En kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde Robinson Crusoe'nin esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı, yoksa kendi köklerini yitirir.
Deniz sarımtıraktı, özellikle kıyıya yakın yerlerde; ufukta ak bir ışık çizgisi, onun üstünde korkunç, karanlık, kurşuni bulutlar... Bunlardan eğik çizgiler halinde boşanıyordu yağmur. Rüzgar kayaların arasındaki küçük patikanın tozlarını denize doğru uçuruyor, yeni açmış akdiken çalılarını, kayaların şurasından burasından boy vermiş şebboyları, bir o yana bir bu yana sallıyordu... Sağ yanda, yemyeşil, taptaze mısır tarlaları, daha uzakta ise bir vakitler Albrecht Dürer'in çizdiklerine benzeyen bir kent görünümü vardı. Kuleleri, değirmenleri, kurşuni damları, Gotik üslubunda evleri olan bir kent.. Eteklerinde bir Liman, iki yanında setlerin denize doğru iyice uzandığı.. Denizi geçen pazar akşamı da gördüm, her şey karanlık ve gri idi.. sonra şafak sökmeye başladı.
Saat daha çok erkendi, ama tarlakuşunun biri ötmeye başlamıştı bile. Denizin yakınındaki bülbüller de.. Uzakta, deniz fenerinin, koruma gemisinin ışıkları parlıyordu.
Sanat ne büyük zenginliklerle dolu; insan gördüklerini unutmadıkça hiçbir zaman verimli düşüncelerden uzak, gerçekten yalnız ya da tek başına kalamaz.
İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir.
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üstüne çizilmiş siyah siluetlerdir.
Ama,
eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere
karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendine özgü havasını,
tamamlayıcı renklerin her birinin birbiriyle olan karşıtlığını
kullanarak anlatabilir. (kırmızı ile yeşil, mavi ile turuncu, sarı ile
menekşe, ak ile kara)
Ah, Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları hissetmeyi öğrenemeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!
Kırsal yaşamın resmini yapmak, son derece huzur verici bir şey. Yani,
resim yapmak bir tür sığınılacak yuvadır, demek istiyorum ve ressam olan
kişi yuva özlemi çekmez.
İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta, sanki toprağa gömen şey nedir, her zaman bilemeyebilir, ama yine de bir takım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fanteziler mi? Sanmıyorum. Sonra soruyorsun kendi kendine: "Tanrım! Daha çok sürecek mi bu? Hep mi böyle sürüp gidecek? Sonsuzluğa dek mi?" Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran şey nedir bilir misin? Çok derin ve ciddi sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek.. En üstün erk ile, sanki sihirli bir güçle hapishanenin kapısını açan bu işte.. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor..
Duygu birliğinin yeniden doğduğu yerde yaşam yeniden başlar.