Dünyanın Komedyeni İnsan

Evrendeki biricikliğimiz! Ah, tamamen olasılık dışı bir şeydir bu! Bu arada gerçekten de dünyadan uzak bir ufka sahip olan astronomlar, dünyadaki yaşam damlasının muazzam oluş ve yokoluş okyanusunun genel karakteri açısından hiçbir önemi bulunmadığını; yaşamın üretilmesi açısından dünyadakiyle benzer koşullara sahip sayısız, yani çok sayıda yıldız bulunduğunu, - elbette bunların, canlılık itilimini asla almamış ya da bundan uzun süre önce iyileşmiş olanların yanında bir avuç kaldığını; bu yıldızlardan her birindeki yaşamın, onun varoluş süresine oranla, yalnızca bir an, bir titreşim olduğunu, ardından uzun, çok uzun zamanların geldiğini, -yani kesinlikle o yıldızın varoluşunun hedefi ve son ereği olmadığını ima ediyorlar. Belki karınca da ormanda, kendisinin ormanın hedefi ve ereği olduğunu kuruyordur; tıpkı bizim insanlığın sonunu hayal gücümüzde adeta istemdışı bir biçimde dünyanın sonuyla ilişkilendirişimiz gibi: yine de bu noktada durup da, her bir insanın cenazesinde genel bir dünyaların ve putların batışı töreni düzenlemediğimiz için mütevazi sayılırız. En önyargısız astronomun bile yaşamsız bir dünyayı duyumsayışı, bizim insanlığın ışıldayan ve uçuşan höyüklerin duyumsayışından farklı değildir.     


"Hiçliklerin Hiçi İnsandır."

Friedrich Nietzsche

Thıngs are Queer (Duane Mıchals)

1973










Zizek!

Evren karşısındaki, kendiliğinden tavrım ne olurdu? Herhalde çok karanlık bir tavır olurdu.
Birinci tez olarak tam bir boşunalığı ve yararsızlığı öne sürüyorum: Temelde “hiçbir şey” var.
Kelimeyi gerçek anlamında kullanıyorum. Sonuçta yitip giden nesnelerin kırıntıları gibi. Evrene bakın, büyük bir boşluk. Ama sonra şeyler nasıl ortaya çıkıyor? Burada kuvantum fiziğine kendiliğinden bir sempati duyuyorum. Evrenin pozitif yüklü bir boşluk olduğu fikri hakim. Ama sonra bazı şeyler ortaya çıkıyor ve boşluğun dengeleri bozuluyor. Bu fikir benim çok hoşuma gider.
Var olanın sadece ”hiçbir şey” olmadığı, orada bazı şeylerin olduğu gerçeği. Bu da bir şeylerin korkunç biçimde ters gittiği anlamına geliyor. Yaratılışın bir tür kozmik... dengesizlik, kozmik felaket olduğunu ve şeylerin bir hata sonucu var olduklarını söylüyoruz. Hatta ben daha da ileri giderek buna karşı koymanın tek yolunun hatayı üzerimize alıp sonuna kadar gitmekten geçtiğini öne... sürüyorum. Buna bir de isim bulmuşuz. “Sevgi” diyoruz. Sevgi tam da bu türden bir kozmik dengesizlik değil mi? “Dünyayı seviyorum” veya “Evrensel sevgi” gibisinden kavramlardan oldum olası iğrenmişimdir. Ben dünyayı sevmiyorum. Ben daha çok “Dünyadan nefret ediyorum” ile “Dünyayı takmıyorum” arasında bir yerlerdeyim. Ama gerçekliğin tamamı bundan ibaret. Çok aptalca. Bu var ve ben bunu umursamıyorum. Benim için sevgi aşırı derecede şiddet içeren bir eylem. Sevgi ”Hepinizi seviyorum” demek değil. Sevgi, bir şeyi seçiyorum anlamına geliyor ki burada yine o dengesizlik yapısı var. Bu şey küçük bir ayrıntıdan, kırılgan bir bireyden ibaret dahi olsa, diyorum ki “Seni her şeyden çok seviyorum”.





“Felsefe”.


Felsefe sorunları çözmez. Felsefenin görevi, sorunları çözmek değil sorunları yeniden
tanımlamaktır; sorun olarak deneyimlediğimiz şeyin nasıl sahte bir sorun olduğunu göstermektir.
Sorun olarak deneyimlediğimiz şey gerçek bir sorun olsaydı felsefeye ihtiyacımız olmazdı.
Diyelim ki uzaydan gelen ölümcül bir virüs var. İnsanlık tarihinin sebep olduğu bir şey olmasın.
Bu virüs, diyelim ki hepimizi tehdit ediyor. Burada bir çözüm bulmak ve virüsü durdurmak için felsefeye değil bilime ihtiyacımız olacaktır. Felsefeye ihtiyacımız yoktur çünkü tehdit gerçek ve doğrudandır. Felsefi numaralar çevirip “Hayır, gerçek olan bu değildir” diyemezsiniz. Hayatımız tehlikededir. Bunu bir bilimkurgu senaryosu gözüyle bakalım. Tıpkı... ”Armageddon” veya “Deep Impact” filmlerindeki gibi, büyük bir kuyrukluyıldız yeryüzüne çarpmak üzere diyelim. Burada felsefeye değil, onu patlatmak için, ne bileyim, belki güçlü atom bombalarına ihtiyacınız vardır. Ama demek istediğimi anladınız. Tehdidin varlığı ortadadır. Böyle bir durumda felsefeye ihtiyaç duymazsınız. Filozof dediğimiz kişinin bugüne dek bir cevap üretebildiğini sanmıyorum. Ama felsefenin harika tarafı da bu. Genel anlamda demiyorum. Filozoflar sadece soru sorarlar. Nedir felsefe? Bazılarının sandığı gibi mutlak doğruları bulmak üzere yapılan ve sonra da “bilimciler sayesinde gerçeklere dayanan, ölçülebilir ve çözülebilir sorunlarla uğraşıyoruz” denerek kuşkucu bir tavrın takınıldığı çılgınca bir zihin jimnastiği değildir. Filozoflar metafizikle ilgili aptalca sorular sorar; erişilmez olduklarını bildiğimiz mutlak doğrularla bir tür oyun oynarlar. Hayır, bence...
felsefe çok mütevazı bir disiplindir. Gerçek felsefe, farklı bir soru sorar. Filozof, özgürlük...
sorununa nasıl yaklaşır? “Özgür müyüz değil miyiz? Tanrı var mı, yok mu?” gibi sorularla değil. Onun yerine tefsir” diyeceğimiz basit bir soru yöneltir. Der ki “Özgür olmak ne anlama geliyor?”
Felsefe işte temelde bunu yapar. Belli bazı sanıları, bilgileri kullandığımızda anlayışın kati ufkunun...
nerede olduğunu bulmaya çalışır. “Doğru var mı?” diye aptalca bir soru sormaz. Onun yerine... ”Bu doğru dediğinde ne demek istiyorsun?” diye sorar. Gördüğünüz gibi, felsefe gerçekten mütevazı bir şeydir. Filozoflar ölümsüz gerçeği arayan çılgınlar değillerdir.

Slavoj Zizek

Huzursuzluk Kitabı (sf. 389)

En derin kaygımızı sadece evrenin değil, ruhumuzun düzeni içinde önemsiz bir olay olarak kabul ettiğimiz anda bilgeliğe adım atmışız demektir. Bunu kaygıyla iyice kuşatılmışken düşünebilen ise tam bir bilgedir. Acı çektiğimiz anlarda, insanoğlunun ıstırabı bize sonsuz gelir. Ama insanoğlunun acısı sonsuz değildir, çünkü insana ait olan hiçbir şey sonsuz değildir, geniş düşünüldüğünde bizim acımızın da, bizim olmak dışında herhangi bir değeri yoktur.

Deliliğe yakın duran bir sıkıntının ya da ondan bile engin bir kaygının yükü üzerimdeyken, kim bilir kaç kez, tam isyan edecekken durmuş, tam kendimi tanrılaştıracakken tereddüt etmişimdir. Dünyanın esrarını bilememenin acısı, sevilmemenin acısı, haksızlığa uğramanın acısı, hayatın bütün ağırlığıyla üzerimize abandığını, bizi boğduğunu, tutsak ettiğini hissetmenin acısı, diş ağrıları, ayakkabı vurmuş ayakların acısı - bizim için ya da tabi başkaları ya da genel olarak canlı varlıklar için en şiddetli acı bunlardan hangisidir, var mıdır bilen?
Benimle konuşmuş, sesimi duymuş olanlardan bazılarına göre, ben duyarsız bir insanmışım. Bana sorarsanız, çoğu insandan daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Ben aslında kendini iyi tanıyan, bundan dolayı duyarlılığın ne olduğunu iyi bilen duyarlı bir varlığım.

Ah! Yo, hayatın acı olduğu ya da varoluşu düşünmenin acı verdiği doğru değil. Doğrusu şu ki,acımız, ancak büyük dedikçe büyür ve ciddileşir. Biz doğal davranırsak, geldiği gibi geçer, nasıl yeşerdiyse öyle solar. Her şey hiçtir, bu hiçliğin içinde acımız da hiçtir.

Bunları kabına sığmayan, belki de ruhuma sığamadığı için bir türlü rahat edemeyen bir sıkıntının; herkesin ve her şeyin boğazıma yumruk gibi oturan, delirtici baskısının altında; bedenimde hissettiğim, beni kaygılara boğan, ezen anlaşılmamış olmak duygusunun pençesinde yazıyorum. Sonra başımı kayıtsız mavi göğe kaldırıyorum, yüzümü rüzgara, esintinin bilinçsiz serinliğine bırakıyorum, gördükten sonra gözlerimi kapatıyorum, hissettikten sonra yüzümü unutuyorum. Böyle daha iyi olmasam da başkalaşıyorum. Kendimi görmekle kendimden kurtulmuş oluyorum. Hatta gülmek geliyor içimden: Şimdi kendimi daha iyi anlıyor değilim, ama artık farklı olduğumdan kendimi anlamaktan vazgeçmiş durumdayım. Göğün en yücelerinde, görünür hale gelmiş bir hiçliği andıran minicik bi bulut, bütün evreni kucaklayan bir unutuşa ak damgasını vuruyor.

5 Nisan 1933
Fernando Pessoa

Pina (2011, Wim Wenders)

"Şimdiye kadar hareket hiç böylesine dokunmamıştı bana. Onu her zaman verili kabul ettim. İnsan hareket eder. Her şey hareket eder. Ancak Pina'nın Tanztheater'ı sayesinde hareketlerin, jestlerin, tavırların, davranışların, beden dilinin kıymetini bilmeyi ve onun çalışmaları aracılığıyla onlara saygı duymayı öğrendim. (...) En basit ve bariz olanı: Bedenlerimize içkin olan hazineyi, kelimeler olmadan kendisini ifade edebilmesini ve bir tek bir cümle bile kurmadan ne kadar çok hikaye anlatılabileceğini. " 

 Wim Wenders
















Sarhoş Gemi


Sarhoş Gemi büyük bir iç yolculuk girişimidir. Henüz on yedi yaşında olmayan bu oğlanın başına gelen ne varsa o hepsini şiirin çılgın ve çok renkli mozayiğinin içine yedirmişti. O şiir Rimbaud'nun çocukluk saplantılarının ürünüdür ve yalnızca Charville'den değil, görünür dünyadan kaçması için ona eğretilemesel anlamda bir tekne armağan etmiştir. Hayat öyküsünden öğrendiğimize göre Rimbaud çocukken, yeşil renkli Muse ırmağında bir tekneyi bağlama zincirinin boyunun elverdiği kadar uzağa iter, evde, odasındaysa, bir branda bezinin üzerine uzanır, yelkenler, deniz yolları, tropik adalar, karayı geride bırakmanın getirdiği ruhsal özgürlüğü düşlerdi. İşte kahinliğin olanca rengini taşıyan bu şiirle Paris'te Parnas'cıların karşısına çıktığında elinde bu güven mektubu bulunacaktı. Üstelik ateşleyici dehasına bir giriş anlamında Verlaine'e gönderdiği şiir de buydu.

 Sarhoş Gemi'de Rimbaud bir dünya düşlemişti, o dünyaya kaçmak istiyordu. Denizin altındaki göklerin altında denizaltılarının eşliğinde  "milyonlarca altın kuş"a doğru, menekşe rengi bir sis içinde ilerlerken, yeşil geceler, sayıklama, elektrik gibi çarpan aylar, buzullar, boz girdaplarla karşılaşırken ve hep anlatılmaz olana ulaşmaya çalışırken özgürleşmişti. Bir evren yaratmıştı kendine: Sözcükler, kendine yarattığı bu evrenin içine doğru infilak ediyordu. Kendisi icat etmemiş olsa da "Sarhoş Gemi"deki hiçbir şey var olamazdı. On dokuzuncu yüzyılın bir noktasını ateş gibi yakarak yirminci, yirmi birinci yüzyıla geçit veren bir delik açmıştı. Ama kendisi hala Charville'deydi.


Jeremy Reed
Rimbaud - Sayıklamalar
kitabından











" C'est la fin, mon merveiileux ami " (Patti Smith'den Rimbaud)


Rimbaud'nun biyografi yazarı Enid Starkie'nin rehberliğinde Rue Racine'deki Hotel des Etrangers'e vardım. Enid'in yazdıklarına göre Arthur bu otelde, besteci Cabaner'in odasında uyumuştu. Ayrıca lobide uyurken de görülmüştü; üzerinde kocaman bir palto ve ezik fötr bir şapka ile, haşhaş kafasının son safhalarını üzerinden atmaya çalışırken...

Yağmurluğumu geçirip Charleville sokaklarına daldım. Şansıma Rimbaud Müzesi kapalıydı; sessiz bir atmosferin içinde, bilinmedik sokaklarda yürüyüp mezarlığa çıktım. Kocaman lahanalarla dolu bir bahçenin ardında Rimbaud'nun ebedi istirahatgahı duruyordu. Uzunca bir süre orada durup mezar taşına baktım; isminin üstüne Priez pour lui kelimeleri kazılıydı. "Onun için dua edin." Mezarı oldukça ihmal edilmişti; üzerine düşmüş yaprakları ve moloz parçalarını elimle temizledim. Harar'dan gelen cam boncukları mezar taşının önündeki taş vazoya gömerken küçük bir dua okudum. Madem Harar'a dönmeyi başaramadı, o zaman ben Harar'ı ona getirirdim, diye düşünmüştüm. Bir fotoğraf çekip veda ettim.


