdır. Paylaşılabilir mi Eliot’ın yargısı, bilemiyorum; bildiğim, Poe’nun yapıtının, genelde, farklı düzlemlerde okumalara açık (yatkın) bir özellik barındırdığı: indirgendiğindeyse bir korku ve düşlem yatağı olarak algılandığına, aşırıyorumlandığında, yetkin bir anlatım ekonomisinin temsilcisi sayıldığına tanık oluyoruz.

    Türkiye’de, öteden beri yankı uyandırmış bir yapıt, Poe’nunki. Elimizin altında ne yazık ki eksiksiz bir kaynakça çalışması yok hâlâ. Şürleri, anlatıları farklı çevirilerle sunuldu okura; buna karşılık çoğu, “marginalia” kapsamına giren 1540 sayfalık Essays and Reviews’una bugüne dek pek az yaklaşıldı. Memet Fuat’ın Morg Sokağı Cinayeti (1954), Mehmet Akter’in Altın Böcek (1955) derlemelerinden bu yana okurun yaygın ilgisini gören, Nisan ve Adam öykü dergilerinin özel bölümleriyle enikonu kuşatılan Poe’nun yapıtının ülkemizde, dilimizde bıraktığı ilk izlerden birine Yahya Kemal’in Hâtıralarım'ında rastlandığına daha önce değinmiştim: “Morg Sokağı Cinâyeti unvanlı bir hikâye de üzerimde derin bir tesir bırakmıştı. önce cinâî bir roman telâkki ettiğim bu hikâyenin Edgar Poe’nun şâheseri olduğunu böyle pek geç öğrendim.”

    Kitaplık dergisine, Edebiyat-Müzik ilişkisi bağlamında Usherların Çöküşünü önermemin uzun ve biraz kişisel bir arka hikâyesi olduğunu söylemeliyim. 1990 yılında Başkalaşımların ikinci cildine Hatay'da Bir Rolls Royce ile başlamamın ardından, o öyküye Uzandım: Po(e)rtre başlıklı, 49 parça olarak tasarladığım metnin ilk 10 parçasını yazdıktan sonra durakladım. Dört yıl sonra, Bilar'dan bir Çağrı üzerine düzenlediğim beş haftalık Edgar Allan Poe seminerini satır satır Usherların Çöküşü'nü sökmeye ayırdım. Arada, Gesualdo-Bir Tema için Çeşitlemeleri bitirmiştim; benzer bir yapı kurma niyetiyle, Poe’nun öyküsünü türevleriyle kuşatmaya yöneldim: 


Claude Debussy’ nin onbeş yıl üzerinde çalıştıktan sonra, “livret’sini yazmayı tamamladığı, oysa beste çalışması yarıda kalan iki perdelik operasının ilk bölümü Usherların Çöküşü üzerineydi — burada metninin bütününe yer verdiğimiz eser ilk kez 1977'de seslendirildiğin de (iki parça, 23 dakika) elyazmalarına yeni ulaşılabilmişti. 1984’de yayımlanan kayıt yalnız bırakılmamıştı: Florent Schmitt’in 1904’de Roma’da bestelediği Perili Sarayı (12 dakika, 12 saniye) ile Andre Caplet’nin iki ayrı versiyonunu yazdığı (1908, 1923) Kızıl Maskenin ölümü (17 dakika) bugün aynı CD’de dinlenebilir (EMİ, 1987). Edgar Allan Poe’nun müzikal uzantıları açısından Alan Parsons Project'e de bakılmalı şüphesiz.

    Aynı amaçla ulaştığım bir metin, David Leatherbarrov'un, ViA Architecture and Litterature’ın 1986/8 sayısında yayımlanan The Poetics of the Architectural Setting olmuştu: A Study of the Writings of Edgar Allan Poe. Yazarın mekân kurgusuna verdiği önem, atmosfer oluşumu açısmdan mimarî boyuta yaklaşımı bu metinde öne çıkıyor.

    Usherların Çöküşü sinemaya uyarlanmış, çizgi romanlara konu olmuş, sık sık “illüstre” edilmiştir. Pek az öykünün bu ölçüde doğurgan bir serüven yarattığına rastlanır, yazın tarihlerinde, Po(e)rtre üzerinde yoğunlaştığım dönemde, metnin Türkçe karşılığına sokulmuştum. Bir seferinde Tomris Uyar'ı aradım, Perili Saray'la ilgili bir pürüz nedeniyle. Öyküyü yeniden ele aldığını, ilk çevirisinde “öz”ünü tam kavrayamadığı için çeviriyi yeniden yapmaya karar verdiğini söyledi.
    
Açık söylemek gerekirse, Po(e)rtre'nin bir tasarı olarak çöküşünde, düşükler arasına katılmasında, öykünün kendisinden kaynaklanan bir uğursuzluk olup olmadığı kafamı kurcalıyor yıllardır. Debussy'nin de, onbeş yıl üzerinde çalıştıktan sonra beste çalışmasını ağır bir dibe çöküşe terketmiş olması, düşündükçe tuhaf bir ürperti yaratıyor içimde.

    Po(e)rtre başlığı bir yazı cilvesine dayanmıyordu yalnızca: Tomris Uyar da, öykünün Poe’nun bir otoportre çalışması olduğuna neden sonra inanmıştı. Yazarın yapıtında “Araf’ imgesinin tuttuğu kilit yere bağlı biçimde, altbaşlığı “Araftaki” olarak kullanmayı aklımdan geçirmiştim. O dönemde, Jacques le Goff'un Araf'ın Doğuşu (1981) çalışmasıyla tanışmamıştım; tanışmış olsaydım, belki de, yanmış(ım) gibi, elimi metinden geri çekmezdim. Hepten unuttum, terk ettim diyemem Usherların Çöküşü’nü: “Perili Saray”ın içinden “Saray”a, Postacı Cheval’in dudak uçuklatıcı tasavvuruna geçtim.

     Poe’nun öyküsü, sonuç olarak, en tekinsiz anlatılarından biri sayılabilir. Gerçekten de, bir delirium tremerıs sahnesiyle tamamlanacak yaşamının aynası olarak görülebilir mi? Usherların Çöküşü, hem imgesel yanıyla, hem de ezgisel boyutuyla büyük bir sanrı deposunu çağrıştırır. Gerçeklikler dünyasıyla kuruntular, kurgular, kurmacalar dünyası ne ölçüde biribirilerinden ayrılabilir, ayrıştırılabilirler, ne ölüde iç içe geçer, yaşarlar? Metin üzerinde çalışan yorumcular, Poe’nun, her zaman yaptığı gibi, “olağanüstü”nün dairesine girdiğinde “olağan”a başvurmayı savsaklamadığı görüşünde birleşiyorlar: Usher Evi, üzerinde yeraldığı toprak parçasının fiziksel özellikleri gereği çöküyor bataklığın dibine: Simge, hakikatin peşinden koşuyor.
  
Tıpkı Poe’nun hayatı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder