Francis Bacon / Ölüm


 Yaşam nedir? Ölümün ayrılmaz bir parçası. Yaşamı nasıl kabulleniyorsam, ölümü de öyle kabul ediyorum. Ölümü farketmeden yaşamak, kaçamak yaşamak, yalandan yaşamak gibi olur... Beni ölümü vurgulamakla eleştirenler, yaşama bakmasını bilmiyorlar. Eserlerimde yalnız vahşet ve dehşet görenler, Vietnam savaşı sırasında Amerikan televizyonlarında günde on saat vahşet ve dehşet gösterildiğinin farkında olmayanlar... Ben ölümü de, vahşeti de, dehşeti de yaşamın, var olmanın bir parçası olarak kabulleniyorum...

Bugüne dek insanoğlunun görüntüsünü yansıtmak, doğrudan doğruya portre sanatıyla ilgili bir çalışmaydı. Oysa benim portre sanatıyla yakından uzaktan hiç bir ilişkim yok. Özellikle de insan görünümünü bozmaya çalışmıyordum. Hayır, insanoğlunu var eden, yaşar kılan o “şey”i yakalamaya çalışıyorum... Şöyle anlatayım: Bir insana baktığım zaman onun yalnız biçimini, çizgilerini görmüyorum. Nasıl diyeyim, bir de kişinin ‘beliriş” biçimi var. Bu  “beliriş” dediğim şey de insan görüntüsünün bir parçasıdır, özellikle onu var eden öğedir. İşte ben bu görüntünün gizlerini, kendini belli ediş biçimini çizmeye çalışıyorum. Bunlar gözün değil, duyguların göreceği şeyler. Görüntünün gerçeğini her fotoğraf makinesi verebilir. Asıl sorun, görüntünün gizlerini, duygusunu verebilmek.

İnsan dokusu diyelim. İnsanı oluşturan dokular, cildi oluşturan dokular... Bence insanlar var olmaya dokudan başlarlar. İşte ben de insanları var olmaya başladıkları anda ele almak, onları öyle resimlemek istiyorum.


Francis Bacon, Three Studies for a Self-Portrait, 1981

Günümüzde resim sanatının öldüğüne ya da öleceğine inananlar var. Bilmiyorum, belki böyle bir şey olur. Ama sinir sistemimizin bir yanı var ki, buraya yalnız ve yalnız resimle yaklaşabilirsiniz. İşte insanların sinir sistemindeki bu özellik yok olunca resim sanatı da ölebilir... Biliyorsunuz son yıllarda bu konuda bir sürü tartışma yapıldı. Ancak, bütün bu tartışmaların nedeni, resim sanatının bir spekülasyon konusu olması, insanların artık yalnızca resmin, tablonun parasal değeriyle ilgilenmesi... Bana sorarsanız, ben her zaman resim sanatına gereklik duyacağım. Sanat yalnızca bir “oyun” olsa bile... Sanatçı, yaşama bir anlam katmak için yalnızca bu “oyun” u derinleştirmek zorunda kalsa bile...

Resim yaparken, herhangi bir sorunu çözümlediğim izlenimine kapılmıyorum. Hatta, zaman zaman, "çalışmıyorum bile, yalnızca fırçamı orda burda gezdiriyorum" diye düşünüyorum. Sonra ansızın bir imge beliriyor ve tuvalim üzerinde biçimlenmeye başlıyor. İsteğim dışında, çoğu kez rastlantısal bir oluşum bu. Bana bu oluşumu düzene sokmak kalıyor. Ayrıca, büyük sanatın büyük düzen gerektirdiğine inanıyorum... İnandığım başka bir şey de, her şeyden önce kendimi şaşırtabilmek gerekliliği. Beaudelaire ne demiş: “Eseriniz kimseyi şaşırtmıyorsa, iyi değil demektir... ” Resme başladığımda, hiç bir yerlere  varamayacağımı sanıyordum. Çünkü yalnız kendim için resim yapıyordum.

Walk on the Wild Side


Made in New York in 2005, this short film is a faithful interpretation of Lou Reed’s famous song, “Walk on the Wild Side”. Stéphane Sednaoui met up with Lou Reed several times before filming began and the singer makes a cameo in the film.

Written 30 years earlier, Lou Reed’s hymn celebrates five flamboyant characters, each one a fragile icon from Andy Warhol’s Factory: Holly Woodlawn, Candy Darling, Joe Dalessandro, Joe Campbell (aka Sugar Plum Fairy) and Jackie Curtis. Over five delicate tableaux Stéphane Sednaoui films these young people proudly displaying their sexuality and creativity, each one dreaming of becoming a star on the New York scene.



VERLAİNE & RİMBAUD


Gerek erkekler arası, gerek kadınlar arası eşcinsel ilişkilere değgin en çok şiir yazan Fransız şairi Paul Verlaine’dir. Belçika’da yayınladığı ve Fransa’da yasaklanan Dostlar (Les Amies) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Kadınlar (Femmes) başlığını taşıyan birinci bölüm sevici kadınlarla (lezbiyen), Hombres adını taşıyan ikinci bölüm ise eşcinsel erkeklerle ilgilidir.

Paul Verlaine biseksüeldi, kadınlarla olduğu kadar erkeklerle de sevişmekten zevk alıyordu. Erkeklerle ilişkisinde edilgen (pasif homoseksüeldi).

Zevk dizelerini yazan lise öğrencisi Paul Verlaine kendisinden sekiz yaş büyük ve annesiyle aynı adı taşıyan teyze : kızı Elisa Moncomble’a âşıktı. Evli ve hamile Elisa’nın gebelik sancılarını dindirmek için doktoru afyon hapları veriyordu. Elisa ölçüyü kaçırıp genç yaşta ölünce romantik lise öğrencisi kendini içkiye ve serseriliğe verdi. Erkeklerle eşcinsel ilişkileri de bu yaşlarda başladı.

Verlaine liseyi bitirince Paris belediyesinde memur oldu. Mathilde Maute ile evlendiğinde Lucien Viotti adlı bir gençle de eşcinsel ilişkilerini sürdürüyordu. Verlaine evlenince Lucien ruhsal bunalıma düşüp gönüllü askere yazıldı ve savaşta öldü. Vicdan azabı çeken Verliane kendini içkiye verdi, öcünü karısından almaya kalktı. Henüz on sekiz yaşındaki toy ye hamile karısını kıyasıya dövüyordu.

1871 Eylül’ünde Charleville’den, kaynatası ve kaynanasıyla birlikte oturan Verlaine’lerin evine, 17 yaşında, Arthur Rimbaud adlı bir şair konuk geldi. Garip, şaşkın, kuşkucu, gözleri sevi çiçeğinin rengini, tavrı ve davranışı cezaevi kaçkınlarını andıran bu çocuğa baktıkça Mathilde ve annesi kötü bir geleceği sezinler gibi ürküyor, telaşlanıyordu. Nitekim, Lucien Viotti’den boşalan yeri bu hırçın "köylü" doldurdu, iki şair artık tüm zamanı meyhanelerde ve Paris sanatçılarının içkili toplantılarında geçiriyor, eve sabaha karşı dönüyorlardı. Verlaine’in kaynatası zengin bir zeytin yağı tüccarıydı ve evin bütün giderlerini o karşılıyordu. Verlaine kaynatasının parasıyla, Rimbaud ile birlikte Paris’in tadını çıkarıp burjuva hayatı yaşarken, karısı zavallı Mathilde'in payına da dayak ve sövgü düşüyordu.

Rimbaud kendini anlattığı bir düzyazılmış şiirinde "enerjiyle dolu olmasına rağmen kadınları sevmezdi" diyor. On yedi yaşındaki delikanlıyı ilk eşcinsel ilişkiye ondan on yaş büyük, Parisli burjuva Verlaine mi alıştırdı? Yoksa Rimbaud’nun daha önce böyle bir uygulaması var mıydı? Kimi araştırmacılara göre, Rimbaud, Komün ayaklanması sırasında Paris’e gelip bir kışlada kalıyor. O sıralarda kent en çetin günlerini yaşamakta, insanlar ölümle hayat arasında bir gidip bir geliyor. Bu keşmekeş içinde yiğitliklerin yanı sıra bireysel davranış ve alışkanlıklar da kendine ortam bulabiliyor. Kışlada askerler, işçiler, ulusal korucular, denizciler, karacılar balık istifi gibi üst üste. Ağızlarında sövgüler, salyalarını akıta akıta tütün çiğneyen bazı eşcinseller, düşler ve devrim aşkıyla dolu delikanlı Rimbaud’ya çetin anlar yaşatıyorlar. Sonunda bir onbaşı zorla üstüne çekiyor Rimbaud’yu Araştırmacılar, şairin Çalınmış Yürek şiirini bu olay üzerine yazdığını ileri sürerler:

"Üzgün yüreğim akıyor gemiye/ Bir gevişlik tütün salyası gibi (...)
Ya bu kaba saba sözler ne diye/ Adamların bu zevzek gülüşleri (,..)
Hep belden aşağı edepsiz laflar/ Onu nasıl baştan çıkardı bakın!/ 
Dümende de o biçim resimler var/ Sevişmeler, kalkmış cinsel organlar".

 Şiirdeki yürek, penisin; salya ise meni’nin simgesidir.

Kaldığımız yere dönelim. Rimbaud Verlaine’lerin evinde konuk. İki şair gece sabaha dek içip gündüz uyuyorlar. Verlaine genellikle, Rimbaud’dan önce kalkıp, delikanlının odasına giriyor usulca. O uyurken özlem dolu gözlerle seyrediyor: 

"Geldim bu akşam, yatağına eğildim /Seyrettim o tapılası bedenini/
Baktım dua eden bir derviş gibi /Oy, güneş altında her şey boşmuş, dedim (:..)
/Ne zor seni sevmek, aşkım, ince gülüm!/
Kapatacak mı gözlerimizi ölüm /Tükenecek mi soluk uyurken böyle? (..)" 

Tutkun Verlaine, Rimbaud uyurken uyanmasın diye karısı Mathilde’in bile koridorlarda dolaşmasını istemez:

 "Bak, öğlen oldu bayan. Uyuyor çocuk ruhum/ Dolaşma, adımlardan uyanır, korkuyorum (...)/ Öğlen oldu suladım her yanını odanın / Umut parlak bir çakıl zamanın kuytusunda/ Ah, ne vakit açacak gülleri sonbaharın"

Verlaine'in kaynatası Bay Maute Paris’e, eve dönünce Rimbaud'nun saltanatı da sona erer. Banville'in yardımıyla delikanlıya çatı katında bir oda bulunur. Verlaine’in şair arkadaşları çocuk şairin geçimini sağlamak için aralarında bir fon kurarlar. Verlaine artık Rimbaud ile çatı katında buluşur. Bir şiirinde kendini "uysal mürit" olarak tanımlayarak kasabalı delikanlıya şöyle seslenir:

 "Ey dehşet, buyruğundayım, al beni (...) 
Tırmanıyorum sana, çık kalçalarıma, tepin!”

 Rimbaud’ya "dehşet (terreur)" adını takmış Verlaine. Çünkü bu vahşi kasabalı, "Şairler Prensi" dediği Paul Verlaine’in bedenine karşı çok acımasız, sadik; sevişirken bıçakladığı da oluyor. Bir gün, kıskançlık nedeniyle kendisiyle kavga eden karısı Mathilde’e gömleğinin düğmelerini çıkarıp yara izleriyle dolu göğsünü gösterir Verlaine ve "Kaplanlar gibi sevişiyoruz!" der. Rimbaud davranışlarında ve insanlarla toplumsal ilişkilerinde ne kadar azgınsa Verlaine de cinsel ilişkilerde o kadar azgındır, ateşi hiç sönmez. Yalnız Rimbaud’yla değil, "Gavroche" adıyla bilinen ressam Forain ile de eşcinsel ilişki içindedir. Mathilde anılarında şunları yazar: 

"Verlaine bir gün bana, ‘esmer küçük kediyle birlikte olduğumda iyiyim, çünkü esmer küçük kedi çok uysal, sarışın küçük kediyle birlikteyken kötüyüm, çünkü sarışın küçük kedi çok yırtıcı ’ demişti, o zamanlar bu sözlerin gerçek anlamını sökememiştim. Meğer esmer küçük kedisi Forain, sarışın küçük kedisi Rimbaud’ymuş."


İki şair arasındaki eşcinsel ilişki Paris sanatçılarının alay konusu olur. Odeon Tiyatrosu’ndaki bir galadan sonra bir gazetenin sanat haberleri sütununda yayıncı Lepelletier’nin imzasıyla şu satırlar çıkar: "Bu galaya Verlaine de genç bir hanımla, kolunda matmazel Rimbaud’yla geldi." Verlaine evli, çoluk çocuk sahibi, kart ve çirkin. Rimbaud bekâr, genç, bakışları vahşi ve sert ama yüzü bir genç kız yüzü gibi, güzel. Bu nedenle Paris sanat çevresi Verlaine’i etken, Rimbaud’yu edilgen 'sanıyor. Oysa tam tersi.

Gauguin / Madagaskar



Tahiti'ye gitmeden önce Gauguin'in aklında Madagaskar vardır, ama zamanla bu kararını -Madagaskar'ı uygarlıktan yeterince uzak bulmayarak- değiştirir ve Tahiti'ye gitmeye karar verir. Van Gogh'un mektuplarını karıştırırken Gauguin'in Madagaskar kararı hakkında yazdığı bir parçaya rastladım:

 Auvers-sur-Oise, Çarşamba, 2 Temmuz 1890

Gauguin’den oldukça melankolik bir mektup aldım, Madagaskar’da kesin karar kıldığı yolunda belirsizce konuşuyor ama öylesine belirsizce ki sadece, başka ne düşüneceğini aslında bilmediği için öyle düşündüğü açıkça görülebiliyor. Ve planın hayata geçirilmesi bana neredeyse abes geliyor.

Birkaç parçada daha Van Gogh, Gauguin'in gitme kararı karşısında gerçekleşmesini neredeyse istemiyor görünüyordu. Belki de içten içe kıskandığı bir şeydi. Belki de sadece yakın bir arkadaşı kaybetme korkusuydu. (Kulak olayına hiç girmeyelim)

*
Gelişigüzel Düşünceler'den


P.P.P.

Pasolini ve Ninetto Davoli

Pasolini sadece delikanlılarla birlikte olurdu, erkeklerle ilişkiye girmezdi. Ninetto olayı vardı. Ninetto başlangıçta bir sevgili oldu, sonra hiç sevişmediler. Pasolini ölçüsüzce bu genci sevdi, kimseye haksızlık yapmadan gerçeği söylemek gerekirse, kesin sahtekârlığıyla, tam anlamıyla adlandırılamayacak tipik bir gençti. Pasolini ona karşı babacan bir sevgiye sahipti. Ninetto kadınlarla ilişkilerinde çok başarılıydı. Pasolini homoseksüellerle değil, genç delikanlılarla sevişirdi. Bir delikanlının kendisinden hoşlandığı için onunla seviştiği fikrine sahipti. Bu onun fikri, hayaliydi. Bana göre çok büyük bir hayaldi. Ninetto evlendiğinde, kızını kaybeden bir baba gibiydi. Bu, onda tanıdığım gerçek sevgi ilişkisiydi. Sonra annesiyle olan ilişkisi vardı. Bana göre sadece bu kadın üzerine bir film yapılabilir. Çünkü hastalıklı olduğu kadar, aşırı gelişen, ayrıcalıklı bir ilişkiydi. Benim için, anne-oğul ilişkisinin dışında, anneye adanmış şiirlerin yanıtlanması gibi, gerçekten yanıtlanması güç bir durumdu.

Kabaca söylemek gerekirse, Freud teorisiyle dolu tekbiçimleştiren bir ilişkiydi. Tam anlamıyla bir bilim kitabına konulacak bir “altın olay”. Beni engelleyen bu “örgenbilim” vardı. Bu tür şeylere karşı çok hassasım. Güçlü bir örgenbilim yükünün girdiği bir sevgiydi. Sonuçta Pasolini’nin annesiyle ilişkisi biraz çizgi ötesiydi. Annesi oğlunun homoseksüelliğini bilmiyor ya da bilmiyor gibi yapıyordu. Açıkçası - bunu bilmiyorum.

Pasolini ve annesi

 Pasolini’nin gerçek kaderi Casarsa’dan Roma’ya gelme olayı oldu. Komünist Partisi onu dışladı. Böylece onu ölüme götüren durum başladı. Roma’ya geldiğinde parası olmadığı için bir kenar mahallede yaşamaya gitti. Böyle yerler gerçekten ürkütücüdür, bahçesiz, sinemasız, okulsuz, Roma’nın bütün hırsızları buralarda yaşar. Pasolini de buraya gitti ve cani tipli bir delikanlıya âşık oldu. Bu konuda hiç şüphem yok. Pasolini’nin delikanlılarının hepsi çirkin, pis, cani tiplidir. Pasolini böylece kendi kaderini belirledi çünkü kendisini öldürebilecek birine âşık oldu. Ancak neden suçlulardan hoşlandığını da anlamak gerek. Bu, dekadantizmin bir iziydi. Pasolini bir dekadantistti. İçinde suç zevki vardı. Kelimenin tam anlamıyla bir mazoşistti.

Bana sadece bir kez bir kadınla beraber olduğunu söyledi. Şöyle dedi: “Bir kadınla nasıl olduğunu görmek istiyorum.” Bir hafta boyunca ilişkiye girmekten kaçındı. Sonra bir fahişeyle sevişti ve bana şöyle dedi: “Düşündüğümden daha az kötüymüş ama yine de hoşlanmıyorum. Bir kadınla sevişemem çünkü kendimi annemle sevişiyormuş gibi hissediyorum.”

Alberto Moravia ve Pasolini

Başka homoseksüeller hakkında çok kötü konuşan homoseksüeller tanıyorum. Pasolini böyle değildi, zekiydi, derhal basit insanla, iyi insanı ayırt ederdi. Homoseksüelin biraz emperyalistiydi. Bu arada insanları homoseksüel olup olmamalarına göre yargılamazdı. Son derece “uç” bir adamdı.

Geçmişinden bana asla söz etmedi. Ben de ona hiç sormadım. 
Ama insanlar geçmişinden söz etmezler, en azından buna zorlanmazlarsa.

Gerçekten zeki iki ya da üç kişi tanıdığını söylerdi. Benimle anlaşıyordu, çünkü ben onun zıttıydım. O homoseksüeldi, ben heteroseksüelim, o çok mantıksızdı, ben çok ussalım. O geleneklere bağlıydı, ben kesinlikti devrim içinim. Devrimin tek gerekli şey olduğunu düşünüyorum.

Kadınlardan nefret eden bir adam değildi. Onlara karşı sevgisi vardı. Benim küstah bulduğum bazılarına karşı büyük sabrı vardı. Pasolini narsist biri olsa da, benim çok Hıristiyan bulduğum, insanlığa karşı büyük bir sevme duygusuna sahipti. Bu anlamda Pasolini Hıristiyandı. Samimiydi, Hıristiyanlığı çokça görüldüğü gibi şekilci, bozuk değildi.

*
Alberto Moravia

Küpeli Havuzu




Küpeli havuzunun akıbeti ne oldu bilmiyorum  ama bu filmle ölümsüzleşmiş. Sanki Küpeli Havuzu'nun kendisini değil de yansımasını seyrediyordum. Gerçeklikten soyut bir güzellik sanki, öyle sade öyle berrak yansımış. Huzur kaçıran hiçbir şey yok. Whitman şiirleri gibiydi, kardeşçe, sevgi dolu, ve tatlı bir erotizm de yayılırken genç bedenlerden.

Emeği geçenlerin eline sağlık.
Metin Akdemir'in notu:  Havuz geçen yil kentsel dönüşüm adı altında surici yikiminda yıkıldı ve yerine büyük bir park inşa edildi. Iyi ki filme almışız.

Cees Nooteboom / Gezgin


Cees Nooteboom'u ilk İşte Şu Hikaye ve Ritüller kitaplarıyla tanımıştım. O zamanlar sadece bu iki kitabı vardı Türkçe'de. Haliyle tanışıklık da bu iki kitapla sınırlı kalmıştı. 

Gezi yazılarından oluşan bir kitabı, Gezgin'in Oteli'ni, ve diğer kitaplarını da aldım listeme, bekliyorlar.

Ritüller kitabından bir parça:

Giacometti


yürüyen adam:
 alberto giacometti

Olivier Cena

Yapıtını sevmeden önce sevdim onu; bir gün yapıtını seveceğimi bilmeden önce, hatta-günün birinde sanattan başlanacağını bilmeden önce sevdim. Hani şu ilk karşılaşmada binde bir ortaya çıkan yakınlaşma olur ya... O, beklediğimdi.

Giacometti. benim büyükbabama benziyor ya da  ben öyle sanıyorum. Kuşkusuz hiçbir zaman tanışamayacağım şu insanla aramda doğan dostluk ve benim uydurduğum gizli ahbaplık duygum buradan geliyor. Çalışma masamın tam karşısındaki duvarda asılı kaldı fotoğrafı. Yüzü daha içeri girerken gözüme takılıyor, yerime yerleşirken ona bakıyor ve çalışmaya başladığım andan itibaren sık sık "N'aber?" diyen bakışlar gönderiyordum ona. O ise sonsuza bakıp duruyordu.

Konuşuyordum onunla bazen. Sorular soruyordum ona, karşılaştığım geçici güçlükleri anlatıyor, yeni yazmış olduğum iki-üç cümleyi okuyordum. O ve ben, konuşuyordum. O, bir dost!

İlk gerçek karşılaşmamızı anımsıyorum: Jean-Marie Drot’nun Giacometti’yle Paris'te Hippolyte-Maindron Sokağı’ndaki atölyesinde söyleşi yaptığı bir televizyon yayınıydı. Darmadağınıklığı, tozu, bitmemiş heykelleri, taslak halindeki tabloları, sıvaları dökülmüş duvarları kaplayan hiyeroglifleri, loşluğu, sigarasını, dumanını, boya ve alçıya bulanmış gereçleri, eski bir kanepe üstüne saçılmış kitapları, alamadığım o ekşimsi kokuyu anımsıyorum-, çocuk gözlerim ekranda ressam Ali Baba’nın harika mağarasını tarıyor, her şeyi anımsıyorum.

Bir de elleri kalmış aklımda, elbette, ellerini de anımsıyorum: Kuşkusuz kamera ve mikrofon yüzünden çekingen, huzursuz, konuşurken hiç durmadan ovuşturuyor ellerini. Onları kafamda nasırlı, pütür pütür ve bazen de duyarlı hayal ediyorum: Masal devinin elleriyle melek elleri. Büyükbabamınkiler de öyle olmalıydı, hep aynı erkle donanmış, malzemeyi yoğuran ve Dünya’yı okşayan erkle.

İnsandan söz ediyorum, hep insandan söz ediyorum, ama tozlu atölyenin yarı aydınlığında, alçıyla kaplı ellerinde usul usul yapıtı beliriyor. Orda, gözleri ellerinin biçimlendirdiği çamuru dikkatle inceliyor. Yine aynı soru: Çalışan, gözlerin denetlediği el mi? Yoksa bakış mı ele yol gösteriyor? İmgeliyorum onu, gülümsüyor: 

"Heykel yapıyorsam hiçbir bey anlamadığımdandır. Şu işi bir güzel anlayabilmeyi ve ondan yakamı sonsuza kadar kurtarmayı çok isterdim."

Giacometti gülümseyince, derin çizgilerin belirginleştirdiği yüzü aydınlanıyor ve o an, bakışının derinliğinde yatan kara kaygı yok oluyor. Konuşuyor; halen kulaklarımda sesi, hoş, çekici, yumuşak ve buyurgan, kısık bir ses, eski bir porselen çanak gibi çizikli, 1891’de dünyaya ilk gözlerini açtığı Tessin Dağları gibi boğuk. Konuşuyor; yarı şarkı söyler, yarı tıslar gibi, o tuhaf İsviçre-İtalya aksanıyla, halen kulaklarımda. Anlatıyor:

 "Arıyorum, ama hiçbir zaman bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Neye bakarsam bakayım, her şey beni aşıyor, hayrete düşürüyor. Çok karmaşık. O halde, gördüklerimizi biraz olsun kavramak için yalnızca kopya çalışmalı. Ama o şeye ne kadar yaklaşırsam, o benden o kadar uzaklaşıyor. Modelle aramdaki uzaklık hiç durmadan artıyor. Sonu gelmez bir arayış bu."

Ama ne görüyor Giacometti? Okuduğum bir yazıdan belleğimde tesadüfen kalmış bir cümleyi anımsıyorum: "Bakış ’ı yontmak için, gözü yontmak, yalnızca gözün biçimini yontmak yeterlidir" Fotoğraflarından Giacometti’nin gözünün biçimini inceledim hep. Düşmüş gözkapakları ve gözaltındaki torbacıklar ona hep düşünceli bir hava veriyor, yokluk belki de; aynı yokluk, annesinin bakışında da var. Ne görüyor Giacometti? Şimdi burada, onun yüzünde, heykellerinde beni altüst eden o şeyi okumaya çalışacağım.

Büyükbabam böylesine benzediğinde, yetişkin yüzünde, sonra da çocukluk yüzünde arıyorum bunu. 1909 tarihinde köyde çekilmiş, Giacometti kabilesini tanıtan eski bir aile fotoğrafı. Büyük oğlan Alberto sekiz yaşına gelmiş olmasına karşın bir kız gibi garip bir biçimde taranmış; Diego ondan bir yaş küçük, saçlar kısa, alın kaygılı; hüzünlü küçük kız kardeş Ottilia ve en küçükleri iki yaşındaki Bruno, baba Giovanni’nin dizleri üzerinde. Anne, Annetta, ötekilerin yanında durmasına karşın, ailenin öteki bireylerine yabancı gibi geliyor bana. Yalnızca Alberto’ya bakışmaları bağlıyor onu topluluğa. Gülümsüyor. Alberto ise ciddi.

Ne görüyor Giacometti? Fotoğrafçıya, bakışındaki tüm hüznü armağan eden Ottilia, birkaç yıl sonra, dünyaya bir çocuk getirirken ölecektir. Bruno mimar olacak, Diego mobilyalar üretecek, Alberto ise heykeller yapacaktır. Baba Giovanni, o yıllarda tanınmış küçük bir post-empressionisttir. Bruno’ya sevecenlikle bakıyor fotoğrafta. Büyük oğlunu heykeltraş olma yolunda yüreklendirecek, Bourdelle’in Grande Chaumiere’deki derslerini izlemesi için Paris’e gitmesini öğütleyecektir. Onu titiz ve zayıf biri olarak tasarlıyorum kafamda. Niye zayıf? Bilmiyorum.

Bu aile fotoğrafına bakarken aklıma yaşam öyküsünden birkaç küçük bölüm geliyor. Diego ve Alberto (fotoğrafta: Oğlan ve kız) hiç ayrılmayacaklar, Paris’te aynı atölyeyi paylaşacaklardır. 1949’da Alberto Annette’le evlenecektir. Fotoğraf Giacometti’lerin yaşadığı Stampa’da çekilmiştir. Ötekinden yana söylenecek bir şey var mı? Stampa aynı zamanda Annetta’nın kızlık soyadıdır; Birde şu var. Annetta'ya erkek kardeş gibi benziyor. Annesini ululaştırıyor ve tüm yaşamı boyunca aralıksız çiziyor onu. Annetta Ocak 1964’te ölür, Alberto ise Ocak 1966’da, Stampa’da küçük bir İsviçre mezarlığında aynı mezara gömülürler.


Halen heykelden ve resimden söz etmediğimi biliyorum. Annette’in portrelerinden 1961’de yapılmış olan birisini ele almak istiyorum örneğin. Sanrılı gözlerine iri, etobur dişlerin üzerindeki yarı aralık dudaklara bakıyorum ve Diego'nunkilerde ya da James Lord'unkilerde, Michel Leiris’inkilerdeki aynı sanrılı gözleri düşünüyorum. Aynı soru tekrar geliyor aklıma o zaman: Ne görüyor Giacometti?

New York









Kapımı çalma sakın; ama olur da...

Bukowski okumadım hiç, merak etmeme rağmen, "Dünyanın Bütün Göt Delikleri ve Benimkisi" hariç, yıllardır iteleye öteleye, hiçbir şey okumadım - okuyamadım.  Aşağıda bir şiiri var, dergi sayfaları arasında, sevdiklerimden biri:



Kapımı çalma sakın; 
ama olur da...

Dışarda değilsem, tabii ki evdeyimdir ama

kapımı çalmayasın sakın 
içerde her ışık gördüğünde 
ya da sesimi duyduğunda.

Belki Proust okuyorumdur
eşiğimin önüne bir kitabını 
ya da çorbasını yapayım diye bir kemiğini 
bırakmışlarsa; kimbilir!

Kapımı çalma sakın 
borç istemek 
telefonumu kullanmak
ya da eski püskü arabamı ödünç almak için.

Dönkü gazeteyi verebilirim, 
eski bir gömleğimi 
ya da bolonez soslu bir sandviçi.

Kanepede uyuyabilirsin,
geceleri çığlık atmıyorsan ama! 
Ya da kendinden bahsedebilirsin.
Ses Çıkartmam bunlara;

Hepimiz zor günler yaşıyoruz; biliyorum,
Benim farkım, aile kurmayı düşünmemem 
çocuklarımı okutmaya 
yazlık ev almaya çalışmamam.
Gözüm hiç yükseklerde değil.
Hayatta kalmaya,
yalnızca biraz daha fazla yaşamaya çalışıyorum.

Charlie Chaplin Leaving America

1957

Charlie Chaplin ile çalışabilmek için çok uzun süre uğraşmıştım. Bir gün beni aradı. Çok heyecanlandım. Resimlerini çektikten sonra bana “Senin için başka bir şey yapabilir miyim?” diye sordu. Tabii ki kabul ettim. Chaplin işaret parmaklarını şeytan boynuzu gibi başının iki yanına dayadı ve makineye baktı. Önce vahşi bir yüz ifadesiyle, daha sonra sırıtışla.

O zamanlar bilmediğim Chaplin’in benim atölyemde saklandığıydı. Senatör McCarthy’nin komünist avcıları onu rahatsız ediyorlardı. Ertesi gün Amerika’yı ebediyen terk etti. Portre, Chaplin’in ABD’deki son mesajıydı:

 “Benim nasıl bir şeytan olduğumu görün”

 Bu fotoğrafın sorumluluğu bana ait değil. Benim için, insanın hayatı boyunca sadece bir kez alabileceği bir hediyeydi.

*
Richard Avedon

Yatak Odasında Felsefe

"Yatak Odasında Felsefe "

Marina Pıanu

Neden Sade? "Kutsal Marki" benim kişisel ve edebi gelişimimde (bu ikisi eninde sonunda birbiriyle bağlantılı değil midir zaten?) can alıcı bir rol oynamıştır. Beni böyle "yasaklanmış" bir yazara iten nedenleri açıklayarak zamanınızı almayacağım, ancak Sade’ı benim için hâlâ modern ve anlamlı kılan, onun tipik özelliği olan o küçük anlatı molekülleridir: Cinsellik ironik canlılığını sergileme aracı olduğu kadar, felsefesine özdeksel biçim vermek için anlamlı bir dil olarak kullanılır. Yatak Odasında Felsefe iyi bir örnektir.

1795’te, devrim dönemi hâlâ sürerken yayımlanan kitap, cumhuriyetçi aristokrasiden Ortodoks devrimcilere kadar, elit bir okura hitap eder. Eski felsefi diyalogların ve daha yakın zamanda aristokratları hedef alan yergili güldürülerin etkilerini taşıyan Yatak Odasında Felsefe, onaylanmış değerlere bağlı kalmamasına karşın, Marki’nin en hoş ve önemli yapıtıdır.

Yedi diyalog boyunca, petile ingenue (küçük saf) Eugenie de Mistival, doğuştan fazlasıyla yetenekli naif bir bahçıvanın (aksi halde bütünüyle aristokratlara özgü olacak bir atmosferde halk dilinin tek görünür etkisi) yardımıyla, üç ana liberteryan karakteri (erkek, kadın ve oğlancı) temsil eden, üç liberteryandan eğitim alır ve liberteryanlığa adım atar. Son diyaloğa gelindiğinde, bu karakterlere Eugenie’nin hem kurban, hem de arzu nesnesi olarak hizmet edecek annesi katılır.

-----------------------------------------------------------
Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/yatak-odasnda-felsefe.html
-----------------------------------------------------------------------------------------------------

Arslan, brütal sanat!


Yorgun düştüğü zamanda bile Yüksel Arslan, insana duyduğu tutkuyu yitirmez. Ansiklopedik bir yapıt aracılığıyla bizi çağlar boyu kendimizi aramaya yönelten sanatın dikenli yolunu keşfe çıkar. Yazı ve resim arasındaki yolun ortasında - “artures” adını verdiği belgeler üretir. Doğal renklerle çalışır. Yıllar ve yıllar boyu süren okumaları temsil eden ve tarih öncesine, toplumsal tarihe, sanata, şiire, düşüne, bilimlere değinen diziler üzerine. Ve Arslan’a tüm çağları böylece aşmayı ve kendi özgün araçlarını oluşturacak az rastlanır bir güç gerekir.

Dokuz yıldan beri, yeni bir dizi öne sürme gereği daha belirgin, daha ivedi biçimde ortaya çıktı. Sinir sistemi hastalıkları üzerine o çalışmasına “İnsan” adını vermemiş miydi? Ta içimizde bulunan canlı varlığı, hayvansallığımızla mantığımızın evliliğini sorgular. Orada, özün yanı sıra sanata, Elie Faure’un altını çizdiği gibi birlikteliklerini pekiştirmek için maddenin ve zekanın derinliklerindeki aşktan fışkıran” en üstün ifade biçimimize dikkat çeker.

Ne? İnsanın en yüksek açılımı bu travmaya uğramış, bitkin, pörsümüş, sakatlanmış bedenler mi? Bu tahriş olmuş beyin dokuları, bu tümörler mi? Bu şaşkın bakışlar mı? Bu sanrılar, bu krizler mi? İnsan sütunlar, dikilitaşlar, minareler, deniz fenerleri gibi dikilen barkodlarla mı özetlenecek? Çiçeklerin dişi organları gibi keyifli aptallara mı? Daha da kötüsü, kuşkonmaz ya da turp, deve ya da tespih böceğinde hararetle birleşmiş diğer canlı türleriyle eşit bir düzlemde mi olacak?

Arslan acele etmeden doğruluyor:

 “Tüm bunlar insanın da bir köpek, bir maymun ya da bir ağaç denli atıl bir tür olduğunu gösterir.”

Arslan bir kuramcı değil ama bir tanık. İnsanda korkutulmuş, kırılgan, dengesiz bir varlık bulabilmek için yüzlerce ve yüzlerce kitap okumuş. Onun tüm durumlarında, tüm boyutlarında iç yüzünü ortaya çıkarmış. İşkence görenleri, soykırıma uğrayanları, hapsedilenleri unutmadıkları için savaşanlar gibi acı çeken ruhlar üstüne eğilmiş. Sinir sisteminin gedikleri sadece çıplak yaşama bakılabilecek pencereler, önemli olan tek düşmanın, ölümün gelişmesinin önüne geçmeye aracı olabilecek mazgal delikleridir.

