tarkovsky sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
tarkovsky sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

Mum Yakana Kılavuz: Tarkovski'nin mumu 🕯



"Baştan sona, doğumdan en sonuna kadar tüm bir insan yaşamını tek bir çekimde, herhangi bir kurgu olmadan görüntülemek. tam ölüm anı. Tarkovski, hayatı bir mum şeklinde görselleştirdi. “Ortodoks kiliselerindeki mumların nasıl titreştiklerini hatırlayın. Şeylerin özü, ruh, ateşin ruhu.” Ve böylece mumu durgun havuzun üzerinden taşıma eylemi, tek bir hareketle özetlenen tüm bir ömrün çabasından başka bir şey değildi. Tarkovsky, "Bunu yapabilirseniz," diye Yankovsky'ye meydan okudu, "eğer gerçekten olursa ve mumu tek seferde, düz, sinematik sihirbazlık hileleri ve ara kurgu olmadan sonuna kadar taşırsanız - o zaman belki bu eylem gerçek olabilir. Hayatımın anlamı."



CLXXXIY

Zaman içinde "tanrıtanımaz"dan “agnostik"e geçmiş olmamı bir konum değiştirme girişimi olarak görmemek gerekir: İlkinde, ikincide ağırlığı duyulmayan bir tür 'caka’ sezdim; bir kendini koyma, öne sürme. Yarım kulak, çünkü anlayabildiğim kadarıyla, astrofizikçileri dinliyorum: Evrenin varoluş biçimini ve 'gerekçe’lerini yakında öğrenebileceğimizi dile getiriyorlar. Demek, henüz, hâlâ, bilinmiyor: Hiçten ya da Kaos’tan Kosmos'a nasıl geçildiği, bakalım Cern ve başka odaklanmalar ben yaşarken kimi açıklamalar getirilebilecek mi?

Sıkı, has müminler ile sıkı, has inanç yoksunlarının arasında yorumlanmayı bekleyen bir çekim alanı oluştuğunu gözlemliyorum. Blanchot ile Levinas, Bataille ile Pere Danielou, Romain Rolland’ın Peşine düşen, Gide'i bile ikna etmeye çalışan Claudel ve ötesi.

"Yanlış kardeşim" İsmail Pelit bende ne sınıyor tam? Enis Batur'u Öldürmek’in üç versiyonu da adını koymuyor bunun. Ya ben, “uzak kardeşim" Andrei Tarkovski'ye neden dönüyorum ikidebir: Tanrı'sına, toprağına, geleneklerine bağlılığıyla hiçbir ortaklık taşımıyor olmama karşın?

Sahiciyse arayış, gidip sahici kayboluşa çarpmaktan, vice versa, kendini alıkoyamıyor bana kalırsa. İlişki, negatifle pozitifin, artıyla eksinin hiç ile herşeyin arasındaki olmazsa olmaz bağ kadar belirleyici. Biri, neredeyse ötekinin dayanağı: “Var” nasıl sökülüp alınır "yok"tan? Koyu inançla koyu red, sırtsırta gelmeye yazgılı.

Önümde, Tarkovski'nin Anlık Işık başlığıyla sunulmuş (ilk basım: 2002, Milano), polaroid fotoğraflar ve araya giren kimi kıpkısa metinler ile kurulmuş bir kitabı duruyor. Dominique Fernandez ve Tonino Guerra'nın önsözleri çerçeveyi veriyor; hastalığı öncesi sürgün dönemi, Rusya ve İtalya kırsalında gerçekleştirilmiş olağanüstü bir "albüm". Hep söyledim: Bir şeyin ustası, bir başka şeyi kötü yapmayı bilmiyor. Kaç fotoğrafçı polaroidle böylesine tumturaklı, derin bir çalışma ortaya koyabildi?

Anlık Işık, gerçekten de bir ışık dili üstüne kurulmuş. Tarkovsky'nin filimlerinden eksik olmayan “ilâhı ışık” arayışının güçlü bir örneği. “Böyle roman olur mu?” türünden bence komik ve abes çıkışlar yapanlara işte yanıt: Hem de nasıl olmuş.

