Nevermore'dan detay |
Gauguin, Cosmopolis dergisinin 1897 Mayıs sayısını görmüş müydü? Tahiti'deki, ölümüyle tamamlanacak son sürgününde Paris'le bütün ilişkilerini koparmamış olduğu biliniyor - örneğin Mercure de France'a abone (üstelik derginin hissedarı da), okuduğu her şey hırslandırıyor, tuvale saldırtıyor onu. "Bir Zar Atımı" çıktığında Mallarme de göndermiş olabilir Cosmopolis'i: Gauguin'in 'kargalı portresi' 1899'dan, biribirilerini önemsiyorlar. Bir ayrıntı daha: Gauguin'in "Nevermore" resmi de 1897 tarihini taşıyor - büyük olasılıkla, Poe'nun şiirini Mallarme aracılığıyla tanımış olmalı Tahiti'deki yorgun, hasta, umutsuz adam.
Belinda Thomson, ressamın 1897'de "Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"u yapmaya karar verdiğini vurguluyor. Gauguin, gövdesinde açığa çıkan sifilis, kızının korkunç ölümü, yalnızlığı, Paris'e beslediği öfke, Tahiti'nin gözünün önünde yokoluşu ile ağır yaralı durumda: Ölmeye yatacağına intihar etmeyi yeğliyor. Ama son bir yapıt, bir başyapıt (sic!) çıkardıktan sonra. Boyalar, fırçalar ısmarlıyor Fransa'ya; onlar gelesiye bir eskiz yapıyor, arkasından da yaratıcılık yaşamının en büyük (139x375 cm. boyutlarında), en cüretli işine başlıyor - tabloyu bir ayda tamamlayacaktır.
Tablo bittiğinde, nereye gideceğini biliyor Gauguin: Yanına bir şişe arsenik alarak dağa çıkıyor, aşırı dozda yükleme olduğu için gövde zehiri kusuyor, güç belâ atölyeye dönen ressam, yatağında hiç kıpırdamadan günlerce tablosuna bakıyor; Thomson'dan aktarıyorum. 1903'e dek yaşamıştır sefilleşen koşullar altında. Tahiti'deki papaz tören yapmayı yadsımış, bazı tablolarını hemen oracıkta yakmışlar. Küçük fırça hareketleriyle işte hayatının son dönemi.
Gauguin'le XIX. yüzyıl kapanıyor, denilebilir mi?, Cezanne'la birlikte, XX. yüzyılı başlattıkları söylenebilir: Braque'ı, Picasso'yu, Kübizm'i; öbürü Dışavurumculuğu Fovizm'i hazırlamış, doğurmuştur. Batı resminde egzotik arayışın (sözgelimi Picasso ve arkadaşlarının Afrika heykelini keşiflerinin) kaynağında da Gauguin'i görüyoruz. Ama asıl yolunu açtığı dünya: Renk ve form adına kırdığı sınır çemberinin dışındadır - bir özgünleşme yolu.
Başyapıta dönecek olursak: "Nereden Geliyoruz?" ile "Bir Zar Atımı"nın aynı yıl gerçekleşmiş olmalarında rastlantıdan ötesini görmek, okumak gerekir. Biri ötekinin karşılığı mıdır? Hayır, böyle yaklaşınca tutarlı bir yörünge kuramayız; koşutluğu farklı bir zamanda kurcalamak sağlıklı olur.
"Nereden Geliyoruz?"un, plastik güzergâh açısından ataları, komşuları bellidir, hüdainabit bir yapıttan sözedemeyiz: Genel yapısı gözönünde tutulduğunda, sanat tarihçileri Puvis de Chavasnes'ın "Inter Artes et Naturem"ıyla (1890) bağlantıları göstermişlerdir; figür bakımından da kimi alıntılar gündeme getirilmiştir (Rembrandt, Monet, vb.). Esin kaynakları ne olursa olsun, "Nereden Geliyoruz?" Gauguin'in kişisel damgasını en ince ayrıntılarına dek taşır gene de - kesinkes ikincil bir yapıt sayamayız onu.
Gelgelelim, "Bir Zar Atımı" düpedüz önce'siz, öncülsüz bir şiirdir: Mallarme'nin çağdaş yazın üzerindeki etkisinin gücü, herhalde bundan, Gauguin'in çağdaş resim üzerindeki etkisinin gücünden kat kat fazla olmuştur.
Bu iki yapıtın tek ortaklığını gerçekleştirildikleri yıla odaklayacak değilim şüphesiz. 1897'de bir fetiş görmüyorum; bir eşik bu tarih: Yeni bir çağ başlıyor orada, peşpeşe ve içiçe gelişecek onlarca kolektif yeniliğin ilk doğum sancıları duyuluyor artık. Mallarme'nin şiiri bir köprü: Onunla başlayan çok şey var da, onunla biten bir dünya olduğuna da dikkat kesilmek gerekiyor: Avrupa uygarlığı, beşiği Eski Yunan'dan alıp üçbin yıl oyunca taşıdığı imgelere, simgelere, arketiplere ve izleklere bir son senfonik dokunuş getiriyor "Bir Zar Atımı"yla - bu gecenin sonunda eldeğmemiş bir karanlık bekliyor.