Kafalarımızda bir operet kişiliğini vitrine koymaya çok alışmışız. Arındırılmış bir kültür yaşamına masere’yiz. Deniz feneri olmakla, dürüst olmak ve her şeyi söylemekle yükümlendirdiğimiz sanatçılar bile, olabildiğince sık, bir reklam ürününün yüzeysel görüntülerine tutunurlar. Her şeyin geçici olduğunu öne sürerek, iyi yaşamalı, derler. Arslan’ı çileden çıkaran budur: “Hiçbir şeye cesaret edemiyorlar. Aptalca püritanizm!”

Eh, işte, sanat, o, Arslan onu yeniden dölleyecektir. Yabanıl bir kucaklamayla. Açıklamalar yapmak, daha da önemlisi bir kitleselleşme yapıtı vermek için orada değildir. Arslan’ın hedefi sanatsal bir sorumluluk yüklenmedir. Ödün vermeden. Onun brüt sanatından söz ettik, işte bu brütal sanattır.

Ve sonucu bir harika yaratmaktır.

*
Jacques Vallet

*
YÜKSEL ARSLAN ÜZERİNE:

Yüksel Arslan'a Veda

Yüksel Arslan
1933 - 2017



SARTRE YÜZYILI

Sartre'dan Geriye Ne Kaldı?

Pierre Billard

19 Nisan 1980 günü, "Sartre Topluluğu” denilen büyük bir kalabalık bu evrensel filozof-yazara Montparnasse Mezarlığı'na kadar eşlik etti. Sartre, değişmiş, kahramanlaşmış, ama sadeleşmiş olarak efsanedeki yerini aldı. Şimdi, yirmi yıl sonra, saatler yeniden değerlendirme anını gösteriyor: Bu kadar geniş bir eylem alanının adamı olan Sartre "dan geriye ne kaldı? Sıkça yanılan bu anıt adam hâlâ orada mı? Yanıtlar Bernard-Henry Levy’nin ona adadığı güçlü çalışmada yer almakta:

 "Le Siecle de Sartre 
Sartre Yüzyılı.


Bu kitap hem iştah hem de sıkıntı yaratıyor. İştah diyoruz çünkü kitabı uzun zamandır bekliyorduk, Levy onu bize borçluydu. Dokuz yıl önce kapsamlı ve güçlü bir yapıtında (Özgürlük Maceraları) yirminci yüzyılın büyük entelektüellerinin romanını yeniden yazmış, ancak bu kitabında Sartre’a yer vermemişti. Bu yokluk, bugün yerine getirilen bir sözü içeriyordu. Sıkıntı ise başlığından kaynaklanıyor. Başlıkta söz konusu olan hangi yüzyıldır? Yirminci yüzyıla hâkim olan elbette Sartre’ın figürü değildir: Gide, Malraux ve diğerlerinden söz edilebilir. Bunu tespit edecek olan Levy değildir, çünkü onun Sartre’ı, bize bir bilinç destanını ve bir başarısızlığın öyküsünü sunmaktadır.
Kitap Sartre’ın zaferi üzerine başlamaktadır. Makaleler, röportajlar, denemeler, tiyatro oyunları, romanlar, konferanslar, felsefe tartışmaları ve elbette Les Temps Modernes dergisi meraka, tartışmaya ve zihinlerin ısınmasına neden olmaktadır. Eski felsefe profesörü, yeni ve istisnai boyutta bir entelektüel tipini oluşturmaktadır. "Büyük Sartre’cı" Simone de Beauvoir Sartre’ın kendisine şu itirafta bulunduğunu söylemiştir: 

"Hem Spinoza hem de Stendhal olmak istiyorum."

Ancak bu galip Sartre, terörizme ve siyasi cinayete çağrıda bulunmadan önceki Sartre’dır. Sonuç olarak Sartre ne Stendhal ne de Spinoza olabilmiştir. Roman türü yapıtları erkenden kesintiye uğrar (1949). Bundan on beş yıl sonra, yazarına Nobel Ödülü kazandıran Sözcükler isimli edebi başyapıtıyla yazın dünyasına geri döner. Sartre, edebiyatı bir şifa olarak görmüştür. Onun uzun ve acı bir delilik hastalığı olduğunu da beyan etmiştir.



Demek ki Stendhal değildir. Ama Spinoza hiç değildir. Levy’nin çalışmasının özü Sartre’ın romanlarının ne kadar felsefî oldukları iddiasından oluşmuştur. Başlıklarıyla Heidegger ve Hegel'e meydan okuyan iki büyük yapıtı, Varlık ve Hiçlik ve Diyalektik Aklın Eleştirisi'nin oluşumunu inceler. Ancak bu dönemlerinde Sartre, Hegel ile oyun oynamakta ve Marx’ı (hiçbir zaman derinine inmeden) yok saymaktadır. Daha sonra Sartre Eleştiri isimli yapıtında düşünülmüş ya da düşünülebilecek olanı tanımlayarak Hegel’in Mantık Bilimi'nde öne sürdüğü "felsefenin sonu" fikrini aşabilmek için ona karşı çıkar. Bunu yaparken de, kaynağındaki "varoluşçuluk” ile çelişkiye düşen kavramsal nesnelerden yararlanır. Bütün bunlar boşunadır, bu girişim Hegel'ci mutlaklığın duvarında parçalanır. Bu temel başarısızlık Sartre’ı ideolojik spekülasyondan gerçeğin karanlığına götürür. Edebi alana yaptığı gibi felsefi alana da ihanet eder. Bundan böyle dünyayı yeniden oluşturmayacak, onu yaşayacak da; sokakta, halkın içinde, gündemde, somut siyasette.

Sartre, 1940 sonunda Almanya’daki bir tutuklu kampında tutsak arkadaşlarıyla birlikte Noel için Bariona adlı bir tiyatro oyunu yazar ve oynar. Daha sonraları, "kalabalık içinde diğerleri arasında bir numara olarak kaybolmuşluk" hissinin verdiği zevkle "ortak yaşama katıldığını söyler ve "arkadaşlığın sıcaklığının anti-hümanizmasının çelişkilerini çözdüğünü" belirtir.

Kamptaki anarşist, dandy, Stendhal’ci, Nieztsche’ci Sartre kendini yenilmişlerin ortaklığıyla sarılmış bulur ve bundan mutluluk duyar. "Başkaları için" ve "kendisi için" varolmakla ilgili, karamsar, anti-hümanist, birleşmiş grupların dinamiğini reddeden bireyci felsefe- bir süre daha egemenliğini sürdürür. Ancak kısa bir süre sonra, Eleştiri'sinde "düşüncelerim öldü" der.

Levy saptama yapar, suçlamada bulunmaz, örneğin: işgal sırasındaki tutumuna karşı Sartre’a yöneltilen yanlış davaları reddeder. Yazarın her virajı için geçerli motivasyonlarını ve meşruluk payını araştırır, suçsuzluğunun kanıtlanması için uğraşır. Benny Levy ile yaptığı son söyleşilerde tanık olunan yeni gençliği içinde Sartre, yeni bir düşünceyi araştırmaktadır. Yahudi Mesihçiliği üzerine bir düşünce ve Yahudi  toplumunun deneyimi, her türlü toplumsal zorlamaya isyan eden yalnız adam felsefesiyle öznelliğin temel çelişkisinden kurtulma olanağını verecektir ona sanki. Acaba Sartre yeni bir sıçrayışın eşiğinde midir? Ölümü bu sorunun yanıtını askıya alır.

Levy, Sartre’ın Camus ve Aron hakkındaki düşüncelerine de hak vermeyi sürdürür. Ancak kitapçılardaki kitaplarının afişlerinde uzun süre kalarak çok ihmal edildiğini düşündüğü Sartre tiyatrosu hakkında acımasız olmaktan geri kalmaz.

"Sartre Yüzyılı" adlı bu yapıttan çıkarılabilecek sonuçlardan biri "yüzyılının dışında kalan Sartre", "yüzyılına karşı çıkan Sartre" olabilir.

*
Sartre Yüzyılı kitabından notlar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/ nietzscheci-bir-kitap: bulanti
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/nietzscheler.html

Bütün Sartre’lar

Bütün Sartre’lar

Jaques pierre Amette

Bir yazarın gerçeği nedir? Sartre iyi'midir, kötü müdür? Zaten bitmiş bir yüzyıl için bir saman alevi midir? Son sınıflarda okutulması için varolmuş bir yazar mıdır? Celine tarafından sonsuza dek aşılmış bir biçimci midir? Nefret ettiği ve kıskandığı arkadaşı Camus sürekli büyürken, burjuvaziyi dava eden Sartre ölümünden bu yana sürekli dava kaybetmektedir.

Bir Sartre olduğuna inanılmıştı. Bernard-Henry Levy iki tane olduğunu söylüyor: 

Bulantının anti-hümanisti ve Özgürlük Yolları'nın hümanisti. 