Dahası, bir şiir kitabı da: En ufak bir zorlamaya başvurmaksızın. Şiirin böylesine seyrek rastlıyoruz (aman: Şiirsellikten dem vurduğum sanılmasın!).

Bir başka açıdan, günlük de: Fotoğrafın Arabı Günce. (Tarkovski’nin yazılı günlüğüne kolaylıkla eklemlenebilir)

Bilmiyordum: Arseni Tarkovski uzun yaşamış, oğlunun ölümüne tanık olmuş. Mu? Cenazeye gelmesine, Ste.-Genevieve des Bois'daki mezarlıkta bulunmasına “izin” verilmiş miydi? Verildiyse bile, gücü kalmış mıydı?

Babasıyla oğlu arası Tarkovski. İster istemez o koşutluk kurulacaktır. Ortayerde, ilişki üçgeni çakışması. Dahası: Anlık Işık eş, hayvan (Dale) üçgeni üzerinden Kulübe'ye ulaşıyor. Dahasının dahasını aramaya gerek kalmayabilir.

Tarkovski, anamın öldüğü gün (4 Nisan) doğmuş, oğlumun dogduğu gün (29 Aralık) ölmüş. Rastlantı. Bu italik kavram, yirmi yılı aşkın bir süredir dolaşıyor satırlarımın arasında. Hayır, bir teorim olmadı o konuda. Evet, sonsuz teori üretebilirim dilersem.

Fotoğraflara tek tek, uzun uzun baktım; herbirini yazılı sayfalar varmışçasına karşımda, okudum. Birinden ötekine yazılan öykünün anlatı tabakasındaki kişiler, ayrı ayrı durumların içinde toplandığı bir durum, mekanlar arası geçişler ve bağlantılar, sabahtan geceye, bir günden güne yürüyen Zaman: Her şeyin ışığın içinde gerçekleştiği doğru.

Yalnızca kaynağı sözkonusu olduğunda farklı uçlardayız. Andrei, biliyor nereden geldiğini, Enis bilmiyor.

Şehir Meydanında Fıçı
Yuvarlamak

Tarkovsky'nin köpeği

fotoğraf: Herve Guibert 1986

...

Herve Guibert: Peki şu yukarınızda asılı olan fotoğraftaki köpek?

Tarkovsky: Bir Rus köpeği, Rusya'da kalan ailemin bir parçası, oğlumla ve kayınvalidemle beraber.

...

HG: Hangi hayvan olmayı isterdiniz?

T: Bir hayvan olmayı istemeyi tahayyül etmek zor, manen daha düşük bir seviyeye inmeyi istemek gerekirdi, ruhun paralize olması gerekirdi Ben insana en az bağlı olan hayvan olmak isterdim. Böyle bir hayvanın varlığını düşünmek tuhaf. Romantiklik gibi bir kaygım yok, o yüzden de bir kaplan ya da kartal olmak istediğimi söyleyemem. Herhalde mümkün olduğunca az karar veren bir hayvan olmak isterdim. Köpeğimiz Dark çok insancıldır, sözleri anlar, gerçekten de insani duyguları hisseder. Köpeğin bu yüzden acı çekiyor olmasından korkuyorum. Rusya'dan ayrılmam gerektiğinde, hiç kıpırdamadan oturdu kaldı, bana hiç bakmadı. (Kitap: Şiirsel Sinema)




The Turin Horse Opening Scene (2011, Bela Tarr)

                                                                                                   


Çalışmalarınızın soğuk ve umutsuz olduğu hakkındaki eleştirileri kabul ediyor musunuz? Çok az umut var gibi görünüyor.

Hayır, çünkü umut dolu olduğumuzu sanıyorum. Eğer bir film yapıyorsanız önümüzdeki elli yıl boyunca var olacağına ve belki de sonra birilerinin izleyeceğine inanıyorsunuz ki, bu çok büyük bir iyimserlik.

Bu durumda, insani durumların absürtlüğü (anlamsızlığı) hakkındaki varoluşsal görüşü kabul etmiyor musunuz?