"Nereden Geliyoruz?" - Gauguin'in ilk sorusuyla bütün bir metafizik program açılıyor önümüzde. Bir yer soruluyor: /Yer/i bilinmediği için. Tablonun neresinde bu soru? İçinde, sol üst köşede yazılı durduğunu söylemek işin içinden sıyrılmak olur. (O üç satırı tabloyu bitirdikten bir süre sonra, başarısız intihar girişiminin ardından eklediğini biliyoruz). Tıpkı "Nereye Gidiyoruz?" gibi, bu sorunun karşılığının da tablonun dışında, ötesinde kaldığını ileri sürmek başka bir çözümsüzlük. İki 'yer'i birden, aynı yerde, tablonun içinde aramaktan geçiyor bize kalan tek çözüm yolu - belki orta-sorunun içinden: "Neyiz biz?".
Gauguin'in resminin arkasında simgeci anlayışın, alegori geleneğinin yükünü görmek ve göstermek güç olmamalı - işin bu yüzünü aydınlatma görevini uzmanlar gereğince yerine getirmiştir. Ressamın, özellikle Tahiti'ye gidişiyle birlikte, yapıtına yazıyı eklemleme çabasının belirginleştiği üzerinde de herhalde durulmuştur. Ne ki, bu üç soruyu, sözgelimi "Ne o, kıskandın mı?" (1892) ile aynı düzlemde değerlendiremeyiz: Tabloyu, tablodaki durumu vaftiz etmenin ötesinde, adlandırma kaygısını aşan bir içerik geliyor burada önümüze - bu içeriği bize engelleyen birşey var.
Batı Resmi geleneğinde sanatın konuşkan olduğunu anımsatmak isterim: Anlatıma, 'konulu', hatta geveze bir çizgi. Mitolojiye, Kutsal Yazı'ya, toplumsal gelişmelere (savaş, tören, isyan) açık bu anlatı deposunda gene de ressamın söz almadığı göze çarpar: Aktarır o, iletken kılmakla yetinir yapıtını; ne birşey söylemiş, ne de birşey sormuştur.
İşte 'birşey'in etrafında dönüp duruyorum, ilk kez Gauguin'le susku perdesini yırtmıştır ressam, diyorum: Gerisi gelecektir.
Ama nedir, bu tabloda söylenen? Karşısına geçtiğimizde, bir olumlama, bir olumsuzlama, bir saptama, bir önerme dikilmiyor önümüze: Soruyor ressam - ne, nereden, nereye.
Sorular yazıyla, yazı diliyle de, yanıtlar resimle mi? Bunu anlamak için soruları yanımıza alıyoruz, birinci çoğul şahısta kurulmuş bu kısa soru cümleleri bize, dilimize yükleniyor, onun soruları bizim de sorularımız şimdi Kaldı ki soruyu ressam yönelttiğine, onu karşımıza diktiğine göre, bakmaya başladığımız an yanıtımız ya da yanıtsızlığımız biçimleniyor demek değil midir? Konuşmak, söz almakla kalmamış öyleyse Gauguin, söyleşinin ilk adımını da atmış.
Ağır sorular bunlar. Binlerce yıl ötesinden taşınmış oraya -orada kalmamış, yüzyıl sonrasında, şimdi şu an, karşılıklarından yoksun, bakakalmaktayız. Bengi sorular, sonrasız duvarlar. Ressam, bize onların tablodan, çerçevenin içinden çıkageldiklerini gösteriyor. Heidegger daha ileri gitmemiştir.
"Nereden Geliyoruz? Neyiz biz? Nereye Gidiyoruz?"u yapma kararına dönüyorum. Çekip gitmeye karar vermiş biri, belki bütün öteki izlerini de cem edeceğine inandığı, öyle sandığı son bir iz bırakmayı amaçlıyor. Tabloyu bitirdiğinde sorular henüz zihindedir, onları yüzümüze vurmamıştır Gauguin - yer değiştirmeye kararlı, atölyeden uzaklaşır, yer değiştirmeyi başaramadan atölyesine döndüğünde bir hamle daha yapar: Soruları sorar ve gönderir: Devriteslim işlemi o noktada başlamıştır. Bir ömrün, bir yapıtın, bir çağın uzatmaları oynanırken, hiç değilse sorular yer değiştirir: Hedefe vurmuşlardır.
Resme bakıyorum. Bilmiyor, bilemiyorum, onu görüyorum. Nereden geliyor, nereye gidiyoruz ve ne'yiz biz.
Bu sorulardan ölesiye yorgun, burada oyalanıyorum herkes gibi. Doğa, İnsan, Hayat, Ölüm, Zaman, Uzam: dibinde simsiyah bir delik, tam önünde onun, biriyle söyleşiyoruz.
Soruysa soru, yanıtsa yanıt, duyulmuyor.
E.B.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder