Malick ve Hidden Life Üzerine (Zeki Z. Kırmızı)
Dosdoğru Günlük / Fİkret Ürgüp
Z.'nin Ayvalık'ı
*
Ayvalık Güncesi için bak:
https://www.instagram.com/kaotikbenlik
Z. için bak:
https://www.okumaninsonunayolculuk.com/
WINTERREISE (KIŞ YOLCULUĞU)
Didem'e
"Bir yabancı olarak geldim,
ve yine bir yabancı olarak gidiyorum"
Winterreise'e duyduğum yakınlığın ilk nedeni, konsept albümleri her zaman sevmiş olmam; ama bu şarkılarda hüzünlü, karşılıksız bir aşk hikayesinden fazlası vardı. Schubert yazdığı en karanlık ezgilerle, yaklaşan ölümün soğukluğunu hissedercesine, zorlu bir kış manzarası eşliğinde bizleri merkezinde ölümün ve varoluşsal bir kederin yer aldığı gezginin manevi yolculuğuna davet ediyor. Şiirlerin sahibi Wilhelm Muller (1794 - 1827) edebiyat tarihi içinde varlığını biraz da Schubert'in bestelerine borçlu. 1815'te günlüğüne şöyle yazmış: "Ama cesaret! Belki de bir yerlerde kelimelerin arkasındaki ezgileri duyacak ve bana geri verecek akraba bir ruh vardır." Schubert ile aynı dönemde yaşamış Müller, Schubert'ten bir yıl önce 32 yaşında ölmüş. Schubert'in ezgilerini duymasa da, Schubert yaşamının karanlık, hastalık ve ölüm taşıyan kışını Muller'in şiirlerinde bulmuş, sözcüklerden yükselen ezgileri duymuş olmalı. 1827, aynı zamanda Schubert'in hayranı olduğu Beethoven'ın öldüğü yıl; Schubert, onun cenaze meşalesini taşıyanlardan da biriymiş. Taşıdığı alevin kendisi için de sönmek üzere olduğunu biliyordu belki de.
Kitap aynı zamanda Samuel Beckett, Benjamin Britten, Djuna Barnes, Paul Auster, Slavoj Zizek, Ee-Cummings, JM Coetzee gibi isimler üzerinde bıraktığı etkilere, Caspar David Friedrich resimlerinden, William Bentley'in kar taneleri fotoğraflarına kadar çeşitli referanslarla geniş bir okuma alanına açılıyor.
***
Gül Sabar'ın 2013'te Pan Yayınlarından çıkan kitabı Lied konusunda Türkçe'deki kapsamlı kaynaklardan biri ve benim de elimden düşürmediğim bir lied dinleme rehberi oldu.
Kitap, Sabar'ın 1967 - 71 yıllarında İstanbul Radyosu için hazırlamış olduğu aynı isimli program notlarına dayanıyor. Sabar bu program notlarını genişleterek, ilk çağlardan başlayarak lied'in günümüze kadar olan yolculuğunu lied türünün büyük bestekarları eşliğinde anlatmış. Kitabın 130 sayfasını lied tarihinin dönüm noktasında yer alan Schubert'e ayırmış. Schubert'in Winterreise ve Die Schone Müllerin dizisinin tamamını; Goethe'den, Schiller'den, Shakespeare'den ve diğer şairlerden bestelediği liedleri Türkçe çeviri ve açıklamaları ile birlikte okumak mümkün. Sabar, liedleri Türkçeye çevirirken birebir çeviri yapmaktansa açıklamalı, özet çeviriler yapmayı uygun görmüş. Kitapta Schubert'in en çok bilinen lied'i, Goethe'nin Erlkönig'inin çeviri ve hikayesini de bulabilirsiniz.
Chaplin'i Hatırlamak
Limelights / 1952 |
Thereza - Savaşmaya değer ne var?
Chaplin - Gördün mü, itiraf ettin. Savaşmaya değer ne varmış. Her şey! Yaşamın kendisi. Bu yetmez mi? Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak. İşte hayat. Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir. Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var. Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.
Thereza - Niye ölmemi engellediniz?
Chaplin - Aceleniz ne? İnsan bilincinin gelişmesi milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz? Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var. Bugün varsın, yarın yoksun.
Thereza - Beni niye kurtardınız? Ölseydim sorun bitecekti.
Chaplin - Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz ve bundan faydalanmaya bakın. Söyleyin bana yaptığınızın sebebi nedir?
Thereza - Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.
Chaplin - Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi.
Bu sahnede elleri ve yüzünü kullanarak öyle güzel gül ve kaya taklidi yapar ki hayran kalırsınız.
Orhan Veli
Ne üstte var ne başta." 1938 O.V.
Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp...
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."
18
Merhaba yaşlı dostum,
Dersim’in kırk haneli Günboğazı köyünden, Ermenice eski adıyla Margek’ten merhaba...
Askerliğim 27’sinde bitti, toplamda on sekiz gün sürdü. İlk birkaç gün uyum sağlamakta güçlük çeksem de oldukça kolay ve rahat geçti. Bolu 2. Komando Tugayında, deyim yerindeyse, misafir gibi ağırlandık.
Bedelli bölüğü toplamda 379 kişiydi. Ülkenin her yerinden, her yaştan, her meslekten insanla bir aradaydık: Avukatı, doktoru, memuru, mühendisi, kuyumcusu, kebapçısı, oto kurtarıcısı, inşaat işçisi, imamı, müezzini… Gördüğünüz gibi, oldukça eğlenceli bir bölüktük.
İsmimizin ilk harfine göre koğuşlara verilmiştik: bizim koğuşumuz, 14. Koğuş, S. harfiyle başlayan isimlerden oluşuyordu. Ali babanın çiftliği gibi her koğuşta beş Ahmet, altı Ali ya da on tane Mehmet bulmak mümkündü. Bizim koğuşumuzda da dört Sinan ve beş Süleyman vardı.
On sekiz gün boyunca her sabah altı gibi uyanıyor, yataklarımızı bize gösterdikleri şekilde topluyor, kamuflajlarımızı giyip, söylenen saatte içtima alanına iniyorduk. İçtimadan sonra da takım halinde yemekhane’ye gidiyorduk. Öğle yemeğine kadar başımızdaki komutanların inisiyatifine bağlı olarak eğitim ve istirahat alıyorduk, öğleden sonra, akşam yemeğine kadar geçen süre de aynı şekilde yaşanıyordu. Hafta sonlarında sivil kıyafetli ve içtima saatleri hariç serbesttik.
Toplamda dört defa tıraş oldum, üç kez botlarımı boyadım, iki üç kez de ıslak mendille sildim. İki kez yatağımı toplamadan çıktım. Botlarımı ayağıma vurduğu için komutandan izin alarak üç gün giymedim, üç gün de kara düzen diyerek, tören provaları başlayana dek, spor ayakkabılarımla dolaştım. Hasta olmadığım halde üç kez de revire çıktım. Sırf uzun revir sırasını beklerken bahçede kitap okumak için.
Başımıza yarım şekilde geçirip sağa doğru yatırdığımız keçeden keplerimiz, kimine dar geliyordu, kimine geniş, kimi aşçıya benziyordu, kimi ressama, ama hiçbirimiz askere benzemiyordu. Bedelli bölüğü olarak aynı anda uygun adım hiç yürüyemediğimiz gibi üç hafta boyunca şapkalarımızı da başımıza doğru düzgün hiç geçiremedik.
Çok güzel bir yerde, şehrin gürültüsünden uzakta, ormanlık, geniş bir arazideydik. Hava her zaman temiz ve serindi, ama rüzgar bazen yakınımızdaki tavuk çiftliklerinden kesif bir kötü kokuyu alıp getirdiğinde bütün kışlada nefes almak mümkün dahi olmuyordu.
Günler beklemekle ve okumakla geçti… Eğitim sırasında verilen istirahatlerde; içtimalarda, ayakta; hafta sonları tabur binasının arkasındaki çamlıkta; yatış saatinden önce ranza üstünde, ışıklar kapanana değin okudum. Nerede olursam olayım, eğitimde, içtimada, sigara molalarında, bedellilerle bir bankta oturmuş sohbet ederken, aklım sürekli iç cebimdeki kitapta, kaldığım sayfadaydı. Bazen de kitap okumak için yeterince vaktin olmadığı, on beş yirmi dakika kadar süren kısa istirahatlerde tırnak makasından söktüğüm törpü ucuyla ağaç dallarını yontarak vakit geçirdim.
Yanıma üç kitap almıştım, iki cep kitap, Auster’in New York üçlemesi, Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Bachmann'ın Malina'sı. New york üçlemesi askerliğimin beşinci günü bitti. Çok keyifli, sürükleyici bir okumaydı. On sene oluyor, üç beş kitabını okumuş, çok sevdiğim üçlemeyi ve Yalnızlığın Keşfi’ni kitaplığımda bırakmıştım. Üçlemeden sonra Auster okurluğumu sürdürmeyi istedim ama elime Bulgakov’u almak zorunda kaldım. Üçüncü haftanın başından itibaren de hem kitapsız kalmaktan korktuğumdan, hem de yoğun bir kitap olduğundan mümkün olduğunca haftaya yayarak okuduğum Malina’yı aldım elime.
Burada bu kadar yalnızlık bulacağımı düşünmemiştim. Çokça okudum, çokça düşündüm. Düş bile kurdum. Burada da yalnızlığımı korumanın yollarını buldum. Tabur arkasında, ince, uzun gövdeleri on beş metreye kadar yükselen karaçamların arasında, içlerinden birine sırtımı yaslayıp kitap okuyor, düş kuruyor ya da uyukluyordum. Rüzgarla birlikte ince uzun gövdeler gıcırdıyor, kurumuş dallar ve reçine damlaları düşüyordu üzerime. Ve akşam güneşiyle birlikte düşüp uzanıyordu gölgeler ince uzun gövdelerden yere. Bu saatlerde sık sık Ayvalık’taki günlerim düştü aklıma. Biraz özlemle, biraz da hüzünle, ah, ama kendi ölü hatıralarımı bıraktığım Ayvalık’taki günlerim hiç çıkmıyordu aklımdan.
Burada yalnızlık mümkündü, düşler mümkündü, aşk bile mümkündü… Birbirimize dokunabilirdik, ormanda buluşabilir, gizlice öpüşebilir ve duşta aynı kabine girip sevişebilir, yasaklı, gizli saklı bir aşkı, yaşayabilirdik.
Ö. ile askerliğimin ikinci haftasının ortalarında, içtima sırasında yan yana düştüğümüzde tanıştım. 38 yaşında ve bekar; çok naif ve son derece kibar biri. Sigara kullanmıyor, küfür kullanmıyor, konuşmayı ve en ciddi konularda bile her konuşmanın içine biraz espri katmayı biliyor. Bir üniversitede araştırma görevlisiymiş. Alanı mimarlık ama felsefi birikimi hayli fazla. Özellikle Deleuze konusunda. İçtimalarda fısır fısır Deleuze’den, Nietzsche’den, Bataille’dan söz ediyor, sonra kahvelerimizi alıp tabur çevresinde dolaşarak, bir banka ya da gölgelik bir ağaç altına oturarak konuşmaya devam ediyorduk. Her şeyi aynı perspektiften, akademik bir dille açıklıyor oluşu, alabildiğine gamsız ve neşeli hali zaman zaman sinirlerimi bozsa da genel olarak sohbetlerimiz askerlik sürecini benim için biraz daha katlanılır kıldığı için devreme minnettarım.
Üçüncü haftaya girerken, kamuflajlarıma, botlarıma, kepime, ranzama, kirli çarşaflarıma, bana zimmetli olan bütün bu eşyalara, takma adıma (hayalet!), her zaman bizimle birlikte olan zimmet isimli kaniş cinsi köpeğimize alışmaya başlamıştım ki askerlik bitti.
Pek çok anı biriktirdim, pek çok insan tanıdım, soğuk betona, ıslak çimlere oturmaktan götümde açan mor böğürtlenlerle birlikte onları da sivil yaşamıma taşıdım (Yeni göt ağrıları olarak).
Özlemle.
S.
YANSIMALAR (2016 - 2019) / Zeki Z. Kırmızı
Birbirimizi hiç görmedik, siz yaşamımın olanca gerçekdışılığı içinde, ince bir çizgiden ibaret olan düşle gerçek arasında bir yere konumlandınız. Unamuno'nun olağanüstü güzellikteki kısa anlatısındaki gibi, benim uçurum kıyısındaki yaşlı bilge meşe ağacım ve yalnızca düşlerimde gerçek ve geçerli olan Don Sandalio'm oldunuz.
SELAM
2 Mayıs 2016
Selam için teşekkür ederim. İncelikli bir dost selamı.
Ben de blogun için benzer şeyi söyleyebilirim. Bir okyanus gibi. Dolayısıyla onun kadar da ürkütücü. Bir okyanusla nasıl bağ kurulur.
Düzenlemesi, yüksek içeriği, inanılmaz zenginliğiyle ilgiyi ve cesareti başta kırıyor. Ancak inatçı, emek vermekten çekinmeyen, niteliğe bedel ödeyebilecek insanlar bu okyanusa kıyısından dalmayı göze alabilir. Aynı yılgınlığı Aziz Yardımlı'nın sitesinde yaşamıştım.
Şöyle bir göz attım ve en iyisi sorayım dedim:
Özellikle özgün, sana ait ve değerini kavrayabilecek birilerinin okumasını istediğin alanlar, bölümler, başlıklar konusunda ip ucun var mı? Aktarımlar da kusursuz olmakla birlikte benim de doğrudan ilk kaynağa gitmeyi yeğleyeceğim şeyler... Aktarımların değerini kabul ederek (çünkü bütüne baktığımızda yapılmış seçimlerin de bir siyaseti var) bu konuda kendi seçimim özgün kaynağa, düşünceye doğrudan bakmaktan yana artık, uzunca bir süredir. Bu nesnenin arkasında nasıl biri var? Ne düşünüyor? Nasıl kendine katıyor, içselleştiriyor? Derdi ne? Blogun nefis aktarımlarından çok sana ait işaretlerinden, belirtilerinden ötürü ilgimi çekebilir (ne yazık ki), Zamanım çok az, evet.
Sana sormamı da bağışla. Biraz zaman ayırarak ben de blogunda sana ait olanı ayıklayabilirim ama bu bile ciddi bir enerji gerektiriyor.
Sağlıcakla, dostlukla.
BÖYLE DURUMLARDA...
3 Mayıs 2016
Böyle durumlarda rahat bırakmakla, yani yazgıyı kendine bırakmakla denemekten vazgeçmemek arasında salınmaya başlarım. Her şeyi bilmeye yakın duyumsarım kendimi ve hiçbir şeyi bilememekle arasındaki ayrımı kaçırırım. Bilmek bir varsayımsa eğer, bilmemek de aşağı yukarı öyle. Bilmek, üstlenmek girişimi, tasarıdır. Bir tasarı, seçim ve siyasettir bilmek.