Hayır, bu absürt değil. Dünya dönmeye devam ediyor ve insanlar filmleri izliyorlar. Bu bizim filmimiz, bu kadar. Size ve herkese insani durumların nasıl olduğunu göstermek istiyoruz. Bu kadar. Kimseyi yargılamak istemiyoruz. Herhangi bir şekilde anlam çıkarmak istemiyoruz. Neler olup bittiği hakkında bir şeyler göstermek istiyoruz.

...
Amerikalı eleştirmen Jonathan Rosenbaum’un çalışmalarınız hakkında ‘maneviyatı olmayan Tarkovsky’ olarak değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi böyle bir durumda görüyor musunuz?

Bu Jonathan Rosenbaum’un kendi düşüncesi. Bilemiyorum, bu onun düşüncesi. Kendisiyle bu konular hakkında konuşmadım. Temel fark Tarkovsky’nin inançlı olması ve bizim olmamamız. Ancak her zaman umudu vardı, Tanrı’ya inanıyordu. Bizden (benden) çok daha masum. Hayır, onun tarzında film yapmak için çok fazla şey gördük. Çoğu zaman onun daha yumuşak ve hassas olan tekniğinin de farklı olduğunu düşünüyorum.

Sizin tarzınız sert mi?

Evet, o benim için fazla iyi.

röportajın tamamını okumak için:
http://avrupasinemasi.blogspot.com/2011/03/bela-tarr-roportaj.html


'Sanat' Andrey Tarkovsky



Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı? Bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle ‘tüketen’ (ne yazık ki tüketen deyimi, 20.yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirtmekte, dahası adeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır.

Genel anlamda sanat nedir? İyi midir, kötü mü? Tanrı vergisi midir? Yoksa şeytancılık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar, yoksa zayıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur?


Herkes bu  soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya cevaplar arıyor. Aleksander Blok "Şair kargaşadan uyum yaratır," demiştir... Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır... Her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.
Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile gerek kalmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.


Sanat ilan-ı aşk gibi bir şeydir. İnsanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır.


Sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. Sanat bir üst-dildir, insanlar da bu dilin yardımıyla kendileri hakkında bilgi verip başkalarının deneyimlerini benimseyerek birbirlerine ulaşmaya çalışırlar. Ama gene bu da herhangi bir pratik fayda sağlama adına değil, faydacılığın tam zıddı olan özveride kendini bulan sevgi adına gerçekleştirilir. Bir sanatçının yalnızca ‘kendini gerçekleştirme’ gibi bir nedenle yaratmaya kalkışabileceğine inanasım gelmiyor.  Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır. Başkalarıyla arasında manen bir bağ oluşturma uğruna kendini gerçekleştirmeyi istemekse hiç yarar sağlamadığı gibi aksine, insandan çok özveri bekleyen, son derece eziyetli bir iştir. Ama kendi sesine kulak veriyor olmak bütün bu eziyete değmez mi acaba? 


Sanatçı, zamanı ve dünyayı eksiksiz kavrayan bir kişi olduğundan, gerçekle ilişkilerini tam olarak yansıtamayan ve dile getiremeyen insanların sesi olur. Bu anlamda sanatçı gerçekten de halkın sesinin ta kendisidir.


Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı kendine sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, halkın hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan toplumsal bilinçse, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal enerjiyi biriktirir.
Şuna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayışı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka var olduğu inancını taşımasa bu işe hiç kalkışmazdı.


Marx şöyle demişti: " Sanatın tadına ancak sanatsal zevkleri gelişmiş bir insan varabilir." Sanatçı 'anlaşılır' olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az anlaşılmaz olmayı istemek kadar saçmadır.
Sanatçı, eseri ve onu algılayanlar birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar, tek bir kan dolaşım sistemiyle birbirine bağlı tek bir organizma. Bu organizmanın parçaları arasında bir uyumsuzluk baş gösterdiğinde uzman ellerin tedavisine gerek duyulur ve dikkatle kendini gözlemlemeye...


Şu çok açık hakikati burada tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarında tutturulan ortalama ölçü, izleyicinin gerçek sanatla iletişim kurma imkanlarını büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerle mahvetmektedir.