Müzeye geri dönüp basamaklara oturdum. Rimbaud burada durmuş ve gördüklerinden hoşlanmamıştı; taş değirmen, kireçtaşından bir köprünün altından akan nehir... Onun nefret ettiği manzaranın karşısında saygıyla eğiliyordum. Müze hala kapalıydı. Hüzün içindeydim ki, yaşlıca bir adam, belki de hademeydi, bana acıyıp o ağır kapının kilidini açtı. O işlerini hallederken, Rimbaud'nun mütevazi eşyalarıyla vakit geçirmeme izin verdi: coğrafya kitabı, valizi, teneke içecek kabı, kaşığı ve kilimi... Çizgili ipekten fularında tamir ettiği yerleri görebiliyordum. Küçük bir kağıt parçası vardı; üzerine, onu kayalıkları aşıp sahile, ölmekte olan bedenini Marsilya'ya götüren gemiye taşıdıkları sedyenin resmini çizmişti.

O gece yahni, şarap ve ekmekten oluşan basit bir akşam yemeği yedim. Odama geri döndüm ancak orada tek başıma kalmaya katlanamadım. Yıkanıp kıyafetimi değiştirdim, yağmurluğumu giydim ve Charleville gecesine adım attım. Oldukça karanlıktı; geniş ve bomboş Rimbaud rıhtımında yürüyordum. Biraz korkmuştum. Daha sonra ileride ufak bir neon tabela gördüm: Rimbaud Barı. Durdum ve bir nefes aldım; şansıma inanamıyordum. Ağır ağır bara doğru yürüdüm; çöldeki bir serap gibi ortadan kaybolmasından korkuyordum. Tek bir küçük penceresi olan, beyaz alçı sıvalı bir bardı. Etrafta kimse yoktu. Çekinerek içeri girdim. İçeride loş bir ışık vardı ve müşterileri, müzik kutusuna yaslanmış genç delikanlılar ve öfkeli suratlı adamlardı. Arthur'un birkaç soluk resmi duvarlara asılmıştı. Bir Pernod ve su sipariş ettim; absinte en yakın budur, diye düşündüm. Müzik kutusu Charles Aznavour, halk müziği ve Cat Stevens'tan oluşan çılgın bir mix çalıyordu.Bir süre sonra bardan ayrılıp otel odamın ve içindeki kır çiçeklerinin sıcaklığına geri döndüm. Duvarlara serpilmiş küçük çiçekler, tıpkı gökyüzüne serpilmiş tomurcuk yıldızlar gibi. Bu defterimdeki yegane girdiydi. Sinirleri bozacak, Rimbaud'yu onurlandıracak ve bana güvenen herkesi haklı çıkaracak bir şeyler yazmayı ummuştum, fakat öyle olmadı.

Ertesi sabah hesabı ödedim ve çantamı lobide bıraktım. Pazar sabahıydı; çanlar çalıyordu. Beyaz gömleğimi giyip siyah Baudelaire kurdelemi taktım. Gömleğim biraz buruşuktu ancak ben de öyleydim. Müzeye geri döndüm, neyse ki açıktı, ve biletimi satın aldım. Yere oturup küçük bir kara kalem çizim yaptım. St. Rimbaud, Charville, Octobre 1973.


'Yedi Yaşında Şairler' Arthur Rimbaud

Burada şimdi benim konum Rimbaud. Gezegenimiz var olmayı sürdürdüğü sürece son şair hep Rimbaud olacak. Bu hakkı da şiirden kaçmakla kazanmış oldu. Şiirde sanrılı sayıklamalarını fiziksel olarak gerçekleştirmeyi başaramamış olan, o burnu büyük yeniyetme Jean Nicholas Arthur Rimbaud, şiirinin geçtiği yol üzerinde büyük bir toz fırtınası kopardı. Eleştirmenler hala gözlerine kaçmış olan tozları çıkarmak için gözlerini oğuşturuyor, kendileriyle inceleme konuları arasındaki kırmızı bulanıklığın giderilebilecek bir yanılsama olduğunu düşünüyorlar. Şiirini bu kadar az umursayan biri olabilir mi? Alchimie verbe'in (Sözün Büyücülüğünün) müsveddesine Rimbaud şöyle yazmıştı: "Maitenant je pui dire que l!art est une sottise". 

"Sanatın bir aptallık olduğunu söyleyebilirim şimdi."



 Rimbaud'nun Les Poetes de sept ans (Yedi Yaşında Şairler) şiiri yelkenlere, bilinmeyen yerlere doğru yapılan yolculuklara duyulan özlemle çocuğun ev hayatının boğucu özelliklerinden tiksintisini güçlü bir biçimde yansıtır. Annenin egemenliği, kendi gölgesinin içinde oturan bir kurbağa gibi şiirin üzerine çöreklenmiştir. Bugün olsa Rimbaud sinirlerini yüksek sesli müzikle yatıştırır (daha önce benzeri görülmemiş diken diken saçlarıyla punkların ilk örneğidir), eline geçen uyuşturucuyu kullanır, şiirlerini aynı derecede yıkıcı binyılın özelliklerine uymaya razı ederdi. Deri ceket, doğranmış, yırtık kot giyerdi. Saldıracağı kendi zamanındaki kadar çok şey olurdu. Kısır yazınsal klikler, imgelemin elektrik akımıyla dağlandığı zaman sara nöbetleri geçiren bir kurulu düzen, damıtılan siyasal zehir, madde tapıncına ayak uyduran kitleler. Bir şair çağından ne isterse onu alır; gerisini denizlerimizi havasız bırakan mavi-yeşil yosunlar gibi ortaya dolanmaya bırakır.