Aslında on, yirmi, otuz Sartre var. Onlarla karşılaşmak için kitaplarını kapısını açmak yeterli. Bernard-Henry Levy şöyle yazıyor "Yazarın, kendini empoze eden bir sesin yarattığı mucize olarak, tüm donanımıyla, diğerlerinden farklı bir biçimde doğduğu sanılıyor. Ama öyle değil. Öyle olsaydı çok basit olurdu. Yazarlar doğumlarında çok daha çekingen, daha terbiyesiz, daha serseridirler." Örneğin serseri öğretmen Sartre'da kaynayan karışımın yeniden okunması yeterli. O sıralarda Sartre bir "yaşam arkadaşı" değil; sinirli genç bir adam, Celine ve Gide’i yağma eden bir edebiyat haydutu ve sıradan zehirli çiçekler bulmak için kadınların eteklerinin altını karıştıran bir serseridir. BHL yapıtında bir metin haydutunu ve özellikle kendini sansürlemeyen bir genç adamı tanıtmaktadır, Sartre’ın dehası, görgü kurallarıyla uğraşmamasındadır.

Sonraları savaş başlar. 1940 Haziranı'ndaki mağlubiyetle başka bir Sartre su yüzüne çıkar. Artık Sartre yeryüzündeki korkunç yabancı değildir. Diğerleri gibi başkaları için yazan biridir; Kaderin bir cilvesiyle Alman felsefeciler tarafından yetiştirilir. Özgürlük Yolları yüzünden haksız yere hor görülür. Buna karşılık Sartre, Fransa’nın benzinsiz otomobillerle dolu bir ülke olduğunu keşfeder.

1940 Haziran’ının büyük acısı ve üzüntüsü, keskin, kuru, şaşırtıcı bir zekâyla kolektivitenin dramına dalan, gizlenen, korkunç biçimde allak bullak olmuş bir Sartre yaratır.

Savaştan sonra Stalincilik baş gösterir. Romanlarını proje düzeyinde bırakır. Bir dinleyici kitlesine sahip olmayı çok istemektedir. Metinlerden inanılmaz bir karambol meydana getirir. Bu Sartre, Woody Allen’ın Zellig karakterine yakındır. Hiddetli, polemist, kötü niyetli, dalavereci olmaktan, Fransız nesrinin duru suyunu bulandırmaktan vazgeçmez.

Mükemmel bir bukalemun oluverir. Direnişçilerle direnişçi, Paris tarzı Alman dostu, Heidegger ile Heidegger’ci, Yahudilerden daha Yahudi, Billancourt’da işçi savunucusu, tiyatrolarda dramatik yazar, Stalincilerle Stalinci, Küba’yla Kübalı, komünistlerle marksist. Sartre kılık değiştirir, şaşırtır, tüm akımlar hakkında durmadan konuşur. Garip bileşimler için çalışır. Jean Genet’yi bir aziz, bir şehit, bir hazine olarak ilan etmek için onunla uğraşmaya başlar.

10 Ocak 1964’te Sözcükler isimli şaşırtıcı kitabı ortaya çıkar. Sartre bir bomba yerleştirmiştir. Kendine karşı, kariyerine karşı, yazarlığına karşı düşünmektedir. İşte karanlık içindeki, işkence görmüş, yalnız ve kış havasındaki Sartre. Her şey Bernard-Henry Levy’nin şu cümlesinde açıklanır: 

"Sartre’a özgü totalitarizm kaynaklarında rastlanan son özellik: edebiyattan ve kendinden nefret"

Kitap, yaşlı bir genç adamın ölü yaprakların arasında Kitab-ı Mukaddes’i okuduğu bir ortamda son bulur. Levinas, arkadaşlarından, etrafına inşa edilen varoluşçu güzel lahitten kaçar.

Bernard-Henry Levy’nin kitabında, Sartre’ın Brecht’ten esinlenen tiyatrosu hakkında gerçek bir geliştirme yazısı okumak heyecan verici olabilirdi. Elbette ki Sartre kendi ülkesinde Brecht’e karşı gelmeyi istemiştir. Neyse ki, siyasi bilgilendirmede bulundurmayı hedefleyen oyunları mucizevi bir önseziyle yönlendirilmiştir. Gizli Oturum isimli kurucu oyunu, devamı gelmeyen yeni bir tiyatronun yolunu açmıştır.

Tiyatrosu bizi bu muhteşem garip alanın önüne getirip bırakmıştır: Sartre’ın bilinçaltı, sonsuz güç açlığı, kendi kendiyle olan savaşları, boşluğa kaymaları. Düşüşe ve İsa tarafından olanaksız kurtarılışa Hıristiyan bakışı.

Bernard-Henry Levy’nin felsefeci ve romancı Sartre için yöntemsel analizi, tiyatrocu Sartre için yapmaması bir kayıptır.



Yaşayan Sartre / Ferit Edgü



Yaşayan Sartre

Ferit Edgü


SORUMLULUK, ÖZGÜRLÜK. UMUT

Çağımızın hiçbir önemli sorunu yoktur ki, Sartre'ın ilgisini çekmemiş ve onun üzerinde düşünmemiş, yazmamış olsun.

İlk büyük felsefe yapıtı, “Varlık ve Hiçlik” (1943), adından da anlaşılacağı gibi, varlık kuramı Üzerine'dir. Kaynaklarını Kierkegaard’da, Heidegger’de, Bardiev’de, Husserl’de, yazında ise, Dostoyevski’de, Kafka’da bulduğumuz varoluşçuluk, Sartre’da, en olmaz gibi görünen toplumsal ideolojilere, tarihe ve siyasete uzanır. Varoluşçu Sartre Heidegger, Gabriel Marcel, Karl Jaspers gibi felsefenin sınırları içinde kalmaz.

Doğa - ötesi, Varlık, Zaman, Hiçlik, kavramları, evet; ama öte yanda, kapitalizmin, sosyalizmin sorunları vardır. Kore, Vietnam, Cezayir savaşları vardır. Açlıktan ölen Biafralı çocuklar vardır.

Çağımızda bir düşünür, bir aydın, bir yazar, bir sanatçı yalnız kendinin değil, başkalarının, yalnız kendi ülkesinin değil, başka ülkelerin sorunlarıyla da ilgilidir. ilgili olmak zorundadır. Bir başka deyişle kendinden ve çağından sorumludur. Sorumluluk... İşte Sartre’ı tanımlayacak sözcüklerinden biri, ikinci sözcük özgürlüktür. Üçüncüsü ise, Umut. (Her üç sözcük de ! büyük harflerle.)

Proust, Geçmiş Zaman Peşinde’dir. Joyce Ulysse’tir. Kafka, saçma bir yazgının. Beckett, insan yalnızlığının ve kişiler arası iletimsizliğin. Yazar Poust’u romanını yazdığı günlerin toplumsal çalkantıları ilgilendirmez. Joyce, İrlanda iç savaşından sözedilmesine bile dayanamaz. Kafka, daha çapraşık bir yapıya sahiptir. Olağan; bir Çek Yahudisidir, ama Almanca yazmaktadır. Herzen ve Kropotkin okuyucudur ama bu romanlarına, öykülerine yansımaz. Sartre bu büyük yazarların tümünü önemser, ama onlardan farklı olarak, tarihsel akışın içinde olmayı seçmiştir. Yazarın özgürlüğü ve bağımlılığı boş sözcükler değildir Sartre için. Yazmak bir eylemdir ya da eylemin bir parçasıdır. “Bulantı”yı izleyen yazınsal yapıtlarında bu görüşleri ağır basar. Daha açık bir deyişle, gerek “özgürlük Yolları” üçlemesi, gerek oyunları (Kirli Eller, Kıral Kean, Sinekler, Şeytan ve Ulu Tanrı, Nekraseov, Altona Tutukluları) tezleri olan yapıtlardır.

Proust, Joyce, Kafka, Beckett, yalnız yazınsal olana sarılıp, toplumsal çalkantıların dışında gerçekleştirmişlerdir yapıtlarını. Sartre için yazın, bir amaç değil, bir araçtır. Yazınsal yaratıcılığı, bile isteye, düşünceleri uğruna “feda etmiştir.” “Gizli Oturum" gibi bir  oyunun, “Bulantı” gibi bir romanın yazarı için büyük bir özveri. Ama Sartre’ın yaşamı bu özverilerle doludur.

FELSEFE UĞRUNA HARCANAN YAZIN

Camus'ya Veda / Jean Paul Sartre

Daha altı ay önce birbirimize "O ne yapacak?" diye soruyorduk. Saygı gösterilmesi gereken bazı çelişkiler içinde kıvranırken geçici olarak suskunluğu seçmişti. Ancak o seçimlerini ağırdan alan ve seçimlerine bağlı kalan, şu seve seve beklenen adamlardan biriydi. Nasılsa bir gün konuşacaktı. Ne diyeceği konusunda en ufak bir tartışmaya girmeye bile cesaret edemiyorduk. Fakat her birimiz gibi onun da dünyayla birlikte değiştiğini düşünüyorduk: Varlığını canlı tutması için bu yeterdi.