Az veya çok, ama kendine ait bir seyirci kitlesine sahip olma hakkı, sanatçı bireyselliğinin normal bir varolma koşuludur...


Sanat insanın mantığına değil, duygularına seslenir.


Sanat varlığımızın anlamını simgeselleştirir.


Sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit ettiği maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın, Hristiyanlığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini düşünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değildi. Sanat, yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesini yaratır.


Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi benliğinde yaşatmak için insanın, gerekirse kendisiyle bile mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir.


Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.


Gerçek bir sanatçı, ancak kendisi için hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendisi için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen ben'in yegane var oluş biçimiyse...



*



Silindir ve Keman, 1960, Andrey Tarkovsky



*

Stalker (1979, Andrey Tarkovsky)







- Beni dinleyin, Profesör. Edinilen ilhamdan bahsetmiştik ya. Farz edelim ki ben, o Oda'ya girdim... Ve Tanrı'nın terk ettiği kasabamıza gerçek bir dahi olarak döndüm. Bir adam ancak acı çektiği için,
şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak, kendine ve başkalarına, aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya bir dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam? O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için? Şunu söyleyebilirim ki varoluş sebebimiz...


- Biraz daha kibar olup,
beni rahat bırakır mısın lütfen? Biraz gözlerimi kapamama izin ver. Bütün gece uyumadım. Komplekslerini de kendine sakla.


- Her neyse, sahip olduğunuz bütün bu teknoloji, hepsi bütün o maden ocakları, değirmenler...ve onlar, ve bunlar, ve şunlar sadece daha az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmış. Protez kol ve bacaklar. Ve insanlık sanat eserleri üretmek için yaratılmıştır. Diğer insan davranışlarının aksine,
bunun içinde bencillik mevcut değildir. Muhteşem illüzyonlar! Mutlak gerçeğin görüntüleri! Beni dinliyor musunuz, Profesör?


- Nasıl bencillik yok diyebilirsin? İnsanlar hala açlıktan ölüyor. Sen aydan mı geldin? Ve onlar, bizim akıllı aristokrasimiz olarak adlandırılıyor. Soyutlama yaparak
düşünmeyi bile başaramıyorsun.


- Şimdi sen bana,
hayatın anlamını mı öğreteceksin? Ve nasıl düşünmem gerektiğini? İşe yaramaz. Profesör olabilirsin, ama cahilsin.






İbrahim ile İshak Arasında Tarkovski (Dokuz Paragraf) - Enis batur



I.

Sinema tarihinin en dramatik "sahne"lerinden birinde Tarkovski, Nostalghia'nın kahramanına, elinde yanan bir mum, havuzu katettirir. Mum söndükçe yeniden, gerekirse sonsuza dek tekrarlanacak bir özel törendeymişçesine başlayan bu yolculuk belki de Kurban'ın ta kendisidir.



Offret, 1986, Andrey Tarkovsky


II.

Kurban, bir vasiyet, Kafka'nın "Babaya Mektub"unun her anlamda tersine: "Oğula Mektup". Umutsuz, sinsi, kekre, inanış ile isyan arasında bölünmüş bir adamdan miras. Işık çoğaltınca köreltir çünkü.






III.

Demek ki velayet. Elveriş. Kime? Henüz kirlenmemiş insana. Postacıların Nietzsche okuduğu, piyaniste ateş edilen, şairin dilinin kesildiği bir çağda yeryüzünün tek temiz kalmış yanına. Şair mi? Tarkovski'nin babası - yıllar yılı susmuş, susturulmuş.





IV.