Jeremy Reed



*



Ve gidiyordu Anne ders kitabını kapatıp
Hoşnut mu hoşnut, mağrur, ama nedense görmüyordu
Mavi gözlerinin içinde ve seçkin alnında,
tiksintilere teslim olmuş ruhunu çocuğun.

Les Amours İmaginers (2010, Xavier Dolan)





Mantığın ötesindeki tek gerçek aşk'tır
Alfred de Musset


Lautreamont & Rimbaud

Rimbaud'nun hiç tanımadığı, kendisiyle hemen hemen aynı dönemde yazan ve daha çok Lautreamont olarak bilinen Isidore Ducasse, Les Chants de Maldoror'u (Maldoror'un Şarkıları) yazarak Un Saiso en enfer'den (Cehennemde Bir Mevsim) önce davranan bir yapıt ortaya koymuştu. Lautreamont'unki belki de daha büyük bir başarıydı, çünkü onun yapıtının özgünlüğü ve bilinçdışını amansızca infilak ettirmesi başka yapıtlardan çok onu Freud/Jung ve üstgerçekçilerin öncüsü durumuna getiriyor.

Rimbaud'yu tanıdığımız kadar tanımıyoruz Lautreamont'u -1870'de, yirmi dört yaşındayken tam olarak açığa kavuşmamış koşullarda öldü. Maldoror'un yabanıllığı, imgelerin göz alıcılığı, yapıtın sayfalarını dolduran sanrılı hayvan öyküleri, on dokuzuncu yüzyıl insanının kendini üzerinde güvenlikte varsaydığı köprünün her kalasına saldırışındaki şiddet onun kitabını ötekininkine göre daha yıkıcı kılıyor. Lautreamont'tan bir dize okumak onun o sayfaya bir molotof kokteyli attığını ve giysileri tutuşmuş halde olay yerinden tüydüğünü görmek gibi bir şeydir. Lautreamont hem kendisini hem öznesini öldürür: Rimbaud'nun katiller çağı bilmeden yirminci yüzyılın imgelemsel ve askeri kırımlarından önce davranan iki ateşleyici yapıtın varlık bulmasına yol açan o tuhaf ortak yaşarlıktan söz eder. Rimbaud on yedi, Lautreamont ise yirmi yaşında nükleerin nabzını dinliyordu. Bizi bekleyen beyaz kış onlar için cayır cayır yanan bir yazdı. Rastlaşmış olsalardı aralarında hiçbir yakınlık, kardeşlik doğmayacaktı. Rimbaud, Lautreamont'dan çalmış olabilir: Maldoror'un Şarkıları'nın ilk ve tam baskısı 1869'da, Brüksel'de Lacroix,Verboeckhoven tarafından yapılmıştı. Bir yıl sonra Lautreamont öldü. Ölüsü Fauourg Montmartre Sokağı 7 numaralı otel odasında bulundu, vefat belgesine ölüm nedeni olarak hiçbir şey yazılmadı. (sans autres renseignements) Paris'in Prusya kuşatması altında bulunduğu yılın kışıydı: Lautreamont açlıktan, hastalıktan ölmüş olabilir; kendini öldürmüş ya da biri tarafından öldürülmüş olabilir. Geriye nereneyse hiçbir kanıt bırakmadı. Maldoror ile Poises bize armağan ettiği iki yapıt. Rimbaud gibi Lautreamont da iç mekana sığınmıştı. Montevideoa'da doğan ve diplomat babasının eziyetlerine katlanan Lautreamont (annesinin intihar etmiş olma olasılığı var) eğitim görmek üzere Tarbes'e gönderildi, daha sonra da Paris'e geçti. Maldoror'un ilk Chant'ı 1868'de yayınlanmış, ertesi yıl ikinci kez de Evariste Carrance'ın Parfumes de l'ame seçkisinde yer almıştı. Rimbaud'yu sayıklamaya götüren Baudelaire'in şiiri değil, daha çok Maldoror'dur. Onda kendisininkinden daha amansız bir duyarlılık, sarsıcılığının sınırı olmayan bir şiir vardı. Rimbaud'nun şiiri yazınsal beğeni tarafından daha kolay kabul gördüyse bunun nedeni gelenek düşmanlığının berininkine göre daha az azgın olmasıydı.   

 Gerçekten de Lautreamont'un keşfedilmesi için üst gerçekçilere mi gerek vardı? Şiir istediği kadar az sayıda basılmış olsun doğru ellere geçmenin yolunu bulur. Müstehcenliğe onca meraklı olan Verlaine acaba Les Chant'ı biliyor olamaz mıydı ve kitap böylece Rimbaud'nun eline geçmiş olamaz mıydı - o da kendisinin fırtınalı ve patlayıcı bir iç evreni bulguladığı sıraya denk gelen bu şeyden hiç kapak açmamış olamaz mıydı? Rimbaud ile Lautreamont zaman ve mekan engelini yıkıp geçmişler, kökü ortak bilinçdışına dayanan felaketli parçalanmaya ve volkanik püskürmeye parmak basmışlardı, ivme kazanan o lav dalgası, hızlandırıcı bir kasırga gibi yirminci yüzyıla çarparak kırılacaktı.