Onunla aramız açılmıştı: Bir küskünlük nedir ki -hiç görüşmemecesine - tastamam bir başka tarzda birlikte yaşamak ve bize sunulmuş olan küçük, dar dünyada gözden yitmek. Bu, benim onu düşünmemi, bir kitabın sayfalarında, okuduğum gazetede onun bakışlarını duyumsamamı ve onun bana "O bu konuda ne diyor? Şu sırada o ne diyor buna?" demesini engellemiyordu.

Olaylara ve mizacıma göre kimi zaman sakınımlı ve üzücü bulduğum suskunluğu, ışık ve sıcaklık gibi bir gündüz özelliğiydi, ancak insansı bir özellikti bu. Kitaplarının bize sergilediği gibi -özellikle Düşüş, belki en güzel fakat en az anlaşılmış kitabıydı— onun düşüncesiyle ya da onun düşüncesine karşı, ancak hep onun düşüncesinde yaşanırdı. Bu, kültürümüzün; evrelerini ve bitim zamanını öğrenmeye çalıştığımız bir devinimin tekil bir serüveniydi.

Yüzyılın ve Tarih’in karşısında, yapıtları belki de Fransız yazınının en özgünlerini oluşturan o upuzun ahlakçılar soyunun güncel kalıtçısıydı. İnatçı, sınırlı, saf, kösnül ve soğuk hümanizmi, zamanımızın yoğun ve çok boyutlu olayları karşısında kuşku uyandıran bir savaşımı ele veriyordu. Ancak bunun tam tersine, reddettiği şeylerde ayak diremesiyle gerçekçiliğin paralarına, makyavelcilere karşı bu çağın ortasında törel gerçeğin var olduğunu ısrarla savunuyordu.

Sanki o, bu yıkılmaz savın ta kendisiydi. Biraz okunsa ve düşünülse, sıkılı yumruğunda sakladığı insancıl değerler kucaklanacaktı: Politik eylemi tartışma konusu haline getirmişti. Ya ona yaka silkilecek ya da karşı konulacaktı: Ruhsal yaşamı canlı tutan bu gerilim tek bir sözcükle kaçınılmazdı. Son yıllardaki suskunluğunun bile olumlu bir yanı vardı: Absürd'ün bu Dekartçısı ahlak anlayışının güvenli sularını terk etmeyi ve deneyimin (pratique) kesin olmayan yollarına düşmeyi reddediyordu. Bunları keşfediyorduk biz ve yine anlaşmazlıkları söylemediğini keşfediyorduk: Zira tek başına ele alındığında ahlak, kimi zaman başkaldırıyı ve yargılamayı gerektiriyordu.

sanırım birlikte oldukları tek fotoğraf karesi bu
Bekliyorduk, beklemek ve bilmek gerekiyordu: Çok sonraları bir şeyler yapabilmiş ya da kararlara ulaşabilmiş olmasına karşın Camus, ne kültürel alanımızın temel güçlerinden biri olmaktan, ne de Fransa’nın ve bu yüzyılın tarihini kendi tarzıyla betimlemekten geri durdu. Ama biz belki de onun gittiği yolu bilmiş ve anlamıştık. O her şeyi yapmış  yalnız yapıtlarıyla- ve her zamanki gibi bundan geriye, her şeyi yapmak kalmıştı. Şöyle diyordu: "Yapıtlarım benim önümdedir." Bu kadar. Bu ölümün kendine özgü utancası insan düzeninin acımasızca yıkılmasıdır.

İnsanlık düzeni bugün hâlâ bir kargaşadır, haksızlık ve güvensizlik doludur, öldürme, açlıktan ölme vardır: İnsanlarca kurulmuş, korunmuş ve uğrunda savaşımlar verilmiştir. Bu düzende Camus yaşamalıydı: Bu adam ilerlemekte, bize tartışmalar açmaktaydı, kendisi de yanıtını arayan bir soruydu; uzun bir yaşamın ortasında yaşıyordu; bizim için, kendi için, düzeni egemen kılan insanlar ve onu reddedenler için, onun suskunluktan çıkıp kararlara, sonuçlara varması çok önemliydi. Kimileri yaşlı ölür, ölümü erteleyen kimileri de yaşanım ve yaşamlarının anlamı değişmeksizin her dakika ölebilirler. Ama bizim gibi kararsız ve şaşkınlar adına, en iyi insanlarımızın tünelin sonuna varmaları gerekirdi. Bir yapıtın kişileri ve tarihsel zamanın koşulları pek seyrek olarak bir yazarın yaşamasını gerektirmiştir.

Camus’yü öldüren kazaya, "utanca" (scandale) diyorum ben, çünkü bu kaza insan dünyasının özündeki en derin gerekliliklerin anlamsızlığını gösteriyor. Camus, daha yirmi yaşındayken ansızın karşılaştığı bir kötülüğün yaşamını altüst etmesiyle saçmayı keşfetmişti - insanın aptalca inkârı. Saçmanın içine düştüğünde o dayanılmaz durumu aklından geçirdi ve işin içinden sıyrıldı hemen. Bununla birlikte bu iyileşmiş hastalık önceden kestirilemeyen ve dışardan gelen bir ölümün altında ezildiğine göre, ilk yapıtlarının kendi yaşam gerçeğini anlattığı söylenebilir. Saçma, artık ne onun kimseye ne de kimsenin ona getirdiği bir sorundur: Saçma, artık suskunluk olmayan bir suskunluk ve artık büsbütün bir hiçtir.

Buna İnanmıyorum. İnsanlıkdışı olan boy gösterdiği anda insanın bir parçası olabiliyor. Yarıda kesilmiş bütün yaşamlar -çok genç bir insanınki bile- aynı zamanda kırılan bir plak ve boş yeri kalmamış bir yaşamdır. Onu sevenler için bu ölümde dayanılması zor bir saçmalık vardır. Kolu kanadı kırılmış bu yapıdan, eksiksiz bir yapıt olarak görmeyi öğretmek gerekecektir. Camus hümanizminin içerdiği ve kibirli mutluluk arayışlarının, ölmenin insanlıkdışı gerekliliği anlamına geldiği ve bunu gerektirdiği ölçüde, bu yapıtların ve onlardan ayırt edilemeyen bu yaşamın içinde gelecek ölümlerindeki varoluşunun her anını yeniden ele geçirmek isteyen bir adamın katıksız ve yengi dolu girişimini göreceğiz.

*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre

Camus’de Nietzsche İzleri

Camus’de Nietzsche İzleri

Roger Grenier


Düşünceleriyle artık bizi ikna edemez hale gelseler de yakın dostumuz olarak kalan yazarlar vardır. Nietzsche hem Camus için hem birçoğumuz için o yazarlardandır bence. 1932’de 19 yaşındayken Camus Cezayir’in başkenti Cezayir’de, Ecole normale superieure’e girmek için hazırlık sınıfındadır ve ilk metinlerini yazmaktadır. Intuitions (Sezgiler) adlı yapıtında bir roman kişisi Zerdüşt’e benzer, “bıkkınlık” sözcüğünü Zerdüşt’ten alıp kullanır. Aynı yıl, Sud’de yayımlanan “Müzik Üstüne Deneme” özellikle Tragedyanın Doğuşunun söz konusu edildiği, Apolloncu ve Dionysosçu estetik kavramları arasındaki karşıtlığın ele alındığı, biraz değiştirilip düzeltilmiş bir felsefe incelemesidir aslında. “Yunanlılar için güzellik kavramı acıdan doğdu” sözünü unutmaz Camus. Nietzsche’nin “inatçı iyimserliğinin altını çizer: “Yılgınlığa karşı bir tür bitmek bilmez mücadele bu, şimdiden böylesine tuhaf bu figürde bulduğumuz en cazip şey de bu.” Camus filozofun Wagner’i yadsıyıp Carmene övgüler düzmeye koyulduğunda yolunu şaşırdığını düşünse de, Akdeniz’in Nietzsche’yi büyülemiş olması onu etkileyecektir kaçınılmaz olarak. Tragedyanın Doğuşu, adı geçmese de, Camus’nün ilk romanı Mutlu Ölüm'de belirgin bir yer tutar. Zagreus adındaki bacakları kesik, tuhaf adam, Nietzsche’nin denemesinden kaynaklanmıştır. X. bölümde filozof “çocukken Titanlar tarafından parçalandığı, böyle uzuvları kesilip dağılmış olarak, Zagreus adıyla kutlu sayıldığı çok güzel efsanelerde anlatılan” tanrı Dionysos’tan dem vurur. Romandaki “yarım insan” Zagreus, Patrice Mersault onu öldürmeye geldiği sırada, Baltasar Graciân’ın L'Homme de cour adlı kitabını okumaktadır. Nietzsche’nin Schopenhauer’in bir çevirisinde keşfettiği ve özel bir hayranlık beslediği bir yapıttır bu.