Seni ‘ciddi’ye almam için çok neden var ve biri yine de ‘paylaşma’ sevincin. Sen söylüyorsun ve ben bildiğimi sanıyorum: Paylaşılan şeyden daha önemlisi (önemli?) paylaşmanın kendisi. O hep gizilgüç ya da gizli gömü gibi yaşamlarımızı dürtecek, hatta ölmeye bile bırakmayacak bizi.
Sana sen diyorum ve sonra yine diyorum ki, hakkın olanı (kimsenin sana vermediği, kendi yarattığın kendin olarak) iste-mekten vazgeçme! Başkalarına ödünç verdiğin zamanı… Kendi zamanını başkalarından istiyorsun gerçekte.
Bu kaygılar bana da yabancı değil. Her şeyi atlatmışın, şimdi durulmuşun yerinden (hatta iktidarından) konuşacak değilim. Beni en çok yaralamış ya da yaralayabilecek şeyi (60’ları tırmandığım bu yaşımda) söyleyeyim sana: Yoldaki bedene, bu eşsiz konuğa ihanet! Vazgeçmenin, ölü beden olmanın düşünü görmek... Böyle bir düş görülemez, düşsüzlüğün düşüdür bu. Görülen olsa olsa ölümü yaşama yedirmedir, adını ne koyarsak koyalım. Düşe bile sığmayacak bu önemsiz, anlamsız şey (ölüm) ise şarkı olamaz, yalnızca oradan, yokluğun mağarasından yansıyan kara ışığı olsa olsa yaşama sevincini parlatır. Çünkü burada olmamızın bir nedeni yoksa da (hatta olmaması iyi ve doğru: Camus) tam da bu nedensizliktir var kalmamızın, görevler üstlenmemizin, bedeni yola sürmemizin gerekçesi.
Nihil parlak bir retorikten ibaret olabilir mi? Gençliğim keskin uçurum kıyılarından dönüşlerin kendime yonttuğum coşkulu kahramanlıklarıyla süslü. Utanmıyorum. Onu da taşıyorum. Hiçbir şeye şaşırmış gibi yapamam. Rimbaud, Lautremont, Whitman, Nietzsche, Rilke, (Ama yalnızca bu pan’ik ataklar mı?) vb. ye dokundumsa bir biçimde... Daha dokunmadığım şeyler ne olacak?
Yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, yapılmış tüm resimlere bakmak, filmleri izlemek gibi bir niyetim var ve belki ancak 5-10 yılım. Böyle bir niyeti taşımayanlara da öfkeyle doluyum ama nefret ettiğim bu insanları (kendimi ve herkesi) neyi yapamamışlarsa ondan ötürü, olabilirliklerinden ötürü seviyorum. Dünyanın imkânı-yız. Ne yazık ki öyleyiz. Hiçliği bilmenin, kavramanın imkânıyız ve değerli olan şey hiçlik değil (Çünkü hiçlik hiçliktir) onun varlığa, oluşa ettiğidir (yani imkânıdır.)
Bu yaveler için özür dilemeli miyim bilmem. Tabii ki ağır basan huyum rahat bırakmaktır. İstemiyorlarsa insanlarla konuşmamalı. Konuşmamak için öyle de çok neden var ki. Ama bunların içinde en zayıf, azımsanabilir olanı, çok işim var, hiç zamanım yok, ciddiye almaya değmez, türünden olanlar.
Bir şey yapıyorsun. Bir kişi yeterli nedendir yaptığın şeyi sürdürmen için. Çünkü mesele ötekinin yüzünde senden yansıyan o bulanık imgedir. Böylece yerinde, ayaklarının üzerinde durmak için sağlam bir nedenin var demektir.
Blogun bütün olarak senin imin, izdüşümün kuşkusuz. Her satırı, her noktasında özenli bir tutku, amacı (niteliği) gözden yitirmeyen bir gerilim yatıyor, belli bu. Gergin ve inceltilmiş duyarlı bir yüzeyden söz ediyorum.
Ama bir yerde haklısın. İnsan kültürü aynı zamanda kurban kültürüdür. Hatta toplu kıyım kültürüdür. O zaman?
Cepheyi genişletmek, benzer duyarlıkları taşıyanlara ulaşmak, buluşmalardan güç, ses, edim çıkarmak ve bunu bir kez daha yapmak en doğru tutum olarak görünüyor. Yalnız değiliz ve yaşam duygumuzu bizim gibileri görmekten yükseltiriz.
Bora Abdo okudun mu? Okudunsa ne düşündüğünü soracağım.
Kendini yazmak ya da yazışmak konusunda zorunlu saymaman gerektiğini söylememe gerek yok değil mi?
BEYİ BOŞ VER
5 Mayıs 2016
Siz diye seslenmemeyi, Bey dememeyi başarabilir misin?
Siz değil sen.
Zeki Bey değil Zeki ya da uygun göreceğin başka bir şey. Abi diyebilirsin, hiçbir şey demesen de olur.
Herhangi bir adla (takma, sevdiğin bir ad vb.) seslenmemi istersen bunu belirt yoksa Sen'le sürdüreceğim, benim açımdan sorun yok.
Ve bir iki gün içerisinde yazacağım sana. Olasılıkla yarın...Bunu bildirmek istedim.
Son, uzun iletin için teşekkür ederim.
Bana güvenebileceğini biliyor, hissediyorsun. Bu doğru.
DÖNÜP BAKMAK
6 Mayıs 2016
Anlaştık o zaman. En azından beyi falan kaldırdık, gerisi bize, zamana kalmış…
Bizimkisi öylece kesişen iki yaşam ve yol arkadaşlığı. Birlikte biraz yürüyebiliriz, nereye dek, ne süreyle? Bunu bilmemiz, düşünmemiz gerekmiyor. Söz alıp vermiyoruz, borçlanmıyoruz, özgür eşitler olarak karşılıklı bir insanı (daha) deneyliyor, kendimizden geçiriyoruz. Tanrısız, yasasız, abartmadan küçültmeden, kapatmadan, örtmeden, el sıkışmak gibi, biliyorum, oradaydın, der gibi.
Elbette insan hem bir vaat (müjde), hem de ölüm (bataklık, mayınlı bölge) demek. Böyle olması öyle iyi ki genç dostum, en güzel şiir olsa olsa bu aralıktan yazılmıştır. Öteki, dramatik anı getirir koyar önümüze. Öteki, acı (çekmek) demek. Bu anlar ve sahneleri olmasa ölmeyi arzulayan özneler bile olamazdık. Dram ötekiyle gelir, yaşama sevincini ve aynı zamanda kederi (yas, özlem, anı, düşlem, vb.) ötekinden getirir, sağarız tatlı ve acı süt gibi. Ötekinin bakışıdır ki ‘ölmeye karşı kendimizi, yaşamakta direnişimizi’ pozitif ya da negatif her anlamda olanaklı kılar. Ötekine borçluyuz sözün özü. Öteki her zaman dost mu peki? Ya da ötekisizlik saltık yalnızlık demek mi? Yalnızlık ne? Sorular sökün ediyor ve doğrusu yapılacak en iyi şey, şimdilik tümünü kovalamak, masanın üzerinden süpürmek aşağıya.
(İç konuşmalarımda ipin ucunu kaçırdığım olur, çok ciddiye alma derim bu arada.)
Yaşadığımız, kurup çattığımız, alttan omuz verdiğimiz bu dünya gerçekten mide bulandırıcı, tiksinç. Bize kalan ilk bakışta yalnızlık gibi görünüyor. Yakın çevremde üç beş insanıma bakıyorum, otuzlu yıllarını süren, düzenin ölçütlerine ayak uyduramamış iki kızım var. Eşim Ayvalık’ta, ben İstanbul’da yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığın paha biçilmez değerini yeni yeni anlıyorum. Ama yalnızlık sözcüğünün geçtiği her yerde bir duralıyorum çünkü farklı içeriklerle ilişkili, bulunduğu yerde sözcük.