Jeremy Reed
Rimbaud - Sayıklamalar
sf. 20 -22 

The Mystery of Picasso

 The Mystery of Picasso, 1956
 Henri-Georges Clouzot

"Sarhoş Kayık" şiirini yazarken Rimbaud'nun zihninde neler gerçekleştiğini bilmek için neler vermezdik. Jupiter Senfonisini bestelerken, Mozart'ın aklındakileri... Yaratıcı kişiye bu tehlikeli macerada yol gösteren gizli mekanizmayı bilmek, Tanrıya şükür, şiir ve müzik için imkansız olan resim için mümkün. Bir ressamın zihninde neler olduğunu bilmek için, sadece onun ellerini takip etmeliyiz. Ressamın tuhaf macerasına şahit olacaksınız. Gergin ipte dengeli bir şekilde yürüyorken, kayarken. Bir kavis onu sağa götürüyor, Bir nokta onu sola itiyor. Eğer toparlayamazsa, herşey boşa gider, herşey yok olur. Ressam, beyaz tualdeki karanlık üzerinde el yordamıyla ilerleyen kör bir zihin gibidir. Gittikçe belirginleşen ışık aslında, ressamın paradokssal bir biçimde siyahlardan biriktirerek yarattığı ışıktır. İlk defa, bu dahi kör adamın günlük ve gizli draması... bir seyirci karşısında oynanacak. Pablo Picasso, bugünü sizin karşınızda ve sizinle yaşamayı kabul ettiği için.




Yalnız İnsan

    Yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak-
    Senin tutkularını.
    Onları hep, yaşayıp, yaşayıp, unutacaksın.
    Yalnız, yaşayacaksın.
    Yalnız yaşayacaksın.

Oruç Aruoba

Peyzajlar - Vincent Van Gogh

En kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde Robinson Crusoe'nin esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı, yoksa kendi köklerini yitirir.
 

Deniz sarımtıraktı, özellikle kıyıya yakın yerlerde; ufukta ak bir ışık çizgisi, onun üstünde korkunç, karanlık, kurşuni bulutlar... Bunlardan eğik çizgiler halinde boşanıyordu yağmur. Rüzgar kayaların arasındaki küçük patikanın tozlarını denize doğru uçuruyor, yeni açmış akdiken çalılarını, kayaların şurasından burasından boy vermiş şebboyları, bir o yana bir bu yana sallıyordu... Sağ yanda, yemyeşil, taptaze mısır tarlaları, daha uzakta ise bir vakitler Albrecht Dürer'in çizdiklerine benzeyen bir kent görünümü vardı. Kuleleri, değirmenleri, kurşuni damları, Gotik üslubunda evleri olan bir kent.. Eteklerinde bir Liman, iki yanında setlerin denize doğru iyice uzandığı.. Denizi geçen pazar akşamı da gördüm, her şey karanlık ve gri idi.. sonra şafak sökmeye başladı.

Saat daha çok erkendi, ama tarlakuşunun biri ötmeye başlamıştı bile. Denizin yakınındaki bülbüller de.. Uzakta, deniz fenerinin, koruma gemisinin ışıkları parlıyordu. 






Sanat ne büyük zenginliklerle dolu; insan gördüklerini unutmadıkça hiçbir zaman verimli düşüncelerden uzak, gerçekten yalnız ya da tek başına kalamaz.


 İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir.
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üstüne çizilmiş siyah siluetlerdir.
Ama, eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendine özgü havasını, tamamlayıcı renklerin her birinin birbiriyle olan karşıtlığını kullanarak anlatabilir. (kırmızı ile yeşil, mavi ile turuncu, sarı ile menekşe, ak ile kara)


Ah, Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları hissetmeyi öğrenemeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!






Kırsal yaşamın resmini yapmak, son derece huzur verici bir şey. Yani, resim yapmak bir tür sığınılacak yuvadır, demek istiyorum ve ressam olan kişi yuva özlemi çekmez.


İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta, sanki toprağa gömen şey nedir, her zaman bilemeyebilir, ama yine de bir takım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fanteziler mi? Sanmıyorum. Sonra soruyorsun kendi kendine: "Tanrım! Daha çok sürecek mi bu? Hep mi böyle sürüp gidecek? Sonsuzluğa dek mi?" Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran şey nedir bilir misin? Çok derin ve ciddi sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek.. En üstün erk ile, sanki sihirli bir güçle hapishanenin kapısını açan bu işte.. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor..

Duygu birliğinin yeniden doğduğu yerde yaşam yeniden başlar.