Hele hele Mutlu ölümün kahramanı Mersault -önemli olan tek şeyin “mutluluk istemi” olduğunu sanır o- büsbütün Nietzscheye özgü bir roman kişisidir. Ayrıntılarına varıncaya kadar. Tıpkı 1937 Eylül'ünde Camus’nün yaptığı gibi, Mersault kente tepeden bakan yolda yürür, Nietzsche’nin sevdiği o yolda. Ve “güzel kokularla ve ışıklarla dolu koca denizin uzun bir kabarışla üzerine doğru yükselmesine” boyun eğer.

Camus Mutlu Olüm’ü hiç yayımlamayacaktır. Yabancıyı yazar. Mersault yerini Meursault'ya bırakır, Nietzsche de saçma kavramına. Ama Sisifos Söyleni Nietzsche’den alıntılarla doludur, hatta alıntıların alıntılarıyla. Nietzsche'nin Kierkegaard hakkında, Peder Galiani hakkında söylediklerini buluruz bu yapıtta. Camus sonsuzluğu reddederken Zerdüşt’ün yalvarışını benimser: “Yeryüzüne bağlı kalın, ve inanmayın size dünyaötesi umutlardan söz açanlara!” Bir Alman Dosta Mektuplardaki dördüncü mektupta yeniden şöyle yazacaktır: “Yeryüzüne bağlı kalmak için adaleti seçtim.”

Camus’nün Nietzsche konusunda benimsediği tavır daha da evrim geçirecektir. 1943’te, Nazilerin Nietzsche’yi kullanması karşısında, Defterlerinde şöyle der: “Sokrates’i ve Hıristiyanlığı şiddetli argümanlarla eleştirmek Nietzsche’ye gerekli görünür. İşte bu yüzden, tam tersine, bugün Sokrates’i ya da en azından Sokrates’in temsil ettiği şeyi savunmamız da gereklidir çünkü yaşadığımız dönem, onların yerme, her türden kültürün yadsınması demek olan değerleri koymak tehdidinde bulunuyor ve Nietzsche burada istemeyeceği bir zafer kazanma tehlikesine düşüyor.” Hiçbir şeyi dışlamamalıdır. “Ve en sonunda, tıpkı Pascal’in deneyiminin Darwin’inkine, Kallikles’inkinin Pîaton’unkine eklendiği gibi, Nietzsche'nin deneyimi bizimkine eklendiğinde insanlığın sicilini onarır ve bizi vatanımıza kavuşturur.”

Başkaldıran İnsan'ın izlediği yolda Nietzsche soyutlanamazdı, zaten böyle bir niyet de söz konusu değildi. Ne yazık ki Nietzsche’ye ayrılan bölümün Güç İsteminin bir yorumu olması istenmiştir. Söz konusu yapıtın hiç varolmadığını, Elisabeth Förster-Nietzsche tarafından gerçekleştirilmiş, belli bir amaca yönelik bir montaj olduğunu biliyoruz bugün. Yine de, Camus, filozofun, Tanrının ölümünü saptadıktan sonra, inançsızlığını bir yönteme nasıl dönüştürdüğünü ve bunun onu nasıl da acılı bir çilekeşliğe götürdüğünü çok iyi görür. Nazilerin boş yere kendi saflarına katmak istediği kişiye hakkını verir: 

“Nietzsche’ye ve nasyonal sosyalizme gelinceye kadar, olağandışı bir ruhun soyluluğunun ve çektiği büyük acıların aydınlattığı bütün bir düşüncenin, dünyanın gözleri önünde yalanların geçit töreniyle ve toplama kamplarında korkunç bir biçimde üst üste yığılmış cesetlerle örneklendiği görülmemişti”

Camus’nün yapıtlarının dönemecinde Nietzsche'ye rastlarız hep. Bir insanın kendini suçladığı, aynı zamanda da insan türüyle hesaplaştığı tek sesli diyalog Düşüş'ün hangi yapıtı örnek aldığı açıkça söylenmiştir: Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı. Camus, yeri gelmişken, Nietzsche’nin Yeraltından Notları okurken Dostoyevski'yi keşfettiğini belirtmekten kaçınmaz. Entelektüel gelişimi sırasında, yapıtları için “bir zafer ortamı içinde güç, sevgi ve ölüm” tasarlayan Nietzscheci genç, bir ölçülülük felsefesine ulaşır. Ama yıldırım çarpmış dehaya karşı hep bir yakınlık besleyecektir, “Dionysos adı, sadece, deliliği sırasında Ariadne’ye yazdığı aşk mektuplarını ölümsüzleştirmiş” olsa da.


ilgili okumalar:

Günümüzde Camus’yü Okumak


Günümüzde Camus’yü Okumak

Pierre Louis Rey

Camus felsefeciden çok sanatçı olmak istemesine karşın bir biçim yaratıcısı olarak ortaya koymadı kendini. Düşüş konusunda, kendisiyle yapılmış son söyleşide şöyle der: “Biçimi konuya uyarladım, hepsi bu”. İçerikle biçim arasındaki farkı geçmişte kalmış bir şey gibi gören her modern akademisyenin elini kolunu bağlayacak bir ifade. 1938 ile 1941 arasında Camus aynı anda üç yapıt birden ortaya koydu: bir deneme (Sisifos Söyleni), bir roman (Yabancı) ve bir tiyatro oyunu (Caligula). Aslolana, ‘saçma’ düşüncesine daha emin bir yoldan ulaşmak için biçimleri -ya da türleri- çeşitlendiriyordu adeta. İyi niyetli kimseler Yabancı'nın Sisifos Söyleni’nin ışığında okunmasına üzüldüler. Ama Camus’nün bundan incinmesi için bir neden yoktu: Daha 1936’da Defterler'ine şöyle yazıyordu:

 “Filozof olmak istiyorsan roman yaz”, 

sonra, Sartre’ın Bulantı'sı hakkında şöyle yazacaktı:

 “Bir roman imgelere dökülmüş bir felsefeden ibarettir daima.”

Roman türünün düşüncelere göre biçimlenme eğilimde olması onun gözünde bir düşüklük göstergesi değildir, tam tersine: 

“Birçok kişiyi romana çeken şey, romanın görünüşte üslup taşımayan bir tür olmasıdır. Aslında en zor üslubu gerektirir roman, bütünüyle konuya boyun eğen bir üslubu. Böylelikle, her romanını değişik bir üslupta kaleme alan bir yazar hayal edilebilir” (Defterler, Mart ya da Nisan 1943). 

“Hayal etmeye” hiç gerek yok: Bunun en güzel örneği Camus’nün kendisidir. Yabancı'daki yalınlık, Düşüşteki virtüözlük, İlk Adam'daki liriklik, her defasında farklı bir Camus okuruz. Aiskhylos’tan yirmi yüzyıl, Racine’den üç yüzyıl sonra “modern bir tragedya” kurma tutkusu tek bir biçime dökülmemiştir: Roma’da geçen tiyatro oyunu Caligula henüz tamamlanmadan Camus Yanlışlık ile “takım elbiseli trajik” deneyine girişir, sonra da Sıkıyönetim’deki “gösteride totalitarizmi eleştirir. Böylesi bir esneyip uzama özelliği, edebiyatta akrabalıkları zor fark edilir hale getirir. Camus’nün retorik ve yergi nitelikleri taşıyan yapıtı Düşüş'te “yeni roman'ın arayışlarından esinlenir gibi görünmesine şaşarız; bu türden bir yakınlık kurma, Yabancı için daha uygun düşerdi. Yabancı Düşüş'ten on dört yıl önce yayımlanmıştı, oysa Düşüş Alain Robbe-Grillet’nin başarı kazandığı ilk dönemin ürünüydü. (...) Gerçekten de, Meursault’nun kayıtsızlığının önce nesneleri ve olayları eş düzeye getirdiği Yabancı'nın, trajik bir bilincin yansıdığı bir “insanbiçimcilik”e doğru kaydığını gösterme şerefine Alain Robbe-Grillet erişecekti (Pour un nouveau roman, Editions de Minuit, 1963). Yabancı'nın Fransa’daki ve dünyadaki şansı, hem “biçim”i hem de “konusuyla açıklanabilir. Bazı “yeni romancılar” tarafından taklit edildiği düşünülebilecek bu “beyaz yazı”ya (Roland Barthes) bıkıp usanmadan hayranlık duyarız. Ama yeni romancılarda şeylere yapışıp kalma hali roman kişisini “anlatısal bilinç'e indirgerken, Meursault bizi duygulandırmayı sürdürür (eleştirmen Gaetan Picon, Meursault'nun, Chateaubriand’ın “Rene”si kadar kendi çağını temsil ettiği kanısındaydı). Amerika Birleşik Devletleri'nde Albert Camus'ye ilişkin bir internet sitesinde, “Jüri üyeleri Meursault'yu idam cezasına çarptırmakta haklı mıydı?” cümlesini okuruz. Bir edebiyat uzmanının gözünde gülünç olabilecek bu soru, Yabancı'daki yanılsama gücünü onaylamaktadır. Benzer biçimde, Gustave Flaubert’in elyazılı metinlerini incelemenin yanı sıra, Emma Bovary'den yana ya da ona karşı tavır alarak da yazarın dehası diri tutulmaktadır.