Dünya eşitler dünyası değil. Birlikteliği kurumsal yapılar içerisinde tanımlamak koşul gibi görünürken gönüllü ayrılma hakkı üzerinde duran yok. Karşılıklı rıza tek boyutlu çalışıyor. Biriyle olabilir de birine rağmen olmaz, bir düş ilke. Seninle diyaloğumuzun belki eksenini ‘yalnızlığı’ kavramak oluşturacak (bilemiyorum). Bu konuda öğrenebileceğim şeyler var sanki senden.
Sorun yalnızlığı nasıl üstlenmek gerektiği, bunun somut biçiminin ne olabileceği, neyi kapsayıp neleri dışladığı. Bunların yanıtı var mı? Soruları sormamın nedeni, kederin kabul edilebilir, anlamlı olabilecek tek biçiminin bununla ilgili olması. Beni kedere boğan şey, yalnızlık deneyiminde kırılganlığın derinliği, boyutu, sınırı… Ama bunları erteliyorum izninle.
Yalnızlık derken ne anlamalıyız?
Anladığım bir şey var ki bunu bilince çıkardığımda iyi ki diyorum sevinçle. Yalnız olmamak bu kalabalığa karışmak, onlar gibi yapmak, yemek, geceyi gün etmekse, iyi ki. Bu yalnızlığı artık savunuyorum. Epistemik, etik bir seçimden söz ediyorum.
Öte yandan varoluşsal (ontolojik) bir yalnızlık bilinci, kaygısı var. Bu cesaretle üstlenilecek ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçılamayacak şey. Yalnızlık hakikate bağlanmanın yordamı ise, niye yakınıyor, bunu kayıplar hanesine yazıyoruz?
Kızlarımdan biliyorum. Bilinç, kavrayış tamam ama düzen sıkı, bön ve saldırgan... Bilgileşim, iletişim ağları yalnızlık bilincini; patoloji, sapkınlık, eksiklik, kusur, gerçekleşememek olarak pompalıyor. Sistem, sanatı, bu gürbüz oğlanı tam hizaya sokamasa da, yaşamın hemen tüm diğer alanlarında, ne yazık ki bilinç, yalnızlığı özgürlüğün bir boyutuna dönüştürme eşiğinin altında kalıyor. Bilinç kavrıyor ama toplumsallık bilinci desteksiz bırakıyor. Yalnızlığı, kusurumuz, uyumsuzluğumuz olarak deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Sıra dışı olan, ayak uyduramayan biziz. Yıkıcı, düzen bozucu olan… Huzur için vazgeç(il)mesi gereken. Hadi canım, dedik diyelim. Faturalar yağmaya başlıyor, önümüze ödememiz gereken bedeller konuyor. Soluksuz kalıyoruz. İkiye bölündük, yarıldık ortadan işte. Ben kimim?
Arayan biri, soru soran şu uyumsuz, bundan başka da anlatılacak değerli bir öykü yok, anlam yok. Aklını bedenine, bedenini özgürlüğüne büken, kendinde kendine kulak veren, varoluşunu dürten, huzursuz, huzursuzluğunca uyumsuz, ayraca, kabına sığmamış ve sığmayacak, sözcüklerinden taşan ya da sözcükleri kendisinden taşan biri(ne kim saygı duyacak, elini tutacak)?
Elbette ki seni söylediğin ya da umduğun gibi bilinçlendiremem. Birbirimize destek veririz, yolumuz nereye çıkar asla bilemeden. Güvenilir söyleşinin, diyaloğun koşulu, görünürden çok görünmez iktidar konumlarını elden geldiğince yok etmek. Ben (birçok insanın gereksinim duyduğu) bir iktidar konumu sunma konusunda kendimi çok yetersiz bulur ve düşünürüm. Hatta daha ileri gider, elimde olmadan neden olduğum iktidar duruşlarını ayrımsadığımda kendimden tiksinir, sahtekârlığıma şaşar kalırım.