Sorrow (Van Gogh)


Bazı insanlara dokunaklı gelecek desenler yapmak istiyorum. "Sorrow" (Acı") küçük bir başlangıç. 'Meerdervort Caddesi', 'Rejswijk Çayırları', 'Balık Kurutma Yeri' gibi ufak peyzajlar da küçük bir başlangıç belki. Ama, bunlarda doğrudan doğruya yüreğimden kopup gelen bir şeyler var hiç değilse.

Figürde olsun peyzajda olsun, duygusal bir melankoliyi değil, gerçek ve derin acıyı anlatabilmek isterdim. 

Vincent

Kargalar (Artaud & Gogh)

Wheat Field with Crows
Ölümünden iki gün önce resmedilmiş kargalar, tıpkı öbür tualleri gibi, ona belirli bir ölüm sonrası ününün kapısını açmamışlardır, ama onlar resmedilmiş resme ya da daha doğrusu resmedilmemiş doğaya olanalı bir öte'nin, olanaklı bir sürekli gerçekliğin gizli kapısını açmaktadırlar - gizemli ve uğursuz bir öte'nin Van Gogh tarafından açılan kapısı arasından.

Olağan değildir görmek, bir insanın, karnında onu öldürmüş tüfek atışıyla, bir tual üstüne kargalar yığmasını, altında belki kurşuni mor olan, ama boş olduğu kesin, toprağın şarap tortusu renginin buğdayların pis sarısıyla çılgınca çarpıştığı bir ovayla.

Ama Van Gogh'tan başka hiçbir ressam onun gibi, kargalarını resmetmek için, akşamın inen ışığına yakalanmış karga kanatlarının bu yer mantarı siyahını, bu "zengin yemek" ve aynı anda sanki dışkısal gibi olan siyahını bulmayı başaramamıştır.

Ve neden yakınmakta aşağıda toprak, kanatları altında gösterişli kargaların, ki herhalde tek Van Gogh için gösterişli ve, diğer yandan, artık ona dokunmayacak bir acının şatafatlı habercisi?

Çünkü buraya kadar hiçkimse toprağı şu kirli çamaşır yapmamıştı, şarapla burulmuş ve bulanmış kana.

Wheat Field with Crows


Tablonun göğü çok alçaktır, ezik,
morumsu, yıldırımdan kenar yolları gibi.
Boşluğun alışılmamış karanlık püskülü, şimşek sonrası yükselen.
Van Gogh kargalarını, intihar etmiş insan dalağının siyah mikropları gibi üst kısmın birkaç metre yakınına ve sanki tualin altından gibi bırakmıştır,
siyah bıçak yarası boyunca çizginin, ondaki, zengin tüylerinin çırpışı yeryüzü fırtınasının çalkantısı üstünde yukarıdan bir soluk kesilmesinin tehditlerini dayandırmaktadır.

 Oysa bütün tablo zengindir.
Zengin, görkemli ve sakin, tablo.

Café Terrace at Night (Vincent Van Gogh)

1888


Kahvenin akşam üzeri dışarıdan görünüşü; terasında küçük figürler oturmuş içki içiyorlar. Koskoca sarı bir lamba terası, sokaktaki evleri ve kaldırımları aydınlatıyor ve ışığını parke taşlarına taşırarak onları pembemsi mor bir renge boyuyor. Sokaktaki evlerin ön yüzleri, yıldızlı mavi göğün altında koyu mavi ve morumsu. Önde yeşil bir ağaç var. İşte sana hiç siyah kullanmadan yapılmış bir gece resmi -yalnızca güzelim maviler, morlar ve yeşiller var bu resimde, Kahve de aydınlatılınca rengi kükürt sarısıyla limoniye dönüşüyor.

Vincent


Starry Night (Vincent Van Gogh)

Starry Night Over the Rhone

Bu akşam bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek benek bulutlar vardı -kimisi yoğun kobaltın temel mavisinden daha yoğun koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu'nun ak mavisini çağrıştıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris'te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı; sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.

Vincent

Van Gogh (1991, Maurice Pialat)






Toplumun Bir Müntehiri "Van Gogh" (Antonin Artaud)


Yalnız başına intihar edilmez.
Kimse yalnız olmamıştır doğmak için.
Kimse de yalnız değildir ölmek için.
Ama intihar durumunda, doğaya karşı kendi hayatından kendini yoksun etme eylemine vücudu karar verdirmek için bir kötü varlıklar ordusu gereklidir.  
Ve inanıyorum ki son ölüm dakikasında, hep başka biri vardır, bizi kendi hayatımızdan yoksun bırakmak için.

İşte böylece Van Gogh kendini mahkum etti, çünkü yaşamayı bitirmişti ve, kardeşine mektuplarının sezinlettiği gibi, çünkü kardeşinin bir oğlunun doğumu karşısında,
kendini beslenmesi gereken fazladan bir ağız olarak hissetmişti.

Ama özellikle de Van Gogh sonunda kavuşmak istiyordu o sonsuzluğa, ona ki, söylediğine göre, bir yıldıza giden bir trene binilir gibi gidilir,
ve hayattan kurtulmaya iyice kara verildiği gün binilip gidilir.