Nostalghia Üzerine - Enis Batur

Tarkovsky'nin filmini görmeye gittiğimde hiçbir hazırlığım yoktu açıkçası. Yönetmenin izleyeceğim ilk filmiydi bu, üstelik tek bir satır okumamıştım üzerine. Sonuç: Jenerikle içine gömüldüğüm gökkuşağından salonun ışıkları yandığında güçlükle çıkabildim. Nostalghia'nın bunca dağlayıcı olması kanımca onun yalnızca sinema sanatının ürünü olmayışından kaynaklanıyor. Tarkovski sinema, şiir ve resim sanatı üçgeni üzerine sıra dışı olgunlukta bir yapıt kurmuş. Birden fazla yönüyle Antonioni'nin ustalığını çağrıştıran Nostalghia, dramatik çatısının güçlüğü ve güçlülüğü, temalarının zorlayıcılığı, çizdiği ilişki üçgeninin tekinsiz yanıyla olduğu kadar, hatta ondan da çok, bu bütünlüğü kavrayan plastik yaklaşımın kusursuzluğu ile başyapıt niteliğini kazanıyordu. Filmin getirdiği bildirilerin deşilmesi bu izlenim yazısının sınırlarına sığmayacağı için ne yazık ki bunu başka bir yazıya ertelemek durumundayım. Şunu söylemek isterim gene de: Tarkovski'nin iletişim konusunda getirdiği yorum hayli düşündürücü. İlettiğini sanmaktan çok açık biçimde kaçınıyor yönetmen, buna karşın, genellikle kurulamayacağı düşünülen iletişim kanalları üzerinde korkusuzca geziniyor. Nostalghia'yı görenlerin neredeyse kesin biçimde iki karşıt kutba ayrılmış  olmaları, hemen hiç kimsenin filmden vasat bir tonda söz etmeyişi buna bağlanabilir belki de. Tarkovski'nin ifade sanatında yakaladığını düşündüğüm altın orana gelince: Bugüne dek, az sayıda filmin ışık ve karanlık, ses ve sessizlik, siyah ve beyaz, renk ve körleşme, anlık ve sonsuzluk arasında bu ölçüde saltığa yakın bir denge, büyülü denebilecek bir uyum yakaladığı kanısındayım.

Sinema Günleri 84
Birkaç film üzerine birkaç izlenim  

Nostalghia (1983, Andrey Tarkovsky)




İtalya ile Gorçakov, bireyin taleplerine asla cevap vermeyen hayatla (hayatın yüzeysel görünüşleri değil tabii ki) ve gerçeklikle trajik bir uyumsuzluk içine düştüğü sıralarda karşılaşır. Ve İtalya kendisini yoktan var eden heybetli harabeleriyle gösterir. Bütün insanlığa ait ama yabancı da olmayan bu uygarlığın yıkıntıları, insana özgü hırsların beyhudeliğinin anıtlarıdır aynı zamanda, insanlığın o tuttuğu uğursuz yola işaret eden mezar taşları: Gorçakov ölür, çünkü içine düştüğü manevi bunalımı aşacak, zaman akışında kendisinin de fark ettiği çürümeyi durduracak güçten yoksundur.

Gorçakov'un bu ruhsal durumuyla bağıntılı olarak, başlangıçta insana oldukça garip gelen Domenico tipi de son derece önemlidir. Toplum dışına atılmış bu şaşkın insan, içinde, insanları yok eden gerçeğe karşı koymasına yetecek kadar büyük bir güç ve akıl bulunduğunu keşfeder. Eski matematik öğretmeni, yeni serseri kendini aşar ve kamuoyuna dünyanın içinde bulunduğu felaketi anlatıp insanları direnişe çağırmaya karar verir. Sözümona normal insanların gözünde o bir delidir. Oysa acıyla yoğrulmuş aklı salt bireysel bir kurtuluş peşinde değildir; çağdaş uygarlığın çılgınlığı ve acımasızlığından insanlığı genel olarak kurtarmaktır hedefi.

(Yazı: Andrey Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman)








Mühürlenmiş Zaman (Andrey Tarkovsky)


Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışında oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görünür bir şekilde uzatır da. Sinemanın esas gücü budur, yoksa Star’lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.

Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda "yitirilmiş" bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.


Yönetmen sinemasının özelliği nedir?