Ben sana dostum, tarihsel, yazınsal mitolojilerden, büyük örneklerin yanıltıcı sunumlarından da söz edeceğim belki, acıyla. Rimbaud’yu Rimbaud’dan arıtıp okumayı becermek de marifet desem belki kızarsın. İlgilendiğim her şeye içindeki putu kırarak başlamayı öğretti geçen zaman bana. Tanrı yoksa, her şey olabilir, (Dostoyevski) demedim, benim dediğim, Tanrı yoksa her şeyden Tanrıyı eksilterek başlayabiliriz. Yapıp ettiğimiz bu, insan kolonisi olarak. Tıpkı karınca kolonisi içerisinde Rimbaud-karıncanın yine de karınca olması gibi. Zaten büyüleyici olan da bence bu... Büyük yazgılardan, starlardan kendimi bildim bileli hep nefret ettim. Bana dayatılan ve arkasında küresel iktidarın yattığı ‘güzellik’ kavramına karşı bilincim erken yaşlarımda yokladı beni. Belki çıkış noktası tinseldi, psikolojikti ama sonra sonra buradan bir siyaset çıkarmaya başladım. Güzellik (!) ancak böyle elime geldi ya da gelir gibi oldu. Başka bir şeydi artık güzellikten anladığım. Pazarın dışına düştüm. Sen nasıl düştünse… Kendimi alıp satamaz oldum. Retorikten de düştüm bu nedenle. Dilim kaydı, görüntüm kaydı, öyküm kaydı. Efekti, başka şeymişliği yaşamımdan sildim ama bu bana özgürlük alanı açtı diyorum, savım bu. Böylece imgenin aşkla dünyayı aralamasının güzelliğini kavradım. Ama bunu da kesiyorum şimdilik.
İnsan insana gerek, iş bağlamın nasıl çatıldığında. Dünyanın bağlamı kalabalıklar içerisinde aptal tüketicinin daha yalnızlığa tutsak yalnızlığını üretmek, üstüne bir de bunu satmakla ilgili kurgulanıyor. Biz yalnızlığımızdan, bu düzene direnen yalnızlığımızdan neden bir yaşama nedeni çıkarmayalım, neden yalnızlıktan siyaset çıkarmayalım. Sorumuz bu olmalı bıkmadan. Ve bu gerekli de…
Gönderge, gösterilen ve gösterenden oluşuyor. İnsan, gönderen tek canlı türü… Kendine gönderemiyor ama. Gösteren=gösterilen özdeşliğinden özne (bilinç) çıkmıyor. Kendini bilmek için öteki şart. Yani Gösteren≠Gösterilen olmak zorunda. Ama düşünelim. Her ilişki bu denklemi taşır mı? İmgenin koşulu ötekidir. Ötekinin mesafesi, konumu, anı vb. bana göre imgelenir (öteki benim farkımdır ya da tersi). İmge bu farktır. Özlemek budur, akmak budur, yine de aramak budur, insanın insana ettiği, zavallılığımızın ve gücümüzün kaynağı budur. Ben ivmelenmekten, Tanrısız neşeden yanayım çünkü tam da bu öykünün kaynağında imgesizlik diyebileceğim saltık yokluk (ölüm) bulunmaz.
Doğrusunu istersen, uzun iletinde sarıya boyadığım noktalara giremedim bile ama bence yeter. Şimdi dönüp bu laf kalabalığı arasında anlamlı birkaç sözcük yazabilmiş miyim, buna bakacağım.
SAYFANDAKİ DAHA NELERİ...
9 Mayıs 2016