Bazı bilinçler vardır ki, kimi günler, basit bir çelişki yüzünden kendilerini öldürebilirler, ve bunun için deli, kataloğa girmiş deli olmak gerekmez, tersine, sağlıklı olmak ve aklı kendi tarafında bulundurmak yeterlidir.

Ben, benzer durumda, çoğu kez başıma geldiği gibi, bana "Bay Artaud, sayıklıyorsunuz" denilmesini duymaya bir cinayet işlemeden artık dayanamam.
Ve Van Gogh, bunun kendisine denildiğini duydu.
Ve bu yüzden gerildi boğazına, onu öldürmüş olan bu kan düğümü.

Bedroom in Arles (Vincent)

1888


"Bu kez yalnızca benim yatak odam... Resme bakmak insan beynini ya da düş gücünü dinlendirmelidir..."

"Duvarlar soluk mor renkte. Düşeme kırmızı tuğladan yapılmış.

"Yatağın ve iskemlenin tahtası taze tereyağı sarısı, çarşaflar ve yastıklar çok açık limon yeşili

"Yatak örtüsü kızıl. Pencere yeşil.

"Tuvalet masası turuncu, leğen mavi.

"Kapılar leylak rengi.

" Ve hepsi bu - bu odada panjurları kapalı hiçbir şey yok...

"Eşyaların geniş çizgileri gene dokunulmazlığı olan bir dinlenme havası ifade etmeli. Duvarlarda bir iki tablo, bir ayna, bir havlu ve birkaç giysi.

"Dinlenmem için zorla yatırıldığım odadan alınmış bir intikam..."

Vincent

Selfportraits - Vincent Van Gogh


 27 Temmuz 1890. Auvers-sur-Oise kırları.
Kızgın bir güneş.
"İmkansız, imkansız" diye söylenir. Bir köylü duymuştur kendi kendisiyle konuşan bu garip ressamın son sözcüklerini. Nedir imkansız olan? Yaşam mı? Resim mi? Yoksa ikisi birden mi? Auvers şatosunun yakınlarında, cebinden tabancayı çıkarır, göğsüne, sol memesinin altına çevirir namluyu. Tetiğe basar. Sırtüstü düştüğünde, gökyüzü, güneşiyle birlikte üstüne düşüyordur. 
Son iki ayda (Haziran / Temmuz) yetmiş yağlı boya tablo gerçekleştirmiştir. Otuz-iki de desen. Otuz yedi yaşındadır. Kanayan yara. Gökyüzünü ve güneşi hiç bu kadar yakından görmemiştir. Gözlerini Kırpıştırır: renkler, renkler, renkler... Paramparça, sanki bir ışık yağmuru.
Bu ne biçim ölüm? diye düşünür. Gözlerini yumar. Kanayan kurşun yarası. Gözlerini yummasıyla birlikte daha yoğun bir renk, ışık yağmuru.
Nereye gidiyorum böyle? diye sorar kendi kendine. Nereden geldiklerini ve ne olduklarını bilen kişilerin, son soluklarında sordukları soru bu mudur?

(Yazı: Ferit Edgü)




Kuşkusuz hastalığının kalıtımsal olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle kimseyi lanetlemiyordu. Kendini lanetliyordu. İşe yaramaz bir yaratıksın sen! Bir aşka bile yaramayan bir yaratık! Kendisini kendi eliyle dünyanın sınırlarına attığını, (hastalığıyla ve hastalığına karşın) nasıl olup da görmemişti? Nasıl olup da bambaşka bir yazgısı olduğunu, bambaşka bir duyarlılığı olduğunu, bambaşka bir aklı olduğunu, bambaşka bir sezişi olduğunu, bunların sonucunda bambaşka bir sanatı olduğunu nasıl olur da görmemiş, sezmemişti? Nasıl olur da inanmamıştı kendine? Hayır, tümüyle doğru değil bu dediklerim.

Biraz, bir başkası olduğunu sezmişti.
Biraz, değişik bir yapısı olduğunu sezmişti.
Biraz, yeni bir resim yarattığını sezmişti.
 Ama güven duygusu için hep başkalarına gereksinimi olmuştu. Resmini satmak, eleştirmenlerce alkışlanmak için değil. Yalnızca sezgilerinin, yaratılarının az buçuk doğrulanması için. Artaud'nun deyişiyle, "toplumun müntehiri" olduğunun bilincinde değildi. Çıkmaz sokakta kendi kendisiyle karşılaşan ve o şaşkınlıkta karşısındakine ateş açan, onu, yani kendini öldürendi. Bunalım. Daha önce yazdım: karşıtlıkların bunalımı. Hem yaşamın, hem ölümün. Hem yeteneğin, hem yeteneksizliğin. Ve düşlediklerini hiçbir zaman gerçekleştirememenin bunalımı. Bu bunalımı yaşayan bir sanatçı, hiç kuşkusuz, o çıkmaz sokakta, karşısına çıkan kendini öldürebilir. Oysa, onun yürüdüğü yol, hiç de çıkmaz sokak değildi. Ve karşıdan gelen de kendisi değildi. Çifte yanılgı. Oysa, bir intihar için tek bir yanılgı bile yeter.