Bir anlamda bunu, zamanın şekillendirilmesi olarak tanımlamak mümkündür. Bir heykeltıraş nasıl içinde, ortaya çıkaracağı heykelin şeklini hissederek mermer parçasından bütün gereksiz parçaları yontup atıyorsa, sinema sanatçısı da dev boyutlu, ayrıntıları belirlenmemiş hayati olgular bütününden gereksiz bütün şeyleri ayıklayarak, geride sadece yapacağı filmin bir öğesi, sanatsal bütünün değiştirilemez bir anı olmasını istediği şeyleri bırakır.

Benim açımdan ideal film, bir film türü olarak değil, hayatın yeniden yaratılması olarak gördüğüm film kroniğidir.

Andrey Tarkovsky

Filmsel sanat yapıtlarının amacı, filmlerinde gerçekliğin yalnızca bir yanılsaması, bir görüntüsü ortaya çıksa da sanatçının bir deneyim bütününü yeniden düzenlemesini sağlamaktır.
Yönetmenin bireyselliği dünyayla olan ilişkisinin belli bir kalıbını ortaya döker; yani dünyayla olan ilişkisi içinde bu bireysellik başlı başına bir kısıtlamadır.

Sanatçının seçimi, algıladığı dünyanın öznelliğini derinleştirir.

Sinema "türünden" söz edildiğinde, genelde ticari yapımlar, durum komedileri, kovboy filmleri, psikolojik dramlar, polisiyeler, müzikaller, korku ve felaket filmleri, melodramlar vs. kastedilmektedir. Ama bütün bunların sanatla yakından uzaktan bir ilgisi var mıdır? Bunlar "kitlesel iletişim"dir, tüketim malları demek belki de daha doğrudur.

Ancak esas itibariyle sinema, düşünmenin ancak bir biçimini tanır: Birleştirilemezi ve çelişkiyi birleştiren, sinema sanatını yazarının düşünce ve duygularıyla özdeşleştiren şiirsel düşünce tarzını.

Gerçek bir film görüntüsü, türünün sınırlarının aşılması üzerine kuruludur. Ve bir sinema sanatçısı burada, açıkça tek bir türün boyutları içinde hapsedilemeyecek olan idealini ifade etmeye çalışır.

Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


Sovyet ordularının Sivaş Gölü'nden geçiş sahnesini bulana dek binlerce metre film seyretmem gerekti. Korkunç bir sahneydi, benzerine daha önce hiç rastlamamıştım. Genelde, cephe hayatından manzaralar olarak sunulan bu belgeseller nitelik olarak pek olağanüstü sayılmayacak sahnelemelerdi. Bunlar, gereğinden fazla planın, gereğinden az otantikliğin sezinlediği gösteri çekimleri olurlardı daha çok. Bütün bu kötü karışımdan bütünleşmiş bir zaman duygusu yaratma imkanını bir rürlü bulamıyordum. Ama birden olay, daha doğrusu bir epizod yakaladım; zaman, yer, mekan ve eylem birliği içinde olan (haber programlarında bir araya gelmesi mümkün olmayan şeyler) ve 1943 yılındaki ilerleyişin dramatik olaylarını gösteren bir epizod. Ne eşsiz bir malzeme! Uzunca bir gözlem için bu kadar çok film malzemesi feda edilsin! Birden önüme bu insanlar, güçlerini aşan insanlık dışı bir çalışmayla ölesiye tükenmiş, korkunç ve trajik bir kaderin bu kurbanları çıktığında, otantik lirik bir anı olarak başlayan filmimin merkezini, kanını ve canını bu epizodun oluşturacağını hemen anladım. 

Bir süre sonra, bu malzemeyi cephede filme çeken kameramanın, çevresindeki olayları şaşılacak bir duyarlıkla tespit ettiği o gün öldüğünü öğrendim...

Andrey Tarkovsky

 


Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


"Benimki hoş bir hikaye değil. Onda, tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki ince uyum yok. O tamamıyla bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey."

Herman Hesse'nin Demian adlı kitabının başına yazılmış bu sözler hiç tereddütsüz Ayna için de başyazı olabilir. (Bunları takip eden sözlerin de olabileceği gibi.)

Tek istediğim içimden gelen hayati şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. Bu neden bu kadar zordu? Bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklaması ve temelde de filmin baş yazısı. 

Andrey tarkovsky